29 Ekim 2017 Pazar

Babam Ve 29 Ekim

29 Ekim benim için sadece Cumhuriyet Bayramı değil, ayrıca özel bir gün. Babamı toprağa verişimizin yıl dönümü.

Henüz beş yaşındaki oğlum, aklına düşmüş gibi, arada bir bana babamın nerede olduğunu soruyor. Kendisi doğmadan önce vefat ettiğini söylüyorum. Sebebini sorduğunda, yaşlandığı ve hastalandığı için, diye cevap veriyorum. Aradan haftalar geçiyor, tekrar soruyor, tekrar aynı cevapları veriyorum.

Çocukların muhteşem zihinleri ve vicdanları var. Bir gün bana şöyle dedi:
"Ben büyüyünce senin baban olacağım. Hani senin baban ölmüş ya, o yüzden."

Ben işim dolayısıyla İstanbul'da yaşıyordum, annem babam Adana'daydı. Geçirdiği rahatsızlık sonrası babam hastaneye kaldırılıp solunum cihazına bağlı olarak günlerce uyutuldu. Onu görmeye gittiğimde bilinci kapalı yatıyordu ama sanki bilinci yerindeymiş gibi sürekli bacaklarını hareket ettiriyordu. Birkaç gün sonra akciğerlerinin ardından böbrekleri de yetersiz kalınca diyalize de bağlandı. Artık 45 kiloya düşmüş olan 83 yaşındaki bedeni yükü daha fazla kaldıramadı ve 28 Ekim 2008'in ilk saatlerinde vefat etti. Kendini toparlayan annem birkaç saat sonra sabahın ilk ışıkları henüz çıkmadan haberi bana telefonla verdi.

Hemen Adana'ya gittim. Ertesi gün defnedecektik. Ama bir sorun vardı. Ertesi gün bayramdı, her yer kapalı, taşıma araçları sınırlı olacaktı. Katılmak isteyen herkes için taşıt yetmeyebilirdi. Kuzenimi arayıp otobüs ayarlaması için ricada bulundum. Hiçbir soru sormadan, düşünüp fikir yürütmeden, sadece "tamam" diye cevapladı. Ertesi sabah evimize henüz cenaze gelmemişken kapıda iki otobüs hazır bekliyordu. Hakkını ödeyemem.

Ziyaretçilerimizin eksik olmadığı o akşam, matem içindeki evimize Cumhuriyet kutlamalarının sesleri geliyordu. Beni hiç ama hiç rahatsız etmedi. Aksine acımı hafifletti. Atatürk'ün hayatta olduğu Cumhuriyet yıllarını yaşamış olan babamı böyle bir günde uğurlamak tarifi zor bir duyguydu. Aradan geçen her yıl bu duygunun ne olduğunu daha iyi anlıyorum ama hâlâ tarif edemiyorum. Çünkü içinde acı var, gurur var, huzur var, özlem var ve daha birçok şey var. Bu sebeple her yıl 29 Ekim'de ben bu duyguyla hem babamı anar hem de Cumhuriyet Bayramını daha coşkulu kutlarım.

Hepimizin bir babası ve bir Cumhuriyeti var.
Sahip çıkın.

15 Ekim 2017 Pazar

İşi Bırakıp Öğrenci Olmak

Japonya'ya geleli bir yıldan fazla oldu ama Japoncaya hâlâ yeterince hakim olduğumu söyleyemem. Bunun iki ana nedeni var. Birincisi, evde hâlâ Türkçe konuşuyoruz, ki bundan bir şikayetim yok çünkü her iki oğlumun da dilimizi iyi bilmelerini istiyorum. Şimdi beş yaşında olan büyük oğlumun iki ana dile sahip olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Hem Japoncayı hem Türkçeyi çok iyi konuşuyor. Dört yaşına kadar Türkiye'de kalmasının ve bunun son iki yılında anaokula gitmesinin büyük katkısı oldu. Burada da birbirimizle Türkçe konuşmak istememdeki asıl amaç hem onun Türkçeyi unutmaması hem de daha yeni yeni dil becerisi kazanmaya başlayan iki yaşındaki kardeşinin, kendisi gibi çift lisana sahip olarak büyümesi. İkinci sebep, yaklaşık on ay çalıştığım işte hemen hemen hiç konuşma imkânı olmamasıydı. Ben dahil herkes mesai boyunca önündeki işi yapmakla meşgul oluyor ve laflamak gibi herhangi bir fırsat neredeyse hiç olmuyordu.

