28 Kasım 2012 Çarşamba

Hac'da Trovatore

Paulo Coelho, ünlü eseri Simyacı'ya ilham kaynağı olan, Hıristiyanların 1000 yıldır yürüdükleri Pireneler'den Santiago'ya uzanan 700 kilometrelik kutsal hac yolundaki yürüyüşünü konu ettiği Hac kitabında, başından geçen olaylara ve edindiği deneyimlere yer veriyor. Kitabı okurken bana çok tanıdık gelen bir olayın anlatımına rastladım. Yazar, rehberi ile birlikte Estella kasabasına varıyor ve bir şeyler içmek için uğradıkları barda konuşurken onları dinlemekte olan bar sahibi ile atışmaya başlıyorlar.

Geçen konuşmada anlatılan olay şu ki, kasabanın meydanında bir çingene, büyücülük ve okunmuş ekmeğe sövmekle suçlanarak diri diri yakılmış. Çingene ölmeden önce, şeytanlarının köydeki en küçük çocuğa geçeceğini, o çocuk yaşlanıp ölünce de bir başka çocuğa geçeceğini, bunun yüzyıllar boyunca böyle sürüp gideceğini söyleyerek kasabayı lanetlemiş.

 
Bu olay Giuseppe Verdi'nin Il Trovatore operasında geçen olay ile neredeyse aynı. 11.yüzyılda, yine İspanya'da geçen bu hikayede, Kont, ikinci bir oğula sahip olur ve henüz bebekken bir çingene kadın onları görüp bebeğin yanına gelerek dualar eder. Amacı Konttan biraz para kopartabilmektir belki de, ancak çingene kadın oradan hemen uzaklaştırılır. Aynı akşam bebek hastalanmıştır ve Kontun ailesi çingene büyü yaptığı için bebeğin hastalandığı sonucuna varır. Çingeneyi yakalatırlar ve diri diri yakarlar. Ateşler içindeki çingene ölemden önce, kızına seslenerek intikamını almasını ister. Olaylar çok başka şekil alır ama gerisini bu satırlarda yazmayacağım.


Il Trovatore, en sevdiğim operalarından biridir. Hac kitabının da iyi bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Ancak bu benzerlik gerçekten bana şaşırtıcı geldi. Internette bu olayı çok araştırdım ama bir ize rastlamadım. Kitaba göre, İspanya İç Savaşı patlak verince olay unutulmuş ve sadece kasabada yaşayanlarca hatırlanıyormuş. Yıl olarak karşılaştırdığımda ise, Il Trovatore 1853 senesinde ilk kez sahnelendi, kitaba göre Estella'daki olay ise 1936 senesinde geçiyor.* Eğer -kitaptaki anlatıma göre öyle görünmüyor ama- olay yazarın kurmacasıysa Il Trovatore'den esinlenmiş olabileceği ihtimali kuvvetli görünüyor. Ama eğer gerçekse anlaşılan o ki, İspanya'da çingenelerin "kara büyüleri" ve onları diri diri yakmak, yaygın bir düşünce olsa gerek.**

* Yazar, yolculuğa 1986'da çıkmış ve olayın zamanı "50 sene önce" olarak belirtilmiş.
** Il Trovatore operası İtalyancadır, bestecisi G.Verdi ve libretto yazarları da İtalyandır. Ancak eserin esas hikayesi İspanyol yazar Antonio Garcia Gutierrez'in El Trovador isimli İspanyolca tiyatro oyunundan uyarlanmıştır.

26 Kasım 2012 Pazartesi

Mum Işığında Kitap Okumak

Bugünlerde içinde bulunduğumuz bölgedeki tüm sokaklarda fiberoptik kablo döşeme çalışmaları yapılıyor. Gürültüsü, tozu, görüntü çirkinliği, sokaklarda rahat yürümeye engel oluşu derken olanlar oldu ve asfalt kesici, sokağın elektrik hattını da kesti. Böylece uzun zaman sonra, 20 Kasımda elektriksiz bir gün geçirdik.

Bu elektrik kesintisinde kullanabileceğimiz ışık kaynağı ise 2002 senesinde arkadaşımın doğum günüm için hediye ettiği ile daha sonraki senelerden birinde kuzenimin verdiği süs mumları oldu. Oğlumu da uyutmuştuk ki geriye yapılacak bir tek şey kalıyordu: mum ışığında kitap okumak.


