Gündem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gündem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Haziran 2022 Cuma

İnsana Şiddet

Kadına şiddet asla onaylanmayacak büyük bir insani sorun. Bizimki gibi eğitim seviyesi düşük, şiddetin neredeyse cezasız kaldığı adaletsiz toplumlar içinse tam bir felaket. Ama bu durumu suistimal eden ve hatta çıkarına kullanan kadınlar bana göre şiddete uğrayan kadınların sayısından daha fazladır.

İşte meşhur Johnny Depp davası dikkatleri tam da buraya çekti, mahkeme kadının erkeğe şiddet uyguladığına karar verdi. Karar açıklandıktan sonra ise kadın (Amber Heard) şu açıklamayı yaptı: “Hissettiğim hayal kırıklığını kelimelerle ifade edemem…Bu kararın diğer kadınlar için taşıdığı anlamdan dolayı daha büyük hayal kırıklığına uğradım”.

Yani diyor ki: “Kadının güçsüz, erkeğin güçlü olduğu algısını kullandım. Hem erkeklik gururuna yediremeyeceği hem de ününü zedeleyeceği için sesini çıkarmaz zannettim. Ama mahkeme yemedi. Belki siz yersiniz.” 

Ben şahsen bu kararı kadına şiddet algısının  ardına sığınarak her haltı yiyen sahte feministlere inmiş bir tokat olarak da görüyorum. Yıllarca aklımıza kazınan bilim adamı tabiri nasıl yerini bilim insanı tabirine bıraktıysa, kadına şiddet tabirinin de insana şiddet olarak değişmesi gerektiğini düşünüyorum.

29 Mart 2022 Salı

Will Smith'in Tokadı

Her yerde Will Smith’in tokatı konuşuluyor. Benzer şiddet olaylarında da hep yorumlar havalarda uçmuştur. Ben özellikle bu tür olaylarda ortaya çıkan bazı kadınların yorumlarına gerçekten hayretler içinde kalıyorum. Herhalde bu kadınlar için şiddet kendilerine değil de kendileri uğruna yapılınca güzel bir şey oluyor.

Kadına şiddete hayır ama kadın uğruna şiddete evet???

Mesela, Eşkıya filmi çıktığında tanıdığım bütün kızların ortak fikri Keje’yi Berfo’nun Baran’dan daha çok sevdiğiydi. Çünkü Berfo onun için arkadaşını ihbar etmiş, para çalmış, şu bu suçlar işlemiş, hatta üstüne bir de karşılıksız çekle Cumali’nin ölümüne sebep olmuş. İşte bu yüzden o daha çok sevmiş! Stephen Hawking, kara deliklerin, ışık hızının gizemini çözecek araştırmalar yaptığını ama kadınları çözemediğini söylemiş ya. Ben çözdüğümü filan iddia etmiyorum ama bazı kadınlarda şiddet ve sevgi kavramlarının kesinlikle iç içe olduğunu düşünüyorum. Şiddetin yönü sevginin gücünü gösteriyor. Bir erkeğin başka bir erkeğe şiddet uygulamasında sakınca yok onlar için. Hele bir kadın uğruna yaparsa çok makul. Olur da bir kadın erkeğe uygularsa oh eline sağlık.

13 Şubat 2022 Pazar

Japonifikasyon

 "Japonifikasyon" tanımı henüz Türkçeye geçmedi. Dünya ekonomi literatüründe kısaca Japon ekonomisindeki son 30 yılın durgunluğunu ifade etmek için üretilmiş bir terim. Ekonomistlere göre bu durgunluk tüm büyük ülke ekonomilerinin er ya da geç başına gelecek. Bence ekonomi literatürüne "Türkifikasyon" diye ayrı bir tanım girmeli. Ekonomist değilim ama şu an Türkiye'de yaşanan ekonomik buhranın dünyada hiçbir ülkenin başına gelebileceğine inanmıyorum.


4 Eylül 2021 Cumartesi

Japonya'da Yağmurlar

Japonya’da yağmurlar yaklaşık üç hafta sürdü. Birkaç günlük yaz sıcağının ardından dün tekrar yoğun yağmur almaya başladık. 

Temmuz ayının sonlarına kadar süren yağmur mevsiminin hemen ardından tayfunların başlamasıyla tüm yaz mevsimi boyunca plaj keyfi yapılabilecek bir imkân neredeyse olmadı. Tüm Japonların ortak söylemiyle ilk kez böyle bir yaz mevsimi geçiriyor ülke. Zaten Covid salgını nedeniyle geçen yıl yapamadıkları yaz tatilini bu yıl yapabilmek için bekleyen insanların hevesleri kursaklarında kaldı; ne salgın bitti, ne yağmur.
Bazı şehirlerde normalde bir yılda yağması gereken su miktarı sadece iki günde düştü. Birçok yerde toprak kaymaları oldu, can kayıpları yaşandı, evler yıkıldı. Taşan nehirler ağaçları da suyuna katıp denize döküldü. Sular yükseldi. Tomruklar dalgalarla birlikte sahillere vurdu.


İşte bu sahillerden biri de evimden sıklıkla yürüyüşe çıktığım Kurima (栗真) sahili. Fotoğrafını çektiğim görüntülere inanmak gerçekten güç. Sahil tomruklarla ve dalgaların getirdiği diğer çöplerle dolu. Denizin üzerinde hâlâ kıyıya ulaşmayı bekleyen tomruklar yüzüyor. Suların yükselmesini fırsat bilen balıkçılar ise sahile serpilmiş, yağışların mola vermesiyle oluşan sisin içinden olta atıyor.
___________________________________________
Mutlu Sayar'dan daha fazla fotoğraf için: instagram_muusensei

5 Nisan 2020 Pazar

İki Piyano

Huyumdur, kriz dönemlerinde büyük harcamalar yaparım. Aslında huyum olduğunu söylemek tam anlamıyla doğru değil. Çünkü böyle bir alışkanlığım yok. Büyük bir harcama yapmak için kendimi zorluyor da değilim. Elimde olmayan gelişmelerin ve ihtiyaçların etkisi büyük. Bunların üstüne maddiyata olan nefretim ve karakterim de eklenince ortaya bu sonuç çıkıyor. Ancak huyumdur dememin de bir sebebi var.

Defalarca izlediğim için Baba-2 filminin hemen hemen her sahnesini bilirim. Özellikle birkaç sahnesi vardır ki aklıma kazınmış, duygularımı ve davranışlarımı şekillendirmiştir. Onlardan birinde genç Vito işten çıkarılır. Zaten çok fakirdir ve bakmak zorunda olduğu bir ailesi vardır. Cebinde kalan her kuruş altın kadar değerlidir. Çıkarıldığı işten eve döner. Kapıyı açar. Arkasında gazete kağıdına sarılı bir şey saklamaktadır. Yemek vaktidir ve eşi mutfaktadır. Arkasında sakladığı şeyi sarılı olduğu gazete kağıdından çıkarır. Çok lezzetli görünen güzel bir armuttur bu. Meyveyi yemek masasına koyar. Eşi mutfaktan döndüğünde meyveyi görür, sevinçten yüzü parlar ve ne kadar güzel olduğunu söyler. Böylece birlikte sofraya otururlar. Genç Vito gurur ve mutluluk içindedir. Her kuruşun hesabını yapmak zorunda olduğu halde, işini kaybetmiş olmasına rağmen o meyveyi almıştır. Çünkü sevdiği insanın mutluluğu, evindeki huzur onun için her türlü hesaptan daha değerlidir.

Savaştan yeni çıkmış fakir Türk halkı ve yeni kurulan Cumhuriyet ilk yıllarda birçok zorlukla mücadele etmek zorunda kalmıştı. Bu zorluklar içinde Atatürk 1925 yılında bir ilkokulu ziyaret eder. Okula bir Kur'an'ı Kerim hadiye eder ve kendi yazısıyla "dikkatle okunmak için" diye bir not düşer. Atatürk'ün Kur'an'ı Kerim ile birlikte o okula hediye ettiği bir şey daha vardır. Nedir biliyor musunuz? Bir piyano. Sefalet içindeki halk aydınlansın, öğrensin, anlasın, gelişsin diye dikkatli okunması için bir Kur'an...ve bir piyano. Yaptığı her şeyde bir bilgelik, bir zarafet var. İnanın, yazarken gözlerim doluyor [1].

Baba filmlerini mi yoksa Atatürk'ü mü çok sevdiğim için böyleyim bilmiyorum. Belki sadece kendi karakterim böyledir de bu örneklerle haklılığımı kanıtlamaya çalışıyorumdur. Belki de savurganın tekiyimdir ve bunu itiraf etmektense bahane buluyorumdur. Ancak şu bir gerçek ki, özellikle kriz dönemlerinde kendimi büyük bir harcama yaparken buluyorum.