Bu iki etkenden ilkini değiştirmeden amaca ulaşmanın tek çıkar yolu kalıyordu, o da ikinci etkeni değiştirmek. Bu sebeple, çalıştığım işten iki hafta önce, Eylül sonunda ayrıldım. Baştan sona kadar gerçekten sıkı çalıştığımı söyleyebilirim. Öyle ki, beni şirkete öneren aracı şirkete benim gibi birini daha bulmaları için talep gelmişti. Ayrılacağımı bildirdiğimde ise kalmam için epey ikna etmeye çalıştılar, kararlı olduğumu kabul etmek zorunda kaldıklarında ise kurs sonunda tekrar çalışmaya başlamamı istediler. Bunu övünmek için değil şunun için yazıyorum: dört farklı şirkette yaklaşık on beş sene çalıştığım kendi ülkemde, ki çok daha önemli şirketlerde çok daha önemli işlere imza attım, asla böyle bir övgüye nail olmadım. Gerçi aynı işe tekrar dönmek niyetinde değilim. Zaten dili geliştirmek istememdeki sebeplerden biri de daha iyi işlere adım atacak donanımı elde edebilmek. Ama şöyle bir düşününce, filancanın oğlu, falancanın yeğeni, şu cemaat üyesi, bu tarikatın müridi gibi sıfatlarımın olmaması sebebiyle ağzımla kuş tutsam yaranamayacağımı anladığım kendi ülkemdeki çalışma hayatı ile, bırakın kimin nesi olduğumu, dillerini bile henüz iyi konuşamadığım halde, sadece ortaya koyduğum işe bakarak el üstünde tutulduğum Japonya'daki çalışma hayatı arasındaki fark bile aslında Japonların neden bizden daha ileri olduğu sorusunun cevaplarından birini rahatlıkla verir.

Gitmekte olduğum dil kursu Japonya Sağlık, Çalışma Ve Sosyal Yardımlaşma Bakanlığı tarafından finanse ediliyor. Bundaki amaç, ülkede yaşayan yabancı uyruklu kişilerin çalışma hayatına kazandırılması. Dolayısıyla sadece lisan değil, çalışma hayatındaki davranış şekilleri de öğretiliyor. Her öğrenciye dağıtılan, bugünkü kurla yaklaşık 200TL değerinde olan kitaplar, öğretmenlerin ücretleri, okula ait harcamalar bakanlık tarafından ödeniyor. Yani milletin vergilerinden karşılanıyor. Ben kurs için cebimden bir kuruş bile harcamıyorum. Sadece yol ve yemek masraflarını kendim karşılıyorum.

Öğrencilerin çoğunluğunu Brezilyalılar oluşturuyor, ki Japonya genelinde çalışan yabancı uyrukluların çoğu Brezilyalı. Yerinde bir ifadeyle, Almanya'daki Türk işçiler ne ise Japonya'daki Brezilyalı işçiler o. Bu yüzden Japonya'nın resmî ve eğlence mekânlarında bulunan duyuru ve uyarı levhalarında Japonca ve İngilizcenin yanı sıra Portekizce de yer alıyor. Öğrencilerin anadillerine göre dağıtılan ders kitaplarının Portekizce, İspanyolca, Çince anlatımlı olanları mevcut. Türkçe bulunmadığı için ben İngilizce olanı aldım. On dört kişilik sınıftaki tek Türk benim. Sınıftaki diğer öğrenciler Çin, Vietnam, Filipinler ve Peru'dan geliyor.

Yaklaşık iki buçuk ay sürecek olan kurs sonunda hemen iş arayışına geçmeyip bir üst seviyedeki kursa da katılmak niyetindeyim. Bu, aradaki boşluklarla en az altı ay işsiz kalacağım anlamına geliyor. Ekonomik olarak zor bir süreç bekliyor ama bu sıkıntıyı çekmenin gerekli olduğunu düşünerek önceden hazırlıklarımı yapmıştım ve süreç sonunda değeceğinden eminim. Bu öğrencilik günlerinin en iyi tarafı, ders bitip öğleden sonra döndüğüm zaman evde kimsenin olmaması. Epeyce yılların ardından ilk defa evde kendimle baş başa kalıp kendi keyfime göre hareket edebileceğim birkaç saat elde etmiş oluyorum.

9 Eylül 2017 Cumartesi

Akşam Avı

İş yoğunluğu, dil öğrenimi, yeni  ülkeye alışma süreci, ev işleri, çocukların okulu, şu bu gibi koşturmacalar devam ederken bir şeyler yazma zevkinden mahrum kalıyorum. Uzun uzun oturup, düşüne düşüne, tadını ala ala yazabileceğim tek vakit tüm ev sakinlerinin uyuduğu gece saatleri olurdu hep ama şu an çalışmakta olduğum iş beni bedenen çok yorduğu için çocuklarla birlikte erkenden bende uyuyuveriyorum. Kafamdaki taslakların hepsi, belki lazım olur diye cebime attığım bozuk paralar gibi öylece duruyor. Bazen, öyle uzun uzun değil de kısa kısa da olsa bir şeyler yazsam diye geçiriyordum aklımdan. İşte, sanırım o fırsatı şimdi yakaladım.