Ben çocukken Adana'da sık sık elektrik kesilirdi ve uzun süre elektriksiz kaldığımız olurdu. Ancak o zamanlar elektriğe bu kadar bağımlı değildik. Sadece televizyonun çalışmaması, babamın deyimiyle 'ajansı' izlemeye engel olurdu ki zaten bir tane kanal vardı. Ocaklarda tüp kullanılırdı, ışık sorununu da mumla hallederdik. O zamanar 10 santim kadar uzunlukta beyaz mumlar vardı her evde. Elektrik gitti miydi onlar yakılırdı. Önce ucundaki ip tutuşuşturulur, mum yan tutularak eriyen damlalar bir fincan tabağına ya da çay tabağına damlatılır, sonra da mum o damlaların üzerine oturtulup sabit kalması sağlanırdı. Odayı aydınlatacak yüksek yer olarak da genellikle televizyon üstü seçilirdi. Ders çalışmak gerekiyorsa bir mum da benim odamdaki masaya, yemek hazırlama saatiyse bir mum da mutfağa giderdi.

Ülkedeki elektrik ihtiyacı arttı çünkü teknoloji bağımlılığı arttı ama bunların yanında ülkedeki kazmaların sayısında da eksilme olmadı. İşte o kazmalardan bir ekip, kablo döşenecek sokağın asfaltını keserken sokağın elektrik kablolarını da kesti. Sokaklardaki pislik halen temizlenmiş değil, kesik kablolar hâlâ kaldırımlarda, molozlar temizlenmedi, çukurlar kapatılmadı. İnşallah temizlenmesi için yağmur yağması, düzeltilmesi için de seçimler beklenmez.

18 Kasım 2012 Pazar

Emerik'in Keşfi

Atatürk'ün yaveri Cevat Abbas Gürer o geceyi şöyle anlatıyor:
"Böyle bir gecenin yarısından sonra idi. Meşhur Rus âlimi Pekarskiy'in Yakut Lugatini tetkik eden Atatürk'ün 'Emerik' kelimesine gözü ilişmişti..."


Yakut Türkleri ya da Sahalar bugünkü Rusya Federasyonu içinde yer alan Saha Cumhuriyeti ya da diğer adıyla Yakutistan'da varlıklarını sürdürüyorlar. Yakutistan bugünkü Rusya Federasyonu'nun beşte birlik alanını kaplıyor. Konuştukları Yakutça ya da diğer adıyla Saha Türkçesi ise Türk Dillerinin kuzey öbeğine bağlı dallarından biridir. Kendine özgü Yakut Alfabesi vardır. Özetle düpedüz Türktür. Örneğin, bazı Yakut Türkçesi sözler ve Türkiye Türkçesi karşılığı şöyledir:
Min ubayım= Benim abim
Bihigi at minen barıahpıt=Biz at binip gideceğiz.

Cevat Abbas Gürer şöyle devam ediyor:
"...(Atatürk)Durdu ve kendi kendine gülmeye başladı. Derin bir haz ve neşe içinde gözlüğünü çıkardı..."

Bugün dikte edilen yaygın öğreti Amerika'nın Kristof Kolomb tarafından keşfedildiği ve Ameriko Vespuçi'nin adına izafe edildiğidir. Ancak herkesin bildiği bir diğer konu, Amerika'ya ayak basan Kolomb'un Hindistan'a vardığını zannettiği, ve keşfettiği(!) yerin Amerika olduğunu öğrenemeden öldüğüdür. İşin esas örtülen tarafı ise şudur ki, Amerika aslında Türkler tarafından keşfedilmiştir ve ismini de Türkler koymuştur.

Cevat Abbas Gürer anlatısını sürdürüyor:
"...Meğer bulduğu 'emerik' kelimesi Türk Yakut Dilinde 'denizle ayrılmış arazi parçası' demekmiş..."