On yıl çalıştığım Turkcell'de işten çıkarıldığımda yeni evliydim. Evlilik harcamalarıyla dünya kadar borca girmiştim. Ev kredisi ödemeye devam ediyordum. Bana verilen tazminat ücretiyle ilk evlilik yıl dönümümüzde eşime bir piyano aldım. İki yıl çalıştığım Huawei'de işten çıkarıldığımda sadece iki ay önce baba olmuştum. Öncesinde ve sonrasında bebek odası eşyaları, puset, araba koltuğu, giysiler, oyuncaklar, ne lazımsa hepsini aldım. Biraz cebimde kalsın demeden en iyileri neyse onları seçtim. Türkiye'deki son işimden ayrılmak zorunda kaldığımda ise eşim ikinci bebeğimize hamileydi. Bebek masraflarının yükü altında gittim temiz olsun diye sıfır araba aldım (öncesinde şirket arabası kullanıyordum). O arabayla alışverişlerimizi yaptık, ailece gezilere çıktık.

Japonya'ya taşınırken eşimin piyanosu maalesef Türkiye'de kaldı. Buraya getirmek mümkün değildi. Zaten elektrik aksamlı olduğu için iki ülke arasındaki volt farkı burada kullanmasına engel olacaktı. Şu sıralar tüm dünyada olduğu gibi Japonya'da da virüs sebebiyle ekonomik zorluklar var. İşsiz kalanlar, dükkanlarını kapatmak zorunda kalanlar, ücretsiz izne çıkarılanlar. Şu an benim için bir tehlike yok gibi görünüyor ama ne olacağını kestirmek mümkün değil. 

Yine de...

Eşimi daha fazla piyanosuz bırakmak istemedim.

Tıpkı birincide olduğu gibi on birinci yıl dönümümüzde de bir piyano aldım.

Eğer böylesine zorlu bir dönemde olmasaydım almaya kalkar mıydım bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa...ben sevdiklerimin mutlu olmasıyla mutlu oluyorum. Belki de esas huyum budur ve yazıya huyumdur diye başlamam bundan dolayıdır. Genç Vito gibi huzur bulma çabasıyla.. Büyük Atatürk gibi çocukların eğitimine katkı vermesi amacıyla..
_____________________________________________________________________________
[1] Okulun adı Gazi Kız Numune Mektebi'dir. Atatürk bunun gibi birçok okula Kur'an'ı Kerim hediye etmiştir. Ayrıntılar için bkz. El Cevap, Sinan Meydan. İnternette araştırdığınız takdirde de birçok bilgiye ulaşabilirsiniz.

29 Mart 2020 Pazar

Kediyi Kim Yedi

Evlenmeden önce eşim yaklaşık beş yıl Çin'de öğretmenlik yaptı. Ben 2010-2012 yılları arasında İstanbul'da bir Çin şirketinde çalıştım. Yani Çinlileri, karakterlerini, huylarını, alışkanlıklarını iyi biliyoruz. Şu sıralar gündemi meşgul eden ve tepkilere konu olan yemek kültürleri de dahil.

Tüm dünyayı kasıp kavuran Covid-19 virüsü ilk kez Çin'de ortaya çıktığı zaman belki bazılarının aklına "acaba bu sefer ne yediler?" sorusu gelmiştir. Oysa bu soru, bizim gibi onları yakından tanıyanların aklına ilk gelen soruydu. Önceleri basında pangolin gibi bir iki hayvandan bahsedilmişti ama nihayetinde virüsü yarasa yiyerek kapmış oldukları haberi öne çıkmaya başladı. Eşimin aktardığına göre, tıpkı bizdeki denizden babam çıksa yerim söylemi gibi Çinlilerin de iskemle hariç ayakları olan her şey yerim diye bir söylemi var [1].

2010'un Ekim ayında bir haftalık bir eğitim için şirket benimle birlikte bir çalışma arkadaşımı Çin'e gönderdi. Gün içinde eğitime gidiyor, akşamları şehirde geziyorduk. Arkadaş pek aldırmıyordu ama normalde bile fazlasıyla yemek seçen biri olarak benim oradaki yerel yemekleri yememe imkân yoktu. Yarasa yiyen görmedik ama yılan, akrep yeniyordu. Ben neredeyse tüm öğünlerimi Pizza Hut'ta yiyordum. İçim dışım pizza olmuştu ve bundan hiçbir şikayetim yoktu.

Arkadaşım bir akşam yorgunluktan uyuyakalıp yemek yiyemediği için şehri gezmeye başlamadan önce otelin yanındaki Çin restoranında girdik. Menüde balık çorbası olduğunu görünce, en azından bildiği bir şey olduğunu düşünerek sipariş etti. Balık çorbası diye gelen şeyi görünce gözlerimize inanamadık. Masaya büyükçe bir kâse kondu, kâsenin içinde su, suyun içinde de koca bir balık bir bütün halde duruyordu. Önce canlı zannettik. Bir süre gözlemleyip hareket etmediğine şahit olunca canlı olmadığına kanaat getirdik. Kâsenin sıcak olduğunu sonradan anladık. Anlaşılan, balığı olduğu gibi suda kaynatmışlar, suyuyla birlikte de çorba diye önümüze koymuşlardı. Arkadaş yemek çubuklarını kullanarak onu bir güzel parçalara ayıra ayıra yedi.

Bir haftalık bu Çin deneyimimiz sona erip ülkemize döndükten yaklaşık bir yıl sonra basında bizim şirketle ilgili bir haber çıktı. Yalçın Bayer'in kendi köşesinden aktardığı habere göre bizim şirketin Ankara ofisinde çalışan Çinlileri mahalledeki kedi ve köpekleri toplayıp yiyormuş. Balkonda iple bağlı bir kedinin bir süre sonra içeri alındığı, durumu haber verdikleri polisin eve geldiğinde içeride kedi olmadığı yazılmıştı [2]. Birlikte çalıştığımız Çinlileri gayet iyi tanıdığımız, neler yediklerini bizzat gözlerimizle gördüğümüz için şirketin Türk çalışanları olarak haberin doğruluğundan şüphe duymadık. Aramızda muhabbet ve espri konusu yapmaya başladık. Ancak haber şirketin özellikle Çinli üst yönetiminde büyük bir infiale yol açtı. Toplantılar yapıldı. Kararlar alındı. Basına bildiri gönderildi. Bizlere dışarıdan tanıdıklarımız tarafından sorulduğu takdirde ne cevap vermemiz gerektiği iletildi.

Sonuçta şirket haberin doğru olmadığını açıkladı. Yalçın Bayer bir gün sonraki köşe yazısında şirketin açıklamasına yer verdi. Yazıya göre bizim Çinliler bahsi geçen kediyi yememiş, aksine tedavi için veterinere götürmüşler [3]. Okuyunca bizler hiç mi hiç inanmadık. Hele hele kediye miyav sesini çağrıştıran Çince Miao adını vermiş olduklarını epey gülünç bulduk [4]. Cevap yazısında kedi-köpek eti yemenin Çin geleneğinde bulunduğuna yer verilmiş olması bile bizim için yeterliydi. Çinliler ilk yazının yalan bir kurgu olduğunu açıklamıştı, biz ise ikincisinin öyle olduğunu düşünüyorduk. Hatta bundan gayet emindik. Gözleriyle görmediği için Tanrı'ya inanmayan ateist arkadaş bile kimse görmediği halde bizimkilerin kedileri mideye indirdiğinden şüphe duymuyordu.

Pangolin, yarasa, akrep, akla gelen gelmeyen birçok yaratığı Çinlilerin sofrasında görmek mümkün. Pişmiş de olabilir canlı da. Ancak sanıldığının aksine bunların hepsi yokluktan yenen şeyler değil. Bazıları gayet nadir bulunan pahalı yemekler de olabilir. Zaten Çin artık dünyanın en zengin ülkelerinden biri. Yemesiyle, içmesiyle birçoğumuzun burun büktüğü ülke, virüse karşı verdiği akılcı, bilimsel ve disiplinli mücadele ile şu an sorunu aşmış görünürken, birçoğumuzun hayranlık duyduğu batılı ülkeler ne yapacaklarını şaşırmış bir görünümde can çekişmeye devam ediyor. Üstelik Türkiye de dahil bu ülkelerin birçoğuna Çin'den yardımlar gönderiliyor. Kim bilir belki de bu arada Çinli zenginler sofralarına oturmuş, batılı ülkelerin bu can çekişmelerini seyrederek en sevdikleri kedi yemeklerinin tadını çıkarıyorlardır.
_________________________________________________________________________________
[1] Şu sıralarda Çinliler hakkında ırkçılığa varan söylemler, kötülemeler yapılıyor. Ben de bu yazının bu tür bir algı yaratabileceğinin farkındayım. Bu algıyı yıkmak için yazının içinde benim de eşimin de görüşmekte olduğumuz, sevdiğimiz Çinli arkadaşlarımızdan bahsedebilirdim. Hatta bu yazıyı sizin gibi okumakta olduğunu düşündüğüm bir Ermeni arkadaşımın eşinin Çinli olduğunu söyler, ne kadar iyi insanlar olduklarına yer verebilirdim. Veya ırkçı biri olmadığımı kanıtlamaya kalkar, İngiltere'de öğrenciyken, ya da bizzat Çin şirketinde çalışırken bile maruz kaldığım olayları örnek verir, ırkçılığı zaten mağdur olarak deneyimlediğimi örnekleyebilirdim. Ancak bu kez de yazıyı bir intikam yazısı olduğu algısından kurtarmam gerekirdi. Hangisini eklersem ekleyeyim, yazı dallanıp budaklanır, uzar, konu bütünlüğünden uzaklaşmış olurdu. Bu yüzden, kim ne isterse öyle düşünsün diyerek yazıyı olduğu gibi bırakmaya karar verdim.
[2] https://www.hurriyet.com.tr/bu-yasalar-neden-cikti-18796364
[3] https://www.hurriyet.com.tr/yu-xiao-miao-yenmedi-bakildi-18805479
[4] Gerçi kedinin Çincesi miyav/miao seslerine yakın olan mao'dur (). 
[***] Yedi yıl önce kaleme aldığım yazıyı da okumanızı öneririm: http://www.hayatinbencesi.com/2013/08/dan-brownn-dante-kitab.html

