Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Eylül 2020 Cumartesi

Kumandanı Öldürmek

Haruki Murakami'nin 850 sayfalık Kumandanı Öldürmek adlı kitabı için uzun bir kitap demek kesinlikle haksızlık olur. Sayfa sayısı söz konusu edilecekse yapılabilecek en doğru tanım zengin bir kitap olduğudur.

Hayatını portre resimleri yaparak kazanan bir ressam, karısının kendisinden ayrılmasının ardından yaşadığı şehirden uzaklaşmaya karar verir. Menajerliğini de yapan arkadaşı ona babasının evinde kalmasını önerir. Babası Japonya'nın en tanınmış ressamlarından biridir. Yaşlı ve bilincini kaybetmiş biri olarak bakım evinde kaldığı için ev boştur. Sağlığında o evi aynı zamanda atölye olarak kullanmıştır. En yakın evden ulaşılması için bile taşıtın gerektireceği kadar ıssız, ormanlık ve tepelik bir alanda olan bu ev inzivaya çekilmek isteyen bir sanatçı için biçilmez kaftandır. 

Ressamımızın macerası işte bu eve olan yolculuğuyla başlar. Eve yerleşmesinin ardından ev sahibinin, çatı katına itina ile sakladığı, kimse tarafından bilinmeyen bir tablosunu bulmasıyla devam eder. Her gece aynı saatte duyduğu çan sesiyle gizemli bir hal alır. Portresini yapmak için yüksek ücret aldığı sıra dışı yeni arkadaşıyla birlikte bu sesi araştırmaya koyulur. Böylece kendisini gizemli olduğu kadar ürpertici olayların içinde bulur.

Kitabın gerçek dışı öyküsüne gerçek hayattan birçok tarihi olay, sanat eserleri ve kültürel argümanlar eşlik ediyor. Okurken, bir ressamın sanatını ortaya çıkarırken şekillendirdiği düşüncelere ve sarf ettiği emeğe şahit olacaksınız. Japon ve Budist kültürüne ait ilginç ögelerle karşılaşacaksınız. Mozart'ın Don Giovanni operasını, R. Strauss'un Rosenkavalier adlı eserini dinlemek isteyeceksiniz. Auschwitz ve Nanking gibi insanlık tarihini sarsan olayları hatırlayacaksınız. Tüm bunların öyküyle nasıl harmanlandığını görerek yazarın dehasını takdir edeceksiniz.

Koşmasaydım Yazamazdım adlı kitabında Murakami yazarlığa nasıl başladığını anlatır. Buna göre Murakami kendisini tatmin eden özgün bir üslup arayışı içindedir. Öyküsünü anlatmak için önce İngilizce yazmayı dener. İngilizcesinin iyi derecede olmaması onu kısa kısa cümlelerle anlatmaya zorlar. Japonca'ya çevirirken bu kısa cümleleri olduğu gibi tutar ve üslubunu böylece keşfettiğini söyler. Bu kısa cümleli anlatımları, özellikle Karanlıktan Sonra gibi yazarın ilk kitaplarında fark etmek mümkün. Ancak 1Q84 ve Kumandanı Öldürmek gibi sonradan yazdığı kitaplarda pek hissedilmez. Yine de uzun uzun cümleler yoktur. Çünkü yazarın edebiyatını cümlelerin uzunluğu değil, öykülerin zenginliği, özgünlüğü ve anlatımındaki ustalık oluşturur. Yoksa Murakami de pekala kimsede iz bırakmayacak, hatırlanmayacak öyküler yazan Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk gibi, kitaplarını sırf edebi eserler gibi göstermek için birkaç cümlede anlatılabilecek bir şeyi birkaç paragraf tutacak kadar uzun cümleler ile doldurur, o da yetmezmiş gibi o cümleleri bir de parantez içi açıklamalara boğup iyice uzatarak daha da anlamsızlaştırabilirdi (gördüğünüz gibi ben de uzun cümle kurabiliyorum; parantez içi açıklama bile ekledim). Ama, Nasreddin Hoca'nın dediği gibi, keramet kavukta değil.

Murakami'nin adı hemen hemen her yıl Nobel edebiyat ödülünde geçer. Bana sorarsanız çoktan alması gerekirdi ancak siyasi faktörler buna engel oldu. Kendi ülkesini eleştirmesi en önemli sebep. Evet, kendi ülkesini eleştiren Orhan Pamuk'a edebiyat Nobeli, kendi rejimini eleştiren Çinli yazar Liu Şiaobo'ya barış Nobel'i verildi ama kriter eleştirdiğinin kendi ülkesi olması değil, kendi ülkesinin dünya siyasetindeki konumu. Nobel ödülleri açıklandıktan sonra gündemi yazarın yazdıkları veya edebiyatı değil, siyasi fikirleri meşgul ediyor. Murakami kendi ülkesini İkinci Dünya Savaşı sırasında Çin'de ve Kore'de yaptığı insanlık suçlarından ötürü birçok kez eleştirmiş, kurbanlar ikna olana dek Japonya'nın tekrar tekrar özür dilemesi gerektiğini söylemişti. Bu bağlamda Kumandanı Öldürmek adlı kitabında Nanking'e yer vermesi tesadüf değil. 

Bir kitapseverin, her kitabını okuduğum Murakami'ye hayran olmamasına ihtimal dahi vermiyorum. Japonca çalışmalarım hâlâ istediğim seviyede olmadığı için Murakami kitaplarını bir de orijinal Japoncasından okuma hayalimi yine ertelemek zorundayım. Ama hedefimi değiştirmiş değilim. Kitaplarda olsun, filmlerde olsun, Türkiye'nin hâlâ gurur duyduğum çeviri becerisi şimdilik bana yetiyor. Sizin de aynı keyfi almanız dileğimle. 

29 Nisan 2014 Salı

Nagoya Kalesi

Eşimin doğup büyüdüğü ve gittiğimiz zaman kaldığımız evinin bulunduğu Tsu () şehrine en yakın büyük şehir olan Nagoya (名古屋), Japonya'nın en sık ziyaret ettiğim şehridir. Gerek alışveriş, gerekse gezmek için birçok kez gittiğim bu şehrin simgelerinden biri olan Nagoya Kalesi'ni, daha önce 18 Temmuz 2011'de eşimle birlikte gittiğim ilk seferden sonra, bu kez iki yaşındaki oğlumuzla beraber, kiraz çiçeklerinin açtığı dönemde yani sakura döneminde tekrar ziyaret ettik.

1 Nisan 2014'te yapmış olduğumuz gezi hakkındaki bu yazım, bazı tarihsel bilgiler eklemeyi de gerekli görmemden dolayı tahminimden biraz daha uzun oldu. Bu tarihsel bilgileri araştırırken epeyi vakit harcadım çünkü bu satırlara eklerken, gezi yazısı kalıbının dışına fazla çıkmamak adına, önemli, ilginç ve ilişkili olan verileri ortaya çıkarmak için daha çok bilgiye ulaşmam ve bunlar arasından seçim yapmam gerekti. Fotoğrafları seçip düzenlemem de ayrıca vakit aldı ama o, işin nispeten daha keyifli yanıydı.

Başlayalım..
Nagoya Kalesi (名古屋城, orj. Nagoya Jõ[1], Japon tarihinin en önemli Şogunlarından, yani hükümdarlarından biri olan Ieyasu Tokugawa'nın (徳川 家康) emriyle inşa edilir. Tokugawa (1543-1616), Japonya'yı birleştiren üç büyük generalin üçüncüsüdür. Kendisinin adıyla anılan Tokugawa Barışı dönemi 260 yıl sürer ve bu barış döneminde, o güne kadar asıl işi savaşmak olan samuray sınıfı, sanat, felsefe veya bürokrasiye adım atar. Tokugawa Şogunları Dönemi olarak da bilinen bu iki buçuk asırlık dönemde Japonya, Avrupalı misyonerlere kapılarını kapatır, kendisini dış dünyadan soyutlayarak özgün kültürünü geliştirir. Bahçe düzenleme başta olmak üzere, edebiyat, resim, çay seremonisi, çiçek düzenleme, tiyatro gibi güzel sanat alanları ile tercümesi 'savaşçının yolu' olan Bushido (武士道, ok.Buşido) savaş sanatında mükemmelliğin arandığı devir böylece başlar. Nagoya Kalesi'nin kurucusu olan Ieyasu Tokugawa, böylece, sadece Japon tarihinin değil, bugüne kadar yaşatılmakta olan Japon kültürünün de önemli öncülerinden biri durumundadır. [2]

1610 yılında inşasına başlanan kalenin kullanımı 1620 yılında, yani I.Tokugawa'nın ölümünden sonra başlar. İnşasında kullanılan sistemler, kendisinden sonra yapılacak olan kalelere de örnek teşkil eder. Çivi kullanılmadan, yapboz misali birbirlerine geçirilerek sabitlenen kirişler ve kolonlar, hayranlık uyandırıcı tasarımlarla işlenmiş ve kalenin bugünkü sergi alanlarından birinde ziyaretçilerin de bu montajı yapabilmesi için örneklenerek denemeye açılmıştır. Kalenin simgesi durumunda olan iki altın yunus heykeli, kuzey ve güney kısımlar olmak üzere ana kule çatısının iki köşesinde yer alır. Görünüm itibarıyla ejderhayı daha çok andıran ve Kinshachi (金鯱, ok.Kinşaçi) adı verilen bu yunusların, su meydana çıkartarak kaleyi yangından koruyan tılsımlar olduğuna inanılmıştır. Ancak tüm tarihini halk katliamları üzerine oturtmuş olan ABD'nin 1945'te Nagoya şehrine düzenlediği hava saldırısı ile kale yanar ve büyük ölçüde zarar görür. Kale, sonraki senelerde baştan inşa edilir. Japonya'nın kuzeyinden güneyine, doğusundan batısına hangi şehrine giderseniz gidin, hangi tarihî yapıyı ziyaret ederseniz edin, birçoğu için "2. Dünya Savaşı'nda hava saldırısıyla yıkılıp filanca tarihte tekrar inşa edilmiştir" yazar.

