31 Ekim 2012 Çarşamba

Hong Kong'da Cadılar Bayramı

Bugün 'Halloween' dedikleri ve bizde Cadılar Bayramı olarak adlandırılan 31 Ekim günü. Asla ilgimi çekmemiş olan ve zaten ülkemizde de pek bir anlamı olmayan bu 'Halloween', günün birinde garip bir tesadüf eseri kendimi içinde bulmamla hayatımın en ilginç anılarından birini yaşattı bana.

İki sene önce işim gereği Çin'in Shenzhen kentine giderken gidiş dönüş biletimi Hong Kong üzerinden almıştım. Dönmeden önce Hong Kong'da iki gün ve bir gece kalma fırsatı bulmuştum. Ve ne tesadüftür ki o gece Cadılar Bayramına denk gelmiş. Birlikte gittiğim arkadaşımla etrafımızda firavunlar, korsanlar vs. görünce birine sorduk ve o günün Cadılar Bayramı olduğu cevabını alınca neler döndüğünü anladık. Şehirde o gece gerçekten de bir Cadilar Bayramı partisi olacakmış ve bizim için artık hedef o partinin olduğu yerdi.

 
Lan Kwai Fong olarak adlandırılan yere geldiğimizde sokaklardan taşan rengarenk bir kalabalığın içinde bulduk kendimizi. İnsanlar etrafı barlarla çevrili sokaklar çemberi içinde, aynı yönde dönüyorlar, uğramak istedikleri bara gelince ayrılıyorlardı. Uğramak istenilen yer kaçırılınca geriye dönme şansı yoktu ve bir tur daha atmak gerekiyordu. Polis, bazı aralıklarda kalabalığı durdurarak dönüş yönünü tersine çevirdi. Biz de gece boyunca diğer insanlarla birlikte bu çemberin içinde döndük, ara ara yorulup kıyıda köşede durup resimler çektik, birkaç değişik barda içkiler içerek yorgunluğumuzu giderdik, sonra tekrar kalabalığın içine karıştık.


Yıllardır kullanmakta olduğum fotoğraf makinemi, içinde yüzlerce resim olduğu halde Çin'de kaybetmiştim. Hong Kong'a geldiğim gün ilk işim yeni bir makine almak oldu ve yeni makinenin ilk resimlerini bu partide çektim. Gecenin ve partinin anlamına uygun bir kılığa sahip olmamama rağmen boynuma asıl profesyönel makineyle gazeteci gibi bir şey zannedilmiş olacağım ki kimin resmini çekmek istediysem ya da kiminle resim çektirmek istediysem hiçbir itirazla karşılaşmadan seve seve poz verdiler. Hatta dansöz kıyafeti içinde olan bir bayandan resmini çekmek için izin istediğimde, resminin çekilmesine değer olmadığını düşündüğünü algıladığım bir ifadeyle "gerçekten mi" diyerek sevinçli bir şekilde poz vermişti. Ama sanırım bu itirazsız kabullerin esas sebebinde, iki gün boyunca gözlemlediğim kadarıyla Hong Kong'daki insanların, Çin'de gördüklerimin aksine, cana yakın ve sevecen olmalarının daha büyük bir payı var.


Gecenin en ilgi çeken tipleri arasında, bir barın ön kısmıyla sokak arasında kalan barikatların üzerine çıkıp müzik eşliğinde dans eden 'gay' tipler vardı. Gerçekten öyle olduklarını sanmıyorum, zira hem tavırları çok zorlama bir yapmacıklık taşıyordu hem de, meselâ, bir gün için o kadar özen gösterme abartısına gerek olmayacağını düşünmüşlerdi ki bacakları tıraşsızdı.

Bayanlar arasında dansöz kıyafetlerini tercih etmiş olanlardan birkaç kişiye rast geldim. Bunun yanı sıra, yakın kültürler olmasının etkisiyle geyşa kimonosundan esinlenilmiş giyseler giyenler de oldukça fazlaydı.