15 Mart 2020 Pazar

Tiyatroda Corona

Ortaokuldayken bir etkinlik düzenlenmişti. Öğretmenler bizi tiyatroya götürmüşlerdi. Ama oyun ağır bir oyundu. Genç bir adamın dramı ve çaresizlik içindeki annesini konu alıyordu. Yani salonu dolduran 13,14,15 yaşındaki izleyicinin anlayabileceği bir oyun değildi.

Oyunun bir sahnesinde, ağır psikolojik sorunlarla boğuşan genç adam yaşlı annesinin dizlerine kapanmış cinsel açlığını gidermesi için ondan yardım istiyordu. Acı içindeki kadın gözlerinde yaşlarla, ben senin annenim, dedi. Genç adam tam da bu yüzden onun karşılaması gerektiğini söyledi. Sesi acıdan daha da titreyen kadın, seni ben doğurdum, dedi. Genç adam ısrarını sürdürerek, ne yani beni doğurman için sana ben mi yalvardım, diye cevap verdi.

Tam o anda en olmayacak şey oldu.

Son söyleneni espri olarak algılayan seyirci kahkahayı basıp salonu inletti. Sahnedeki oyuncular zıpkın yemiş ofroz gibi kalakaldı. Partisyon altüst oldu. Tekrar o duyguya dönebilmelerine imkan yoktu. Apar topar oyunu bitirip seyirci selamlamaya geçtiler. Alkışlamaya koyulan seyirci oyunun aslında bitmemiş olduğunu bile anlamadı. Genç adam rolündeki oyuncu bir adım öne çıkıp selamlayınca alkış daha da yükseldi. Ne de olsa müthiş bir espri patlatmıştı! Sinirden yüz kasları gerilen oyuncu işi iyice dalgaya vurup ellerini iki yana açarak hadi hadi diye işaret yaptı. Bu talebe karşılık veren seyirci alkışın dozunu daha da artırdı, tezahüratlar yükseldi.

Salonda tam bir felaket yaşanıyordu ama seyirci şenlikte gibiydi. Corona virüsü ile ilgili şu an tam olarak aynı durumdayız gibi bir his var içimde.

24 Kasım 2019 Pazar

Öğretmenler

12 yaşındaydım, birkaç ay sonra 13 olacaktım. İngilizce hazırlık yılı bitmiş, orta birinci sınıf bitmiş, orta ikinci sınıf yeni başlamıştı. Üst üste iki ders S hanımın dersiydi. İlk derse giremeyeceği için ders boş olacaktı. Sınıfta iki kişiyi görevlendirmişti. Onlardan biri Mehmet'ti. Çok konuşanların ve hiç konuşmayanların isimlerini yazacak, öğretmene verecekti.

Önceki iki yılda derslerde konuşan, gürültü yapan, haylaz bir öğrenci olarak ün salmıştım. Ama kendi kendime o derste konuşmamaya, haylazlık yapmamaya karar vermiştim. S hanımı severdim, kendimi göstermek istiyordum. Görevliler sürekli konuşanların, yerinden kalkanların, sağa sola bir şeyler fırlatanların isimlerini tahtaya yazıyor, bir süre uslu durunca siliyor, hiç sorun çıkarmayanları da ayrı yere yazıyorlardı. Benim uslu uslu oturduğumu gördükçe şaşırıyor, "bakın Mutlu bile konuşmuyor" diye örnek gösteriyorlardı. Teneffüs zili çalmıştı. Başarmıştım. İsmim konuşmayanlar listesindeydi.

İkinci derse girdik. S hanım sınıfa girdi. Kızgın bir yüz ifadesiyle kollarını önünde bağladı ve sınıfı azarlamaya başladı. Konuşanlar listesinde çok isim vardı. S hanım sınıfı topluca azarlamayı bitirince şahıslara geçti. Haylazlıkta benden daha ünlü bir arkadaşa öfkesini boşaltmaya başladı. En sonunda da şu cümleyi söyledi: "Artık seninle uğraşmayı bıraktım".

Sonra..
Bana döndü.
Evet..
Bana döndü.
Öfkesinin kalanını bana boşaltmaya başladı. Şaşkınlık içindeydim. Maruz kalmakta olduğum azarlar arasında kafamı sola çevirip Mehmet'e bakıyordum. O da şaşırmıştı ama korkudan sesini çıkaramıyordu. Tekrar ediyorum, tüm sınıf 12-13 yaşındaydık. S hanım son olarak bana da şu cümleyi söyledi: "Artık seninle uğraşmayı da bıraktım".

Ben kafamı sola çevirip tekrar Mehmet'e baktım. Mehmet bir cesaret "hocam, ben Mutlu'nun ismini konuşmayanlar listesine yazmıştım" dedi. S hanım cevabını vermek için düşünmedi bile. Duyduğunun gerçek olmasına ihtimal yoktu. Bir şüphe kırıntısı bile belirmedi yüzünde. Kağıtta benim ismimi görmüş, kararını vermişti. Mutlu her zamanki gibi haylazlık yapmış ve cezayı hak etmişti. Onu bu kararından vazgeçirebilecek hiçbir güç yoktu. Mehmet'i kesin bir dille "bana gelen listede Mutlu'nun ismi konuşanlar arasındaydı" diyerek tersledi. Listeyi, listeyi yazandan daha iyi biliyordu. Sonra tekrar bana dönüp öfke dolu bir bakış attı. Tüm bu süreç içinde önünde bağladığı kollarını hiç açmamıştı. (Düşünün, ben 32 yıl önce haksız yediğim şu azarı bu kadar ayrıntılı hatırlayabiliyorken, birileri çıkıp da öğretmenin tacizine uğrayan çocuklar için "bir kereden bir şey olmaz" demeye nasıl utanmıyorlar şaşırıyorum). 

Gel zaman git zaman bende bir yalan söyleme huyu başladı. Özellikle öğretmenlere sürekli yalan söylüyordum. Nasılsa neye isterlerse ona inanıyorlardı. Yalanıma inanmamaları daha az can sıkıcıydı. İnanmaları ise eğlenceli oluyordu. Yalanı farklı yalanlarla süsleyip daha inandırıcı hale getiriyordum. İnanmasalar bile genellikle daha fazla uzatmak istemiyorlardı. Bazen yalandan özür bile diliyordum. Böylece hem daha büyük bir cezadan kurtuluyor, hem de olaya dahil olan başka arkadaşlar varsa onlara sıçramasına engel oluyordum.

Birkaç yıl geçti. Artık lisedeydik. G hanımın dersiydi. Öğretmen dersin hemen başında bir şey alıp getirmem için beni Y beyin odasına gönderdi. Y beyin odasında dumandan göz gözü görmüyordu. O zaman sigara içme konusunda bugünkü kısıtlamalar yoktu. Öğretmenler sınıf haricinde istedikleri yerde sigara içebiliyorlardı. Y bey asabi, sert bir öğretmendi. Kısa boyluydu ve çok sigara içerdi.

Sınıfa döndüm. Hocaya istediği şeyi verip yerime oturdum. G hanım sıralar arasında gezerek ders anlatırken birden yanımda durdu ve "öff Mutlu, leş gibi sigara kokuyorsun, sigara mı içtin" diye bağırmaya başladı. Şaşırıp kalmıştım. Az önce Y beyin odasında olduğum ve dumanın üzerime sinmiş olabileceği aklıma bile gelmemişti. Değil o zaman, hayatım boyunca asla sigara kullanmadım, içen arkadaşlarımı kendimden uzak tuttum, evimde, arabamda, hatta yanımda bile içirmedim. Ama öğretmene bunu anlatmanın imkanı yoktu. O kararını vermişti. Mutlu sigara kokuyordu, demek ki dersten önceki teneffüste okulun içinde bir yerde gizlice sigara içmişti ve cezasız geçiştirilemezdi.