Hori Nehri'nin (堀川[3] yanında bulunan Nagoya Kalesi, tüm Japon kalelerinde olduğu gibi, yontulmuş taşlar üzerine oturtulur. Kullanıldığı dönemde bu taş duvarlar su dolu bir kanalı çevreler ve böylece kale korumasında ek bir güvenlik oluşturulur. Bu büyük taşların üzerinde, onların yapımını üstlenmiş olan Daimyo Lordlarının, yani feodal hükümdarların [4] imzaları bugün de görülebilir durumdadır. Taşların en ünlüsü ise hiç kuşkusuz Kiyomasa Taşıdır. Adını, Kato Kiyomasa isimli feodal hükümdardan alan bu devasa taşı görünce, o zamanki imkanlarla nasıl taşınabilmiş olduğuna dair fikir yürütmek bir hayli güç ve bir o kadar da hayranlık vericidir.

Bir bodrum ve yedi üst katı olan kalenin, altıncı katı hariç tüm katları gezilebilir durumda. Bu katlarda sergilenen tarihî, sanatsal eserlerin yanı sıra, o dönemi yansıtan maketler ve animasyonlar bulunmakta. Eski samuraylara ait zırhlar, kılıçlar, silahlar, duvar süslemeleri, çizimler, paralar sergilenen eserler arasında. Beşinci katta bulunan büyük bir Kinshachi maketiyle resim çektirebilir, yukarıda bahsettiğim devasa taşların insan gücüyle nasıl taşınmış olduğunu betimleyen maketi hareket ettirebilirsiniz.

Ana kulenin en üst katının dört yanında bulunan pencerelerden çevreyi 360 derece görmek mümkün. Böylece, kullanıldığı dönemin en yüksek mevkisi olduğu düşünülünce, kalenin inşasına stratejik açıdan ne kadar önem verilmiş olduğu da bir kez daha ortaya çıkar. Bu katta ayrıca hatıra eşyaları satılıyor. Benzer eşyaların satıldığı bir başka mağaza da kalenin avlusunda bulunuyor. Bu avluda, 2013'te ziyarete açılmış olan, yani bizim de yeni gördüğümüz Hommaru Sarayı'nın, sadece küçük bir bölümü gezilebilir durumda. İlk olarak 1615'te inşa edilmiş olan ve mimarisiyle sayılı şaheserler arasında yer etmiş olan yapı, kalenin ana binasıyla birlikte 1930'da millî servet olarak işaret edilmiş, ne var ki ABD bombardımanıyla tamamen yanmıştır. Restorasyon çalışmaları, daha doğrusu yeniden yapımı devam eden ve 30 odasıyla 3100 metrekarelik bir alanı kaplayacak olan Hommaru Sarayı'nın, 2018'de tamamlanması planlanıyor. Yani bize, Nagoya Kalesi'ni o tarihte tekrar ziyaret etmek görünüyor.

Avlunun en çok insan toplayan bir başka yeri, yeşil çaylı dondurma satan küçük dükkan. Dükkan değil de kulübe desek bile yeridir çünkü içine iki kişi zar zor sığıyor ve bu iki kişi, uzun bir kuyruk oluşturan müşteri kalabalığına dondurma yetiştirmeye çalışıyor. Dondurmanızı alıp, görkemli kiraz ağacının altındaki banklardan birine oturup afiyetle ve huzur içinde yiyerek dinlenebilirsiniz.

Kalenin etrafı parklarla, bahçelerle çevrili. Zaten Japonya'da tarihî bir yapıyı, hatta herhangi bir yeri süslemek için binaların kullanıldığı falan aklınıza gelmesin; ağaçlar, çiçekler ve su gelsin. Temmuz 2011'de gittiğimde, etraf, ağaçların yeşiliyle örtülüydü. Bu sefer, sakura dönemi olması dolayısıyla, bu yeşil örtüye pembe renkler de eklenmişti. Kalenin çevresini saran bu alanlar üç bölümden oluşuyor: Ninomaru, Ofukemaru ve Nishinomaru (ok.Nişinomaru). Bu bölümlerin her biri, bahçelerin yanı sıra, geleneksel çay evlerini, müzeleri ve sergileri de içinde barındırıyor. Ayrıca, Ofukemaru'da bulunan ahşap atölyesinde, restorasyonu devam etmekte olan Hommaru Sarayı'nın malzemeleri üretiliyor ve ziyarete açık tutuluyor. Yani Japon yetkililer kale ziyaretini, sadece tarihî bir yeri görüp gitmiş olmak üzere değil, dolu dolu hatıralarla ve hislerle geçirilecek koca bir gün olması için büyük çaba harcamışlar. İşte biz de böyle bir günü geride bırakarak, akşam saatlerinde evimizin yolunu tuttuk.
________________________________________________________________________________
[1] Resmî sitesi: http://www.nagoyajo.city.nagoya.jp/13_english/
[2] Ana kaynak: Dönüm Noktalarıyla Japon Tarihi Samuraylar Çağı, Erdal Küçükyalçın.
[3] Hori Nehri, tarihi 1610 yılına dayanan el yapımı bir kanaldır. Şehre gemilerle mal getirilmesi amacıyla açılmıştır ve halk tarafından Ana Nehir olarak adlandırılmıştır.
[4] Ieyasu Tokugawa, Nagoya Kalesi'nin yapımı için 20 daimyo hükümdarını görevlendirmiştir.

3 Aralık 2013 Salı

Tatar İbrahim Japonya'da

Tatar İbrahim, Japonya'ya gittiğinde sokakların temiz olmasına çok şaşırmış. Onu daha da şaşırtan şey ise, sokakları temizleyenler olmuş. İnsanların sadece evlerini değil, sokakları da temizlediğini görüp imrenmiş ve bunu hatıralarına yazmış.

Bahsettiğimiz kişi, tarih sayfalarına "Japonya'ya islamı getiren kişi" olarak geçen, 1857-1944 yılları arasında yaşamış olan Abdürreşid İbrahim Efendi'dir. Tatar Türklerinden olup, Sibirya'nın Tobolsk ilinde doğmuştur. Kendisi hakkında çok sayıda bilgiye erişmek mümkün, ancak benim burada aktaracaklarımı bulmanız pek mümkün olmayabilir çünkü Japonca yayınlanan bir kitaptan alıntılar vereceğim ve kendi deneyimlerimi ekleyeceğim. Türkçe'de yayınlanmamış olan bu kitap, kendisinin hatıralarını, gözlemlerini ve öne sürdüğü bazı fikirleri içeriyor.

Örneğin:

Japonlar neden kısa boylu

"Japon kadınlar hemen hemen her sene doğum yapıyor ve sırtlarında çocuklarıyla tarlada çalışmaya devam ediyorlar. Yeni bebeklerini 8-10 yaşındaki diğer çocuklarının himayesine veriyorlar ve kendileriyle birlikte 8-10 yaşındaki çocukları da sırtlarında bebek taşıyarak oyun oynuyorlar. Küçük yaşlardan beri çocuk taşıdıkları için bu ağırlık boylarının uzamasına engel oluyor ve olgunluk yaşlarında bu yüzden kısa boylu kalıyorlar. Ayrıca bebekler, sırta şal ile sıkıştırılarak bağlandıkları için de kemikleri uzamıyor."

Anlaşılan, Abdürreşid İbrahim Efendi, Darwin yerine Lamarck'ın evrim teorisini benimsemiş!

Daha önce kısa bir süreliğine uğradığı Japonya'ya 1902'de tekrar giden Abdürreşid İbrahim, Rusya ve Japonya ilişkilerini inceleyip İstanbul'a aktarır. Japonların Müslümanlığa yatkın olduklarını Padişaha bildirir ve Müslümanlığın yayılması için yardım ister. Rus karşıtı faaliyetleri nedeniyle Rusya'nın ricasıyla İstanbul'a geri çağırılır ve 1903'te döner. Rusya'da yaşayan Müslümanlara yönelik kitapları bahane eden Rusya'nın İstanbul üzerindeki baskılarının devam etmesi ile nihayet 1904'te sınır dışı edilerek Rusya'ya teslim edilir. Ancak Rusyalı Türklerin baskısı sonucu, iki hafta hapiste kaldıktan sonra serbest bırakılır.

Tahliye olduktan sonra Petersburg'a yerleşip kurduğu matbaa ile dinî ve siyasî eserler yayımlar. Sırasıyla kapatılan, Ülfet adlı Türkçe dergi, Tilmiz adlı Arapça dergi, Serke adlı Kazak şiveli dergi yayımlar. Rus egemenliği altındaki Türklerin birlik olması için mücadele veren Abdürreşid İbrahim Efendi, başka eserler de yayımlar, toplantılar yapar ve hepsinde de Rus otoritelerin engelleriyle karşılaşır ve 1906'da Rusya'dan ayrılmak zorunda kalır.