 
Gecenin en göze batan figürlerinden biri ise Beşinci Element filmindeki Leeloo kıyafetini seçmiş olan bayandı. Güzel fiziği ile bu seçiminin hakkını vermişti ve dansöz kıyafeti giyen arkadaşıyla beraber benim kamerama poz verme yakınlığını gösterdi.

 
 
Giysilerine ve makyajlarına fazlasıyla özen göstererek eğlenceye çok daha hazır bir şekilde gelen kişiler ise tüm kameraların hedefindeydi. Çin'de gördüklerimin aksine Hong Kong'lu kızlar çok daha güzel, alımlı ve samimilerdi. Ben de bunlardan bazıları ile birlikte resim çektirme şansına sahip oldum. Örneğin, bence fiziğiyle ve 'fantastik polis' kıyafeti seçimiyle gördüklerimin en çekicisi olarak nitelediğim bir bayan, birlikte resim çekme isteğime hiç itiraz etmedi.
 
 
Sonuç olarak sadece bir gece kalma fırsatı bulabildiğim Hong Kong'da, o gecenin Cadılar Bayramı'na tesadüf etmesiyle hayatımda unutamayacağım bir hatıraya sahip olmuş oldum. İş seyehatinin bir parçası olmadığından yanlış anlaşılmalara sebebiyet vermemek için, ve biraz da öyle bir eğlenceye özlem duyuyor olsam gerek ki 2010 senesindeki bu hatıramı bu satırlara iki sene sonra aktarıyorum. İstanbul'da da böyle bir eğlence tertip edilse güzel olur derdim ama yılbaşlarında Taksim gibi meydanlarda neler yaşandığını bildiğim için mümkün olmadığının farkındayım. Böylece Hong Kong gibi küçük bir yerde insanların görgü düzeylerinin de yüksek olsa gerektiği ortaya çıkıyor. Bir gün farklı bir ülkede, başka bir Cadılar Bayramında yine böyle bir eğlencenin içinde yer almayı hedeflerim arasına almış bulunuyorum. Tabii bu sefer daha isabetli bir kıyafet ile.

29 Ekim 2012 Pazartesi

Bağdat Caddesi'nde 29 Ekim 2012

29 Ekim Cumhuriyet Bayramımızı, Bağdat Caddesi'ndeki görkemli yürüşümüzle kutladık. Dinci ekiplerin yasaklama, göz korkutma ve tehditleri Atatürk'ün evlatları olan biz cumhuriyetçiler tarafından büyük bir tokat yedi. Hatta bu tehditler insanlarda tepki verme dürtüsünü de körüklemiş olacak ki Bağdat Caddesi her sene olduğundan daha kalabalıktı ve insanlar çok daha coşkuluydu.

 
 
Altı aylık oğlumun da ilk Cumhuriyet Bayramı idi. O, cumhuriyetin ne büyük bir nimet olduğunu henüz anlayamıyor ama kırmızılara bürünmüş insan kalabalığının içinde etrafını izlerken çok keyifli görünüyordu. Aşağıdaki resimde ağladığına bakmayın; bunun sebebi onu kalabalığı izleme eğlencesinden resim çekmek üzere alıkoyduğumuz için :)


Bugün, daha uzun süre bu kutlamaların içinde yer almayı isterdim ama anne-baba sorumluluklarımız gereği, oğlumun beslenme, banyo, uyku saatlerini göz önünde bulundurarak erken eve dönmek durumundaydık. Nihayet, bu sorumluluklarımızın son aşaması olarak Eren'i az önce uyuttuk. Ben de bilgisayaramın başında, bir taraftan Bağdat Caddesi'nden gelen şarkıların sesi eşliğinde bu satırları yazıyorum.

Birkaç satır da bugün yaşananların tarihten çağrıştırdıklarını yazayım:
 
İkinci Meşrutiyet'in 1908'deki ilanı ile 23 Temmuz tarihi Osmanlı'nın ilk millî bayramı oldu ve Cumhuriyet sonrası bile 1935'e kadar kutlanmaya devam etti. Dönemlerine göre İyd-i Millî ve Hürriyet Bayramı olarak anıldı. Bu kutlamalarda da halk bayraklarla yürüyüşler yapardı, hatta yürüyüş düzeni, yürüyüş sırasında kılık kıyafet, söylenecek marşlar gibi ayrıntılar tören talimatnamesinde yer alırdı. Birinci Dünya Savaşı'nın kaybedilmesi ile ülke işgal edildi. 1919'da bu bayramda kutlama yapılması yasaklandı. 1920 yılında da işgal altındaki İstanbul'da tören yapılması yasaklandı.