Eğer sigara içen biri olsaydım aklıma o sırada bin türlü yalan gelir, birbiri ardına sıralardım. Ama sigara içmiyordum, gerçek buydu ve ben yalan söylemeden kendimi savunma konusunda epey deneyimsizdim. Sadece "içmiyorum hocam" diyebildim ve bunu söylerken yalan söylerken olduğum kadar inandırıcı değildim. Neyse ki, aralarında öğretmenlerin sevdiği öğrencilerin de olduğu birkaç arkadaş kesin bir dille içmediğime şahitlik etti. Pek inanmasa da G hanım üstüne gitmekten vazgeçti. Eğer ısrar etseydi, muhtemelen kolumdan tutup beni yönetime götürür, "şunu bir koklayın Allah aşkına" der, beni koklayan hocalar hemen neler olup bittiğine karar verir, defterimi dürmeye başlarlardı. Hatta belki az önce çıktığım Y beyin odasına geri yollar, Y bey de dumanların arasından fırlayıp, Master Yoda gibi zıplayarak bana bir tokat patlatırdı.

Tokat demişken.. Yine lisedeydik. Teneffüsten yeni çıkmıştık. Sınıfta hocanın gelmesini bekliyorduk. Üst sınıftan bir kız sınıfa girdi. Erkekler arasında lafı edilen güzel bir kızdı. Masaya baktı. "Bu örtü bizim! Ne işi var burada?" diye bağırarak masa örtüsünü kaptığıyla kapıya yöneldi. Ahmet örtüyü kızın elinden aldı. Daha da sinirlenen kız "ver ulan şunu" diyerek Ahmet'in elindeki örtüyü çingene gibi çekiştirmeye başladı. O güne kadar aklımızda kalan güzel kız imajı kaybolmuştu. İl Trovatore operasında kontun bebeğini alıp kaçan çingene Azucena karşımda duruyordu sanki. Tekrar tekrar "bırak ulan şunu" diye bağırınca Ahmet örtüyü bıraktı. Tam çekiştirirken bıraktığı için kız gerisin geri poposunun üzerine düştü. Eteği açılmış, bacakları ve iç çamaşırı ortaya çıkmıştı. Köye sirk gelmiş gibi olan biteni izleyen sınıfın taze ergen oğlanlarından ooo diye bir uğultu yükseldi. Durumu fark eden kız hemen eteğini düzeltip hışımla ayağa kalktı, "senin ağzına sıçarım ulan eşşoğlueşşek" diyerek Ahmet'e tokat attı. Arkasını dönüp örtüyle birlikte süratle çıkıp gitti.

Sonra ne oldu dersiniz? Kız bir de bizi şikayet etmiş. Muhtemelen öğretmenlere gidip bir de ağlamıştır. (Hayatım boyunca bir kadının ağlamasından daha ikna edici, daha provokatif bir şeyle karşılaşmadım. Bir kadın ağlayarak istediğini aldırabilir, haksızken mağdur olduğuna inandırabilir, etraftakilerin üstünüze çullanmasına sebep olabilir). Yaşananların sorgulanması için biraz zaman geçti. Derse S hanım girdi. Bu konuyu konuşacaktık. Tıpkı birkaç yıl öncesinde olduğu gibi kollarını önünde bağlayıp karşımıza geçti. Nuh derim peygamber demem duruşuydu bu. Bu S hanıma bir gün bir espri yaptım, neredeyse okuldan atılıyordum. Biz arkadaşımıza arka çıktık, sonucun değişmeyeceğini bile bile onu savunduk. S hanım en son şunu dedi: "Artık ortada olmuş bir olay var". Söylemek istediği şey çok açıktı. Boşuna konuşmuştuk. Öğretmenler karar vermişlerdi. Suçlu, sınıftaki örtüyü korumaya çalışan Ahmet'ti. Küfür eden, tokat atan kız ise mağdurdu. Bunu değiştirebilecek hiçbir güç yoktu.

Neyse ki, Ahmet'in sicili benimki gibi kabarık değildi. Özür diletip konuyu kapattılar. Küfür ve tokat yiyen ve öfkeye kapılıp karşılık bile vermeyen Ahmet bir de özür dilemişti. Ama özür dileyerek yırttığı için şanslıydı. Haklılığında ısrar etseydi başı daha çok derde girebilirdi. Kararını vermiş öğretmenleri ikna etmek faytonla aya çıkmaktan daha zordu. Ahmet'in yerinde ben olsaydım herhalde okuldan atılırdım. Hatta kızın yerinde olsaydım yine okuldan atılırdım.

Bir öğretmenin bir öğrenciden özür dilediğine sadece bir kez şahit oldum. Onda da öğrenci zaten okuldaki başka bir öğretmenin kızıydı. Üstelik de öğretmenin kesinlikle bir kabahati yoktu. Tüm iyi niyetiyle kıza yakınlık göstermiş, destek olmaya çalışmış, dilinden geldiğince neşelendirmek istemişti. Ama kız ağlamaya başlayınca durum değişmişti. Sınıfın haylazları olarak biz bile öğretmenin düştüğü duruma üzülmüş, sinirlenmiştik.

Hemen hemen tüm öğretmenler birbirleriyle aynı söylemlere sahipti. On küsur yaşındaki çocuklara hakaretler yağdırır, eğlenirlerdi. "Yüzünüze tükürsem yağmur sanacaksınız" derlerdi. İ bey bunu biraz daha ileri götürmüştü. Hakaret ederdi, "size hakaret ediyorum, lütfen alının" derdi. Sadece bize değil, ailemize de küfür ederlerdi. "Hayvan oğlu hayvanlar" diye çemkiren hocamız vardı.

Çeşitli öğretmenler neredeyse kelimesi kelimesine aynı nutku atardı. "Bakın, ben istesem sınıfa girer, zil çalana kadar dersi anlatır, çıkar giderim ve işimi yapmış olurum. Halbuki ben size ilgi gösteriyorum, hepinizin öğrenmesi için çaba harcıyorum ama siz beni dinlemiyorsunuz" derlerdi. Öğretmenliğin sınıfa girip ders anlatmaktan ibaret olduğunu sanarlardı. Bizimle daha fazla ilgilenmeleri ise bir lütuftu ve bunun için bizden saygı bekliyorlardı. "İyi niyetimi suistimal ediyorsunuz" sıkça duyduğumuz bir söylemdi. "Sana disiplin cezası veririm, üniversitede yurtlara giremezsin" diye tehdit ederlerdi.

"Ben size 'arkadaşlar' diye hitap ediyorum. Sizin seviyenize indiğim için değil, sizi kendi seviyeme çıkardığım için" derlerdi. Sadece bize değil babamıza bile küfür eden insanlar bu sözlerle bizi mi aşağılarlardı, kendilerini mi överlerdi anlayamazdık. Sorsanız, bizi övmüşlerdi. "Spor olsun diye mi okula geliyorsunuz" diye sorarlardı.

Nereden bakarsanız bakın, benim yazdıklarım bir çocuğun kendisinden on yirmi yaş büyük öğretmenlerini eleştirmesi değil, 45 yaşında bir babanın kendisinden on yirmi yaş küçük öğretmenleri eleştirisidir. Kapanmamış yaraları kaşımaktır. Geçmişe bir serzeniştir.

İyi öğretmenler yok muydu? Elbette vardı. Yukarıda yazdıklarımdan sonra şaşırabilirsiniz ama S hanım onlardan biriydi. Bana sorarsanız, okulun gördüğü en iyi öğretmendi. Kötünün iyisi değildi, iyiydi. Her şeyden önce içinde sevgi vardı. Sevgiyi hissetmekte çocuklardan daha üstün kim olabilir? Geçtiğimiz yıllarda siyaset gündemine giren Vasconcelos'un Şeker Portakalı adlı kitabını okumamı bana 30 yıl önce tavsiye eden oydu. Klasik müziğe olan tutkumu bildiği için Nadir Nadi'nin Dostum Mozart adlı kitabını önermişti. Beni yazmaya yönlendiren, destekleyen o olmuştur. Kötü şeylerden alıkoymak yerine iyi şeylere yönlendirmeyi yeğlerdi. Şu okuduğunuz satırlardan biraz olsun keyif alabiliyorsanız onun payı vardır. Yazmayı seviyorsam, iyi kötü becerebiliyorsam onun açtığı kapı sayesindedir. Yıllar önce benimle uğraşmayı bıraktığını söylemişti ama asla bırakmamıştı.

Bugün öğretmenler günü.
İçinde sevgi olan, insanların hayatında güzel izler bırakan tüm öğretmenlere kutlu olsun. 