1910'a kadar tekrar seyahatlere başlar ve Japonya'yı 1908'de tekrar ziyaret eder. 1911'de, Mustafa Kemal'in Derne Komutanı olarak görev yaptığı Trablusgarp Savaşı'na katılır. 1918'e kadar savaşlarda görevler alır ve tekrar seyahate çıkar. Sibirya, Ukrayna, Almanya, Litvanya, Doğu Türkistan ve Rusya'yı dolaştıktan sonra Konya'ya yerleşir. 1925'ten itibaren tekrar yollara düşer. 1933 yılında son kez Japonya'ya gider ve Tokyo'da hayatını kaybettiği 1944'e kadar orada kalır.

Eşimin çevirisi ile aktardığım ve aktaracağım alıntıların yer aldığı kitap, Ayako isimli bir arkadaşımıza ait. Ayako-san, Japonya'da Osmanlı Tarihi Ve Kültürü üzerine üniversite tahsili görmüş. Kendisinin hocalıklarını da yapmış olan Kaori Komatsu ve Hisao Komatsu isimli karı-koca bilim adamları tarafından kaleme alınan kitap, esas olarak Abdürreşid İbrahim'in Osmanlıca yayınlanan Âlem-i İslâm ve Japonya'da İntişar-i İslâmiyet adlı kitabının incelemesini oluşturuyor. Komatsular, kendi eserlerini yazarken, bu kitabı orjinal dilinde incelemişler. Kendilerine Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinden Selçuk Esenbel ve Selim Deringil destek olmuş. Kitabı Türkçe de yayınlamak istemişler ancak Abdürreşid İbrahim'in adı geçen eserinin çevirisi zaten yayınlanmış olduğu için vazgeçilmiş ve sadece Japonca yayınlanmış. Yazarlar, o yıllardaki Japonya'nın bir yabancı gözüyle aktarımlarını inceleyerek, irdeleyerek ve eleştirerek kendi kitaplarını oluşturmuşlar. İlk basımı 1991'de yapılan eseri de, Türkçe telaffuz ile 'Japonya' olarak adlandırmışlar [1].

Abdürreşid İbrahim Efendi'nin başka bir gözlemiyle devam edelim:

İnsan arabası

"Osmanlı'da öküz arabaları var, öküzler araba çekiyor; Avrupa'da at arabaları var, atlar araba çekiyor; Japonya'da ise arabaları insanlar çekiyor."

Şu an bile Japonya'da bu tür arabaları görmek mümkün. Ancak şimdilerde turistik amaçlı olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Ya da geleneksel düğün törenlerinde gelin ve damat bu arabada taşınıyor. Bahsi geçen taşıt, iki tekerlek üzerine oturtulmuş, yarım fayton şeklinde, iki kişilik bir araba. Binildikten sonra sürücü kişi, arabaya bağlı iki çubuğun arasına girip, el arabasını tersten tutup çeker misali yolcularını taşıyor. Bu işi yapmak o kadar güç ki, yapanların tamamını kan ter içinde kalmış görüyorsunuz. Orjinal adı Jinrikişa olan taşıt, kelime anlamı olarak 'insan gücü ile çalışan taşıt' anlamına geliyor: jin (insan/kişi) + riki(güç) + şa(taşıt). Meselâ, elektrik ve taşıt kelimelerinin birleşmesinden oluşan Denşa, tren demek. Günümüzde, pedallı veya motorlu hatta güneş enerjili olan üç tekerlekli taşıtlara verilen İngilizce Rickshaw kelimesinin kökeni budur. Japonya'ya ilk kez gittiğimde ben de bu jinrikişaları görmüştüm ama Abdürreşid İbrahim'in bakış açısıyla düşünmemiştim.

Sunay Akın'ın çok güzel anlatımıyla, "Dünyanın en doğusunda, sabah ezanının ilk okunduğu camiyi Mustafa Kemal Atatürk yaptırmıştır." Bu bilgiye itiraz edenlerin de olmasının yanısıra, tarihçi Sinan Meydan, bu tezleri tam olarak doğrulayacak belgelere ulaşmak üzere olduğunu belirtiyor [2]. Atatürk'ün katkılarıyla 1938'de tamamlanan işte bu Tokyo Camii'nin ilk imamı Abdürreşid İbrahim Efendidir [3]. Tokyo Camii 1986 yılında maalesef yıkılmıştır. Tekrar cami yapılması şartıyla, arazisi Türkiye'ye hibe edilmiştir ve bugünkü Tokyo Camii 2000 yılından bu yana hizmet vermektedir.

Japon kadınların göğüsleri neden küçük

"Kadınlar, çocuklarını bir şal ile vücutlarına bağlayarak sırtlarında taşıyor. Bu şal göğüslerine baskı yaptığı için kadınların göğüsleri küçük kalıyor."

Sumo Güreşçisinin Bebeği

Abdürreşid İbrahim, "çok iri" diyerek Japon Sumo güreşçilerinden de bahsediyor. Bir arkadaşının söylediklerinden aktararak, bir Sumo güreşçisinin bir bebeği olmuş ve bebek henüz 6 aylıkken 39 kiloya ulaşmış! A.İbrahim, buna inanmış olacak ki notlarına almadan edememiş. 2011 senesinde Nagoya'ya gittiğim zaman Sumo güreşleri orada yapılıyordu. Güreşleri izleme şansım olmadı çünkü hem planlamış olduğum başka bir işim vardı, hem de çok arka sıralarda, yani izlenmeye değmeyecek kadar arkalarda yer vardı. Önlerdeki yerler tamamen doluydu ama boş olsaydı bile abartılı derecede çok pahalıydı. Bu durum bir bakıma Japonların kendi millî sporlarına ne kadar sahip çıktıklarının da bir göstergesidir. Müsabakaların yapılıyor olması sebebiyle Sumo güreşçilerini etrafta görmek mümkün oldu. Sokakta yürürken bile geleneksel kıyafetleri giyme zorunluluğu olan Sumo güreşçilerine rastgelmiş olmak, benim için de ilginç bir hatıradır. Gelecek seferki gidişlerimde fırsat bulursam (ve paraya kıyarsam) güreşleri izlemeyi umuyorum.

Japonya'nın güvenli bir yer olması

Abdürreşid İbrahim, Japonya'ya gemi ile gelir. Tokyo'ya giden trene binmeden önce valizlerini bir görevliye teslim etmek durumunda kalır. Kendisinin kandırıldığını, valizini bir daha göremeyeceğini düşünür çünkü çalınmaması için Rusya'da iple bağlamak gerekmektedir. Ama Tokyo'da indiği zaman valizi tekrar kendisine teslim edilince çok şaşırır. Görevliye bahşiş vermek ister ama kabul edilmez, bunu yapmanın görevleri olduğu söylenir. (Japonya'da bugün de hiçbir yerde bahşiş kabul edilmez, hatta vermeye kalkışmak ayıp karşılanır. İlk gittiğim zaman beni en çok şaşırtan şeylerden biri bu idi. Çok saygılı, kusursuz hizmet alıyorsunuz ve bu, bahşiş almak için değil müşteriyi memnun etmeyi görev kabul ettikleri için yapılıyor.MS).

A.İbrahim Efendi, bir gün postaneye gider ve bazı eşyaları paketleyip göndermek istediğini söyler. Görevli, eşyaları açık bir şekilde ondan alır ve kendisinin paketlemesi gerektiğini söyler. Abdürreşid İbrahim Efendi kabul etmek zorunda kalıp eşyaları bırakarak oradan ayrılır. Daha sonra eksiksiz ve sağ salim olarak yerine ulaştığını öğrenince Japonya'nın güvenli bir yer olduğuna olan inancı pekişir.

Keşke bu kitap Türkçe de yayınlansaydı da tamamını kendi lisanımda okuyabilseydim. Abdürreşid İbrahim'in çevirisi yapılan kitabının iki cilt olarak yayınlandığı bilgisine ulaştım ama kitapçılarda bulamadım. Elime geçirebildiğim zaman çok sevineceğim.
_______________________________________________________________________________
[1] Japonya'nın Japoncası 'Nihon'dur. Kitabın adı ise katakana alfabesiyle ジャポンヤ, yani 'Japonya'dır.
[2] bkz. http://sinanmeydan.com.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=363:atatuerkuen-camileri-paristeki-ve-japonyadaki-ezanlarn-srr&catid=62:yazlar&Itemid=228
[3] Bazı kaynaklarda ilk imamın Abdülhay Kurban Ali olduğu belirtilmektedir.
Diğer kaynaklar:
* http://tr.wikipedia.org/wiki/Abd%C3%BCrre%C5%9Fid_%C4%B0brahim#Japonya_Y.C4.B1llar.C4.B1
* http://www.oldphotosjapan.com/
* http://www.baxleystamps.com/litho/ogawa/ogawa_customs_manners.shtml
http://tr.wikipedia.org/wiki/Dosya:Tokyo_Camii_2009.jpg

25 Ağustos 2013 Pazar

Dan Brown'ın Dante Kitabı

İnsanlık bir yüzyıl daha hayatta kalamayacak.