Bu tarihsel verileri göz önüne alırsak bugünlerde yaşadığımız 19 Mayıs, 30 Ağustos, 29 Ekim gibi millî bayramlarımızda kutlama yapılmasının, yürüyüşlerin yasaklanmasının, "kutlama olursa valilik gereğini yapar" gibi tehditlerin ülkeyi yönetenler tarafından dile getirilmesinin, Birinci Dünya Savaşı sonrası işgal altında kendini emperyalizme teslim etmiş olan ülke yönetiminin uygulamalarıyla örtüşüyor olması manidardır.

Bugün Ankara'da, yani Türkiye Cumhuriyeti'nin başketinde polisin, cumhuriyeti kutlayan halka karşı basınçlı su ve biber gazı kullanması, yıllardır süregelen ulus düşmanı siyasetin bugün geldiği noktadır ve bundan sonra götürülmek istenen hedefin yeni bir aşamasıdır. Gelecek sene 29 Ekim öncesinde yetkililerden "geçen sene yaşananların tekrarlanmaması için bu sene önlemleri artıracağız" gibi bir açıklama gelirse şaşırmamak gerekir.

kaynaklar: Atlas Tarih 2012-13.sayı, Vikipedi

27 Ekim 2012 Cumartesi

Anneler ve Babalar

Ekim ayında güzel havaları yakalayınca soluğu dışarıda almak gerek. Üstüne bir de bayram tatili varsa ve İstanbul dışına çıkmadıysanız, nispeten daha tenha olan Bağdat Caddesi'nde yürüyüş yapıp bir kahve içmenin keyfini çıkarmak ayrıcalık sayılır. İşte böyle bir günde, neredeyse 20 senelik arkadaşımla buluşup eşlerimiz ve çocuklarımızla caddenin tadını çıkardık.


Yolda karşılaştığımız diğer bir eski arkadaşım, eşi ve kızı ile bize katılınca harika bir bayram günü geçirmiş olduk. Henüz 4,5 ve 14 aylık olan çocuklarımızla aşağıdaki resimleri çekerek günün hatırasını kayıt altına aldık.

26 Ekim 2012 Cuma

PS3'e Türkçe Güncellemesi

Ne de olsa her şey para!

PlayStation 3 Amerika ve Japonya'da 2006 sonlarında, Avrupa ve Türkiye'de ise 2007 başlarında satışa çıktı. Bendeniz ilk satın alanlardan biriyim. Hatta satışa çıkış tarihinden bir gün önce beni mağazadan aramışlardı, dağıtımın yapıldığını haber vermişlerdi ve o gün almıştım. Sony, 6 seneye yakın bir zaman dilimi içinde işletim sistemini Türkçe yapmak için hiç bir girişimde bulunmadı. Fince'den Norveççe'ye kadar, çok az konuşulan ülke dilleri ise başından beri seçenekler arasındaydı.

Ancak bugün yayımlanan 4.30 güncelleme sürümüyle artık Türkçe de seçenekler arasında. Bunun sebebini anlamak zor değil. Yaklaşık bir seneden beri PSN'den (Playstation Network) artık yeni çıkan PS3 oyunlarını satın alıp sisteme indirmek mümkün. PS3 çıktığından beri Türkiye'de -her şeyde olduğu gibi- dışarıda satılan oyunlar diğer ülkelerdeki satış fiyatlarının yaklaşık iki katı. Bu sebeple kullanıcılar (ben de dahil) oyunları yurtdışından alıyorlardı. Uğraşmak istemeyenler ya da haberi olmayanlar ise raftan alıp iki kat para veriyorlardı. Oyunların, raflarda yerini aldıkları ilk gün fiyatları yaklaşı 180 lira. Ancak PSN fiyatları 129 liradan açılıyor. Yurtdışında ise rafa konuş fiyatı neyse PSN fiyatı da aynı.

