Günlük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Günlük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Nisan 2022 Pazar

Son Durak

Size garip gelebilir ama Japonya’nın en görkemli sakuralarını sadece parklarda, nehir kenarlarında, tapınaklarda değil mezarlıklarda da görmek mümkün. Japonlar bir gün yanına gidecekleri sevdiklerinin mezarını ziyaret eder, mezar taşlarını yıkar, taze çiçekler bırakır, ziyaretlerini tamamladıktan sonra mezarlıktan çıkarken son bir kez eğilerek selam verir ve öyle ayrılırlar.

Yanımda makinem olmadığı için cep telefonumla çektim fotoğrafları. İlk fotoğrafta gördüğünüz yaşlı kadın ayrılırken benim fotoğraf çektiğimi görüp yanımda durdu ve gülümseyerek “sakuralar ne güzel açmış değil mi” dedi. Mâlum, yabancı bir adam Japon mezarlığına başka ne sebeple gelebilirdi ki! Haksız sayılmaz ama son fotoğrafta sakuraların altında gördüğünüz mezar eşimin ailesine ait. Bunu onun bilmesine elbette imkan yok ve ben de onun bu buruk ziyareti sonrası yüzünde beliren gülümseme kaybolmasın diye bir açıklama yapmadım. Gülümseyerek “öyle gerçekten” diye karşılık verdim.

Peki mezarlıklarda sakura bulunmasının bir anlamı var mı dersiniz? Var elbette. Sakura, yani kiraz ağacı çiçekleri çok narindir. Açması ile dökülmesi arası sadece birkaç gündür. Rüzgâr, yağmur gibi etkenler dalındaki ömrünü daha da kısaltır. Baharın, başlangıcın, doğuşun, güzelliğin simgesi olan sakuraların mezarlıklarda da olması bu haliyle insan hayatının ölümlü ve çok kısa olduğunun da bir hatırlatıcısıdır.

____________________________
Mutlu Sayar'dan daha fazla fotoğraf için instagram: Muusensei

4 Eylül 2021 Cumartesi

Japonya'da Yağmurlar

Japonya’da yağmurlar yaklaşık üç hafta sürdü. Birkaç günlük yaz sıcağının ardından dün tekrar yoğun yağmur almaya başladık. 

Temmuz ayının sonlarına kadar süren yağmur mevsiminin hemen ardından tayfunların başlamasıyla tüm yaz mevsimi boyunca plaj keyfi yapılabilecek bir imkân neredeyse olmadı. Tüm Japonların ortak söylemiyle ilk kez böyle bir yaz mevsimi geçiriyor ülke. Zaten Covid salgını nedeniyle geçen yıl yapamadıkları yaz tatilini bu yıl yapabilmek için bekleyen insanların hevesleri kursaklarında kaldı; ne salgın bitti, ne yağmur.
Bazı şehirlerde normalde bir yılda yağması gereken su miktarı sadece iki günde düştü. Birçok yerde toprak kaymaları oldu, can kayıpları yaşandı, evler yıkıldı. Taşan nehirler ağaçları da suyuna katıp denize döküldü. Sular yükseldi. Tomruklar dalgalarla birlikte sahillere vurdu.


İşte bu sahillerden biri de evimden sıklıkla yürüyüşe çıktığım Kurima (栗真) sahili. Fotoğrafını çektiğim görüntülere inanmak gerçekten güç. Sahil tomruklarla ve dalgaların getirdiği diğer çöplerle dolu. Denizin üzerinde hâlâ kıyıya ulaşmayı bekleyen tomruklar yüzüyor. Suların yükselmesini fırsat bilen balıkçılar ise sahile serpilmiş, yağışların mola vermesiyle oluşan sisin içinden olta atıyor.
___________________________________________
Mutlu Sayar'dan daha fazla fotoğraf için: instagram_muusensei

31 Mayıs 2021 Pazartesi

Fuji Safari Parkı

Yaklaşık bir yıldır öyle çok olay oldu ki hayatımda, blogumda birşeyler yazmaya ne zaman ayırabildim, ne de ruh halim izin verdi. Neredeyse 2021'in yarısı bitti ve bir şeyler yazayım artık deyip de klavyenin başına yeni geçtim. Aklımda bir iki taslak var aslında satırlara dökülmeyi bekleyen ama geçen yıl ailece yaptığımız Fuji gezimizin eksik kalan kısmını öncelikle tamamlamak istedim. Böylece hem adetim olduğu üzere yaşadığım olumsuz şeyleri bu satırlara aktarmaktan kaçınmış olacağım, hem de geçen yıldan bu yıla bir bağlantı kurmuş olacağım diye düşündüm. Bunun akabinde de mümkün olduğu kadar yazılarıma devam etmeye çalışacağım.
Başlayalım..

2020 yılında yaptığımız sonbahar gezimizde, Fuji'de gittiğimiz ilk yer Fuji Safari Parkı (富士サファリパーク [1]) oldu. Fuji'de uğradığımız ilk yer ve gitmemizin birinci sebebi aslında burasıydı ama burasını yazı dizisinin üçüncü başlığında yazıyorum. Önceki iki bölümü Pembe Taşın Hikayesi ve Fuji Dağı'nın Eteklerinde Bir Taş Müzesi adlı başlıklar altında okuyabilirsiniz.

Cumartesi sabahı 06:20'de evden çıkıp Fuji'ye doğru yola koyulduk. Yaklaşık 300km katederek, molalarla birlikte yaklaşık dört buçuk saatte parka ulaştık. Fuji Safari Parkı'nı doğal bir hayvanat bahçesi olarak nitelendirebiliriz. Burada bulunan hayvanlar kendileri için hazırlanan doğal alanlarda yaşıyor, geziyor, yiyor, içiyor, çiftleşiyor. İnsan elinin birkaç küçük dokunuşla düzenleme yapmak ve sınırları belirlemek dışında müdahalesi olmamış. 

Hayvanları bu doğal ortamlarında görebilmek için özel araçlarla gezilecek bir parkur hazırlanmış. Safariyi ek ücret karşılığında kafesli otobüsler ile yapmak da mümkün. Bu otobüslerin oturma bölümü bir kafes içinde bulunuyor. Özel araçlara yasak olan kısımlara girerek hayvanları daha yakından görmeye olanak veriyor. Hayvanlar bazen bu kafesin tellerine tırmanıyor, bazen de üzerine çıkıyor.  Zarar verebileceği için hayvanlar özel araçlara yaklaştırılmıyor. Yine de biz parkuru kendi arabamızla geçmeyi tercih ettik. Hayvanları kafes telleri ardından görmek ve fotoğraflamak yerine, camın ardından görmeyi ve fotoğraflamayı yeğlememiz bu tercihi yapmamızın nedenlerinden biriydi elbette.

Ayılar, aslanlar, kaplanlar, çitalar, filler, gergedanlar, zebralar, develer, lamalar, zürafalar, geyikler, yaban keçileri, bizonlar aracımızla geçtiğimiz parkur boyunca karşımıza çıkan hayvanlardı. Sürüş boyunca elde ettiğimiz eşsiz deneyim bize unutulmaz bir zaman yaşattı. Ben yeni kameramı kullandım, oğlum Eren'e de eski kameramı verdim. İnanın, o bu heyecanı benden daha fazla yaşadı. Arkada oturan eşim de kendi kamerasını küçük oğlum Kayra ile paylaştı. Böylece benim direksiyon başında olmam sebebiyle fotoğraflamayı kaçırdığım pozları onlar yakalamayı başardı. Bu da eğlencemizi bir kat daha artırdı. Örneğin, gezimiz sırasında çiftleşmekte olan aslanları fotoğraflamayı oğlum başardı. Böyle ender bir olayla karşılaşan ziyaretçi sayısı muhtemelen çok azdır. Bizim denk gelmiş olmamız ise şanslı bir hafta sonu geçireceğimizin ilk işaretiydi. 