Anlamı 'denizle ayrılmış arazi parçası' olan Emerik sözcüğü göz önüne alındığında, kıtaya adını veren sözcüğün bir gemicinin adı olduğuna inanmak mantıklı mı gerçekten; hele hele keşfeden kendisi bile değilken? Tabii ki dil benzerliğiyle bu kanıya varmak olmaz. Öyleyse III. Türk Dil Kurultayı 3.gün 1.toplantısında sunulan Genel Sekreterlik Raporu'ndaki ifadeye bakalım:
"Bu kıtaya Amerika isminin Ameriko Vespuçi'nin adına göre verildiği iddiasına karşı, daha bundan önce Nikaragua yerlilerinin Amerika adını kullandıklarını yine Avrupalı coğrafya ve tarih uzmanlarının kitaplarında bulduktan, Yakut Lügati'nde Emerik kelimesine de hâlâ yaşayan bir söz olarak rast geldikten sonra..." Tekrar edelim: Kıtanın yerlileri Ameriko Vespuçi nedir, kimdir bilmeden yaşadıkları yere zaten Amerika diyorlardı. Ve bunu, Vespuçi'nin vatanı olan Avrupalı uzmanlar bizzat kayda geçirmişlerdi.

 
Biraz daha araştırınca "Amerigo isminin Ortaçağ Latincesindeki Emericus (telaffuzu: 'emerikus')kelimesinden türediği" bilgisine ulaştım. Ancak emericus'un anlamına, çevrimiçi latince sözlükler de dahil herhangi bir yerde ulaşamadım. Türkçe Emerik ve Latince Emericus kelimelerinin benzerliğine, hatta -us eki olmadan birebir aynı olduğuna da dikkat çekelim.

Bir başka yere daha dikkat çekelim: Türk ve Kaykos Adaları (Turks and Caicos Islands) diye bir ülke vardır, bu ülke Atlas Okyanusu'nda, Karayipler yakınlarında yer alır ve günümüzde İngiltere'nin sömürgesidir. 38 adadan oluşur, başkenti Büyük Türk'tür (Grand Turk). 'Caicos' bildiğiniz 'kayık' kelimesinin türevidir. Büyük Türk (Grand Turk) adı ise Sultan Süleyman için kullanılan ünvanlardan biridir (Kanunî gibi). Kolomb'dan çok önce burayı keşfeden Türklerce isimlendirilmiştir. 1869'da İngilizlerce değiştirilene kadar bayrağında Türklüğü simgeleyen Ay-Yıldızlar vardır.

 
İngilizler ismini de değiştirmek istemişlerdir ama ada halkı tepki gösterince yapamamışlardır. Bakmışlar olmuyor, adanın simgelerinden olan, yeni bayrağına da yerleştirilen bir kaktüs türü imdatlarına yetişmiş, kaktüsün tepesi "Türk fesine benziyor" diye öyle deniyor söylentisini yaymışlardır. Kaynakların bir çoğu bu şekilde yazar ama "İngilizler niye daha önce bu Türk fesine benzeyen katüsü bayrağa yerleştirmemişlerdi de Ay-yıldızı tercih etmişlerdi" sorusu cevaplanamıyor. Ya da daha basit sorular soralım: ada halkı kaktüsü Türk fesine benzettiğine göre fesli Türkü nerede gördüler? Zira fes adını Türk'ten değil Fas'ın Fes şehrinden alır, Türklerde 1829'da kullanılmaya başlanmıştır. Haydi bunlar tuttu diyelim, Kayık'ı nasıl açıklarsınız? Yoksa Türk kayığına benzeyen bir de palmiye türü mü buldunuz?
 


 
Bu adalar, Piri Reis'in haritalarında da vardır. Şimdi tekrar dikkat çekelim: Türkçe Emerik nasıl Latince Emeric('k')us ile benzeşiyorsa, Latinler, adanın ismindeki Türkçe Kayık'ı da Kaykos yapmışlardır. Latincede kullanılan kelime sonundaki -ium, -us gibi takılar çıkartıldığında Türkçe kökenli oldukları anlaşılacak pek çok kelime bulunacaktır. Zira, Cumhuriyetin ilk tarih profesörlerinden biri olan ve Türk Tarih Tezi'ni ortaya koyan tarihçiler arasında yer alan Afet İnan'ın söylemiyle "Latin medeniyetinin esasını kuranlar Etrüsk denilen Türklerdir."