Bu akşam, geçen hafta sözleştiğimiz üzere Kiyoşige-san (aile arasında daha samimi bir şeklide Kiyo-chan diyoruz) ile balık tutmaya gittik. Öncelikle size Kiyo-chan'dan biraz bahsedeyim. Kendisi eşimin amcası olur. 88 yaşında emekli öğretmendir. İkinci Dünya Savaşı sırasının ve sonrasının zorlu dönemlerinde öğretmenlik yapmıştır. Geçtiğimiz haftalarda kendisine Japonya Başbakanlığından bir teşekkür belgesi geldi. Sebebini eşim ve annesi şöyle tahmin ediyor; tahmin ediyor diyorum çünkü kendisi nedenlerini kimseye asla söylemeyecektir, çünkü gözünde hiçbir önemi yoktur: Kiyo-chan, savaşın ve sonrasının o zorlu dönemlerinde çocukların sadece eğitimlerini değil, yaşamak için ihtiyacı olan şeylerin temini için de var gücüyle uğraşmış. Özellikle çalışkan olmayan, problemli çocukların üzerine çok düşmüş, mezun olduktan sonra da işe girmelerini sağlamış ve hatta işi kolayca bırakmamaları için kendi arabasıyla onları işe götürüp getirmiş. Hayatını yardım etme üzerine o kadar odaklamış ki şu anda bile insanların işe yaramaz diye attığı eşyaları toplayıp ihtiyacı olan kişilere götürüyor. İşte o Kiyo-chan şimdi de benim balıkçılık eğitimimi üstlenmiş durumda ve ben bu durumdan fazlasıyla memnunum.

Bana balık tutmayı öğreten ilk kişi babamdır. İlk balığımı, 30-35 sene önce Marmara Adası'na tatile gittiğimizde, bir bakkaldan aldığımız oltanın iğnesine ekmek hamuru takıp kıyıdan sarkıtarak tutmuştum. Kamışla balık tutmayı Kiyo-chan'dan öğreniyor olduğumu söyleyebilirim. Sağolsun, Kiyo-chan kendi kullanmış olduğu kamışlardan üç tane, çeşitli iğneler, misinalar, şamandıralar ve sayısız av malzemeleri hediye etti bana. Kendi öğretim planlarına uygun olarak, şimdilik küçük balıklardan başladık. Japonların Mebaru dediği ve kızartıp soya sosuyla yedikleri, bizim kaya balığı dediğimiz balıklardan 7-8 tane tuttuk. Arada oltamıza birkaç farklı balıkla bir de balon balığı takıldı. Karaya çektiğimde küçücük olan balon balığının birden kendini nasıl şişirdiğine de böylece ilk kez şahit olmuş oldum.

Şarjlı ışıldağımız ve ışıklı şamandıralarımız sayesinde karanlık bastırınca da ava devam ettik. Akşam saat beşten dokuza kadar balık tuttuk. Birkaç gündür devam eden, ilaçların fayda etmediği migren ağrım bu güzel akşam sayesinde kendiliğinden geçti. Kaya balığı yemeyle pek aram olmadığından tüm avları Kiyo-chan'a bıraktım. Bundan sonra artık, sofraya rakı şişesi koymaya değecek büyük balıklar tutacağımız günü bekleyeceğim.

2 Haziran 2017 Cuma

Zeytin

Şu zeytini size bir de ben söyleyeyim. Şöööyle içinde olduğumuz Ramazan ayına uygun olsun:

Hani oy toplamak için ellerinde salladıkları Kur'an var ya..işte o Kur'an'da zeytin toplam 6 yerde bizzat ismiyle geçer [1]. O kadar ayrıcalıklıdır. Hatta Tîn suresi zeytine yeminle başlar. 

İki ayet ağaçların secde ettiğini söyler [2]. Hani helikopterle cumaya gidip secde edenler var ya..işte yüzlerce yıldır secde etmekte olan zeytin ağaçlarını kesmek için uğraşıp didinenler onlardır. 

Secde ve yeminden bahsetmişken..

Kur'an'da adı Secde olan bir sure de var. İşte o surenin 13. ayetinde de bir başka yemin var, o da Allah'ın cehennemi insanlarla dolduracağına yemin etmesidir. Bugün iftar sofrasına oturduğunuzda orucunuzu açmak için sofrada sizi bekleyen zeytine iyi bakın. O zeytin sizin hidayetiniz de olabilir, cehenneme biletiniz de.