2 Haziran 2017 Cuma

Zeytin

Şu zeytini size bir de ben söyleyeyim. Şöööyle içinde olduğumuz Ramazan ayına uygun olsun:

Hani oy toplamak için ellerinde salladıkları Kur'an var ya..işte o Kur'an'da zeytin toplam 6 yerde bizzat ismiyle geçer [1]. O kadar ayrıcalıklıdır. Hatta Tîn suresi zeytine yeminle başlar. 

İki ayet ağaçların secde ettiğini söyler [2]. Hani helikopterle cumaya gidip secde edenler var ya..işte yüzlerce yıldır secde etmekte olan zeytin ağaçlarını kesmek için uğraşıp didinenler onlardır. 

Secde ve yeminden bahsetmişken..

Kur'an'da adı Secde olan bir sure de var. İşte o surenin 13. ayetinde de bir başka yemin var, o da Allah'ın cehennemi insanlarla dolduracağına yemin etmesidir. Bugün iftar sofrasına oturduğunuzda orucunuzu açmak için sofrada sizi bekleyen zeytine iyi bakın. O zeytin sizin hidayetiniz de olabilir, cehenneme biletiniz de.

Haydi şimdi hayırlı Ramazanlar...
_________________________________________________________________________________
[1] Enam 99,141, Nahl 11, Nur 35, Abese 29, Tîn 1
[2] Hacc 18, Rahman 6

6 Ocak 2017 Cuma

Yeni Yıl İçin Paylaşımlar

Yeni yılın ilk satırlarını yazmak için Japonya'da geçirdiğim ilk yılbaşında neler yaptığımızı anlatmak isterdim. Ona da sıra gelecek ama ülkemde art arda o kadar üzücü olaylar oldu ki, güzel şeyler yazarak başlayacak ruh halini kendimde bulamadım. Yeni bir şeyler düşünüp kaleme almak yerine o anlardaki hislerimi dışa vurduğum sosyal medya paylaşımlarımı bu satırlara taşıyarak kayıt altında tutmayı uygun buldum.

Yılbaşı gecesi yeni yılı kutlamak için eğlenen onlarca kişinin kurşunlanarak öldürüldüğü saldırı sonrası 1 Ocak'ta şu satırları yazmıştım:

"Eskiden cuma namazlarına giderdim. Sanırım 2005 yılı sonuydu, yılbaşına birkaç gün kala yine cumaya gitmiştim. Namazdan önce imam anlatıyordu; yılbaşı kutlamak günahtır, yılbaşında hediye vermek gavur adetidir, vallahi de billahi de küfürdür. Yani ben sevdiklerim sevinsin diye hediye alacağım, yeni yıl için güzel dilekler dileyeceğim, ve 'uydum hazır olan imama' diyerek arkasında saf tuttuğum imam beni kafir ilan edecek! Bir daha asla cumaya gitmedim.

Aradan geçen 10 küsur yılda gelinen nokta şu:


O imam gibilerin yetiştiği okullar kat kat arttı, yetişmedikleri dönüştürüldü. O imam gibilerin bağlı olduğu diyanetin başındaki şahıs, birkaç gün önce yılbaşı kutlamasının israf olduğu fetvası verdi, kendisi bizim vergilerle zırhlı Mercedes'e biniyor. O diyanetin bağlı olduğu kurumun o zaman başında olan şahsın bizzat kendisi imam, kendine saray yaptırıp cb oldu, şimdi başkan olacak. O müstakbel başkanın yönettiği ülkede dün yılbaşı gecesi kutlama yapan insanlar kurşuna dizildi, o imam gibilerin ardında saf tutup cuma namazı kaçırmayan tipler 'oh olsun, kafirler, layıklarını bulmuşlar' gibi söylemler üretip, noel babanın başına silah dayama, sünnet etme gibi eylemler yapıyorlar. Ve ben, din konusunun gündemde asla yer tutmadığı, kimsenin kimseye sesini yükseltmediği, yol verdim diye arabanın içinde bile direksiyona kadar eğilip teşekkür eden insanların yaşadığı Japonya'ya yerleştim."


Türk Lirası her geçen gün değer kaybediyor, yabancı yatırımcılar tasi tarağı toplayıp ülkeden kaçıyor, işsizlik artıyor. Bizzat ben, bilgisayar yüksek mühendisi olarak Türkiye'de bir buçuk yıl iş bulamadım. Tüm bunlar olurken iş hayatındaki insanların riyakarlıklarını 4 Ocak'ta şu satırlarla dile getirdim:


"Çöken ekonomiden, haksız terfilerden, torpilli işe alımlardan, yersiz atamalardan, artan işsizlikten, geçim ve gelecek kaygılarından sorumlu tuttukları siyasetçileri, kodamanları, yandaşları Facebook, Twitter gibi yerlerde yerden vuran kişilerin LinkedIn'de her şey harikaymış gibi davranmaları çok ilginç. Onların görmediği ortamlarda esip gürleyip, onların görebilecekleri ortamda çıkarlarını gözeterek süt dökmüş kediye dönenler, şikayet ettikleri ortamın oluşmasında birinci derece suç ortakları olduklarının farkında değiller mi?"



Her yıl bir öncekini aratır oldu ve bu yılın da öyle olması ihtimali beni derinden endişelendiriyor. Öyle ki, ben bu satırları henüz yayınlamamışken, bir de İzmir'den kahredici haber geldi. Onun için de şu tepkiyi verdim:

"Bir ara, hiç subay ölmüyor demişlerdi, subayların şehit haberleri gelmeye başladı; babanın kızına şehvet duyması haram değil dediler, çocuklar tecavüze uğradı; hamile kadın sokakta gezmesin dediler, parkta hamile kadın darp edildi; yılbaşı kutlamayın dediler, yılbaşı kutlayanlara kurşun yağdı; İzmir'de bomba patlamıyor dediler, İzmir'de bomba patladı..."

İnsan gurbetteyken memleketin acılarını daha çok hissediyor, çığlıklarını daha derinde duyuyormuş. Bir tür Nazım Hikmet yalnızlığı yaşıyorum dünyanın diğer ucunda. 

20 Aralık 2016 Salı

Yaş 42

Kimsenin kimseyi öldürmediği bir sabaha uyansam.
Kimsenin kimseyi öldürmediği bir günde, sahile, parka gidip yürüyüş yapsam,
Gözlerimi kapatıp kollarımı açarak aldığım derin nefesi, yüzümü göğe dönüp ohhh diyerek versem.
Leziz yemekler, kekler, pastalar yesem,
Çaylar, kahveler içsem.
Cadde, sokak gezsem,
Sinemaya, konsere gitsem,
Dostlarla buluşup muhabbet etsem, kadeh tokuştursam.
Sıcak bir duş alıp yatağıma yatsam, abajur ışığında kitap okusam.
Sonra da,
Kimsenin kimseyi öldürmediği bir geceye uyusam.

24 Haziran 2016 Cuma

Yaşar Nuri Öztürk

Ölüm haberini aldığım iki gün öncesinden beri büyük bir üzüntü içindeyim. Öğretmenimi kaybettim. Beni hiç görmeyen, varlığımdan haberi bile olmayan ama bana çok şey öğreten, yol göstericimi kaybettim. Kitapçıya her girdiğimde yeni çıkanlar arasında onun kitaplarını aradım. Onun kitaplarıyla aydınlandım, bilmediğim gerçekleri, yanlış bildiklerimin doğrularını ondan öğrendim. İşyerinde insanlar çalışırken kulaklıklarını takıp müzik dinler ya, ben çoğu zaman onun konuk olduğu programları bulur dinlerdim. Konuşması, sözcükleri, üslubu, vurguları, her şeyiyle dinlemekten büyük zevk aldığım bir insandı. Yazılarındaki üslup, edebiyat ve kullandığı şahane Türkçesi ile bana ayrıca yol gösterici olmuş, karınca kararınca kendi yazdıklarımda örnek aldığım kişilerin başında gelmiştir.

Gitgide karanlığa gömülmekte olan Türkiye, en parlak ışığını kaybetti. Türkiye, en zor dönemine, son yarım yüzyılda yetiştirdiği en önemli ilim adamlarından birinden mahrum bir şekilde girmek zorunda. Cumhuriyet tarihinin yetiştirdiği en büyük İslam aydınlatıcısı hayata veda etti. Türk insanını, saplanmış olduğu hurafe batağından çekip çıkarmak için var gücüyle çalıştı. Tanımını kendisinin koyduğu Dincilik belasından Türk insanını kurtarmak için didindi durdu.

Çıkacağını söylediği, benim dört gözle beklediğim üç ciltlik Kurtuluş Savaşının Kur'anî Boyutları ve Atatürk İle Aldatmak kitapları raflarda yerini alamadan hayata gözlerini yumdu. Kitaplığım öksüz kaldı. O kadar üzgünüm ki anlatamam.

"Yobazın olmadığı her yer cennettir" derdin. İşte eminim ki sen artık yobazın olmadığı yerdesin. Işığınla bize de oranın yolunu açtın; ne kadar vaktimiz kaldıysa, inşallah bizler de orayı hak edenlerden oluruz.