Cevat Abbas Gürer şöyle tamamlıyor:
"...(Atatürk) Emerik kelimesinin Amerika'nın kâşiflerinin tarihiyle, Yakut Türklerinin kıdemleri (kökenleri) tarihini mukayese ederek, 'Amerika'nın adını büyük ecdad koymuştur. Evet; Kristof Kolomb'dan sonra Amerika'ya muhtelif zamanlarda dört defa seyahat eden Floransalı gemici Ameriko Vespuçi adına izafe edilen Amerika kıtasına Avrupa kâşiflerinden çok evvel Asya'dan geçenlerin yeni tetkiklerle kıdemlerini biliyoruz.' buyurdular."

***
kaynaklar:
Atatürk ve Kayıp Kıta Mu 2/Köken, Sinan Meydan
Vikipedi, Wikipedia
Son Truvalılar, Sinan Meydan
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/yg/habergoster.php?haber=5417
http://www.gureryayinlari.com/index.php?act=viewProd&productId=14
http://www.crwflags.com/fotw/flags/tc_his.html
http://www.worldatlas.com/webimage/countrys/namerica/caribb/tc.htm
http://www.grandturkinn.com/

7 Kasım 2012 Çarşamba

İznik

Ani bir kararla İstanbul dışında bir yerlere gezmeye gidelim dedik. Eskişehir mi, Ankara mı derken İznik'te karar kıldık. Karar verdiğimizin ertesi günü, yani dün sabah erkenden arabayla yola çıktık. Eskihisar-Topçular vapuruyla Yalova'ya, oradan da Orhangazi üzerinden İznik'e geçtik.

Orhangazi'den itibaren sağ tarafımıza İznik Gölü'nü alıp her iki yanımızda zeytinlikler arasında kalan yolda sürdürdük seyrimizin son kesimini. Bu seyir sırasında birkaç kez durarak hem gölün güzel görünümünü hem de zeytin toplayan köylülerin resimlerini çektik. İznik'e vardığımızda saat 11 olmuştu.


Eşimin çok önce Japonya'dan getirdiği Türkiye rehber kitabı üzerinde göz gezdirerek etrafta kısa bir keşif gözlemi ve gezi planı yaptıktan sonra yemeğe oturduk. Eşimin kitabında Kar-pi diye bir restoran gösteriliyordu ve biz de yemeği burada yemek istiyorduk ama orasının kapanıp yerine başka bir yer açıldığını öğrendik. Bunun üzerine yemeğimizi farklı bir yerde yedik ve sonrasında gezimize başladık.


Bizans Dönemi'ne ait sur kalıntılarının arasında kalmış olan İznik, yaklaşık bir kilometre karelik bir alan içinde kalıyor. İki ana caddesi, Kılıçaslan ve Atatürk Caddeleri, surların iç alanında bir haç şekli oluşturup merkeze yakın yerde kesişerek İznik'in dört ucuna boydan boya uzanıyorlar.


Osmanlı öncesi döneme ait olan Roma Tiyatrosu ve Çini Fırınları'nda kazı çalışmaları devam ediyordu. Osmanlı döneminin hamam ve camii gibi yapıları ise ziyarete ve kullanıma açıktı. Artık İznik Müzesi olan ve Roma dönemine ait eserleri de barındıran Nilüfer Hatun İmareti de restorasyon çalışmaları sebebiyle ziyarete kapalıydı.


Ayasofya Camii ya da diğer adlandırılışıyla Orhan Camii, Romalılar döneminde de ibadethane olarak kullanılmaktayken, 4.yy'da bu kalıntılar üzerine kilise yapılmış, 1331 İznik Fethi ile camiye dönüştürmüş. Hıristiyanlık tarihinin iki konsiline ev sahipliği yapmış olan İznik'teki ikinci kosil (toplamda yedinci konsil) 787'de işte bu çatının altında toplanmıştır. İşgalci Yunanlıların 1920 yılında yangına verip yıkmasına rağmen bu yapı, tekrar restore edilerek, binlerce yıllık bir ibadethane olma özelliğini bugün de sürdürüyor.
 
 
İznik denince akla ilk gelen şeylerin başında elbette ki çiniler geliyor. İstanbul'da Kapalı Çarşı ve çevresinde satılan tabakları, kaseleri, fayansları ve çinili süs eşyalarını, bu sefer Nilüfer Hatun Çini Çarşısı'nda sıralanmış küçük dükkanlarda, sanatçıların ellerinde şekillenirken görme şansına sahip olduk.