Haydi şimdi hayırlı Ramazanlar...
_________________________________________________________________________________
[1] Enam 99,141, Nahl 11, Nur 35, Abese 29, Tîn 1
[2] Hacc 18, Rahman 6

23 Nisan 2017 Pazar

Tokyo'da Birkaç Saat

Sevincinizi, mutlu bir ânınızı paylaştığınız zaman tepki veren insanlar iki çeşide ayrılır. Birincisi sizinle mutlu olan, sevincinize ortak olan, kendileriyle paylaştığınız için sevinen, sizi mutlu görmekten hoşlanan insanlardır. Onların da sizinle birlikte sevindiğini görmek mutluluğunuza mutluluk katar, daha fazla güzel şeyler yaşamak ve paylaşmak isteğinizi artırırlar.

Diğeri ise sizi böyle mutlu gördüğü için hayatta hiç derdinizin olmadığını, işlerinizin yolunda, keyfinizin yerinde olduğunu, hayatın her gününü zevk-i sefa içinde yaşadığınızı zanneden insanlardır. Bu ikinci tipten mümkün olduğu kadar uzak durmak gerekir.

Aşağıdaki satırları, benimle birlikte gülümseyebilecek herkes için yazıyorum.

***

Annemin kalkıp Japonya'ya gelmesi, hiç kuşkusuz bu yıl başımıza gelen en güzel olay. Sadece bu yılın değil, tüm hayatımızın en güzide olaylarından biri olmaya da aday. Çünkü bu sık sık tekrarlanabilecek bir şey değil. Gönlümden öyle olmaması geçiyor ama belki de ilk ve son kez olan bir şey. Eşim ve çocuklarımla birlikte buraya yerleşmek üzere Türkiye'den ayrılırken hayatta gelemeyeceğini söyleyen, ve durumunu göz önüne aldığımızda bizim de öyle tahmin ettiğimizi düşünürsek ihtimal dahi vermediğimiz bir şey. Yaşının getirdiği çeşitli hastalıklar ve zorluklarla mücadele eden annemin, hele hele KKTC'yi ve tekne turuyla gittiği burnumuzun dibindeki Yunan adalarını saymazsak ilk yurt dışı seyahati diyebileceğimiz buraya gelişini, aktarmalarla birlikte on dört saati bulan uçak yolculuğu sonrası yaptığını düşünürsek iyice olağandışı bir durum. Ama annem iki haftadır burada bizimle işte.

Mayıs sonuna kadar bizimle kalacak olan annemle birlikte geçirdiğimiz ve geçireceğimiz günleri, yaptığımız, yapacağımız gezileri farklı bir başlık altında toplamayı düşündüğüm için buradaki satırlara annemi almak üzere gittiğim Tokyo'daki birkaç saatimi taşıyacağım.

Türkiye'ye en çok gelenler arasında yer alan Japon turistler, muhteşem siyasetimiz(!) sayesinde artık gelmekten vazgeçtikleri için Türk Hava Yolları her gün düzenlediği İstanbul Osaka arası direkt uçuşları iptal etmişti. Geriye sadece İstanbul Tokyo arası direkt uçuşları kaldı. Bu yüzden annemi almak için bizim şehrimize daha yakın ve ulaşımı daha kolay olan Osaka yerine Tokyo'ya gitmem gerekti. Sadece Türkçe bildiği için anneme yardım edeceklerini düşündüğüm hostesler ve vatandaşlar olabileceğinden THY dışında bir uçuş istememiştim. Nitekim tahmin ettiğim gibi olmuş ve yardımlar sayesinde annem kolaylıkla gelmişti. Onu Tokyo Narita Havaalanı'nın çıkışında gördüğümde nasıl rahat bir nefes aldığımı anlatamam.

Akşam saatlerinde gelecek olan annemi almadan önce şehrin biraz tadını çıkarmak için sabah çok erken saatlerde Tokyo'ya hareket ettim. Tokyo merkez istasyonuna vardıktan sonra İmparatorluk Sarayı'na doğru yürüdüm. Tokyo'da kiraz çiçeklerinin, yani namı diğer sakuraların çoktan açmış olduklarını ve neredeyse son safhaya girmiş olduklarını biliyordum. Havanın o gün yağışlı olması sakura yapraklarının dökülmesini daha da hızlandıran bir unsurdu ama benim ziyaretimi beklermiş gibi yağmura direnen ağaçlar çiçeklerini tüm ihtişamlarıyla sergiliyordu.