Geçenlerde arabada giderken radyoda bir haber vardı. Haberde oyunların internet üzerinden satın alımları gitgide artıyormuş ve Türkiye ise bu listenin başında yer alıyormuş. Durumlar böyle olunca Sony'nin aklı başına gelmiş olacak ki derhal yeni güncellemeye Türkçe'yi de ekleyivermişler. Önümüzdeki senelerde PS4 çıkarsa muhtemelen Türkçe ilk gün sürümünde olacaktır. Hatta Japonya ve Amerika ile aynı tarihte çıkartırlarsa bile şaşmamak gerekir.

Zeytindağı, Siddhartha, Son Şeyler Ülkesinde

Oğlumun doğumunun altıncı ayı, benim de işsizliğimin dördüncü ayı dolmak üzere. Kurban Bayramı için Adana'ya gitmeye, arabayla yola çıkıp Eskişehir, Ankara ve Konya'ya uğrayarak biraz gezmeye niyetlenmiştik ama hafta boyunca her yer çok yağışlı göründüğü için, biraz da oğlumun durumunu göz önünde tutarak vazgeçtik. Bayramı, boşalan İstanbul'da geçiriyoruz. Bu dönemi Japonca çalışarak ve kitap okuyarak geçirmeye devam ediyorum. Yazımın geri kalanına okuduğum son kitaplardan bahsederek devam edeceğim.

 
Falih Rıfkı Atay'ın Zeytindağı kitabı, pek çok açıdan çok faydalandığım bir eser oldu. Bu sebeple yazımda, ilk ve en geniş yeri bu kitaba ayırmayı uygun buldum.

Önce birkaç bilgi vereyim: Zeytindağı, günümüzde İsrail sınırları içinde yer alan bir tepenin Türkçe adıdır. Kudüs'ün doğusunda yer alır. Musevîlere göre Yahudi milletinin kurtarıcısı Mesih'in, Zeytindağı üzerinden Kudüs'e geleceği aktarılır. Hıristiyanlara göre, İsa Zeytindağı'nda ibadet ederken kendisine peygamberlik görevi verildiği anlatılır (Barnabas İncili). Bazı müslümanlar ise Sırat köprüsünün, Kidron Vadisi ile Zeytindağı arasında kurulacağıni söyler (bu düşünce Kur'an dışıdır). Üç dinin mensupları tarafından böylesine önem arz eden ve 20.yy. başlarına kadar Osmanlı idaresinde kalan Zeytindağı, Atay'ın, askerlik görevinde bulunduğu ve öncesiyle sonrasıyla bu dönem içindeki gözlemleri, yaşananları kitabında ele aldığı yer. Yazar, eserinde, Osmanlı'nın son dönemlerinde olan gelişmeleri, görevli olarak yanına gittiği Cemal Paşa'yı odaklayarak yazmış*.

Falih Rıfkı Atay, bu kitapta bize Atatürk ile ilk karşılaşmasını şöyle anlatıyor:
Balkan Harbi sonrası Edirne 1913'te geri alınır. Enver Paşa bir tümen komutanıdır ve Edirne'ye kendi tümeninin girmesini ister. Atay o sırada Tanin gazetesinde çalışıyor ve henüz 19 yaşında. "Enver, Balkan Savaşı'nın ilk fetih şerefini rakiplerine bırakmamak için, süvarisini olanca hızıyla ileri atmış, bu yüzden eski arkadaşları ile arası açılmış. Hacı Âdil (dönemin Edirne valisi. MS.), Dimetoka'ya uğrayarak, bu soğukluğu gidermeye çalışacakmış." Dimetoka'da genişçe bir salonda toplanılır. Hacı Âdil, paşalar, vs. üst safta yer alırlar. "Aşağıya doğru öteki misafirlerin arasında bir kurmay göze çarpıyordu. Sarışın, sert ve bakınırken gözlerine takılmamak imkansız! Hacı Âdil, arasıra ona dönüyor. Belli ki rütbesi ile nisbetsiz bir önemi var... Salondan çıktıktan sonra Hacı Âdil'e bu zatın kim olduğunu sordum. Mustafa Kemal Bey, dedi. Sonra biraz şaşıca gözlerini mânâlaştırarak ilave etti: Yamandır!"