Bu sözler Dan Brown'ın son kitabı Cehennem'in ana vurgusunu oluşturuyor. Ancak yeni bitirdiğim kitapta yer alan bu sözleri, bildiğim kadarıyla ilk dile getiren kişi Stephen Hawking olmuştu. Hawking, olayı farklı bir açıdan ele alarak, insanlığın kurtuluşunun dünyayı terk etmekte olduğunu açıklamıştı. Hawking şöyle diyor:
"İnsan ırkı uzaya taşınmadığı sürece gelecek yüzyılda soyu tükenecektir."
Hawking, şunu da ekliyor:
"Geleceğimiz uzaydadır."

İnsan ırkının kurtuluşunun başka gezene taşınmakta olduğunu söyleyen Hawking'in benzer ifadelerine Yaşar Nuri Öztürk de Küresel Afetler isimli kitabında yer vermişti. 2008 senesinde ilk basımı gerçekleşen kitapta, Öztürk, ilahiyatçı kimliği ile Kur'an'da kıyamet alametlerinden biri olarak yer alan Dabbetül Arz'ın Hawking'in ta kendisi olduğu yorumunu yapıyor.(s.131)

Kitaplarını hep aynı kurgu içinde yazan Dan Brown, yeni kitabında da bu uygulamasını değiştirmemiş: Erkek bir başkahraman, ona yardım eden bir kadın, kısa bir zaman dilimi içine sıkıştırılmış koşturmaca, kovalayanlardan kaçarken çözülmesi gereken bilmeceler, sırlar, vs. Kitabı elime aldığımda hem buna kendimi hazırlamış olduğum için hem de konu gerçekten sürükleyici olduğu için neredeyse yarısına kadar soluksuz okudum. Kitabın tanıtımı yapılırken, bazı olayların Türkiye'de geçtiği reklam edilmişti. Ama yarıya gelmeme rağmen Türkiye'den hiçbir bahis yoktu. Aynı kurguda yazılmış olmasının üzerine bu beklentim de yerine gelmeyince son yarısına geçerken okumaya biraz ara verdim. Ancak tekrar elime aldığımda, sürükleyiciliğine tekrar kapılıp kitabı severek tamamladım.


Romanın kahramanı Robert Langdon'ın bulması gereken her şey çözmesi gereken bir bilmece olarak veriliyor. Yazar, bilmece için sizi önce yönlendiriyor ama sonuçta farklı bir çözüme ulaştırıyor. Çoğu ilginç ve heyecan verici olmasına rağmen, bu pek olmamış, dedirten yerler de var. Örneğin, Langdon ve arkadaşı bir eserin üzerinde bir kelime keşfediyor, kelime bir anlam ifade etmiyor, sonra o kelimeyi oradan silmeleri gerektiğini anlayıp siliyorlar, kazı-kazan misali bu sefer anlamlı bir kelime ortaya çıkıyor, ama o da tek başına bir anlam ifade etmiyor, bir de bakıyorlar ki kelimenin sağında ve solunda başka kelimeler de var, biraz daha silince ortaya bir cümle çıkıyor, bakıyorlar ki olacak gibi değil bütün yüzeyi siliyorlar ve ortaya bir şiir çıkıyor, ve nihayet bu şiirle başka bir yere doğru yola çıkıyorlar. Ya da -kitabı henüz okumayanlara içerikten alıntı yapmadan mecazî örneklemeyle söyleyeyim-, romanın kahramanına bir tavuk veriliyor, adam hangi kümes olduğunu bulmaya çalışırken tavuk yumurtluyor, ipucunun aslında yumurta olduğu anlaşılınca kümeslerden vazgeçip restoranlara bakmaya başlıyor, en nihayet kendini pastanede bulup bilmeceyi çözüyor. Yazarın muhteşem eseri Da Vinçi Şifresi'nde benzer bir hisse kapılmamıştım. Belki de yazarın eserlerine ben çok fazla alıştım.

Kitabın adı olan Cehennem, Dante'nin ünlü eseri İlahi Komedya'dan alınmış. Dante ve eseri ve bu eserden ilham alınarak yaratılmış birçok eser, kitabın bilmecelerinin dayanak noktalarını oluşturuyor. Yazar, kendisine de ilham kaynağı olan bu esere olan saygısını kitabın önsözünde belirterek diğer örneklere de değiniyor. Türkiye'de eserin varlığının farkedilmesi ve ona gösterilen ilginin artmasının nedenlerinin başında ise 1995 yapımı Yedi (orj. 'Seven') filmi geliyor. Ancak Dante ve eseri hakkında birçok kişinin bilmediği bazı şeyler var. Şimdi bir alt başlıkla bunlara değineyim:

İlahi Komedya Hakkında

İlahi Komedya'da, Hz.Muhammed'in ve Hz.Ali'nin cehennemin en aşağı seviyelerinde yer aldığını kaçınız biliyordur?

Dante, eserinde peygamberimiz Hz.Muhammed'i cehennemin en alt kademelerinde gösterir. 'Sakatlanma' cezalarının verildiği Anlaşmazlık Ekenler (İng: 'Sowers of Discrod') bölümüne ulaşan Dante'ye ve rehberi Virgil'e, Hz.Muhammed'in yarılmış karnından kalbi görünmekte, bağırsakları bacaklarına kadar sarkmaktadır! Ayrıca 'oğlu' olarak bahsedilen Hz.Ali'nin yüzü, perçeminden çenesine kadar yarılmıştır (Cehennem, kanto 28). Cehaletini sanatına yansıtan Dante, peygamberimizi ve gerçekten de oğul gibi gördüğü Hz.Ali'yi bu cezalara layık görürken, büyük komutan Selahaddin Eyyubi de Dante'nin kininden payını alır.

Bilindiği gibi Katolik Kilisesi, Kudüs'ü fetheden Selahaddin'e karşı bir haçlı ordusu düzenlemiş, ordunun başına da 'Aslan Yürekli' diye lakap takılan İngiliz kralı Richard'ı getirmişti. Selahaddin, aslancığın ordusunu bozguna uğratmakla kalmamış, Richard dahil yaralı Hristiyan askerleri tedavi ettirip öyle ülkelerine göndermişti. Hatta bir rivayete göre Richard'ı bizzat kendisi tedavi etmiştir ve Richard döndüğünde Müslümanlardan insanlık öğrendim, demiştir. Bu durum elbette bozguna uğramış Hristiyanları daha da öfkelendirmiş, Dante de bu kinini eserine yansıtmıştır.


Eserde, Selahaddin'le aynı kaderi paylaşanlar arasında İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd de bulunmaktadır. Ancak bu bölümde Dante, bu kişilerin yeteneklerine bir saygı belirtisi göstermekle birlikte Hristiyan olmamalarını ön plana çıkarmakta ve cehennemin aynı bölümüne vaftiz olmadan ölen bebekleri de koymaktadır (Cehennem, kanto 4). Bilindiği gibi, Hristiyanlara göre her insan üzerine yapışmış bir günahla doğar. Hristiyanlar, Adem ve Havva'nın yasak meyveden yiyip dünyaya gönderilerek cezalandırılmalarına sebebiyet veren günahı tüm yeni doğanların taşıyor olduklarına inanırlar. Bundan kurtulmanın yolu da vaftiz edilmektir. Dante'ye göre, vaftiz edilme fırsatı bulamadan ölmüş bir bebek bile cehennemi boylamayı hak etmiştir. Şunu da belirtmek gerekir ki vaftiz, Hristiyanlığa sonradan sokulmuştur. Kelimenin kendisi de uygulaması gibi Yunan kökenlidir. Vaftiz olanların en ünlüsü Aşil'dir. Ölümsüz olması için Styx nehrinde 'vaftiz' edilen Aşil'in sadece bir topuğu suyla temas etmemiş ve bu yüzden oradan aldığı yarayla ölmüştür.

Ek bilgiler vermeyi bir yana bırakıp Dante'ye ve eserine dönelim.
Yukarıdaki cahillikleri sergileyen Dante'nin hakkını da teslim etmemiz gerekir. İçinde bulunduğu ortam, edindiği yanlış bilgiler, eserinde yedi ölümsüz günahtan biri olarak gösterdiği Gurur'una yenik düşmesi ve diğer pek çok etken sebebiyle başta peygamberimiz olmak üzere pek çok önemli şahsiyeti cehennemi hak etmişler olarak gösteren Dante, çok sevdiği Floransa'dan sürgün edilmek pahasına doğruluğuna inanmadığı yönetimin karşısında yer almıştır. Üstelik bu yönetim, dönemin papası tarafından destek alıyor olması sebebiyle Dante'nin bir anlamda papaya da karşı çıktığını gösterir. Karşı çıktığı yönetim onu sahtekarlık, gayrı resmî kazanç gibi suçlardan sürgün eder. Suçlarını kabul edip, kongre önünde sadece çuval giymiş olarak toplum tarafından aşağılanma cezasına razı geldiği takdirde Floransa'ya geri dönebileceği izni verilmesine rağmen buna riayet etmez. Sadece bunlarla bile saygı gösterilmeyi hak eder Dante. Ayrıca onun şu sözlerini hiç kimse tamamen gerçek dışı olarak niteleyemez: "Cehennemin en karanlık bölümleri, ahlâkî kriz dönemlerinde tarafsız kalmayı tercih edenler için ayrılmıştır." İlahi Komedya, içeriğindeki gerçek dışılıklar bir tarafa konduğunda, modern İtalyancanın temelini oluşturduğu tarih ve bilim önünde kabul edilmiştir.
---

Dan Brown'ın kitabına tekrar dönecek olursak..
Türkiye hakkında ilk bahis, Venedik'teki birçok hazinenin Haçlı seferleri sırasında İstanbul'dan yağmalanmış olduğu gerçeğini belirtilerek geçiyor. Ancak beni en çok memnun eden ise şu sözlerdi: "Eski ABD başkanı JF Kennedy, yıkılmış imparatorluğun küllerinden Türkiye Cumhuriyetini kuran Kemal Atatürk'ün büyük bir hayranıydı." İstanbul'un farklı insanlarını tasvir ederken onların ve şehrin çağdaş yüzlerini ön plana çıkarması da takdire değerdi. İlginç bilgilerden biri de, Sultanahmet Camii minarelerinin, Walt Disney'in ünlü masalı Külkedisi'ndeki şatonun çizimine ilham kaynağı olmasıydı. Dünyadaki tüm Disneylandlara inşa edilmiş olan bu şato, Disney Şatosu adıyla Disneylandların sembolü haline gelmiş durumdadır.
 