Güzergâhı tamamladıktan sonra arabamızı park edip öğle yemeğimizi yedik. Parktaki gezimizin ikinci kısmını yaya olarak yapacaktık. Yaya olarak sürdüreceğimiz gezide kangurular, midilliler, tavşanlar, kirpiler, rakunlar gibi hayvanlar vardı. Bazılarına dokunmanın izin verildiğini öğrenince Eren tüm gün elinden bırakmadığı kameradan biraz olsun ayrılmak durumunda kaldı. Kayra, abisinden daha hevesli görünmesine rağmen hayvanlarla yan yana geldiğinde dokunmaya biraz çekindi. 

Fuji Safari Parkı'nda her yere uğradığımızdan emin olduktan sonra artık ayrılma vaktinin gelmiş olduğuna karar verdik. Otele gitmeden önce, Fuji Çocuk Dünyası (富士山こどもの国) adlı parka uğramak planlarımız arasındaydı. Çocuklar için değişik oyunlar, eğlence programlarının sunulduğu bu yere girmek için biraz geç kalmıştık. Oraya ulaştığımızda neredeyse kapanmak üzereydi. Bu yüzden girmekten vazgeçip bu eğlence merkezinin hemen önünde bulunan geniş parkta biraz vakit geçirmeye karar verdik. Parkın yeşil alanı, tepecikleri ve eşsiz Fuji Dağı manzarası bize tahminimizin de ötesinde eğlenceli zaman geçirtti. Eren ve Kayra kahkahalar atarak koşturdular, tepeciklerden yuvarlandılar. O kadar eğleniyorlardı ki, üstlerinin başlarının berbat olmasına annesiyle göz yumduk. Hem eğlenirken çocuklarımı, hem de sonbahar renklerinin süslediği parktan Fuji'nin fotoğraflarını çektim. Hava iyiden iyiye kararmaya başlarken arabamıza atlayıp otelin yolunu tuttuk.

Kaldığımız otel, Fuji Şehri Merkez Parkı'nın (富士市 中央公園) hemen yanındaydı. Önceki günün yorgunluğunu güzel bir uykuyla attıktan sonra sabahın ilk ışıklarıyla soluğu bu parkta aldım. Çocuklar ve eşim henüz uykudayken yaklaşık bir saatimi bu parkın keyfini çıkararak geçirdim. Birlikte yaptığımız doyurucu bir kahvaltının ardından otelden ayrılıp Taş Müzesi'nin yolunu tuttuk. 
 






___________________________________________________________________________________
[2] Fotoğraflarımı Instagram profilimde görebilirsiniz: Mutlu Sayar

8 Kasım 2020 Pazar

Fuji Dağı'nın Eteklerinde Bir Taş Müzesi

Salgından, ev hapsinden, yoğun iş ve okul temposundan biraz olsun fırsat yaratıp ailece bir sonbahar gezisine çıkalım istedik. Biraz ferahlamak, gündemden uzaklaşmak hepimize iyi gelecekti. Fuji'ye bir gece iki günlük bir gezi planladık. Arabaya atlayıp 300km yol katederek ulaştığımız Fuji'de gidecek başka yer kalmamış gibi niye bir taş müzesine gittiğimizi soracak olursanız, onun cevabını bir önceki yazım olan Pembe Taşın Hikayesi'nde anlatmıştım. Henüz okumadıysanız, bu satırlara devam etmeden önce mutlaka okumanızı tavsiye ederim. 

Geceyi geçirdiğimiz şehir merkezindeki otelden müzeye ulaşmak yaklaşık 40 dakikamızı aldı. Deniz seviyesine yakın bir rakımdan Fuji Dağı'nın eteklerine doğru yol aldığımız için bu 40 dakika boyunca yokuş yukarı sürdük. Birkaç küçük ve tenha kasabadan geçtik. Sonrasında, sık ağaçlardan gökyüzünü bile zor gördüğümüz ormanlık, dar ve kıvrımlı bir yolda sürmeye devam ettik ve böylece müzeye ulaştık. 

Anlaşılacağı üzere, turistleri çekmek için kurulmuş bir yer değil Kiseki Dünya Taşları Müzesi [1] . Yakın çevrede yaşayanlar için alternatif bir uğrak yeri, çocuklar için bir eğlence alanı ve sadece meraklıların geleceği bir yer olmak dışında fazla bir anlam taşımıyor. Ancak taşıdığı anlamlar, 300km uzaktan gelen bizler için yeterince geçerli sebepleri oluşturuyordu. 

Müze deyince, sergilenen nesnelerin olduğu bölümlerden oluşan bir bina aklınıza gelmesin. Böyle bir bina da var elbette ama o bina müzeyi oluşturan parkın içinde bulunan yapılardan sadece biri. Kabaca 20 dönümlük bir araziyi kaplayan parkın çevresi tamamen ormanlık alan. 360 derece boyunca nereye bakarsanız ağaçları görüyorsunuz. Yere sırt üstü uzanacak olsanız, yemyeşil çerçeveli koca bir pencereden gökyüzünü izlediğiniz hissine kapılırsınız. Yer değiştiren bulutlar ve arada uçuşan kuşlar dışında mavinin üzerinde olan tek görüntü, kuzeydoğudaki ağaçların üzerinde yükselen görkemli Fuji Dağı. 

Pembe Taşın Hikayesi'nde de anlattığım gibi, bizi buraya getiren en önemli sebep, hiç kuşkusuz, oğlum Eren'in taş merakı. Özellikle de, burada yapmak istediği taş avı. Parkta bulunan bölümlerden birinde yer alan bu taş avı oyununda, ziyaretçiler su ile doldurulmuş küçük kanallar içine yığılı taşların arasından, kendilerine verilen el küreklerini kullanarak özel taşları bulmaya çalışıyorlar. Taşların her biri sadece birkaç milimetreküp büyüklüğünde. El küreğini yüzlercesi dolduruyor. Oyun, eski Hollywood filmlerinde gördüğümüz altın avcılarının, ellerinde eleklerle nehir suyundan çıkardıkları taşlar arasında altın araması gibi bir his veriyor. Yığınların içinde kırkın üzerinde özel taş çeşidi bulunuyor. Herkese 30 dakikalık bir süre veriliyor. Bu süre içinde bir kişinin toplayabileceği toplam özel taş miktarının bile kırkı bulamayabileceği düşünülürse, tüm çeşitleri bulmak oldukça zor. Dört kişilik bir aile olarak bizim gayet iyi bir iş çıkardığımızı söyleyebilirim. 

Taş avının sonunda, eve götürecek epey bir taşımız olmuştu. Ancak, hiç kuşkusuz, günün en büyük ödülü, taş avında Eren'in kazandığı yakut idi. Taş yığınları arasında göze çarpası bile imkansıza yakın, belki milyonda birden bile daha az bulunma olasılığına sahip özel zarı bulan Eren, bunun karşılığında verilen yakutun sahibi oldu.  Bu da hem Eren'in hem bizim eğlencemizi daha da artırdı. Çocukların gözündeki sevinç pırıltıları, gittiğimize değdiğinin ispatıydı. 

Minerallerin, fosillerin ve ender bulunan taşların sergilendiği kısımda geçirdiğimiz vakit de bir o kadar eğlenceli ve öğreticiydi. Taşlar, sadece özelliklerinin yazılı olduğu plakalarla değil, güncel, ünlü ve kültürel verilerle de birleştirilerek sergileniyordu. Örneğin, Minecraft oyunundaki maketleriyle birlikte sergilenen taşlar vardı. Diğer bir bölümde, Japon çizgi romanı mangalarda yer almış taşlar, kitaplarıyla birlikte sergileniyordu. 

Vitrindekiler arasında turkuaz da vardı. Japonya'da bu taşa 'torukoişi' (トルコ石), yani tam çevirisiyle Türk Taşı dendiğini böylece öğrendim. Oynadığımız bir başka oyunda Eren bir de turkuaz kazandı. Daha doğrusu, kazandığı oyunun ödülü olarak alabileceği taş çeşitleri içinden turkuazı seçti. Bu da benim için küçük bir mutluluk oldu. 