Saray çevresinde, planladığımdan biraz daha fazla zaman harcayıp resimler çektikten sonra biraz alışveriş için Akihabara'ya, oradan da tekrar sakura seyretmeye Ueno'ya geçtim. Ağaçların altında piknik yapmak için gelen insanların hıncahınç doldurduğu Ueno Parkı'ndaki sakuralar da yağmurun etkisiyle son günlerini yaşıyordu. Artık Tokyo'da yaşayan ve en son 5 yıl önce Fukuoka'da buluştuğum arkadaşımla sözleştiğim saate kadar parkı boydan boya gezdim. Yediklerinin, içtiklerinin, sohbetlerinin tadını çıkaran insan kalabalığının neşeli sesleri eşliğinde, karşılıklı sıralanan ağaçların metrelerce yukarıda birleşen dallarıyla oluşturduğu sakura tünellerinde yürüdüm. İlk kez 2009'da geldiğim zaman hava durumu açısından daha şanslıydım ama bu kez de o günden daha az eğlenmedim. Güzel bir Fransız restoranında buluşup birer kadeh şarap içtikten sonra arkadaşımla sohbetimize devam etmek için yine bu parkı seçtik. Böylece parkı bir de onunla birlikte gezdim. Akşam tren istasyonunda vedalaşıp annemi almak üzere havaalanının yolunu tuttum.

28 Şubat 2017 Salı

Okul Gösterisi

Şubatın ilk haftasonu oğlum Eren'in okul gösterisine gittik. Gösteri; tiyatrolar, konserler gibi birçok sahne eserlerinin de sergilendiği, Tsu ilinin en büyük tiyatro salonu olan Mie Kültür Merkezi'nde (Sougou Bunka Senta) gerçekleşti. Bu gösteriyi, 22 Martta sona erecek olan okulun sene sonu gösterisi olarak kabul edebilirsiniz. Japonya'da okulların Martta sona erip, yeni dönemin Nisanda başladığını not olarak ekleyeyim. Okulların ara verildiği yaz tatili, Japonya'da yarı yıl tatili demek oluyor.

Türkiye'de olduğu gibi Japonya'da da okul gösterileri velilerin gözünü boyamaktan daha büyük bir anlam taşımıyor. Ama arada çok önemli bir ciddiyet ve kalite farkı olduğu da su götürmez bir gerçek. Benim duygularımsa biraz farklıydı. Oğlumu o büyük sahnede görmek, hayatındaki ilk kez rol aldığı tiyatro oyununda onu izlemek benim için son derece heyecan vericiydi.

Gösteride yer alacak oyunlar için roller dağıtılırken, Eren gönüllü olarak Omusubi Kororin[1] adlı oyunda ojiisan (yaşlı amca) rolünü almak istemiş ve istediği de olmuş. Günbegün öğretmeninden aldığımız bilgiye göre epey sıkı bir çalışma yapmış. Tüm çocukların güzel hazırlanmış oldukları onları izlerken anlaşılıyordu zaten. Yaşlarına göre tüm çocuklar gösteri boyunca tiyatro oyunlarında yer aldılar ve koro halinde şarkılar söylediler.

Eşimin anne ve babası torunlarının Japonya'da katıldığı bu ilk gösteride bizi yalnız bırakmadı. Henüz bir buçuk yaşına olan Kayra olan bitenin pek farkında değildi ama gösteri boyunca bize hiçbir zorluk çıkarmadı. Sahneyi dikkatle, sessizce izledi. Bir bakıma bu da onun ilk sahne gösterisi izleme deneyimi oldu. Okuldan bize bildirildiğine göre gelecek yıl da sene sonu gösterisi yine bu sahnede olacak. Eren tekrar bir rol almaya gönüllü olacak mı göreceğiz.
_____________________________________________________________________________
[1] Eski Japon oyunlarından biri. Türkçe'ye tam tercümesi bir zor. Omusubi, pirinçten yapılan, üçgen şekli verilerek yenen geleneksel bir yemek. Kororin ise, yuvarlanırken bir cismin çıkardığı sesin temsili kelimesi (cam kırılmasına "şangır" dememiz gibi). 

26 Şubat 2017 Pazar

Japonya'da İşe Başlamam Üzerine Küçük Bir Not

Bu yazıyı 7 Şubatta LinkedIn'de yayınlamıştım. 
Bugüne kadar 1200 kez okundu, 150 kişi tarafından 
beğenildi ve birçok kez paylaşıldı. Bunun üzerinde 
blogumda da kayıt altında tutmak için aynı şekilde 
buraya da aktarıyorum:

Türkiye'de yaşadıklarımdan sonra tekrar bir işe başlamak gibi bir niyetim yoktu, hâlâ da yok, ama Nisan döneminde küçük oğlumu iyi bir kreşe yazdırma hakkı elde edebilmek için ayda en az 60 saat çalışıyor olduğumu Japonya resmî makamlarına göstermem gerekiyordu.