Yazarın ülkemiz ve kültürümüz hakkında olumlu yorumlarla verdiği bilgilerin gurur verici olmasının yanı sıra, bu gibi ilişkilendirmelerle yaptığı anlatımlar da, -kitaplarının dünyanın en çok okunanları olduğu göz önüne alındığında- ülkemize olan ilginin artmasına ve önyargıların olumlu yöne çevrilmesine yardımcı olacaktır. Ancak -umarız kasıtlı değildir- yanıldığı yerler de var. Bu sebeple yazara bir uyarıda bulunalım: Türkler Arap fistanı giymezler. Giyenler de burkalı kadınlarla birlikte klasik müzik konserlerine gitmezler. Kitabın bir bölümünde yer alan bu saçmalığı, yazarın sonraki olaya zemin hazırlamak için yazdığını belirtelim. Ama Arap turistlere atıf yapsaydı daha doğru olacaktı. Bu durumu bir hayal kırıklığı olarak not ediyoruz.

Genel olarak değerlendirdiğimizde, kitabın çok iyi bir eser olduğunu söyleyebiliriz. Yazarın önceki kitabı Kayıp Sembol'den çok daha iyi kurgulanmış, daha ilgi çekici ve sürükleyici. Da Vinçi Şifresi ayarında olmasa da Melekler Ve Şeytanlar ile boy ölçüşebilir. Okunmasını tavsiye ediyorum ve bu uzun yazımı sonuna kadar okuyabilmiş olanlara teşekkür ediyorum.

***
kaynaklar:
*http://www.telegraph.co.uk/science/space/7935505/Stephen-Hawking-mankind-must-move-to-outer-space-within-a-century.html
*İlahi Komedya, Dante
*Cehennem, Dan Brown
*Küresel Afetler, Y.N.Öztürk
*Vikipedi, Wikipedia
*http://www.terminartors.com/artworkprofile/Domenico_di_Michelino-Dante_and_the_Three_Kingdoms



6 Ağustos 2013 Salı

Hiroşima

Hiroşima'ya 2009 yılının Mart ayı sonunda gittiğim zaman bu kadar yeşil bir kentle karşılaşacağımı tahmin etmemiştim. Ama duygu dolu anlar yaşayacağımı biliyordum. Bloguma henüz başlamadan önce yapmış olduğum bu ziyareti yazmak için, atom bombası atılmasının yıldönümü olan bugünü tercih ettim.

Trenden inip dışarı çıktığınızda sizi ilk karşılayan bina, atom bombası atılan şehrin simgesi haline gelmiş olan, yarı yıkık 'A-Bomb Dome' (A-Bombası Kubbesi) olarak bilinen binadır. Sergilere ev sahipliği yapması için inşa edilmiş olan bu binanın kendisi bugün sergi halindedir. Bu binanın hemen yan tarafında beş kademeli bir anıt yer alır. Bu anıt, savaş döneminde hava saldırılarından kaynaklanan yangınların yayılmasını önlemek gibi çeşitli ihtiyaçların karşılanması için seferber edilen öğrencilerin anısına yapılmıştır. Çünkü seferber edilmiş olan 8400 öğrencinin 6300'ü atom bombası düştüğü gün ölmüştür.



Anma törenlerinin de yapıldığı Hiroşima Parkı geniş bir alan üzerinde kuruludur ve Hiroşima Müzesi bu park içinde yer alır. Müzeye girdiğim zaman alışageldiğimin dışında, hüzün ve dehşet yüklü bir ambiyans vardı. Sergilenenler ise tüyler ürperticiydi. Müzenin ilk salonunda Hiroşima'nın bomba atılmadan önceki ve hemen sonraki halleri maket olarak sergilenir. Bu terör gözler önüne serildikten sonra, bombadan etkilenmiş yüzlerce eşyayı ve resmi gözyaşlarınızı tutamayarak izlersiniz.




Müzede bulunan eşyalar arasında, bombanın atıldığı anı gösteren bir saat yer alır. Bu saat o an bir insanın kolundadır, sahibi ölmüştür ve saat o an durmuş, nihayet kendini müzede bulmuştur. Bombanın yaydığı sıcaklıkla eriyip birbirine geçmiş yemek kaseleri vardır. Bunlar o an bir evin mutfak rafındadır. Erimiş tren rayları, neredeyse kül haline gelmiş bir çocuk bisikleti, erimiş insan tırnakları, deriler, saçlar... Tüm bunların arasında ise beni en çok etkileyen Sadako Sasaki isimli kız için ayrılmış bölümdür.





Sadako

Hiroşima'nın benim için sembolü Sadako isimli kızdır. Beni en çok yaralayan onun hikayesidir çünkü. Atom bombası, yaşadığı şehre düştüğünde Sadako henüz 2 yaşındaymış. Nükleer etki vücudunda kendisini göstermeye başladığında ise 11 yaşında. Önce boynunda ve kulaklarının arkasında şişlikler oluşmuş, daha sonra da bacaklarında mor lekeler belirmiş. Küçük kıza lösemi teşhisi konmuş (atom bombası düştükten sonraki yıllarda özellikle çocuklarda ortaya çıktığı görülen lösemi hastalıklarının, bombanın radyasyon etkisinden kaynaklandığı 1950'li yılların başında kesinlik kazanmıştı).

Sadako, 1955 yılında hastanede tedavi altına alınır. Kendisini ziyarete gelen en yakın arkadaşı Çizuko, kağıt katlama sanatı origami ile kendisine kağıttan bir turna kuşu yapar. Eski bir Japon inanışına göre origami ile 1000 tane turna kuşu yapan bir kişinin dileği kabul olurmuş. Bu inançla iyileşmeyi dileyen Sadako 1000 tane turna kuşu yapmaya koyulur. Yeterli kağıt olmadığı için sağdan soldan topladığı tıbbi ambalaj kağıtlarını kullanır. Başka hastaların odalarına girerek onlara verilen hediyelerin paket kağıtlarını rica eder. Arkadaşı Çizuko da ona okuldan kağıt getirmektedir. Kardeşi ise yapmış olduğu her turnayı biriktirip asmaktadır. Ancak Sadako'nun durumu ağırlaşır ve henüz 644 tane yapabilmişken 12 yaşında hayata veda eder.

Amerika'nın 'Little Boy', yani Küçük Oğlan adını verdiği atom bombası, küçük bir kızın hayatını işte böyle elinden alır.

Hiroşima Müzesi'nde ve Hiroşima Parkı'nda, Sadako için ayrıca birer bölüm ayrılmış. Müzede, Sadako'nun kendisinin yapmış olduğu kağıttan turnalar da sergilenmekte. Parkta ise, kendisini elinde kağıttan bir turna tutarken gösteren heykelin yanı sıra, insanların 1000e tamamladığı kağıttan turnaları getirip bıraktığı bir anıt yer alır. 



Atom Bombası Neden Atıldı?

Cevap basit: masum insanlar ölsün diye.
Hiroşima, ABD terörünün en açık şekilde dünyanın gözleri önüne serildiği yerdir. Sadece ve sadece siviller hedef alınmıştır. ABD, terörünü perçinlemek ve tüm dünyaya duyurmak istercesine hemen üç gün sonra da Nagasaki'ye atom bombası atarak oradaki masum insanları da katletmiştir. Üst üste iki kere aynı katliamı yaptığı için kamu oyunu ve dünya tarihini 'kaza idi' diyerek kandıramayacağını bilen ABD, bu insanlık suçunu örtbas etmek için şu savunmayı yaptı: "savaşının sona ermesi için gerekliydi." Ancak ortaya çıkan belgeler bize gösteriyor ki, Mariana Adaları'nı kaybeden Japonya için, Almanya'nın Mayıs 1945'te teslim olmasıyla tüm gücünü Japonya'ya odaklayan Müttefikler karşısında savaş zaten kaybedilmişti. Müttefikler, Churchill'in de itiraf ettiği gibi, Japon imparatorunun teslim olmak için çareler aradığını, çözmüş oldukları haberleşme kodlarından biliyorlardı. Zira, hava kuvvetleri komutanı General Hap Arnold, haziran 1945'te savaşın ne zaman biteceğini sormuştu, çünkü B-29'ların komutanı General Curtis LeMay, Eylül ya da Ekim 1945 gibi bombalanacak bir hedef kalmayacağını kendisine rapor etmişti. Hatta genel kurmay başkanı Amiral Willaim Leahy, "Eylül 1944 başında, havadan ve denizden tamamen abluka altına alınmış olan Japonya'nın zaten savaşı neredeyse kaybetmiş olduğunu" yazmıştı. Ancak mesele şuydu: Müttefikler Japonya'nın 'koşulsuz' teslim olmasını istiyorlardı. Bu sorunu çözmek için de, zaten B-29'larla üzerlerine bomba yağdırdıkları şehirleri, daha az zahmetli bir yöntemle, atom bombasıyla yok etmek istemişlerdi. Ve bunu da 3 gün arayla iki kez yaptılar. Yani ABD bilerek ve isteyerek masum insanları katletti. ABD, sadece öldürmek istediği için o insanları öldürdü. Daha sonraki yıllarda katliamlarını Vietnam'da sürdürdü. Bugün ise Müslüman coğrafyada devam ettiriyor. Kendi halkı tarafından 'bebek katili' unvanı verilmiş dünyanın yegane askeridir ABD askeri.