Müzeden ayrıldıktan sonra gezimizin son durağı olan Shiraito Şelaleleri'ne doğru yola çıktık. Karnımız iyice acıkmıştı. Geldiğimiz ormanlık yoldan dönerken karşımıza şirin mi şirin bir restoran çıktı. Böyle şirin bir yeri gelirken nasıl görmediğimize şaşırmıştık. Ağaçların ardına gizlenmiş gibiydi. Sanki karnı sadece bizim gibi acıkmış olanlara görünen bir büyü vardı üzerinde. İçerisi de bir o kadar şirindi. Sütunlar ve kirişler ağaçtan yapılmıştı. Duvarlar, masalar, iskemleler tamamen ahşaptı. Eski bir zamana ait gibiydi. O kadar temiz ve düzenliydi ki, eski bir restorana girdiğinizi değil, zamanda geriye yolculuk ettiğiniz ve yeni açılan bir restorana girdiğinizi hissettiren bir yerdi. Yemekleri de, benim gibi yemek seçen biri için bile oldukça lezzetliydi. Bir de şarabının tadına bakmak gerekirdi ama araba kullanacak olmam buna engel oldu. Güzel bir içkinin keyfini, gün sonunda yorgun olarak eve döndüğümde çıkaracaktım. 
________________________________________________________________________________
[1] http://www.kiseki-jp.com/english/e-index.html
Mutlu Sayar'dan daha fazla fotoğraf için instagram: muusensei

4 Kasım 2020 Çarşamba

Pembe Taşın Hikayesi

Geçtiğimiz hafta sonu Fuji'ye kısa bir gezi yaptık. Bu gezinin ikinci günü olan pazar sabahı taş müzesine gittik. Ender bulunan taşların, minerallerin ve fosillerin sergilendiği, nasıl ve nerede çıkarıldıklarının, ne için kullanıldıklarının anlatıldığı bu müzeyi görmeyi en çok oğlum Eren istedi ve orada bulunduğumuz süre içinde en çok o eğlendi. Gitmek için bu kadar can atmasının sebebine gelince, onun sırrı işte şimdi anlatacağım pembe taşta saklı. Fuji'ye yaptığımız geziyi ve müze ziyaretimizi de bu satırlarda yazacağım ama öncelikle 13 yıl öncesine uzanan bu pembe taşın kısa hikayesini anlatmam gerek.

2007 yılının mayıs ayıydı. İstanbul'da yaşıyordum. 32 yaşındaydım. Babam hayattaydı. Corona sadece bir bira markasıydı. Teröriste hâlâ "hoca efendi" diyorlardı. İlk iPhone henüz piyasaya çıkmamıştı. Dolar 1.35 liraydı. Evlenmeme 2, Eren'in doğmasına 5, Japonya'ya taşınmama 9 yıl vardı. Çalıştığım şirket tarafından iş için Oslo'ya gönderilmiştim. 3 gün süren çalışmadan sonra dönmeden önceki son günümü şehirde gezmeye ayırmıştım. 

Turistlerin mutlaka görmek isteyeceği yerler yerine, şehrin sokaklarında, parklarında, bahçelerinde vakit geçirmiş, müzelerine gitmiştim. Gittiğim müzeler de zooloji müzesi, doğal tarih müzesi ve jeoloji müzesiydi. Oslo'ya giden bir yabancı niye jeoloji, zooloji müzesine gider ki? sorusunun anlamını yitirdiği az sayıda kişiden biri olduğumu beni iyi tanıyan herkes bilir sanırım. Norveç'in çeşitli yerlerinde yapılan araştırmalarda ve kazılarda bulunan değerli taşlar, fosiller ve mineraller jeoloji müzesinde [1] sergileniyordu. Müzenin mağazasından satın aldıklarım arasında pembe bir taş vardı. 

O dönemde şimdiki eşimle birbirimizden binlerce mil uzakta yaşayan iki mektup arkadaşıydık. Aramızda daha öte bir ilişki olması mümkün olmadığı gibi, benim zaten bir kız arkadaşım vardı. Pembe rengi sevdiğini yazışmalarımızdan biliyordum. Norveç'in ulusal taşı olarak bilinen ve Thulit olarak isimlendirilen bu taşı mağazada gördüğümde Norveç'ten bir hatıra olarak alıp ona yollamaya karar vermiştim.

Şimdi diyeceksiniz ki,

Norveç'e gitmişsin. Gezmek için bir günün var. O günde de parklara, bahçelere, müzelere gidiyorsun. Gittiğin müze de ola ola taşın, fosilin sergilendiği bir müze. Mektup arkadaşına hatıra hediyesi alacaksın. Ala ala müzeden bir taş alıp gönderiyorsun.

Öyleyse şimdi dikkatli okuyun.

Ben Oslo'dan döndükten bir yıl sonra mektup arkadaşım dil öğrenimi için Türkiye'ye geldi. Kısa süre sonra ilişkimiz başladı. 2009'da evlendik. 2012'de Eren doğdu. 2015'te Kayra doğdu. 2016'da Japonya'ya yerleştik. Eren anaokula başladı. Biz işten çıkıp alana kadar hafta içi her gün okuldan dedesinin evine gidip orada oynuyordu. 

Ve o günlerden birinde annesinin eski odasını karıştırırken çekmecelerden birinde o pembe taşı buldu. 

Norveç'in kim bilir neresinde çıkarılmış, Oslo'daki müzeye konmuş, Türkiye'den iş için giden babası tarafından satın alınıp İstanbul'a getirilmiş, hatıra hediyesi olarak Japonya'ya gönderilmiş, annesi tarafından özenle saklanmış, ve nihayetinde tüm bunlardan haberi bile olmayan Eren'in eline geçmişti.

Eren'in sevdiği kitaplardan biri Pamuk Prenses idi. Değerli taşların varlığını bu kitaptan öğrendi. Kitapta, Pamuk Prenses ormanın derinliklerinde karşısına çıkan eve sığındığı sırada, evin sahibi olan yedi cüceler mağarada kazmalarla elmas çıkarmaktadır. Bu yüzden Eren, ömründe ilk kez gördüğü pembe taşı bulup eline aldığında onun bir elmas olduğunu sanmış, bize gösterirken "elmas buldum" demişti. Belki o kadar maddi değeri yok ama bizim için anlamı ve değeri elmastan daha fazla. 

Sonraki yıllarda küçük aletlerle kumu, toprağı kazıp bir şeyler aramayı huy edindi. Bulduğu değişik taşları, seramik kırıklarını, metal parçalarını saklamaya başladı. Minecraft diye bir bilgisayar oyununa merak sardı. Oyunda mağaralara, madenlere giriliyor, kazmalarla kayalar kırılarak değerli taşlar çıkarılıyordu. İşte hafta sonu Fuji'ye yaptığımız gezide, Eren'in heyecanla istemesiyle kendimizi taş müzesinde bulmamızın hikayesi 2007'de pembe taşı almamla başlıyor. Bu serüvenin daha ne kadar devam edeceğini bilemem ama serüvenin şu ana kadarki son parçası olan Fuji'deki Kiseki Dünya Taşları Müzesi'ne yaptığımız ziyareti sonraki yazımda aktaracağım.
_________________________________________________________________________________


4 Temmuz 2020 Cumartesi

Japon Komşu

Japonlar gerçekten şaşırtıcı insanlar.
Çocuklarla dışarıda mantar aramaya çıktık. Bir kadın yanımıza geldi. Oturduğumuz mahalleye yeni taşınmış. Siz Türksünüz değil mi, diye sordu. Yani taşınınca araştırmış konuyu komşuyu. Benden başka da Türk olmadığı için çevrede lafım dolaşıyor anlaşılan. Japon olmadığımı görünce de soluğu yanımızda alıp sorusunu sordu. Olumlu cevap alınca hemen eğilip selam verdi. Tanıştığına memnun olduğunu söyleyip, 1985'te Türkiye'nin Japonları hava saldırısından kurtardığını ve bunun için her zaman minnettar olduklarını söyledi.
Sonra bana teşekkür edip tekrar eğilerek selam verdi! Artık kurtarma olayını zaten biliyor muydu, yoksa benden dolayı mı araştırdı çözemedim. Ama hangisi olursa olsun gurur duydum.
Ben de ne diyeyim, Ertuğrul kazasında Japonlar yardım ettikleri için biz de size minnettarız filan dedim. Sonra evimi işaret ettim, şurada oturuyoruz diye. Kadın zaten biliyormuş. Kırmızıyı çok sevdiği için beni kırmızı arabamdan da tanıyormuş. (Çevredeki tek kırmızı araba benim). Yani Japon olmadığımı gördüğünden değil, resmen tanıdığı için yanıma gelmiş. Neyse, selamlaşıp ayrıldık. Hakkımda daha neler biliyordu, biraz daha konuşsak daha neler ortaya çıkardı meraklanmadan edemedim. Artık gurur duymaya devam mı edeyim yoksa tırsayım mı ona karar vereceğim.