Okudukça, bugünkü Türkiye siyasî yönetiminin, zihniyet ve eylem olarak nasıl da yüz yıl öncekine dönmekte olduğunu da göreceksiniz. Meselâ, yazar, Zeytindağı'nda askerlik görevini yaptığı sıradaki şu gözlemini de kitabında aktarıyor. "Türkleşmiş hiçbir Arap gömedikten başka, Araplaşmamış Türk'e az rastgeliyordum." Bu sözler bana, ister istemez bugünkü malıye bakanının "Arap köklerimize dönmeliyiz" beyanatını hatırlattı. Halbuki kendisi İngiliz vatandaşıdır ve Kürttür. Atay, diğer bölümde şöyle devam ediyor: "Arap meselesi denen şey Türk düşmanlığı hissi idi."

Atay, kitabın sonlarına doğru, Türk evlatlarının Türk olmayan yerleri savunurken verdiği canlara, siyasî kepazeliklere ve tüm kayıplardan sonra Atatürk'ün ortaya çıkıp istiklâl mücadelesini başlatmasına dikkati çekerek şu özeti yapıyor: "İşte size kitabın özü: İlim ve vatan adamı olunuz. Hiçbiri yalnız başına, ne sizi, ne de milletini kurtarabilir."

***
Hermann Hesse'nin 1946 Nobel Edebiyat ödülüne lâyık görüldüğü eseri Siddhartha şiirsel bir üslupla yazılmış, insanı, okudukça huzurla dolduran bir eser. Bu üslubu yansıtan çevirmenin (Kâmuran Şipal) hakkını da vermek gerekir. İki dünya savaşı kaybetmiş Almanya'nın savaş karşıtı yazarı Hesse, Siddhartha ile, eserlerine taşıdığı doğu kültürü, gizemi ve yaşam felsefesini en iyi şekliyle yansıtarak, kendi deyimiyle "tüm dinlerde, insanların benimsediği tüm inanış biçimlerinde ortak olan yanı, tüm ulusal ayrımları aşan, tüm ırkların, tüm bireylerin benimseyebileceği şeyi yakalamaya" çalışmış.
 
Paul Auster, Son Şeyler Ülkesinde adlı kitabında çok farklı bir resim çizerek, okuyucuyu, yaşamın sonuna yaklaşıldığı bir zamanda, insanın hayatta kalma adına yaptığı son mücadelelerini ve bu mücadeleler içinde bile bulduğu dostlukları, aşkları, sevinçleri, ağabeyini bulmak adına yola çıkan Anna isimli bir kızın gözünden anlatıyor. Yazar, bu hayalî dünyayı yansıtırkek kullandığı tasvirler ile gerçekten çok iyi bir iş çıkarmış. Bu kitabı okumanın başlıbaşına farklı bir deneyim olduğu düşüncesindeyim.

* Cemal Paşa, İttihat ve Terakki Cemiyeti önderlerinden olup Üç Paşalar İktidarı olarak bilinen dönemin (1913-1918) üç paşasından biri (diğerleri: Enver ve Talat paşalar). Birinci Dünya Savaşı'nda Filistin Cephesi komutanı idi.