"Hep erkek var. Kadınlar nerede?" Eşime ait olan bu sözler, İznik'te geçirdiğimiz birkaç saatte gözlemlediklerimizden biri. Gerçekten de neredeyse hiç kadın görmedik. Gördüklerimiz genelde mağaza çalışanlarıydı ve dışarıda gördüklerimiz de genelde kapalı kadınlardı. Okul öğrencisi kızların hemen hemen tamamı erkek öğrenciler gibi pantolon giyiyordu. Etek giyenlerin de etekleri uzun ve çorapları kalındı. Neredeyse tamamı bayan olan tek yer Çini Çarşısı'ydı ve onlar genelde başları açık genç hanımlardı. Yukarıdaki resmin en sağındaki seramik kaftanların olduğu dükkandaki kız 16 yaşında bir stajerdi.

Diğer gözlemlerimizden biri de etrafta dilenci olmamasıydı. Yürüyüşümüz sırasında bedensel ve zihinsel engelli birisine rastladım. Esnaf bu kişiyle şakalaşıyordu ve hiçbir küçümseme, alay etme belirtisi yoktu. Herkesin birbirini tanıdığı böylesine küçük bir yerde dayanışma ve yardımlaşma da vardır elbette. Meselâ, her yerden duyulacak şekilde yerleştirilmiş olan hoparlörlerden vefat duyurusu yapıldı ve filancanın oğlu falancanın vefat ettiği şeklindeydi.

Eve dönüş yolculuğuna başladığımızda hava kararmak üzereydi ve hafiften yağmur başlamıştı. Gezimiz sırasında hiç yağmura yakalanmadığımız için kendimizi şanslı sayabiliriz. Kendisi henüz farkında olmasa da, İstanbul dışına ilk Türkiye gezisini yapmış olan oğlumla birlikte güzel bir günü daha böylece bitirmiş olduk.

5 Kasım 2012 Pazartesi

Çapul Kelimesi ve Türklerin İlk İzleri

Çapulculuk, yani yağmacılık.
Çapul=yağma.
Ya da
Çapul=çekirge ???

Bu sözcüğün kökeni hakkında ilginç bir bilgiye rastladım. İnternette araştırdığım zaman VikiSözlük'ün sayfasında kelime kökeni olarak Farsça işaret edilmiş ama öyle olsaydı Osmanlıca-Türkçe sözlüğünde yer almasını beklerdim. Ancak elimdeki sözlükte yoktu.

Çapul sözcüğünün VikiSözlük'teki köken bilgisi hatalı görünüyor
Sözcüğün Aztekçe olduğu bilgisini bize Tahsin Mayatepek veriyor. 1935 yılında Atatürk tarafından Meksika Büyükelçiliğine atanan Tahsin Bey, yine Atatürk'ün bu atama vesilesiyle verdiği önemli görevleri yerine getirirken elde ettiği bilgileri raporlar halinde Atatürk'e göndermiş ve 14. raporunda şu satırları yazmış:
"...Çapultepek (Aztek dilinde (Çapul) Çekirge ve (Tepek) de Tepe) yani Çekirge Tepesi demektir. Çekirgenin ekinleri tahrip, yağma ettiği malum olduğundan eski Türklerin Aslen Aztekçe'de çekirge anlamında olan bu Çapul sözcüğünün mecazi bir surette Yağma mânâsında kullanılmış olmaları muhtemel bulunduğunu istidlalen arz eylerim..."

Bu bilgilere ulaştığım Sinan Meydan'ın Atatürk ve Kayıp Kıta Mu kitabı son okuduğum kitaplardan en ilginciydi. Tahsin Bey kendisi için Maya Tepesi anlamına gelen Mayatepek soyadını da Atatürk'ün onayıyla almış. Atatürk'ün Türklerin Orta Asya ve Anadolu'da ilk ortaya çıkmalarından önce neredeydi sorusuna cevaben aradığı, okuduğu kitaplarda izlerine rastlayarak bilimsel olarak araştırılması isteği ve çabalarına kitabında yer veren Sinan Meydan çok iyi bir iş çıkarmış. Bu araştırmalar sonucu bilimsel olarak ortaya konan bulgular Atatürk'ün memnuniyetini şu sözlerle dile getirmesine sebep olmuş: "Mu ve May, yani Uygur Türk alfabesinin bütün medeni dünyada ilk alfabe olduğunu görmekle...bahtiyar olduk". Atatürk, Türk milletinin dünyanın ilk uygarlığı olan Mu'dan, Türkçe'nin ilk dil olan Mu Dili'nden, ilk alfabenin Türk alfabesi olduğundan (ki Latin Alfabesi olarak isimlendirilen alfabe de Türk Alfabesinden türetilmiştir ve Harf Devrimi esasen öze dönüştür) son derece emindi ama bunun bilimsel olarak kanıtlanmasını istiyor ve böylece dünyaya duyurmak istiyordu. Ömrü buna yetmedi ve bu araştırmalar da onun ölümünden sonra devam ettirilmedi. Bugün ise "Arap köklerimize dönmeliyiz" diyen bakanlarımız var.