Hiroşima'yı bir gün tekrar ziyaret edeceğim. Bunun yanı sıra henüz gitmediğim Nagasaki'yi de ziyaret listeme almış bulunmaktayım.

kaynaklar:
- "Hiroshima: Was it absolutely necessary?", Duo Long. http://www.spectacle.org/696/long.html
- Wikipedia
- Resimlerin tamamı kandi çektiklerimdir

3 Temmuz 2013 Çarşamba

Mücadeleye Devam

Halkın, yani bizlerin direnişiyle geçen son haftalar, yazacak çok şey olmasına rağmen beni, bloguma yeni bir yazı eklemekten mahrum bıraktı. Bu süre içinde duygularımı genellikle Facebook ve Twitter'da paylaştım. Bu süreç elbette beni kitap okumaktan mahrum bırakmadı ve okudukça, yaşamakta olduğumuz günlere en uygun olabilecek kitaplardan biri olduğunu fark ettiğim kitabı yeni bitirdim.

Kur'an Penceresinden Kurtuluş Savaşı'na Bir Bakış isimli kitap, satırlarına taşıdığı olayların sanki içinde olduğumuz günleri anlatıyor olmasının yanı sıra, Atatürk'ün 80 sene önce söylediği sözleri de sanki yeni söylenmişler gibi bugünkü mücadeleyi veren halka ışık tutması açısından önemli bir eser teşkil ediyor.

Yaşar Nuri Öztürk, kitabında şu sorunun cevabını arıyor:
"İslam ile Mustafa Kemal'in yaptıkları arasında bir çelişme var mıdır?"
Yazar, ayetleri ve belgeleri ortaya koyarak şu cevabı veriyor: "Cumhuriyet Devrimleri, İslam'a aykırılık şöyle dursun, İslam'ın bizzat talepleridir. Mustafa Kemal, yaptığı devrimlerle, özgün İslam'ın ve Hz. Muhammed'in hasretine cevap getirdiği inancındadır. Biz de o inançtayız."(s.45) Atatürk, Kuran'ın istediğini yaptı vurgusu kitabın özüne damga vurmuş. Yazar şunu da ekliyor: "Dinin, vahiy tarafından belirlenmiş hiçbir beyan ve tespitinin, Cumhuriyet devrimleri tarafından tacize uğradığı ispatlanamaz."(s.160)


Gezi Parkı Olayları diye dillendirilen ama esası itibarıyla siyasî yönetim tarafından zulme uğratılmış ve uğratılmakta olan halkın başkaldırmasıyla şekillenen halk hareketi, gençlerin dirilmesine, kendine gelmesine, içlerindeki ateşin ortaya çıkmasına, "muhtaç oldukları kudretin damarlarındaki asil kanda mevcut" olduğunu nihayet anlamasına yol açtığı gibi, tüm halkın birlik oldukları zaman ne kadar güçlü olduklarının farkına varmasına da sebep oldu. Bu hareket Türkiye'den dünya milletlerine yayıldı ve Türk Milleti bu haliyle dünyaya da örnek ve öncü oldu.

Tüm bu yaşananlar içinde direnen bizlerin, yani halkın, üstüne basarak tekrarladığımız, sloganlaştırdığımız bir şey vardı: Mücadeleye devam! Kitapta aktarılan, tam da yeri gelmişçesine Atatürk'ün 5 Şubat 1924 günü söylediği şu sözlere bakınız:
"Sultanların boğdukları zannolunan millet ruhu; saltanat, taht ve tacı parçalanarak yeniden canlandırıldı. Milletin teyakkuzuna, milletin ilerleme ve gelişme kabiliyetine güvenerek, milletin azminden asla şüphe etmeyerek cumhuriyetin bütün icaplarını yerine getireceğiz...Mücadele bitmemiştir." (ABE 16/209*)

Atatürk bu sözlerdeki mücadeleyi, cumhuriyeti kurduktan sonraki mücadele olarak veriyor. Biz ise şu anki mücadelemizi, cumhuriyeti, sultanlık hevesindeki emperyalizm kuklalarından geri almak aşamasında vermekteyiz. Cuma namazına milletin vergileriyle ödenen helikopterle giden hainlere karşı, hayatı boyunca bir kez harcırah bile almamış olan Atatürk'ün evlatları olarak mücadelemizi sürdürmeliyiz. Çünkü henüz tam netice alınamamıştır. Ve bu konuda herkesin yapacağı uğraşlar vardır, olmalıdır. "Neticesiz uğraşmak çalışma sayılmaz. Hiçbir şey yapmamak veyahut neticesiz, mânâsız şeyler yapmak, çalışma kanununa karşı büyük kabahattir." (ABE 23/64-67) "Allah'ın emri, çok çalışmaktır." (ABE 15/110)

10 küsur senedir iktidara doymayan ve bu süre içinde yapageldikleriyle halkın bugün direniş içine girmesine yol açan yöneticiler, başkanlık sistemini de getirerek resmî sultan haline gelmenin hesaplarını yapmaktalar. Oysa bu cumhuriyetin kurucusunun neler söylediğine bir bakalım: "Birçok yerden müracaatlar görüyorum. Yaşadığım müddetçe reisicumhurluğumu istiyorlar. Bu, bizim prensiplerimize aykırıdır." 2 Aralık 1925(ABE 18/127) "Uzun müddet iktidara sahip olmak üzere toplantı halinde kalacak olan mebuslar, yavaş yavaş kendilerini seçen milletin arzusundan, emellerinden, hislerinden ve fikirlerinden uzak kalır, arada bir ayrılık olur. Bir gün bakarsınız ki, millet başka türlü çalışıyor, millî emeller başkadır." 2 Şubat 1923 (ABE 15-76-83)

Atatürk'ün şu sözlerini tekrar hatırlayalım: "her millet, icraatına tahammül ettiği hükûmetin mesuliyetine ortak sayılır." Peygamberimiz ise 1400 sene öncesinden bize şu sözleri söylüyor: "Esas cihat, zalim sultan karşısında hakkı seslendirmektir."

Mücadeleye devam ilkesi içinde, Atatürk'ün şu sözlerini de zihnimize yazmamız gerekmektedir: "Asıl kurtuluşa ulaşmak, mücadeleyi tatil etmekle değil, ilelebet mücadeleyi devam ettirmekle mümkün olacaktır."(ABE 15/86-88) Bizler, bir bakıma, 1938'de mücadeleyi tatil ettiğimiz için bugünkü zulmü yaşamaktayız. Başımıza gelmiş olan ve gelmekte olan tüm musibetlerin birinci sorumlusu halktır. Yılanın başını küçükken ezmemeyi tercih etmiş olduğumuz içindir ki bugünkü mücadelemiz, olması gerektiğinden çok daha çetin olmaktadır. Ancak başka çaremiz olmadığını bilmeliyiz. Çünkü -yazarın sözleriyle ifadeye koyalım- "2000'li yıllarla birlikte 'küllî tahribat' sürecine geçilmiştir. Bu süreç başarıya ulaşırsa, Türkiye'nin 2023 yılında Cumhuriyet'in kuruluşunu kutlamasına değil, Müdafaai Hukuk Cumhuriyeti düşmanlarının 'Cumhuriyet'in çöküşü'nü kutlamalarına tanık olacağız."(s.431)

*ABE: Atatürk'ün Bütün Eserleri adlı, Atatürk'ün tüm söylemlerinin ve yazılarının toplandığı 30 ciltlik kitaplar dizisinin kısaltmasıdır.

1 Haziran 2013 Cumartesi

Direniş ve Devrim

Tarihe tanıklık ettiğim ve elimden geldiği kadarıyla bizzat içinde olduğum şu günler, milletimin kaderine razı olmadığını ispat etmek için her türlü devlet zulmüne rağmen başkaldırdığı, harekete geçtiği günlerdir. Hiçbir siyasî ve sosyal kurumun örgütlendiremediği halk, inanılmaz bir şekilde kendi kendini örgütleyerek direnişe geçti. Bu satırları yazmakta olduğum şu sıralarda gelen haber şu: "polis geri çekilmek zorunda kaldı, halk gezi parkını geri aldı."

Halkın zaferidir bu.