26 Nisan 2020 Pazar

Virüs Tehdidi Altında Japon Baharı

Daha fazla fotoğraf için instagram/muusensei
Virüs tehdidinin gölgesinde girdik bu yıl bahara. Japonya'da bahar demek kiraz çiçekleri demek. Kiraz çiçeklerinin açmasıyla başlıyor her şey. Okullar, ligler, şirketlerin yeni mali yılları, sözleşme yenilemeler, aklınıza gelen gelmeyen her şey.

Japonlar bir yıl boyunca bekliyor kiraz çiçeklerinin açmasını, yani sakura dönemini. Televizyon kanallarında haberler ve hava durumu ile birlikte sakura durumu veriliyor. Böylece kiraz çiçekleri ülkenin hangi şehirlerinde açmış veya ne zaman açacak haber ediliyor. İnsanlar buna göre nereye gezi planları yapıyorlar.

İşte bu yıl böyle olmadı. Virüs tehdidiyle insanlar evlerinden çıkamadılar. Pembeye bürünmüş o güzelim parklara gidemediler. Ağaçların altına serilip piknik yapamadılar. Maalesef biz de aynı durumdaydık. Ama bizim şanslı olduğumuz bir şey vardı.

Japonya'ya taşınalı yaklaşık dört yıl olacak. Türkiye'de yaşarken Japonya ziyaretlerimizi birkaç kez sakura dönemine denk getirmiştik. Yaşamaya başladıktan sonra ise bu keyfi her yıl sürmeye başladık. Bu yıl dördüncüsü olacaktı. Ülkedeki yaşama alışmakta olduğumuz ilk iki sakura dönemini kendi şehrimizin parklarında geçirmiştik. Geçen yıl ise, büyük oğlumun ilkokula, kardeşinin de anaokula başlayacak olmasıyla özel bir gezi olsun istemiş ve Nara'ya gitmiştik. Bu günübirlik geziyi henüz yazıya dökmedim ama Instagram'a birkaç fotoğraf yükledim (bkz. Mutlu Sayar).

Oturduğumuz ev Mie Üniversitesi'ne çok yakın. Üniversitenin kampüsünü yıllardır park olarak kullanıyoruz desem yeridir. Çocuklarla koşmaya, futbol oynamaya, ailece dondurma yemeye, bir şeyler içmeye gidiyoruz. Kampüste yeterince yıl almış kiraz ağaçları var. Bu yıl bu ağaçların yoğun çiçek açtığı birkaç gün hafta sonuna denk geldi. O hafta sonu da hava açık olunca, virüs kısıtlamaları altında olduğumuz bu yılki sakura döneminde bile Japon baharının keyfini çıkarma imkanı bulabildik.

Koştuk, eğlendik. Dinlendik. Sohbet ettik. Oyunlar oynadık. Resimler çektik. Tertemiz bir hava soluduk.

Virüs kısıtlamaları sebebiyle kampüs neredeyse boştu. Öğrenciler belki yurtlarından dışarı çıkamıyorlar ya da kendi şehirlerinde aileleriyle birlikte kalıyorlardır. Eğitim farklı şekillerde devam ettirilmeye çalışılıyor ama ülke genelinde okullarda ders işlenmiyor. Üniversite kampüsünde bulunan küçük marketler kapalı. Meşrubat otomatlarının fişleri çekilmiş.

Seneye durum ne olur bilinmez ama bu yıl bu şartlar altında gerçekten çok şanslıydık.

21 Mart 2020 Cumartesi

Bir Rüya Üzerine

Eşimle birlikte evimizden çıkmış, sahilde yürüyorduk. Kumsal değildi. Normal deniz seviyesinden biraz yukarıda kıyı boyunca uzanan beton platformun üzerindeydik. Gerçekte yaşadığımız yerle ilgisi yoktu ama rüyaya göre yaşadığımız yer kesinlikle orasıydı. Denizde hiç tekne yoktu. Görünen bir kara parçası da yoktu. Üzeri bomboştu. Alabildiğine deniz ve gökyüzüydü görünen. Yağmur yağmıyordu ama gökyüzü griydi. Denizin mavisi ise koyu ve keskindi. Gökyüzüne denizin mavisi, denize de gökyüzünün grisi karışmıştı. Sanki ikisi karşılıklı durmuş renklerini birbirine yansıtıyordu. Sadece gökyüzü biraz daha gri, deniz biraz daha maviydi. Ufuk yoktu. Devasa dalgalar ufku görmeye engel oluyordu. Güneş o dalgaların ardında bir yerdeydi. Kendisi görünmüyordu ama ışığı dalgaların üzerinde parlıyordu. Kasırga olması gereken bir havaydı. Ne var ki esinti bile yoktu.

Manzara o kadar güzeldi ki eşime fotoğraf çekmek istediğimi söyledim. (Şu anki uyanık halimde bile o manzara çok net olarak zihnime kazınmış durumda. Eğer resim yapma yeteneğim olsaydı tüm ayrıntılarıyla çizebilirdim). Ancak dalgalar daha da yükselmeye ve bulunduğumuz kıyıyı tehdit etmeye başladı. Çaresiz, geri dönmeye karar verdik. Kıyı boyunca gerisin geri biraz yürüyüp yönümüzü eve doğru çevirdik. Deniz artık arkamızdaydı. Dalgaların tehditkar sesini işitiyorduk fakat dönüp bakmaya cesaretimiz yoktu. Bir an önce kendimizi güvenli bir uzaklığa ulaştırmamız gerekiyordu. Ne yazık ki başaramadık. Dev dalganın önce gölgesi belirdi ayaklarımızın altında. Hızla önümüze geçiverdi. Sonra tam tepemizde kendisi belirdi. Gökyüzüyle aramıza bir perde gibi girdi ve üzerimize doğru inmeye başladı. Işıklar açıkken yüzükoyun yatağa çömelip arkamızdan yorganı üzerimize örtmek gibiydi.

O anda inanılmaz bir şey oldu. Devasa dalga üzerimize değil, önümüze düştü. Bir koşucunun engeli atlaması gibi üstümüzden atlamıştı. Koca dalga düştüğü yerde kayboluverdi. Denizle bağı kopmuştu. Etrafa bir damla bile su sıçratmadan yok oldu. Fizik kuralları umurunda değildi. Kilometrelerce uzaktan sularını toplamış, yükseldikçe yükselmiş, dev bir dalgaya dönüşmüş, peşimize takılıp hızla bulunduğumuz yere kadar gelmiş, üzerimizden atlayıp ömrünü tamamlamıştı. Ona yüklenen görev bu kadardı. Yapması gereken başka bir şey kalmamıştı. Sadece, düştüğü yere koca bir yosun yığını bırakmıştı. Kalınlıklarına bakılınca birbirine dolanmış ağaç köklerini andırıyordu. Gerçekte olsa kimse yosun olduklarına inanmazdı. Ama o denizin bitkisi kesinlikle onlardı. Bir karıncanın gözünden spagetti tabağına bakıyor gibiydim. Üç tane araba lastiği, kesilmiş zeytin dilimleri gibi köklerin arasına sıkışmıştı.