18 Şubat 2016 Perşembe

Korku

Memleketimin her yerinde ateş var. Ülkemi yaşanacak yer olmaktan çıkardılar. Bir sonraki bombanın nerede, ne zaman patlayacağı, kimlerin öleceği belli değil.

Ne güzel korkularımız varmış eskiden.

Bayram harçlığı az verilecek diye korkardık çocukken. Almak istediğimiz bir şey olurdu, hesaplardık, babamdan şu kadar, dedemden bu kadar gelirse alabiliriz diye. Şimdi...dinci teröristler bayramda tepemize bomba yağdırır diye korkuyoruz.

Sınavlardan korkardık. Ortaokulda, lisede, dört buçuktan beş alıp dersten geçmek çok önemliydi mesela. Kredili sistemle lise bitirenler bilmez; Eylüle kalmak diye bir terim vardı. Sene sonu karnesinde zayıfı olanlar Eylülde bütünleme sınavına girerdi. E yaz bütün çalışmak lazım gelir, tatil zehir olurdu. Hele bazı tipler vardı, sınavda bir iki puanla 10'u kaçırıp 9 aldıkları için hüngür hüngür ağlarlardı. Bunlardan biri akrabamdı mesela. Aile büyükleri filan üzülme, bir daha ki sefer 10 alırsın, aman da ne şirinmiş, abucuk gubucuk, diye teselli ederdi kızcağızı, yazık! Bunlar için daha büyük bir korku yoktu. Şimdi...kendi çocuklarımız var. Sınavdan filan vazgeçtik, hiçbir şey okuldan sağ salim dönmelerinden daha önemli değil.

Bir kızı severdik. Başkasını tercih ederse dünyanın sonu gelecek sanırdık. Hele tanıdığımız, hele hele gıcık aldığımız biri olsaydı mesela. Bundan daha büyük bir felaket akla gelmezdi. Halbuki ne büyük lüksmüş. Şimdi...evliyiz, eşimiz dışarı çıktığında bir terör saldırısına kurban gider mi diye korkuyoruz.

Ramazanda oruç tutardık. Eşimiz dostumuz iftara davet eder, yetişememekten korkardık. Öyle tam iftar vaktinde gitmek de olmazdı. Sadece yemek yemeye gitmişiz gibi zannedilmesinden korkardık. Tatlımızı alır önceden gider, hazırlığa yardım eder, yemek sonrasında da uzun uzun sohbet ederdik. Şimdi...hasta olsak, yobazın biri ramazanda ilaç içerken görse çeker vurur diye korkuyoruz.

On altı ay askerlik yaptım. Yedek subay olarak. İlk dört ayı acemi birliğinde geçti. İnanın, suyumuzu çıkardılar. Yanlış bir şey yapar da komutanlarımız kızar mı diye korkardık. Hele ters günlerine denk gelmişsek canımıza okurlardı. Şimdi...oturduğumuz yerden haberleri izlerken, biri daha şehit olur mu diye korkuyoruz. Kızan komutanlar da neymiş; tabutu al bayrağa sarılı şehidin cenazesinde gözyaşlarına boğulmuş bir komutan görmekten korkuyoruz.

Korkular bile özlenirmiş meğer. Ne güzellermiş eskiden.

12 Ocak 2016 Salı

Bugün Sultanhamet

Eskiden Facebook'a filan daha rahat girerdik, uzun süre görüşme imkanı bulamadığımız arkadaşlarımızla haberleşirdik. Hangimiz evlendi, kimin çocuğu oldu, ailece nereye gittiler öğrenirdik. Eşimizin çocuğumuzun resmini koyardık. Birbirimizin mutluluğuyla mutlu olurduk, üzüntülerimizi paylaşırdık.

Yine öyle yapalım istiyoruz, fırsat vermiyorlar.

Örneğin, çocuğunun güzel bir anını yakalayıp resmini çekiyorsun, arkadaşlarınla da paylaşmak istiyorsun. Onların da yüzü biraz gülsün diyorsun ya. Önce haberlere bir bakmak lazım. Şehit var mı, bir yerde canlı bomba filan patladı mı diye. Utanıyorsun çünkü. Memleketin bir yerinde bir çocuk şehit babasının tabutu başında ağlarken kendi çocuğunun gülerken resmini koymaya elin varmıyor.

Birkaç eski arkadaşınla seneler sonra buluşuyorsun. Birlikte bir restorana gidiyorsun. Diğer arkadaşlar da görsün diye hani şu check-in denen şeyi yapmak istiyorsun ya. Giriyorsun sosyal medyaya, önce bakıyorsun yeni tutuklanan bir gazeteci filan var mı diye. Onların aileleri, arkadaşları mahkeme kapılarında, ceza evleri önünde beklerken, 'biz de arkadaşlarla şu restoranda yemek yiyoruz' demeye takatin kalmıyor.

Yurtdışındaki eşine dostuna mesaj atayım diye alıyorsun telefonu eline, onlar senden önce yazıyor iyi misin diye. Çünkü senin memleketinde bomba patlamış, insanlar ölmüş, yaralanmış, onların yaşadığı ülkede birinci haberken senin ülkende yayın yasağı var. Onlardan öğreniyorsun neler olup bittiğini.

Yeni yılın ilk yazısı için elimde birçok taslak var. Tamamlayıp blogumda yayınlayayım istiyorum. Bir bomba patlıyor, güzel şeyleri anlattığım taslakları tamamlayasım gelmiyor. İstanbul'a yurtdışından ziyaretime gelen akrabalarımı, dostlarımı gezdirdiğim Sultanahmet'te bugün yine insanlar öldü. Facebook'ta, Twitter'da, şu bu sosyal medyada sırayla tepki göstereyim derken, blogumun ilk yazısı da işte böyle çıktı.

Şu güzel ülkemi, altına ateş tutulmuş mısır tenceresine döndürdüler.

2 Temmuz 2015 Perşembe

Bıyık Kardeşliği

Dün bazı haber kanallarından sosyal medyaya yansıyan, sadece Türkiye'de türünden bir haber yayınlandı. Bugün de bu haber dolayısıyla eşime ve ülkede yaşayan diğer tüm Japonlara, Japonya Konsolosluğu'ndan bir mesaj geldi.

Önce işin başlangıcına bir bakalım. Her Ramazan olduğu gibi bu sene de sosyal medyada, Çinliler Uygur Türklerine oruç tutmayı yasakladı, kardeşlerimizi kesiyorlar, vs laflarını yayıp, oradan buradan buldukları resimleri işkence yapıldığının ispatı şeklinde gösterip insanları dolduruşa getiriyorlar. Müslüman lafını duyan "dindar" da, Türk lafını duyan "milliyetçi" de doluveriyor.

Gelelim habere konu olan olaya. Günlerini bugün kime saldırsam diye düşünerek geçiren 5-6 kişilik bir beyinsizler grubu, ellerinde bozkurt işaretiyle dün Tophane'de bir Çin lokantasına saldırıp gözleri çekik olduğu için Çinli zannettikleri Uygur Türkü aşçıyı dövmüşler[1].

Şimdi de Japon Konsolosluğu'nun ülkede yaşayan Japonlara gönderdiği mesajı görelim:
"[...] Bunlar gibi insanlar Japonları da Çinli zannedip saldırabilir. Dikkatli olun!" Yani şöyle demek istiyor: Türkiye'de bolca bulunan bu geri zekalılar, şu an kudurmuş durumda olduklarından her gördüğü çekik gözlüyü Çinli diye dövebilir haberiniz olsun.

Ülkemizin huzuru üzerinde, milliyetçi geçinenler müslüman geçinenler kadar büyük bir tehdit. Hatta son yıllarda benzerlerini çokça yaşadığımız dünkü meclis başkanı seçimini de göz önünde tutarsak, ülkeyi perişan etmede siyasî ittifak halinde olduklarını bile görürüz.

Ülkücü bıyıkla badem bıyık kardeş olmuştur.