Şehrin iş bulma kurumuna gittim, bana bir iş önerdiler, olur dedim, ertesi gün işe kabul edildim!

Böylece saat ücretli bir işte çalışmaya başladım.

İşin ilginç tarafı, Türkiye'de 15 yıl deneyimli, İngiltere yüksek lisanslı bir bilgisayar yüksek mühendisi olarak aldığım maaşa neredeyse denk ücret alıyorum.

İşin daha da ilginç tarafı, Türkiye'de, yöneticim seviyesindeki şahsiyetler bana "senin maaşını verdiğimiz birinden daha çok şey bekliyoruz" diyerek maaş verirlerdi (örneğin, kendisine adamlık payesi vermekten çekinmeyen birinci yöneticimin bile bu fiyata satılmaz dediği, sadace lisansı 600k Euro olan bir ürünü satmamı beklerlerdi). Japonya'da ise, "bizim için çok çaba gösterdiğiniz için teşekkür ederiz" deyip, yerlere kadar eğilip selam vererek maaş veriyorlar.

Aradaki farkın sadece bir kültür farkı değil, ahlâk farkı da olduğunu düşünüyorum. Daha önceki bir yazımda da belirttiğim gibi Japonya'daki iş hayatı incelemelerim devam ediyor ve gerekli notları paylaşmak üzere biriktiriyorum. Ama kim bilir; belki Türkiye'de kaybettiğim meslek hayatıma dönme motivasyonumu burada tekrar kazanabilirim.
______________________________________________________________________________
Orijinal yazı: https://www.linkedin.com/pulse/japonyada-i%C5%9Fe-ba%C5%9Flamam-%C3%BCzerine-bir-mutlu-sayar-msc-it

18 Ocak 2017 Çarşamba

Eren'in Okul Arkadaşları

Aile olarak zorlu birkaç gün geçirdik. Geçen hafta Pazartesi günü Japonya'da resmî tatil olması sebebiyle yeni hafta Salı günü başladı. Salı günü aynı zamanda üç hafta süren ara tatil sonrası okulların da ilk günüydü. O gün gayet iyiydik ama ne olduysa ondan sonra oldu.

Çarşamba sabahı Eren'i okula götürürken yeni arabamızla kaza yaptık. Okula bıraktıktan sonra başka işlerimiz de olduğu için dört kişi ailece arabadaydık. Biz kavşağı dönerken karşı taraftan gelen iki araç durup bize yol verdi ama biz geçerken en iç şeritten hızla gelen üçüncü araç bize çarptı. Biz neredeyse kavşağı dönmüştük ama diğer araç sürücüsü hiç hız kesmediği için sol arka kapıya dik açıyla çaptı (Japonya'da trafik soldan akıyor, İngiltere gibi). Çarpmanın etkisiyle arabamız sağ tekerlekleri üzerinde 30-40 derecelik açıyla havalandı. Tam o anda dengeyi bulmak için direksiyonu sağa kırmasaydım devrilebilirdik ve ciddi yaralanmalarla karşı karşıya kalabilirdik. Araba tekrar dört teker üzerine düşüp durduğunda gidiş yönümüzden epey bir sola sapmıştık.

Bu yazıyı yazmaktaki amacımın kaza ile bir ilgisi yok ama vurguyu doğru yapabilmek için biraz bilgi vermem gerekiyor. Devam edeyim.

Kazanın öncesini sonrasını çok teferruatlı anlatmayacağım. Diğer aracın sürücüsü yaşlıydı ve ayakları zor tutuyor gibi güçlükle yürüyebiliyordu. Bizi fark edebileceği, frene basıp durabileceği zamanı vardı. Ani bir fren değil, biraz yavaşlasa bile bu kaza olmazdı. Hiç hız kesmedi ve bize çarptıktan sonra bile metrelerce gittikten sonra durabildi. Hastaneye, ameliyata yetişmeye çalışıyormuş. Belki önüne değil, telefona veya navigasyona bakıyordu. Biraz daha didikleyecek olsak muhtemelen o adamın ehliyetinin iptal edilmesine sebep olacak sağlık sebepleri bile ortaya çıkartabiliriz. Ama sorun o değil. Sonuçta teknik olarak bu kaza benim hatam. Bunu değiştirecek bahane yok. Hız keser, durur, şunu yapar, bunu yapar gibi sebeplerle kendi kaderimi başkasının eline teslim etmemeliydim. Hatta karşı taraf hata yapabilir diye tedbirli olmalıydım. Yirmi küsur yıllık bir araba kullanıcısı olarak daha dikkatli olmam gerekirdi. Kendimi ve ailemi tehlikeye attım. Bunu bu şekilde kabul etmezsem ders çıkartamam.