Epey sıkıntılı bir şekilde uyandım. Benzer şekilde beni uyandıran bir rüyayı 1992'nin Aralık ayında görmüştüm. Rüyamda, bizim okuldan bir kız arkadaşımın yine aynı okulda okuyan erkek kardeşi ölmüştü. Uyandığımda babam ve annem henüz eve dönmemişti. Endişelenmiştim. Bir süre sonra kapı çaldı. Gelen dayımdı. Ablasını, yani annemi sordu. Henüz gelmediğini söyledim. İçeride beklemesi için davet ettiysem de sonra uğrayacağını söyleyip vedalaşarak ayrıldı. Dayımı son görüşüm oydu. Birkaç gün sonra vefat haberini aldık. Rüyamda sevdiğim bir kız arkadaşımın küçük erkek kardeşi ölmüştü, gerçekte ise annemin küçük erkek kardeşi.

Rüyaların bir anlamı olduğu kesin. Eminim benzer örnekler birçok kişinin başına gelmiştir. Bu yüzden birkaç gün önce gördüğüm o rüyaya ben bir anlam yüklemeye çalışmalı mıyım?

Hemen cevap vereyim:

Hiç sanmıyorum!

Ne o? Yoksa bu yazıyı evliya olduğumu ilan etmek için yazdığımı mı sandınız? Olağanüstü güçlere sahip olmadığım gibi bana Hz. Yusuf'un yetenekleri bahşedilmiş de değil. Yoksa içinde bulunduğumuz zorlu günleri göz önüne alarak rüyamın bana virüs salgınını atlatacağımı müjdelediğini söyleyebilirdim. Ama rüyaların tersi çıktığı yorumuyla hareket edince dalganın gerçek hayatta tam tepeme düşeceğini söylemek de mümkün. Hele hele beni atlayıp sevdiğim birinin üzerine düşmesindense tam tersini tercih ederim. Rüya belki de olacak bir şeyi haber vermektense haftalardır kafamı dolduran tüm sıkıntıların sonucu olarak ortaya çıkmış da olabilir. Ne de olsa Freud o meşhur kitabını mürit toplamak için yazmadı.

Rüyamda gerçeklik payı kesin olan bir şey var ki, eğer hayatta kalırsak, üzerimizden atlayan dalganın ardında bıraktığı yığın gibi hayatımızda kalıcı izler olacağı muhakkak. Ve bunu anlamak için rüya görmek de, özel güçlere sahip olmak da gerekmiyor. Murakami'nin dediği gibi: "Fırtına geçtikten sonra nasıl atlattığınızı hatırlamayacaksınız. Nasıl hayatta kaldığınızı da. Hatta fırtınanın dinip dinmediğinden bile emin olamayacaksınız. Ancak bir şey kesindir; fırtınadan çıktıktan sonra fırtınaya girenle aynı insan olmayacaksınız."

Yaşamımızı her anlamda etkilemekte olan bu virüs belasında elimizden gelmeyen birçok şey var. Ancak elimizden gelebilecek birçok şey de var. Bunun için de ilim dışında bir dayanağımız yok. Yatıp rüyaların bize ne haber getireceğini bekleyecek değiliz. Sadece yaptıkları değil, rüyaları da kayıtlara geçmiş, örneğin annesinin ölümünü rüyasından öğrenmiş olan Atatürk'ün dediği gibi ilim dışında bir yol aramak gaflettir, cehalettir.

Bu çetin mücadelede güçlü olmanızı, sağlıklı kalmanızı dilerim.
Ve eğer uyuyakalırsanız;
tatlı rüyalar.

13 Ocak 2020 Pazartesi

Uyanmaya Değer Sabahlar


Sabahın erken saatlerinde çektim bu fotoğrafları. Çöpleri atmak için evden çıktığımda günün ilk ışıklarının bulutlarda yansıyan renkleri olağanüstüydü. Hemen eve dönüp fotoğraf makinemi kaptığım gibi arabama atlayıp sahile sürdüm. Geçen o birkaç dakika bile gördüğüm o renkleri kaçırmama yetmişti. Zamanın ne kadar hızlı geçtiğinin bir başka kanıtıydı işte bu. Yine de ortaya çıkan yeni renkler, yer değiştiren bulutlar, yükselmekte olan güneş, hareket eden tekne, denizdeki dalgalar, kumsalda yürüyen yaşlı adam, kısaca gördüğüm her şey beni büyülemeye yetmişti.

Fotoğraflardaki sükunet sizi aldatmasın. Bulunduğumuz yer, Japonya'nın hemen hemen her yeri gibi bir deprem bölgesi. Önümüzdeki zamanda burada da büyük bir deprem bekleniyor. Beklendiği kadar veya beklenenden daha büyük bir depremde bu sakin sular tsunami denen dev dalgalara dönüşecek. Yaklaşık 10-12 metreyi bulacak olan dalgalar gördüğünüz bu sahili altına alacak. Bu fotoğrafları çekmek için üzerine çıktığım güvenlik duvarını aşacak ve aralarında bizim yaşadığımız evin de bulunduğu yüzlerce evi sular altında bırakacak. İncelemeler yapılıyor, önlemler alınıyor, eğitimler veriliyor, çalışmalar devam ediyor. Ama insan eliyle dengesi altüst edilmiş doğanın öfkesine karşı koyacak bir insan gücü yok.

Güzel halini takdir etmem doğanın umurunda olmayacak. Fotoğraflarını çekmem onu şımartmayacak. Günü geldiğinde mutlaka çatacak olan öfkesinden hiçbir şey eksiltmeyecek. Bana iltimas geçmeyecek. O günün gelip çatmasına daha kaç sabah var bilemem. Ama böyle sabahlar uyanmaya değer.

_______________________________________________________________________________
Mutlu Sayar'dan daha fazla fotoğraf için instgrammuusensei

2 Ocak 2020 Perşembe

Fuji'yi Yakalamak

Tokyo'dan dönerken tam karşıma çıktı Fuji Dağı. Bir gün tırmanma hayalimi biliyormuş gibi tüm görkemiyle gösterdi kendini. Tokyo'ya giderken de karşıma çıkmıştı ama bu sefer bir başkaydı. Hava açıktı ve geçen birkaç günde üzerine daha fazla kar yağmış, kendini beyaza bürümüştü. Çıplak gözle bakınca fotoğraflarda göründüğünden daha heybetli, daha büyüleyiciydi. Ve tabii ki daha davetkârdı. Bu seferlik ben de sadece fotoğrafını çekmekle yetinmek zorunda kaldım; bir gün buluşacağımıza söz vererek.
____________________________________
Mutlu Sayar'dan daha fazla fotoğraf içinmuusensei

28 Aralık 2019 Cumartesi

İzlediklerim-2

Önceki bölüm: İzlediklerim-1

İkinci olarak güzel bir diziden bahsetmek istiyorum. Türkçe çevirisi Çıplak Yönetmen olan Naked Director (全裸監督) sekiz bölümden oluşan bir Japon dizisi. Diziye değinmeden önce konusuyla ilintili Japon kültürü hakkında biraz bilgi vermeliyim. Japonya'da cinsellik bir tabu değil. Geleneksel veya dinsel bir engelleme bulunmuyor. Dünyanın belki de en onurlu insanları olan Japonlar onurlarını uzuvlarında, mahallenin kızlarının etek boyunda filan aramıyor. İki sevgilinin birlikte sinemaya gitmesiyle otele gitmesi arasında hiçbir fark yok. Bununla birlikte Japonlar gösterişten tamamen uzak bir toplum. Özellikle özel hayatın dışa vurulmaması çok önemli. Hele hele özel hayatın, mahremiyetin gösteriş malzemesi yapılması hoş karşılanamaz. Sevgili olan iki gencin birbirine sarılmış yürürken görmeniz çok zor. Öpüşürken görmenize imkan yok. Evli bir çifti bile el ele göremezsiniz. Tüm bunların yapılması ne kadar doğalsa, görünmesi de o kadar ayıp. Özel hayatlar özel sınırlar içinde kalıyor.