Badem ise hâlâ ısrarla "o ağaçlar kesilecek, ve oraya Topçu Kışlası tekrar inşa edilecek", diyor.
Peki nedir bu Topçu Kışlası meselesi?

Tarihimizde 31 Mart Olayı diye bilinen(1909) gerici ayaklanmanın başladığı ve bittiği yerdir Topçu Kışlası. Cübbeli, sarıklı katiller "allahu ekber" diye haykırarak önlerine gelen mekteplileri katlediyorlardı. Selanik'ten yola çıkan Hareket Ordusu bu ayaklanmayı bastırmak üzere İstanbul'a geldi ve bu irticacıların isyanını, karargahları olan Topçu Kışlasını topa tutarak bastırdı. Bademgiller için o kışlanın yeniden inşa edilmesinin önemi budur. Alnı secdeli katil dedelerinin geberdiği yerdir orası. Ama işler onlar için yolunda gitmedi, gitmiyor. Türk halkı, yani tabir yerindeyse İkinci Hareket Ordusu, vur emri almış Badem polislerle canları pahasına savaşarak kışlanın bugün yerinde olan Gezi Parkı'nı tekrar ele geçirdi. Ağaçları, geleceği kurtardı.

Atatürk'ün bize verdiği birinci görevi yerine getiriyoruz.



Bu yazımı fazla uzun tutmayacağım çünkü yazacak çok şey var ve hepsini yazarak bu satırları uzatmak da istemiyorum, bir kısmını yazıp diğer kısımlara haksızlık etmek de istemiyorum. Halkın uyanış günleri henüz bitmedi. Ben bu satırları yazarken birçok şehirden polis şiddeti ve halkın direniş sesleri geliyor. Ama Atatürk'ün Nutuk'ta yazdığı şu ölümsüz satırları aktarmak istiyorum:

"Dinî düşüncelere ve inançlara saygılıdır ilkesini bayrak olarak eline almış bu parti, memlekette suikastçıların, gericilerin sığınağı ve ümitlerinin dayanağı oldu. Dış düşmanların, Türk devletini, Türk cumhuriyetini yıkmayı hedef alan planların kolaylıkla uygulanmasına yardım etmeye çalıştı. Bu partinin programı en hain kafaların ürünüdür."* Atarük'ün bu satırlarda bahsettiği parti Terakkiperver Cumhuriyet Partisi'dir. Bu sözlerin 2013'te söylenmiş olduğunu varsayın, aklınıza hangi parti geliyor?

Allah direnen milletime güç versin. O her zaman doğrunun yanında, zalimin karşısındadır.

 


* Bu satırlarla ilgili geniş yazı için Nutuk'un sonlarına doğru yer alan 'Terakkiperver Cumhuriyet Partisi ve En Hain Kafaların Ürünü Olan Programı' bölümüne bakılabilir.

5 Ocak 2013 Cumartesi

Atatürk'ten Adana Halkına Sesleniş

Bugün 5 Ocak, memleketim olan Adana'nın işgalden kurtuluşunun yıldönümü. Babamın büyükbabasının Fransızlarca silahlandırılmış, kışkırtılmış, düşmanlaştırılmış ve nihayet kuduz köpekler haline getirilerek Türklerin üzerine salınmış Ermeniler tarafından katledilmesine sebep olan işgalin sona erdiği günün yıldönümü (ilgili yazı: Büyük Büyükbabamın Katledilişi).

Aşağıdaki söylemi okuduğum kitaplardan birinde bulmuştum ve aktarmak için bugünün uygun olacağını düşündüm. Atatürk, Lozan Anlaşması'nın imzalandığı günlerde Adana'ya gelmiş, halka sesleniyor ve hayranlık verici tarih bilgisini de ortaya koyarak şu sözleri haykırıyor:

"...Haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakları yoktur. Memleketiniz sizlerindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk'tü, hâlâ Türk'tür, sonsuza kadar Türk olarak yaşayacaktır. Gerçi bu güzel memleket kadim asırlardan beri çok kere istilalara uğramıştı. Aslında ve en başında Türk ve Turani olan bu ülkeleri İraniler zapt etmişlerdir. Sonra bu İranileri yenen İskender'in eline düşmüştü. Onun ölümüyle mülkü taksim edildiği vakit Adana Kıtası da Silifkelilerde kalmıştı. Bir aralık buraya Mısırlılar yerleşmiş, sonra Romalılar istila etmiş, sonra Doğu Roma yani Bizanslıların eline geçmiş, daha sonra Avrupalılar gelip Bizanslıları kovmuşlar. En nihayet Asya'nın göbeğinden tamamen Türk soyundan ırkdaşlar buraya gelerek memleketi asıl ve eski hayatına yeniden kavuşturdular. Memleket nihayet asıl sahiplerinin elinde kaldı. Ermenilerin, vesairenin burada hiçbir hakkı yoktur; bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir..."*

Kutlu olsun.

Kaynak:
* Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Ankara 1997, s.130 (aktaran: Sinan Meydan, Atatürk ve Kayıp Kıta Mu, 2008, s.35)

18 Kasım 2012 Pazar

Emerik'in Keşfi

Atatürk'ün yaveri Cevat Abbas Gürer o geceyi şöyle anlatıyor:
"Böyle bir gecenin yarısından sonra idi. Meşhur Rus âlimi Pekarskiy'in Yakut Lugatini tetkik eden Atatürk'ün 'Emerik' kelimesine gözü ilişmişti..."


Yakut Türkleri ya da Sahalar bugünkü Rusya Federasyonu içinde yer alan Saha Cumhuriyeti ya da diğer adıyla Yakutistan'da varlıklarını sürdürüyorlar. Yakutistan bugünkü Rusya Federasyonu'nun beşte birlik alanını kaplıyor. Konuştukları Yakutça ya da diğer adıyla Saha Türkçesi ise Türk Dillerinin kuzey öbeğine bağlı dallarından biridir. Kendine özgü Yakut Alfabesi vardır. Özetle düpedüz Türktür. Örneğin, bazı Yakut Türkçesi sözler ve Türkiye Türkçesi karşılığı şöyledir:
Min ubayım= Benim abim
Bihigi at minen barıahpıt=Biz at binip gideceğiz.

Cevat Abbas Gürer şöyle devam ediyor:
"...(Atatürk)Durdu ve kendi kendine gülmeye başladı. Derin bir haz ve neşe içinde gözlüğünü çıkardı..."

Bugün dikte edilen yaygın öğreti Amerika'nın Kristof Kolomb tarafından keşfedildiği ve Ameriko Vespuçi'nin adına izafe edildiğidir. Ancak herkesin bildiği bir diğer konu, Amerika'ya ayak basan Kolomb'un Hindistan'a vardığını zannettiği, ve keşfettiği(!) yerin Amerika olduğunu öğrenemeden öldüğüdür. İşin esas örtülen tarafı ise şudur ki, Amerika aslında Türkler tarafından keşfedilmiştir ve ismini de Türkler koymuştur.

Cevat Abbas Gürer anlatısını sürdürüyor:
"...Meğer bulduğu 'emerik' kelimesi Türk Yakut Dilinde 'denizle ayrılmış arazi parçası' demekmiş..."

Anlamı 'denizle ayrılmış arazi parçası' olan Emerik sözcüğü göz önüne alındığında, kıtaya adını veren sözcüğün bir gemicinin adı olduğuna inanmak mantıklı mı gerçekten; hele hele keşfeden kendisi bile değilken? Tabii ki dil benzerliğiyle bu kanıya varmak olmaz. Öyleyse III. Türk Dil Kurultayı 3.gün 1.toplantısında sunulan Genel Sekreterlik Raporu'ndaki ifadeye bakalım:
"Bu kıtaya Amerika isminin Ameriko Vespuçi'nin adına göre verildiği iddiasına karşı, daha bundan önce Nikaragua yerlilerinin Amerika adını kullandıklarını yine Avrupalı coğrafya ve tarih uzmanlarının kitaplarında bulduktan, Yakut Lügati'nde Emerik kelimesine de hâlâ yaşayan bir söz olarak rast geldikten sonra..." Tekrar edelim: Kıtanın yerlileri Ameriko Vespuçi nedir, kimdir bilmeden yaşadıkları yere zaten Amerika diyorlardı. Ve bunu, Vespuçi'nin vatanı olan Avrupalı uzmanlar bizzat kayda geçirmişlerdi.

 
Biraz daha araştırınca "Amerigo isminin Ortaçağ Latincesindeki Emericus (telaffuzu: 'emerikus')kelimesinden türediği" bilgisine ulaştım. Ancak emericus'un anlamına, çevrimiçi latince sözlükler de dahil herhangi bir yerde ulaşamadım. Türkçe Emerik ve Latince Emericus kelimelerinin benzerliğine, hatta -us eki olmadan birebir aynı olduğuna da dikkat çekelim.

Bir başka yere daha dikkat çekelim: Türk ve Kaykos Adaları (Turks and Caicos Islands) diye bir ülke vardır, bu ülke Atlas Okyanusu'nda, Karayipler yakınlarında yer alır ve günümüzde İngiltere'nin sömürgesidir. 38 adadan oluşur, başkenti Büyük Türk'tür (Grand Turk). 'Caicos' bildiğiniz 'kayık' kelimesinin türevidir. Büyük Türk (Grand Turk) adı ise Sultan Süleyman için kullanılan ünvanlardan biridir (Kanunî gibi). Kolomb'dan çok önce burayı keşfeden Türklerce isimlendirilmiştir. 1869'da İngilizlerce değiştirilene kadar bayrağında Türklüğü simgeleyen Ay-Yıldızlar vardır.