22 Ekim 2012 Pazartesi

Doğaçlama Tava Böreği

Sigara böreği yapma niyetiyle aldığımız yufkalar ve lor peyniri ile, son anda yaptığımız (daha doğrusu yaptığım) bir karar değişikliğiyle tava böreği yapalım dedik. Daha önce hiç yapmadığım, tamamen doğaçlama olarak, 'acaba bir şeye benzer mi' düşüncesiyle tavayı yağlayıp, üzerine yufkayı serip, peyniri serpiştirip, yufka parçalarıyla katlandırıp, ve nihayet serili yufkayı üzerine kapatıp ocakta pişirmeye koyulduk. Sonuç, eşimin söylemiyle beklenenden daha iyi oldu. Böylece biz de bu öğlen aç kalmamış olduk:)



21 Ekim 2012 Pazar

12 Ekim 2012 Cuma

Kimi-chan ve Gül Kitapları

Eşimin İstanbul'daki arkadaşlarından Yumi'nin üçüncü çocuğu Kimi-chan iki hafta önce dünyaya geldi. Biz de dün ziyaretine gittik. Yabancı bir ülkede üç küçük çocuğa bakmak çok zor olsa gerek ama tanıdığım kadarıyla Yumi güçlü bir kadın. Kimi-chan'ın minik ellerine dokunmak tarif edilmesi çok zor bir haz. İki haftalık bir bebeğin ne kadar tatlı olabileceğini böylece yeniden hatırlamış oldum.


***
Son bitirdiğim iki kitapta da, birbirinden çok farklı anlamlar çerçevesinde, 'gül' temaları işlenmişti. Foucault Sarkacı, okuduğum en zor ama en güzel kitaplardan biriydi. Söz konusu Umberto Eco olunca, eserin zor (hele hele 1000 sayfalık bir kitapsa) olmamasına da, güzel olmamasına da, ama hepsinden de öte öğretici yüzlerce unsurla dolu olmamasına da imkan yoktur. Bir elimde kitap, bir yanımda 'google' açık bilgisayarım, saatlerce okuyup tanımlanan yerleri, simgeleri, kişileri, kurumları, tarihsel ögeleri inceleyerek bir çok yeni bilgi edinmiş oldum.


Foucault Sarkacı; Tapınakçıları, Gül-Haçları konu alan ve onlarla ilgili hemen hemen her şeye dokunan bir kitap. Öyle ki, Eco, yine aynı konuyu ele alan -benim de çok beğenerek okuduğum- Da Vinci Şifresi ve onun yazarı Dan Brown için şöyle söylüyor: "Kitabı okumak zorunda bırakıldım çünkü herkes bana onun hakkında soruyordu. Bence Dan Brown benim Foucault Sarkacı kitabımdaki karakterlerden biri." Eco'nun bilgeliğine dayandırdığı egosu bir kenara, kitabı okurken ben de haklı olduğu sanısına kapılmadım desem yalan olur.

Kayıp Gül, okuduğum ilk Serdar Özkan kitabıydı. Onlarca dile çevirisi yapılmış ve bir çok ülkede yayınlanmış bir kitap olması benim ilgimi artırmıştı ve okumaya böylece karar verdim. Bir nefeste okunacak kadar kısa, güzel bir öyküydü. Ama bu kadar ilgi uyandıracak, bir çok ülkede yayınlanacak nesi vardı diye düşünmeden edemedim. Bugünlerde, kitapçılarda, bu kitabın devamı niteliğinde yeni bir kitap daha çıkmış. Bende, hemen alayım, diye bir heyecan uyandırdığını pek söyleyemeyeceğim.

2 Ekim 2012 Salı

Annem ve Oğlum

Annemi bugün Adana'ya yolcu ettik. İlginçtir, bu kez, torunundan ayrılmak benden ayrılmaktan daha zor geldi. Şimdiye kadar her sene Ekim ayından çok daha önce Adana'ya dönerdi ama bu sefer torunundan ayrılmaya gönlü bir türlü razı olmadı.

Halen salonumuzda duran çok güzel, eski bir resmimiz var. Resimde ben 4 aylık bir bebekken annemin kollarındayım. Aradan 37 sene geçti ve bu sefer annem ve oğlumu benzer bir resimde biraraya getirmek istedim. İşte bu iki resmi yanyana koyarak bu sayfada paylaşıyorum. Ben ve oğlum ne kadar benzeşiyoruz yorumunu size bırakıyorum. Ama arada 37 sene fark olmasına rağmen annemin gözleri aynı ifadeyi yansıtıyor.