Bu durum erotik ve porno filmlere de yansıyor. Japonya'da 1980lere kadar bu tür filmlerde cinsel organlar sansürlenirdi. Oyuncuların çekimde gerçekten cinsel ilişkiye girmesi kabul edilmezdi. Bu durum sonraki yıllarda değişti. Her şeyin açıkça gösterildiği filmler yapılmaya başlandı. Ancak bugün bile bazı Japon porno filmlerinde buzlama ile sansür uygulaması yapılıyor. Yapımcı firmanın, oyuncuların ve izleyicilerin tercihleri doğrultusunda, yasak olmamasına rağmen bu sansürleme kullanılabiliyor.

Çıplak Yönetmen işte Japonya'nın 1980'lerdeki erotik ve porno film sektöründeki bu geçiş dönemini, gerçek hikayeye dayandırarak anlatıyor. Dizide cinsel ögeler fazlasıyla bulunmasına rağmen erotik bir yapım olarak değerlendirmenize imkan yok. Komedinin ağır bastığı müthiş eğlenceli bir yapım. Dizide ihanet var, dostluk var, dayanışma, vefa, inanç, azim ve hayata dair daha birçok şey var. Kurgu, çekimler, oyunculuk çok iyi. Ülkenin tanınmış oyuncuları oynuyor. Örneğin, Son Samuray filminden hatırlayacağınız Koyuki dizide rol alıyor. İzlemekten büyük keyif alacağınıza inandığım, yer yer "demek Japonya'da böyleymiş" diyeceğiniz, yer yer garipseyeceğiniz ama bol bol güleceğiniz bir yapım. Benim gibi eğlenceye daha çok para bayılmayı seven biriyseniz diziyi 4K kalitesinde izleyebilirsiniz.

Gelelim diğerlerine. Netflix'te izlediğim, izlemekte olduğum diğer dizi ve filmlere kısaca değinip bu yazıyı bitireyim. Hepsini tek tek yazmak yerine en iyileri ve en kötüleri sıralayacağım.

Altered Carbon: İzlediklerim arasında en iyilerden biri. İkinci sezonunu merakla bekliyorum.
River: Bir başka müthiş dizi. Gürültü, patırtı olmayan ama çok heyecanlı bir yapım.
Witcher: PS4 oyununu da oynadığım için uzun süre yayınlanmasını bekledim. Beklediğim kadar olmasa da çok iyi bir dizi. Devam sezonları için sabırsızlanıyorum.
Peaky Blinders: Fena değil. Şimdilik takip ediyorum. Klasiğin asaletini seven biri olarak erkek kostümleri harika. Ama saç modelleri felaket.
Kakegurui: Animeden uyarlanmış bir Japon dizisi. Çekimler, kostümler gayet iyi. Ara ara açıp bir bölüm izliyorum.
Titans: Pek de hoşlanacağım bir tür olmayan süper kahraman temalı olmasına rağmen gayet hoşuma gitti. İkinci sezonu geliyor. Mutlaka izleyeceğim.
The Haunting Of The Hill House: Netflix'teki en iyi gerilim yapımı. Tüm diziyi kısa sürede bitirdim.
Svaha: The Sixth Finger: İyi bir Kore filmi. Kore filmlerini oldum olası sevdim. Ancak Japonya'da bulunmam sebebiyle İngilizce altyazılı bulmakta zorluk çekiyorum. İşte bu film ender olanlardan biri.
The Ballad of Buster Scruggs: Amerika'nın vahşi batı yıllarında geçen 6 küçük hikayeden oluşan bir film. Özellikle kervan yolculuğunda geçen hikaye beni epey etkiledi.Devam sezonu yapım aşamasında. Merakla bekliyorum.
Murder Mistery: Netflix'in en iyi komedilerinden biri. Mutlaka izlenmeli.
Diğer iyiler: Baby Driver, I Am Mother, Shaft, Polar, The Outsider, Umbrella Academy, Alienist, Bird Box, The Highwayman, Hitman's Bodyguard, Otherlife, Run All Night, Imitation Game, Looper, Last Vegas.

Stranger Things: İlk sezon kendini izletti. İkinci sezon kötü başladı. İlk sezonun hatırına biraz devam ettim. Gitgide deli saçmasına döndü. Bıraktım. Tekrar açmam.
Lucifer: Batılıların gökten dünyaya inen meleklerle aşk yaşama fantazisinin şeytan versiyonu. Bölümler çoğaldıkça saçmalığın dozu arttı. Artık izlemiyorum.
The Cloverfield Paradox: İzlenmese de olur ama bitirdiğime göre fena değilmiş diyebilirim.
Blacklist: Kuzuların Sessizliği'nin çakması. Bir süre izledim. Artık ne olacak merakımı yitirince bıraktım. Devam etmem.
Diğer kötüler: Sabrina, Lost In Space, Meyerowitz Stories, Apostle, I Am Wrath, Tau, diğer kötüleri hatırlamıyorum bile.

İzlediklerim-1

Hayatımıza çocukların girmesiyle birlikte sinemaya gidip film izlemek tarihe karıştı. Neyse ki Netflix diye bir şey girdi hayatımıza. Önceleri abone olmakta epey tereddüt etmiştim ama girdiğimden bu yana geçen üç yıl boyunca aboneliğimi sürdürüyorum. Böylece film ve dizi izleme eğlencemi evde yaşıyorum.

Oturup da bu satırlarda bir film ya da dizi hakkında yeniden bir şeyler yazma isteği duyacağımı sanmıyordum. Ancak son izlediğim The Irishman filmi ve film için yapılan eleştiriler içimdeki tepkisel duyguları biraz ateşledi. Bu duygularla birlikte film hakkındaki düşüncelerim aklımda cümlelere döküldü. Cümleleri şu an okumakta olduğunuz satırlara aktarırken sadece The Irishman filmini değil, izlediğim ve izlemekte olduğum diğer film ve diziler hakkındaki fikirlerimi de yazayım dedim. Böylece topyekun bir eleştiri yapmış olmak ve okuyuculara fikirlerimi aktarmak istedim.

Madem The Irishman (İrlandalı) filmine yapılan olumsuz eleştiriler benim bu yazıya başlamama sebep oldu, film için uzun, anlaşılmaz, sıkıcı gibi eleştiriler yapanlara cevap vererek başlayayım: Ejderha pışpışlayan kadın memelerini açacak diye yıllarca dizi takip eden bir izleyici güruhunun The Irishman filmini doğru değerlendirebilmesi mümkün değildir. Film başlı başına bir sanat eseri. Tek başına değerlendirildiğinde de sanat eseri, parçalara ayırmaya kalksanız da sanat eseri. Senaryosu, kurgusu, efektleri, kostümleri, oyunculukları, neresinden bakarsanız bakın muhteşem bir film. Al Pacino bence oyunculuğunun zirvesinde. Şahsi fikrimce, Pacino bu filmdeki performansıyla ilk defa Robert De Niro'nun -ki o da filmde muhteşem- oyunculuğunun üzerine çıkıyor. Ancak olur da Joker'deki performansıyla Joaquin Phoenix'e en iyi erkek oyuncu Oscarını vermekte ısrar etmezlerse, belki bu filmdeki rolüyle Joe Pesci'ye verebilirler diye düşünüyorum. Harvey Keitel'ın ise en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscarını alacağına kesin gözüyle bakıyorum. Oyuncuların özellikle duygular ifade edilirken kullandıkları jestler ve mimikler sözle yapılan anlatımlardan çok daha güçlü.

Farklı yıllar sahnelenirken ayrıntılara çok önem verilmiş. Yıl farklılıklarına göre giysilere, dekorlara, arabalara, evlere, evin içindeki televizyona, kafeteryadaki kahvaltıya kadar her ayrıntıya dikkat edilmiş. Eski yılların anlatıldığı hissini vermek için renk soldurması gibi efektler kullanılmamış. Böylece görsel bütünlük bozulmamış. Ayrıca yeni kullanılan kamera teknolojisiyle karakterler de yıllara göre gençleştirilmiş ve yaşlandırılmış. Buraya da bir Oscar yazar diye düşünüyorum.