Dediğim gibi konu kaza değil. Az kaldı.

Diğer aracın çarptığı sol arka kapı tam olarak oğlum Eren'in bulunduğu yerdi. Bir başka değişle, araba Eren'in olduğu yere çarptı. Eşim ilk olarak okula telefon edip Eren'in gelemeyeceğini haber verdi. Eşimin ikinci olarak aradığı kayınpederim birkaç dakika sonra yanımızdaydı. Ne olursa olsun, hem kaza sonrası polise ifade verme, tutanak tutma gibi kargaşanın içinde olmaması, hem de okuldan geri kalmaması için, kayınpederim gelir gelmez Eren'i kucağıma alıp koşarak okula yetiştirdim. Sonra tekrar koşarak kaza yerine döndüm. Üçüncü olarak aradığımız polis biraz gecikmeli geldi. İşlemlerden sonra güne kaldığımız yerden devam ettik. Geçici olarak kullanmak için kayınvalidemin arabasını aldık. Öğleden sonra Eren'i okuldan almaya gittiğimizde öğretmeni yanımıza gelip geçmiş olsun dileklerini iletti. Eren'in gün boyu üzgün olduğunu, sessizce biraz gözyaşı döktüğünü ve öğlen yemeğini iyi yiyemediğini söyledi.

Eve döndükten sonra oğlum evde de ara ara bize kaza hakkında sorular sordu, oyuncak arabalarını çarpıştırarak oyunlar oynadı. Oğlumun kazadan epey etkilendiği anlaşılıyordu. Son birkaç şey daha yazıp sadede geliyorum.

Ertesi gün zorlu bir gündü. Eren bir türlü okula gitmeyi kabul etmedi. Çok ender de olsa daha önce de gitmek istemediği olmuştu ama bu kez çok ısrarlıydı. Üniformasını giymeyi bile kabul etmedi. (Okula zamanında yetiştirebilmek için her gün acele ediyorduk çünkü Eren'in yemek yemesi, giyinmesi biraz zaman alıyordu. Biz de yeteri kadar besin alabilsin, yemeği yarım kalmasın diye tolerans gösteriyorduk. Bu yüzden evden çıkışımızın son anlarını aceleye getiriyorduk. Eğer bu davranışlarımız sebebiyle oğluma kazanın onun yüzünden olduğu hissini vermişsek, araba ile yaptığımızdan daha büyük bir kaza yaptık demektir. Ve bu, arabanın onarılması kadar kolay olmayabilir). Okul kapısından içeri girip teslim etmek üzereydik ki Eren sınıfına gitmeyeceğini söyledi ve tekrar eve dönmek istediğini tutturdu. Ağlamaya başladı. İkna etmek için öğretmeni geldi. Ama Eren çok ısrarlıydı. Israrlarında hiçbir inatçılık yoktu, bir şeyden etkilendiği, üzüldüğü belliydi. Bir başka öğretmenle birlikte dört kişi dil dökmeye başladık ama dakikalarca ikna edemedik.

Esas söyleyeceğim şey işte burası..

Öğretmeni bu kez sınıftan Eren'in arkadaşlarını çağırdı. 

Hepsi geldi. O dört yaşındaki minik çocukların hepsi koşarak bacaklarımın sağından solundan sıyrılıp oğlumun etrafını sardılar, ellerinden tutup "Eren hadi gel, beraber oynayalım" diye sınıfa çağırdılar. Çevresinde zıpladılar, kollarından çekiştirdiler. Kızlardan ikisi eğilip Eren'in ayakkabılarını çıkarmaya çalıştı. Başka bir kız Eren'in çantasını kapıp sınıfın yolunu tuttu. Hayatım boyunca en çok duygulandığım anlardan biriydi. Eşim neredeyse ağlayacaktı. Tüm okul yaşamım boyunca karşılaşmadığım böylesine bir arkadaşlığı, dayanışmayı, destek olmayı, güç vermeyi, içtenliği, samimiyeti, doğallığı o dört yaşındaki çocuklarda gördüm. Asla unutamayacağım bir sahneydi. 

Okulda artık anne baba olarak bizim işimiz kalmamıştı. Oğlumu bırakıp böylece okuldan ayrıldık. Akşam öğretmeni telefon edip Eren'in okulda iyi bir gün geçirdiğini, arkadaşlarıyla güzel oynadığını anlattı. Başka bilgiler ve tavsiyeler de verdi. Oğlum hâlâ sabahları okula gitmekte biraz zorluk çıkartıyor ama artık iyiye gidiyoruz. Arabamızı da gelecek hafta tamirden teslim alacağız. Böylece her iki kazayı da geride bırakmış olacağımızı ümit ediyorum.