 
İngilizler ismini de değiştirmek istemişlerdir ama ada halkı tepki gösterince yapamamışlardır. Bakmışlar olmuyor, adanın simgelerinden olan, yeni bayrağına da yerleştirilen bir kaktüs türü imdatlarına yetişmiş, kaktüsün tepesi "Türk fesine benziyor" diye öyle deniyor söylentisini yaymışlardır. Kaynakların bir çoğu bu şekilde yazar ama "İngilizler niye daha önce bu Türk fesine benzeyen katüsü bayrağa yerleştirmemişlerdi de Ay-yıldızı tercih etmişlerdi" sorusu cevaplanamıyor. Ya da daha basit sorular soralım: ada halkı kaktüsü Türk fesine benzettiğine göre fesli Türkü nerede gördüler? Zira fes adını Türk'ten değil Fas'ın Fes şehrinden alır, Türklerde 1829'da kullanılmaya başlanmıştır. Haydi bunlar tuttu diyelim, Kayık'ı nasıl açıklarsınız? Yoksa Türk kayığına benzeyen bir de palmiye türü mü buldunuz?
 


 
Bu adalar, Piri Reis'in haritalarında da vardır. Şimdi tekrar dikkat çekelim: Türkçe Emerik nasıl Latince Emeric('k')us ile benzeşiyorsa, Latinler, adanın ismindeki Türkçe Kayık'ı da Kaykos yapmışlardır. Latincede kullanılan kelime sonundaki -ium, -us gibi takılar çıkartıldığında Türkçe kökenli oldukları anlaşılacak pek çok kelime bulunacaktır. Zira, Cumhuriyetin ilk tarih profesörlerinden biri olan ve Türk Tarih Tezi'ni ortaya koyan tarihçiler arasında yer alan Afet İnan'ın söylemiyle "Latin medeniyetinin esasını kuranlar Etrüsk denilen Türklerdir."


Cevat Abbas Gürer şöyle tamamlıyor:
"...(Atatürk) Emerik kelimesinin Amerika'nın kâşiflerinin tarihiyle, Yakut Türklerinin kıdemleri (kökenleri) tarihini mukayese ederek, 'Amerika'nın adını büyük ecdad koymuştur. Evet; Kristof Kolomb'dan sonra Amerika'ya muhtelif zamanlarda dört defa seyahat eden Floransalı gemici Ameriko Vespuçi adına izafe edilen Amerika kıtasına Avrupa kâşiflerinden çok evvel Asya'dan geçenlerin yeni tetkiklerle kıdemlerini biliyoruz.' buyurdular."

***
kaynaklar:
Atatürk ve Kayıp Kıta Mu 2/Köken, Sinan Meydan
Vikipedi, Wikipedia
Son Truvalılar, Sinan Meydan
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/yg/habergoster.php?haber=5417
http://www.gureryayinlari.com/index.php?act=viewProd&productId=14
http://www.crwflags.com/fotw/flags/tc_his.html
http://www.worldatlas.com/webimage/countrys/namerica/caribb/tc.htm
http://www.grandturkinn.com/

5 Kasım 2012 Pazartesi

Çapul Kelimesi ve Türklerin İlk İzleri

Çapulculuk, yani yağmacılık.
Çapul=yağma.
Ya da
Çapul=çekirge ???

Bu sözcüğün kökeni hakkında ilginç bir bilgiye rastladım. İnternette araştırdığım zaman VikiSözlük'ün sayfasında kelime kökeni olarak Farsça işaret edilmiş ama öyle olsaydı Osmanlıca-Türkçe sözlüğünde yer almasını beklerdim. Ancak elimdeki sözlükte yoktu.

Çapul sözcüğünün VikiSözlük'teki köken bilgisi hatalı görünüyor
Sözcüğün Aztekçe olduğu bilgisini bize Tahsin Mayatepek veriyor. 1935 yılında Atatürk tarafından Meksika Büyükelçiliğine atanan Tahsin Bey, yine Atatürk'ün bu atama vesilesiyle verdiği önemli görevleri yerine getirirken elde ettiği bilgileri raporlar halinde Atatürk'e göndermiş ve 14. raporunda şu satırları yazmış:
"...Çapultepek (Aztek dilinde (Çapul) Çekirge ve (Tepek) de Tepe) yani Çekirge Tepesi demektir. Çekirgenin ekinleri tahrip, yağma ettiği malum olduğundan eski Türklerin Aslen Aztekçe'de çekirge anlamında olan bu Çapul sözcüğünün mecazi bir surette Yağma mânâsında kullanılmış olmaları muhtemel bulunduğunu istidlalen arz eylerim..."

Bu bilgilere ulaştığım Sinan Meydan'ın Atatürk ve Kayıp Kıta Mu kitabı son okuduğum kitaplardan en ilginciydi. Tahsin Bey kendisi için Maya Tepesi anlamına gelen Mayatepek soyadını da Atatürk'ün onayıyla almış. Atatürk'ün Türklerin Orta Asya ve Anadolu'da ilk ortaya çıkmalarından önce neredeydi sorusuna cevaben aradığı, okuduğu kitaplarda izlerine rastlayarak bilimsel olarak araştırılması isteği ve çabalarına kitabında yer veren Sinan Meydan çok iyi bir iş çıkarmış. Bu araştırmalar sonucu bilimsel olarak ortaya konan bulgular Atatürk'ün memnuniyetini şu sözlerle dile getirmesine sebep olmuş: "Mu ve May, yani Uygur Türk alfabesinin bütün medeni dünyada ilk alfabe olduğunu görmekle...bahtiyar olduk". Atatürk, Türk milletinin dünyanın ilk uygarlığı olan Mu'dan, Türkçe'nin ilk dil olan Mu Dili'nden, ilk alfabenin Türk alfabesi olduğundan (ki Latin Alfabesi olarak isimlendirilen alfabe de Türk Alfabesinden türetilmiştir ve Harf Devrimi esasen öze dönüştür) son derece emindi ama bunun bilimsel olarak kanıtlanmasını istiyor ve böylece dünyaya duyurmak istiyordu. Ömrü buna yetmedi ve bu araştırmalar da onun ölümünden sonra devam ettirilmedi. Bugün ise "Arap köklerimize dönmeliyiz" diyen bakanlarımız var.


Tahsin Bey'in raporlarında 'çapul' ve 'tepek' kelimeleri gibi pek çok kelimeler Türkçe karşılıklarıyla sıralanmış. Raporlarda göze batan vurgulardan biri de Musa, İsa ve Muhammed peygamberlerin dinlerinin "Mu kaynaklı" olduklarının anlatımıydı. Namaz, abdest, oruç, ezan, ölü yıkama, sünnet gibi uygulamaların "Mu dininden kaynaklandığını" kanıtlamaya çalışan Tahsin Bey'e göre Kâbe'nin tavafı da Mu dinindeki Güneş mabetlerinde uygulanmış ve günde beş vakit namazın da Güneşin konumlarına göre tanzim edilmiş olmasına dikkat çekilmiş. Aslında tüm bunlar bize dinimizin "kaynağının" nereden geldiğini değil de Din'in insanlık tarihi boyunca benzer uygulamalarla tebliğ edilmiş olduğunu açıklamaktadır diye düşünüyorum. Her ne kadar Tahsin Bey kendisinden açıklama istendiğinde "kaynağı" olduğu kanaatini savunmuşsa da bu fikirler, dinin gerçeklerini herkesten fazla anlamış ve özümsemiş olan Atatürk tarafından itibar görmemiş. İşin Güneşe tapma tarafı da belki diğer pek çok dinde olduğu peygamber tebliği sonrası zamanlarda yozlaşmanın belirtileri olabilir. Meselâ, Kâbe'nin Hz.İbrahim'den sonra İslam'ın ilk dönemlerine kadar putlar tapınağına dönüştürülmesi gibi.

Ayrıca Kur'an pek çok kavimin helak edildiği hakkında ayetler veriyor. Sözgelimi kitapta bize verilen Theotihuacan Palenk Mabedi Piramidi'nde (Meksika) Mu'nun yıkılışını yazan metindeki "korkunç yer sarsıntısı" ibaresinin "şiddetli sarsıntı/korkunç titreşim(A'raf 78), korkunç bir sarsıntı (Ankebût 37)" ifadeleriyle bazı kavimlerin helak edilmesi anlatımının Kur'an'da yer alması da ilginç bir benzerlik.

Atatürk, dünyanın ilk medeniyetinin Türkler tarafından kurulmuş olduğunu ve bugünkü Türklerin, diliyle, yaşantısıyla bu medeniyeti en bozulmamış haliyle devam ettiriyor olduğunu bilimsel olarak kanıtlamak ve dünyaya duyurmak istiyordu. Yazar, ortaya koyduğu tüm incelemeler sonrasında şu sözleri dile getiriyor: "Türkler Orta Asya'ya Mu'dan göç etmişler ve dünyadaki ilk dil Mu dili yani Türkçe'dir." Şu anda kitabın devamı niteliğinde olan Köken isimli kitaba başladım ve heyecanla okumaya devam ediyorum.