Filmi izlemeden önce biraz tarih bilgileri karıştırmanızda yarar var. İnternete girip Hoffa, JF Kennedy ve Küba meselesi gibi konuları biraz incelemeniz iyi olacaktır. Film, ABD'nin ünlü isimlerinden J. Hoffa'nın birden bire ortadan kaybolması ve şimdiye kadar hâlâ akıbetinin öğrenilememiş olmasını bir mafya hesaplaşmasına bağlıyor. Bu yorumda haklılık payı olabileceğini kabul etmekle beraber, ben şahsen, tıpkı John Lennon, Marlyn Monroe gibi isimlerde olduğu gibi işin içinde CIA'in parmağı olmadığına kesinlikle inanmıyorum.

Devamı: İzlediklerim-2

5 Ekim 2019 Cumartesi

Tokyo Oyun Fuarı 2019

Yirmili yaşlarımdan beri gitmeyi hayal ettiğim Tokyo Oyun Fuarı'na ancak kırk dört yaşımda gidebildim. Bu yüzden, aklımda ve taslaklarımda yazıp bitirmemi bekleyen onca yazı olduğu halde önceliği bu ziyaretime verip sıcağı sıcağına yazayım dedim.

Tokyo Oyun Fuarı senede bir kez, Japonya'nın en büyük kongre merkezlerinden biri olan Makuhari Messe'de yapılıyor. Kapılarını sabah saat onda açacak olan Makuhari Messe'ye zamanında varabilmek için 14 Eylül sabahı saat dörtte uyandım. Üç kez tren değiştirdim. Dakikalarca yürüdüm. Sıralarda bekledim. Nihayet içeriye girebildiğimde saat on buçuktu. Yaklaşık 450 kilometre yol katettiğimi ve her yıl çeşitli ülkelerden yüz binlerce kişinin fuara katıldığını düşünürsek bu fazlasıyla iyi bir zamandı.

Tokyo Oyun Fuarı, uluslararası adıyla Tokyo Game Show (#TGS2019), dünyada düzenlenen tüm oyun fuarlarının en ünlü ve en saygınlarından bir tanesi. Birçok oyun firması yeni oyun duyurularını bu fuarda yapıyor, yeni tanıtım videolarını ilk kez bu fuarda gösteriyor, piyasaya çıkarmadan önceki deneme sürümlerini (demo version) ilk kez bu fuarda kullanıcılara açıyor. Yeni donanımlar tanıtılıyor. Dört gün süren fuarın ilk iki günü basına ve özel davetlilere ayrılıyor, duyurular, basın açıklamaları yapılıyor. Son iki günü biletli ziyaretçilere açılıyor. Ziyaretçiler profesyonel oyuncuları, oyun yapımcılarını, programcıları, çizerleri, animatörleri, bestecileri, şarkıcıları, yazarları görme imkanına sahip oluyor. Onların katıldığı, konuşma yaptığı, tartıştığı oturumları izleyebiliyor.

Uluslararası oyun piyasasının en saygın firmalarından birçoğunun Japon firmalar olduğunu ve en çok satan oyun konsolunun Sony Playstation konsolu olduğunu düşünürseniz bu fuarın bu sektör için ne kadar büyük bir önem taşıdığını anlamak kolay olacaktır. Benim de bir bilgisayar yüksek mühendisi ve kabaca 30 yıllık bir oyuncu olduğumu düşünürseniz bu fuara katılmanın benim için neler ifade ettiğini anlamakta da zorluk çekmezsiniz.

Oyun sektörü, özellikle gelişen bilgisayar teknolojisi sayesinde çok büyük ve gitgide genişleyen bir sektör haline geldi. Fotoğrafçılık sektörünü bile tehdit eden cep telefonlarının gelişmesi ile çok daha geniş bir kitleye ulaşmaya başladı. Oyunlar sadece grafikleri ile değil hikayeleri ile de hayran kitleleri kazanır oldu. Oyunların yazarları, çizerleri, bestecileri gerçek sanatçılardan kuruluyor. Müzikler Londra Filarmoni gibi orkestralar tarafından icra ediliyor. Hans Zimmer'in birçok oyunun müziğinde imzası var.

Eskiden filmlerin oyunlara uyarlandığını çok görmüştük. Ama artık oyunlar filmlere uyarlanmaya başladı. Öyle ki, Sony firması sırf oyunların film ve dizi uyarlamalarının yapılacağı Playstation Productions adında yeni bir birim kurdu. Tomb Raider, Resident Evil gibi filmler oyunlardan uyarlanmıştı. Önümüzdeki haftalarda Netflix'te yayınlanacak olan Witcher serisi ben dahil milyonlarca kişi tarafından oynanmış olan bir oyunun uyarlaması. Gerçi oyun esasen aynı adlı kitaptan uyarlanmıştı ama dizinin görsellerinde yayınlanan karakterlerin oyundaki çizimlerden aktarıldığını gözardı etmemek lazım. Uncharted, Call of Duty, Devil May Cry oyunlarının filmleri, Sonic, Minecraft gibi oyunların ise çizgi filmleri yapım aşamasında.

Durum böyle olunca aktör ve aktrislerin de oyun dünyasına girmeleri kaçınılmaz oluyor. Sinema oyuncuları artık bilgisayar oyunlarında rol almaya başladı. Kendilerine sadece film ve dizi teklifleri değil, artık oyun teklifleri de geliyor. Örneğin, fuarda benim de sabırsızlıkla beklediğim oyunlardan biri olan Cyberpunk 2077'de Keanu Reeves rol alıyor. Oyunun standında bizzat kendisinin gelerek imzaladığı duvarın önünde yine kendisinin binerek poz verdiği maket motosiklet sergileniyor. Fuarda Cyberpunk 2077 gibi büyük bir standda tanıtımı yapılan Death Stranding adlı oyunda ise Mads Mikkelsen rol alıyor. İkisi de sevdiğim aktörler ve rol aldıkları oyunları alıp oynamaya başlamayı dört gözle bekliyorum.

Fuarda firmalar oyun tanıtımlarını oyunların temalarının kullanıldığı muhteşem dekorasyonlarla yapıyor. Çeşitli eşantiyonlar dağıtıyor. Canlı cansız modeller kullanıyor. İlgiyi artırmak için tıpkı araba fuarlarında olduğu gibi oyun fuarlarında da bayan modeller, yani tüm dünyada bilinen adıyla 'booth babes' kullanılıyor. Modellerin yüzlerinin ve vücutlarının güzelliklerinden fazlasıyla yararlanmak için özel olarak tasarlanmış oyun ve firma temalı giysiler giydiriliyor. Örneğin, dekolte kıyafetlerin açığa çıkardığı göğüslerinin üst kısmında veya kısa şortların, mayoların açığa çıkardığı bacaklarının üzerinde firmanın etiketi yapıştırılmış modellere fuarda sıkça rastlanıyor.

Fuar hem Japonya'da hem de bilgisayar oyunları üzerine olunca, modern Japon kültürünün bir parçası olan kostüm oyunu yani cosplay de fuarda yerini alıyor. Fuarda kostüm oyuncuları için geniş bölümler ayrılıyor. Sevilen oyun karakterleri canlandırılıyor, bir anlamda hayata geçirilmiş oluyor. Kostüm oyuncuları fuara hem renk katıyor hem de fuarın anlamını artırıyor. Bu konu ile ilgili daha çok fotoğraf ve daha geniş bir yazıyı farklı bir başlık altında burada yazdım: Tokyo Oyun Fuarı'nda Kostüm Oyuncuları

Benim en çok vakit harcadığım yerlerden biri Final Fantasy 7 Remake oyununun bölümüydü. En son 15'inci yapımı çıkan oyun serisini 1997 yapımı olan Final Fantasy 7, belki de tüm zamanların en ünlü oyunu. 8, 9, 10..15 hepsini yirmi küsur yıl boyunca bir büyük keyif alarak oynadım. Ancak FF7 kadar beni saran, etkileyen bir oyun olmadı. Benim gibi düşünen milyonlarca kişi var ki, firma bu oyunu 'remake' adı altında yeniden yapıyor. İlk yapımının üzerinden geçen yirmi yılda gelişen teknolojiyi kullanarak daha büyük bir hedef kitleye ulaşmak için daha güçlü bir yapımla karşımıza çıkmaya hazırlanıyor. Mart ayında çıkacak olan oyun tüm dünyada heyecanla bekleniyor, ön siparişler veriliyor.