6 Ocak 2017 Cuma

Yeni Yıl İçin Paylaşımlar

Yeni yılın ilk satırlarını yazmak için Japonya'da geçirdiğim ilk yılbaşında neler yaptığımızı anlatmak isterdim. Ona da sıra gelecek ama ülkemde art arda o kadar üzücü olaylar oldu ki, güzel şeyler yazarak başlayacak ruh halini kendimde bulamadım. Yeni bir şeyler düşünüp kaleme almak yerine o anlardaki hislerimi dışa vurduğum sosyal medya paylaşımlarımı bu satırlara taşıyarak kayıt altında tutmayı uygun buldum.

Yılbaşı gecesi yeni yılı kutlamak için eğlenen onlarca kişinin kurşunlanarak öldürüldüğü saldırı sonrası 1 Ocak'ta şu satırları yazmıştım:

"Eskiden cuma namazlarına giderdim. Sanırım 2005 yılı sonuydu, yılbaşına birkaç gün kala yine cumaya gitmiştim. Namazdan önce imam anlatıyordu; yılbaşı kutlamak günahtır, yılbaşında hediye vermek gavur adetidir, vallahi de billahi de küfürdür. Yani ben sevdiklerim sevinsin diye hediye alacağım, yeni yıl için güzel dilekler dileyeceğim, ve 'uydum hazır olan imama' diyerek arkasında saf tuttuğum imam beni kafir ilan edecek! Bir daha asla cumaya gitmedim.

Aradan geçen 10 küsur yılda gelinen nokta şu:


O imam gibilerin yetiştiği okullar kat kat arttı, yetişmedikleri dönüştürüldü. O imam gibilerin bağlı olduğu diyanetin başındaki şahıs, birkaç gün önce yılbaşı kutlamasının israf olduğu fetvası verdi, kendisi bizim vergilerle zırhlı Mercedes'e biniyor. O diyanetin bağlı olduğu kurumun o zaman başında olan şahsın bizzat kendisi imam, kendine saray yaptırıp cb oldu, şimdi başkan olacak. O müstakbel başkanın yönettiği ülkede dün yılbaşı gecesi kutlama yapan insanlar kurşuna dizildi, o imam gibilerin ardında saf tutup cuma namazı kaçırmayan tipler 'oh olsun, kafirler, layıklarını bulmuşlar' gibi söylemler üretip, noel babanın başına silah dayama, sünnet etme gibi eylemler yapıyorlar. Ve ben, din konusunun gündemde asla yer tutmadığı, kimsenin kimseye sesini yükseltmediği, yol verdim diye arabanın içinde bile direksiyona kadar eğilip teşekkür eden insanların yaşadığı Japonya'ya yerleştim."


Türk Lirası her geçen gün değer kaybediyor, yabancı yatırımcılar tasi tarağı toplayıp ülkeden kaçıyor, işsizlik artıyor. Bizzat ben, bilgisayar yüksek mühendisi olarak Türkiye'de bir buçuk yıl iş bulamadım. Tüm bunlar olurken iş hayatındaki insanların riyakarlıklarını 4 Ocak'ta şu satırlarla dile getirdim:


"Çöken ekonomiden, haksız terfilerden, torpilli işe alımlardan, yersiz atamalardan, artan işsizlikten, geçim ve gelecek kaygılarından sorumlu tuttukları siyasetçileri, kodamanları, yandaşları Facebook, Twitter gibi yerlerde yerden vuran kişilerin LinkedIn'de her şey harikaymış gibi davranmaları çok ilginç. Onların görmediği ortamlarda esip gürleyip, onların görebilecekleri ortamda çıkarlarını gözeterek süt dökmüş kediye dönenler, şikayet ettikleri ortamın oluşmasında birinci derece suç ortakları olduklarının farkında değiller mi?"



Her yıl bir öncekini aratır oldu ve bu yılın da öyle olması ihtimali beni derinden endişelendiriyor. Öyle ki, ben bu satırları henüz yayınlamamışken, bir de İzmir'den kahredici haber geldi. Onun için de şu tepkiyi verdim:

"Bir ara, hiç subay ölmüyor demişlerdi, subayların şehit haberleri gelmeye başladı; babanın kızına şehvet duyması haram değil dediler, çocuklar tecavüze uğradı; hamile kadın sokakta gezmesin dediler, parkta hamile kadın darp edildi; yılbaşı kutlamayın dediler, yılbaşı kutlayanlara kurşun yağdı; İzmir'de bomba patlamıyor dediler, İzmir'de bomba patladı..."

İnsan gurbetteyken memleketin acılarını daha çok hissediyor, çığlıklarını daha derinde duyuyormuş. Bir tür Nazım Hikmet yalnızlığı yaşıyorum dünyanın diğer ucunda.