Bu millet, din ve ahlak adına hiçbir şey üretemeyenleri sakalla, cübbeyle, tesettürle müslüman zannederse, Türklük ve ilim adına hiçbir şey üretemeyenleri de milliyetçi zannederse, onların da Uygur'u, Japon'u, Tatar'ı çekik gözleriyle Çinli zannetmesi normaldir.
_________________________________________________________________________________
[1] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/311301/istanbul_da_Cin_lokantasina_saldirdilar__Uygur_Turku_asciyi_dovduler.html

4 Nisan 2015 Cumartesi

UKİM Yolculuğu

Kayınvalidemin Japonya'dan gönderdiği kargo yine gümrüğe takılmış. Dört ay önce de aynı sorunla karşılaşmıştık ve Uluslararsı Kargo İşleme Merkezi'ne (UKİM) bizzat gidip almam gerekmişti. İki gün önce gidip aldığım dahil, her ikisinde de gümrüğe aykırı bir şey bulamadan olduğu gibi teslim etmişlerdi. Yani alıkonulmasını gerektirecek hiçbir sebep olmadığı için adresimize teslim etmeleri gereken her iki gönderiyi de keyiflerine göre elde tutup beni ve benimle aynı durumdaki birçok kişiyi büyük bir zahmete sokup kıymetli zamanımızı çaldılar. Üstelik sorunsuz olsun diye daha fazla para ödenip EMS ile gönderildiğinden içindekiler kontrol edilip, etikete yazılıp öyle yollanabilmişken. Bu ülkede, kamuda veya özelde insanlara hizmet etmeyi meslek edinmiş hemen herkes eziyet etmekten başka bir iş görmüyor. Kabiliyetleri zaten yok, eğitimleri de düzgün verilmiyor, bir de hataları ödüllendirilince kasıtlı yapmak için daha da cesaretleniyorlar.

İkinci kez deneyimlediğim için yolculuğumu biraz eğlenceli geçirmek istedim. Bunun için ilk şart araba kullanmamaktı. Elime kitabımı, kalemimi ve küçük not defterimi alıp yola koyuldum. Yer yer kitap okudum, yer yer etrafımı gözlemleyip kağıda aktardım. Aşağıda yazdıklarım işte bunlardan ibarettir.

Öğlen saat on ikide evden çıktığımda UKİM'in açılış saati olan bir buçukta orada olacağımı düşünmüştüm. Apartmanın bahçe kapısından yola çıkıp Bağdat Caddesi'ne yürüdüm. Göztepe ışıklardan sarı dolmuşa binip metrobüse gittim. Dolmuşa bindiğim yerde polisler titiz bir arama yapıyorlardı. Birkaç gündür ülkece yaşadığımız kepazelikler ve terör olayları sonrası önlemler artırılmış izlenimi veriliyor diye hissettim. Polis yeleklerinin altındaki giysilerin sivil olması dikkat çekiciydi. Üniformalı olan yoktu. Çok sayıda aracı durdurmuşlardı ve polislerden biri yol ortasında adımlayıp, bir elinde telsizle konuşurken diğer eliyle durmasını istediği araçlara işaret yapıyordu. İşin ilginç tarafı, savcımızın şehit edildiği Çağlayan Adliyesi'nin yanından metrobüsle geçerken etrafta hiç polis göremedim. Akşam haberlerde polisin bir bayan avukatı yerlerde sürüklediğini okuyunca anlaşıldı ki tüm polisler meğer binanın içine dalmışlar!

On ikiyi yirmi geçe metrobüsteydim. Dolmuştan inip metrobüs durağına gitmek için iki yüz metre kadar yürümek gerekiyor. Bunun gibi tüm geçitlerde, sokaklarda, kapı önlerinde ilerinizde bir yerde biri sigara içer ve saldığı duman mutlaka size ulaşır. Açık havada yürürken temiz nefes solumaya hasret kalırsınız. Bu Toplumsal Virüsler ile maalesef gün boyu hemen her yerde karşılaştım.

Söğütlüçeşme durağı metrobüsün Anadolu yakasındaki ilk kalkış yeri olduğu için rahat bir yer. Aracın içinde oturacak bir koltuk kolayca bulabilirsiniz. Bulamasanız bile bir sonraki hemen gelir, ona binersiniz. Ben ilk gelene bindim ve boş yer çok olmasına rağmen dışarıda beklemeye devam edenler hâlâ vardı. Bindiğim taşıt, koltukları yarı yarıya boş kalktı. Rahat bir yer derken bu kadarını ben de anlayamadım doğrusu. Uzunçayır'da çoğu öğrenci olmak üzere binenlerle aracın içinde ayakta yer bulmak bile zorlaşmıştı. Acıbadem'de iyice tıkış tıkış oldu. Hatta Altunizade'de durakta beklemeye devam etmek zorunda kalanlar bile oldu.

Yirmi dakika kadar bir sürede vardığım Zincirlikuyu'da aktarma yaptığım metrobüste de boş bir yer bulabildim. Sağ ön bölümde karşılıklı ikişer koltuğu olan yerde gidiş yönündeki cam kenarına oturdum. Parfüm kokularını fazlasıyla hissettiğim hafif kilolu bir kız soluma oturdu. Her halinden öğrenci olduğu anlaşılan bu genç kız, saçlarıyla, kotuyla, montuyla, çantasıyla, hatta gözlüğünün kemik çerçevesiyle baştan aşağı siyahlar içindeydi. Ucuz bir marka olmadığını düşündüğüm parfümünün ağırlığına hiç de uygun bir imajı yoktu. Bir ara kokunun başkasından geliyor olduğunu bile düşündüm ama sonra ondan geldiğine emin oldum. Karşımda üniversite öğrencisi başka bir genç kız oturuyordu. Yanımdakine göre daha minyondu, hem vücut ölçüleri hem de yüz şekli ve ifadesi olarak. En azından göze (ve buruna) tezat gelen bir şey yoktu. Arka taraftakileri göremiyordum ama araç içinde kitap okuyan sanırım sadece o ve ben vardık. Bu da ister istemez karşılıklı bir etkileşim yarattı. Bir ara, kızın arkasında ters yöne bakan koltuklar ile arada kalan boş bölüme bir oğlan çıkıp yerleşti. Bu durum kızı rahatsız etmişti ki arkasını dönüp neler olduğuna bakmak zorunda kaldı. Yüzünü tekrar elindeki kitaba çevirirken bana baktı. Bakışları elbette bu rahatsızlığını anlatmıştı ve ben de bunu anlamıştım. Ona boş vermesini söyledim. Ağızdan çıkmayan kelimelerle bu kısa konuşmayı yapıp tekrar kitaplarımızı okumaya koyulduk. Okmeydanı durağına yaklaşırken okumayı bıraktı ve pencereden dışarıyı seyre koyuldu. Bir sonraki Halıcıoğlu durağında indi. Gri ince bir mont giymişti, uzun saçları kapüşonunun üstünü örtüyordu, siyah kotun altına beyaz spor ayakkabılar giymişti, çıkışa doğru yürürken kahverengi çantasını sırtına yerleştiriyordu ki araç hareket etti. Sonrasında karşıma nasıl biri oturduğuna dikkat etmedim ama siyahlar içindeki yanımdaki kızın, önce konuşup sonra sürekli mesajlaştığı telefonun kırmızı kılıflı olduğunu fark ettim.

Zeytinburnu'nda inip dar ve uzun bir üst geçitten, elbette Toplumsal Virüslerin dumanlarından kaçmaya çalışarak geçip tramvaya bindim. Metrobüs aktarması yaptıktan sonraki her durakta türbanlıların sayısı artmıştı. Tramvay durakları geride kaldıkça daha da arttı. Hatta kara çarşaflılar da belirmeye başladı. Onlardan biri yakınımda ayakta duruyordu. Yirmili yaşlarının başındaydı, peçesizdi, makyajsız ve çirkindi, çerçevesiz kalın camlı gözlük takıyordu, inceltilmemiş kalın siyah kaşları giysisinin bir uzantısı gibi duruyordu, koyu haki yeşil deriden bir omuz çantası vardı, bağcıklı spor ayakkabılar giyiyordu. Bir ara telefonda konuştu. Hemcinsi ve yaşıtı biriyle konuştuğu belliydi. Epey güldü. Sonra birden "Namaza gidicen mi? Hastaysan gitme bak!" diyerek tekrar güldü. Benden önce, duraklardan birinde indi. Ben de o iki cümleyi düşündüm. Namaza gitmek mi, namazı kılmak mı? Bayan olduklarına göre cuma namazı gibi bir şart da yok. Yani topluca kılmaya gittikleri kendilerine özgü bir "namaz" türü olmaması lazım. Okuduğum kitaplardan aklıma gelen bilgilerle kafamda o kadar çok şey harmanlayıp o kadar değişik sonuçlara vardım ki, burada bu satırlara aktarmaya kalksam ana konuyu iyice kaybedeceğim. Sadece, bazı insanlar için namazın ibadet olmaktan çıkartılıp mensubu oldukları cemiyetlerce tatbik edilen bir kuttörene dönüştürüldüğünü tahmin ettiğimle yetineyim.

Tramvayın en tatlı insanları ellili yaşlardaki üç bayandı. İşaret diliyle konuşuyorlardı. Saçları açık, ucuz giysileri ve kuaför görmemiş saçlarıyla geçim sıkıntısı içinde oldukları belliydi. Yani ülkenin hemen tüm engellileriyle aynı kaderi paylaştıkları anlaşılıyordu. Tüm gün karşılaştığım insanlar içinde en çok konuşan ve hiç sesleri çıkmayan tek insanlardı. Onları seyredip anlamaya çalıştım. İçlerinden biri işaret parmağıyla şakağına dokunup aynı eliyle ampul çevirme işareti yaptı. Birisinden "deli" diye bahsettikleri kesindi. Anladığım tek şey bu oldu. Düşünüyorum da, böyle işaret diliyle konuşmak telefon tuşlamasıyla konuşmaktan kesinlikle daha sosyaldir; hatta belki daha engelsizdir. Güneştepe'de de onlar indiler.