Firmalar sadece oyunların satışından gelir elde etmiyor. Oyunların temaları kullanılarak üretilen tişörtler, kahve kupaları, bez bebekler, yatak örtüleri, yastık kılıfları, takıları, karakterlerin 'action figure' diye adlandırılan heykelcikleri, aklınıza gelen gelmeyen birçok şey oyuncular tarafından ilgi görüyor, satın alınıyor, koleksiyon nesneleri olarak saklanıyor. Oyun müzikleri albümlerde toplanarak satışa çıkıyor. Fuarın bir bölümüne bu lisanslı ürünlerin satıldığı mağazalar kuruluyor. Bazı mağazaların içine girebilmek için metrelerce uzayan kuyruklarda dakikalarca sıra beklemek gerekiyor.

Makuhari Messe çok büyük bir alan üzerine konumlandırılmış bir kongre merkezi. Fuar bu alanın tamamını kullanıyor. Birbirine en uzak iki nokta arasında belki yarım saat kadar yürümek gerekiyor. Bu alan içinde dinlenme yerleri, kafeler, restoranlar bolca bulunuyor. Benim gibi tüm gününü fuarda geçirenlerin tüm ihtiyaçları fuar alanı içinde yer alıyor.

TGS2019'a katılmak benim için birçok açıdan olağanüstü bir deneyimdi. Önümüzdeki yıl tekrar katılır mıyım bilmiyorum. Bana kalsa her yıl katılmak isterim ama artık bir aile babası olarak birçok sorumluluğu üzerimde taşıdığım için pek mümkün görünmüyor. Yine de aralıklarla birkaç kez daha katılırım. Özellikle de oğullarım biraz büyüyünce onlarla birlikte katılmayı çok istiyorum.

28 Eylül 2019 Cumartesi

Tokyo Oyun Fuarı'nda Kostüm Oyuncuları

Hayatımda ilk kez katıldığım Tokyo Oyun Fuarı'nda (Tokyo Game Show) yine hayatımda ilk kez kostüm oyuncularının etkinliğine şahit oldum. Fuar hem Japonya'da hem de bilgisayar oyunları fuarı olunca, modern Japon kültürünün bir parçası olan kostüm oyunu, yani cosplay de fuarda yer alıyor. Fuarla ilgili izlenimlerimi yazarken kostüm oyunu ile ilgili kısmın biraz uzaması gerektiğini anlayınca bu konuyu şu an okuduğunuz satırlarda ayrı bir başlık altında aktarmayı uygun buldum.

Cosplay, Japon icadı olmasına rağmen İngilizce costume (kostüm) ve play (oyun) kelimelerinin birleştirilmesiyle ortaya çıkıyor. Tıpkı tamamen Japon yapımı olan Pokemon'un pocket ve monster kelimelerinden türetilmesi gibi. Kostüm oyunculuğu tüm dünyaya aynı isimle yayılmış durumda. Eğlence için yapıldığı gibi meslek olarak da yapılıyor.

Kostüm oyuncuları (cosplayer) çizgi filmlerdeki, manga ve animelerdeki, filmlerdeki, dizilerdeki karakterleri kullanarak, giysileriyle, makyajlarıyla, peruklarıyla, lensleriyle, takılarıyla, mimikleriyle kendilerini onlara benzetiyorlar. Bir anlamda onları canlandırıyorlar. Tokyo Oyun Fuarı'na katılanlar ise doğal olarak bilgisayar oyunlarındaki karakterleri kullanıyorlar. Kostüm oyuncusu olarak fuara katılmak için önceden kayıt yaptırmak ve bir dizi şartları kabul etmiş olmak gerekiyor. Hazırlıklarını yapmaları için özel olarak ayrılmış soyunma odaları bulunuyor. Kendilerine tahsis edilen açık alanlarda yerlerini alıyorlar ve fotoğraflarını çekmek için gelen ziyaretçilere poz veriyorlar.

Dergilerden, gazetelerden, veya diğer medya kuruluşlarından sadece kostüm oyuncuları için gelen fotoğrafçılar bulunuyor. Boyunlarında asılı akreditasyon kartları oluyor ve sıra kendilerine geldiğinde bunları göstererek kostüm oyuncularına ne için fotoğraf çekecekleri, nerede yayınlayacakları gibi açıklamalar yapıyorlar. Resimlerini çekmek istedikleri her bir kostüm oyuncusu için dakikalarca sıra bekliyorlar. Talimatlarla istedikleri gibi pozdan poza sokup, ellerindeki yüksek donanımlı makinelerle dakikalarca ve defalarca fotoğraf çekiyorlar.

Kostüm oyuncularının hemen yanlarında twitter, instagram gibi sosyal medya kullanıcı adlarının yazılı olduğu kartlar bulunuyor. Fotoğrafçılar en son bu kartın resmini çekiyorlar. Medyada veya sosyal medyada resimleri yayınlandığı zaman tanınırlıkları artıyor. Kullanıcı adlarından birkaçını kontrol ettiğimde bazılarının yüz binlerce takipçisi olduğunu gördüm. Yani farkında bile olmadan epey ünlü kostüm oyuncularıyla karşılaşmışım.

Aralarında benim de çok iyi bildiğim oyun karakterleri olduğu için kostüm oyuncularının bazılarının çok başarılı iş çıkarmış olduklarını söyleyebilirim. Birçoğunun fotoğrafını çektim, bazılarıyla da birlikte çekildim. Bu fuara katılan veya katılmayan profesyonel kostüm oyuncuları elbette hep aynı kostümü giymiyor, hep aynı karaktere bürünmüyorlar. Farklı yerlerde, fuarlarda, organizasyonlarda farklı karakterlerle boy gösteriyorlar. Giysilerini, makyajlarını, peruklarını, takılarını kendileri hazırlıyorlar veya özel olarak hazırlatıyorlar. Seçtikleri karaktere bürünebilmek için ciddi bir zaman, para ve mesai harcıyorlar.

Kadın karakterlerin daha çok ilgi çekmesi elbette kaçınılmaz. Öyle ki, erkek kostüm oyuncuları bile bazen kadın karakterlere bürünmeyi tercih ediyor. Bu durum onların cinsel tercihlerini değil işlerindeki başarılarını yansıtıyor. Fuara bireysel olarak katılan kostüm oyuncularının yanı sıra oyun firmalarının önceden anlaşarak kendi bölümlerinde yer verdikleri de oluyor. Firmalar kendi oyunlarının tanıtımını bu şekilde de yapıyor. Öyle ki, bazen sevilmeyen bir oyunun sevilen bir karakteri olabiliyor, oyun bu karakter için alınıp oynanabiliyor. Bazı karakterler oyunun kendisinden daha ünlü olabiliyor. Her yıl onlarca yeni oyun, manga ve anime çıkıyor. Yeni karakterler ortaya çıkıyor. Böylece kostüm oyunları yenilik, farklılık ve çeşitlilik kazanıyor.

Bu arada esas sanatçıları da unutmamak gerek. Yani bu karakterlerin gerçek yaratıcıları olan çizerleri. Kostüm oyuncuları onların çizgilerini hayata geçiriyor. Oyun, anime ve manga firmalarının bünyelerinde bulundurduğu bu sanatçılar karakterlerin giysilerinden takılarına, saç renklerinden yüz ifadelerine kadar kostüm oyuncularının başlangıç noktasını oluşturuyor.

Japonya'da sadece kostüm oyunlarına özel fuarlar, organizasyonlar bile yapılıyor. Bunlar arasına, örneğin Comiket gibi, katılmayı çok istediğim etkinlikler bulunuyor. Olur da katılırsam, artık manga ve anime takipçisi olmadığımdan karakterlerin çoğunu tanımayacağım ama renkli ve eğlenceli etkinliklerde yer almış olacağım. Bir de fotoğraf makinemi yenileyebilirsem harika olur.