Tahsin Bey'in raporlarında 'çapul' ve 'tepek' kelimeleri gibi pek çok kelimeler Türkçe karşılıklarıyla sıralanmış. Raporlarda göze batan vurgulardan biri de Musa, İsa ve Muhammed peygamberlerin dinlerinin "Mu kaynaklı" olduklarının anlatımıydı. Namaz, abdest, oruç, ezan, ölü yıkama, sünnet gibi uygulamaların "Mu dininden kaynaklandığını" kanıtlamaya çalışan Tahsin Bey'e göre Kâbe'nin tavafı da Mu dinindeki Güneş mabetlerinde uygulanmış ve günde beş vakit namazın da Güneşin konumlarına göre tanzim edilmiş olmasına dikkat çekilmiş. Aslında tüm bunlar bize dinimizin "kaynağının" nereden geldiğini değil de Din'in insanlık tarihi boyunca benzer uygulamalarla tebliğ edilmiş olduğunu açıklamaktadır diye düşünüyorum. Her ne kadar Tahsin Bey kendisinden açıklama istendiğinde "kaynağı" olduğu kanaatini savunmuşsa da bu fikirler, dinin gerçeklerini herkesten fazla anlamış ve özümsemiş olan Atatürk tarafından itibar görmemiş. İşin Güneşe tapma tarafı da belki diğer pek çok dinde olduğu peygamber tebliği sonrası zamanlarda yozlaşmanın belirtileri olabilir. Meselâ, Kâbe'nin Hz.İbrahim'den sonra İslam'ın ilk dönemlerine kadar putlar tapınağına dönüştürülmesi gibi.

Ayrıca Kur'an pek çok kavimin helak edildiği hakkında ayetler veriyor. Sözgelimi kitapta bize verilen Theotihuacan Palenk Mabedi Piramidi'nde (Meksika) Mu'nun yıkılışını yazan metindeki "korkunç yer sarsıntısı" ibaresinin "şiddetli sarsıntı/korkunç titreşim(A'raf 78), korkunç bir sarsıntı (Ankebût 37)" ifadeleriyle bazı kavimlerin helak edilmesi anlatımının Kur'an'da yer alması da ilginç bir benzerlik.

Atatürk, dünyanın ilk medeniyetinin Türkler tarafından kurulmuş olduğunu ve bugünkü Türklerin, diliyle, yaşantısıyla bu medeniyeti en bozulmamış haliyle devam ettiriyor olduğunu bilimsel olarak kanıtlamak ve dünyaya duyurmak istiyordu. Yazar, ortaya koyduğu tüm incelemeler sonrasında şu sözleri dile getiriyor: "Türkler Orta Asya'ya Mu'dan göç etmişler ve dünyadaki ilk dil Mu dili yani Türkçe'dir." Şu anda kitabın devamı niteliğinde olan Köken isimli kitaba başladım ve heyecanla okumaya devam ediyorum.

3 Kasım 2012 Cumartesi

31.10.2012 Buluşmasından

Eşim ve İstanbul'daki Japon arkadaşları fırsat buldukça buluşuyorlar. Birçoğunun da bizim gibi çocukları var ve bu sebeple bu buluşmalar aynı zamanda çocukları da bir araya getiriyor. Eşimi ve oğlumu alıp eve getirmek üzere gittiğimde benim de onları birlikte görme şansım oluyor. Resmin solundaki Souma ve Miray ise 3 yaşını dolduruyorlar. Onlardan çok daha küçük olan Eren'i epeyi sevmiş görünüyorlar.