Tramvay'ın son durağı Bağcılar'da inip meydana kadar yürüdüm. Metroya binmek için yer seviyesinden epey aşağı inmek gerekiyor. Yürüyen merdivenle inecek olursanız altı kez kullanmak zorundasınız. İki kat inip asansörlerle eksi dörde basarak da trene ulaşabilirsiniz. Bir durak sonraki Kirazlı'ya geçtiğim tren de oldukça boştu. Yan vagonda karşılıklı oturan dörtlü bir grup vardı. Birisi uzunca bir sakal bırakmıştı. Bir diğeri tespih çekiyordu. Sakal ve bıyıklarındaki seyrek ve ince tüylerden yirmili yaşların başlarında oldukları anlaşılıyordu. Eğilince yüzlerini örten ve kendilerine bir de hırsız, katil tipi veren değişik markalarda spor kasketleri vardı. Görür görmez İŞİD teröristleri oldukları kolayca akla gelebilirdi. Her halleriyle, gelin bizi tutuklayın, diye bağırıyorlardı. Ama bu ülkede temiz yüzlü, eli kitap, cetvel tutan öğrenciler daha çok şüpheli ve suçlu muamelesi görüyor. Elimdeki kitap, kalem ve not defteriyle ben bile trendeki diğer herkesten daha şüpheli bulunabilirdim. Konuştukları dilin Türkçe olup olmadığını anlamak için yanlarına kadar gidip ayakta durdum, kitabı açıp satırlar üzerinde göz gezdirmeye başladım. Konuşmaları trenin gürültüsünde hiç anlaşılmıyordu. Hiçbir Türkçe kelime seçemedim. Tespih çekmekte olanın benden rahatsız olduğunu anlayınca da daha fazla yaklaşmadım. Sadece sakallı olan yanındakiyle konuşuyordu, varlığımı fark ettiğini anladım ama tespihli olanın aksine umursamadan konuşmaya devam etti.

Kirazlı'dan M3 metro hattına geçtim. İkitelli Sanayi'deki UKİM'e ulaştığımda saat ikiyi geçiyordu. Neyse ki, paketi alırken fazla vakit kaybettirmediler. Şüphelenip alıkoymalarına sebep olan kutunun içeriğini söyleyeyim: kurabiyeler, şekerlemeler, patates cipsleri, eşim ve oğlum için toplam beş adet diş fırçası. Maazallah bir patlasa İstanbul'un yarısı havaya uçardı! Benden önceki kişilerin paketlerinden, satmak için getirttikleri belli olan düzinelerce güneş gözlüğü çıktığını görmeseydim, görevlilerin gerçekten rastgele kutu seçtiklerini düşünecektim. Fazla söylenmeden paketi alıp ayrıldım.

Dönüşte tekrar aynı yolu takip ettim. Aslında tramvayla Kabataş'a kadar gidip vapurla Kadıköy'e geçmeyi düşünüyordum ama yer yer arabalarla aynı yolu kullanan tramvay gerçekten çok ağır ilerliyordu.

Kirazlı'ya giderken bindiğim metroda iki bayanın arasına oturdum. Sol yanımda bir öğrenci kız, elinde kalem, üst üste attığı bacaklarının üzerine yerleştirdiği ders notlarına eğilmiş harıl harıl çalışıyordu. Sınava az zamanı kalmış da her fırsatı değerlendirmek ister gibi bir hali vardı. Sağımda kara çarşaflı bir kadın vardı. Onun tam karşısında da kocası olduğu anlaşılan, altmış yaşlarında, sakallı, takkeli, cübbeli bir adam oturuyordu. Benden mi yoksa kitap okumamdan mı bilmem, kadın yanımda biraz huzursuz oldu. Kitap okuduğum için suç işliyorum gibi bakıyordu. Hatta kitabı kapatıp not yazmak için defteri üzerine koyduğumda dua eder gibi bir şeyler mırıldanmaya başladı. (Yazdıklarımı okuması imkansız çünkü kendi geliştirdiğim bir alfabe kullanıyorum). Okuduğum kitabın yazarı olan Umberto Eco adı büyük harflerle kapakta yazıyordu. Yazarı tanımadığına adım gibi eminim, dolayısıyla rahatsızlığının sebebi o olamaz. Ama kitabın adı Prag Mezarlığı. Bunu görünce mezarlıklı falan kitaplar okuyan birinin gelip yanına oturmasından dehşete düşüp bildiği duaları sıralamaya başlamıştır diye düşünüyorum. Dualarla beraber benimkinden önceki durakta indiler, ben de dikkatimi kitaba verdim biraz.

Kirazlı'da indiğimde solumda oturan kızın arkasından ilerler buldum kendimi. Siyah saçları omuzlarının bir karış altına kadar uzanıyordu. Kahverengi deri ceketi ve çalıştığı ders notlarını içine sığdırdığı aynı renkte çantası vardı. 1.70'e yakın boyu vardı, biraz etine dolgundu ama kalçası nispeten öyle değildi. Bacaklarını sımsıkı saran lacivert kotu kalçasında bollaşıyordu. Beyaz şeritli açık mavi spor ayakkabılar giymişti. Kirazlı-Bağcılar arasında bir durak için bindiğim trene aynı kapıdan girdik. Benden şüphelenmesin diye tekrar yanına oturmadım. Bir sonraki vagona geçtim. Ama o da Bağcılar'da inince ister istemez tekrar arkasında ilerler buldum kendimi. Aynı asansörü kullanmak durumunda kaldık, böylece yüzünü de yakından görebildim. Atom taşından yapılma, küçük küpeler takıyordu ve esmer tenine yakışıyordu. Ucu biraz yukarıda, küçük, zarif bir burnu, ince dudakları, lekesiz ve pürüzsüz bir cildi vardı. Yüzünün ince güzelliğine daha uygun, narin bir vücut taşımalıydı diye düşünmeden edemedim. Zeytin karası gözleri ve zeki bakışları vardı. Göz göze gelmedik ama ona bakıyor olduğumu anlamıştır diye tahmin ediyorum. Asansöre sonra bindiğim için ben önce indim. Yürüyen merdivenin basamağında durup yukarıya çıkarılmayı beklerken o solumdan geçip çıkışını sürdürdü. Böylece yine arkasında kaldım. Tramvaya da binseydi artık kesin kendisini takip eden bir sapık olduğumu düşünebilirdi ama o, çarşının içine doğru yürürken ben farklı yoldan tramvay durağına yöneldim.

Tıpkı giderken olduğu gibi dönerken de türbanlıların çokluğu dikkat çekiciydi. Hem tramvay içinde, hem de dışarıda. Hele Yavuz Selim-Soğanlı durakları arasında yanından geçtiğimiz bir parktakilerin tamamı türbanlı kadınlardı. Tramvayda yan yana oturan iki kadın sözleşmiş gibi ellerini karınlarının üzerine koymuş, sol elleriyle sağ bileklerini tutuyorlardı. İki sıra arkasında aynı şekilde oturan bir de adam vardı. Etrafta biraz daha göz gezdirdim ama dördüncü birini bulamadım.

Üç buçukta bindiğim Metrobüste iki şekilde şanslıydım. Hem kalabalık olmasına rağmen hemen yanımdaki koltuk boşaldı, hem de araç Zincirlikuyu'da aktarma yapmadan yola devam etti. Böylece yolun tamamına yakınında ayakta kalmadım. Söğütlüçeşme'den Göztepe'ye bu sefer yukarıdan gittim. Hangisi olursa olsun her pedal basışları ve dümen kırışları birer cinayete teşebbüs olan şoförlerin kullandığı mavi minibüslerden biriyle günün son araç yolculuğunu yaptım. Koşturmadan fırsat bulamadığım öğle yemeğimi evimize çok yakın olan dönercide yedim. Evde eşimi zamansız bir zahmete sokmak istememiştim. Açlıktan mı bilmem, ikram edilen küçük acı biber turşularından yedi tane yedim. İçecek olarak da acılı şalgam söyleyince dönercidekiler afallamıştır herhalde. Ancak tüm o acılar günün yorgunluğunu üzerimden silip iyice ayılmama sebep oldu. İçeriğe uygun şekilde ifade edecek olursam, tam anlamıyla "ateşledi" diyebilirim.

Bakkal alışverişini de yapıp evden içeri girdiğimde saat beşi birkaç dakika geçiyordu. Eğer arabayla gitseydim belki bir ya da bir buçuk saat daha erken gelebilirdim. Ama trafik stresi ömürden eksilttiği için toplam hayat süresinde daha kârlı olduğumu düşünüyorum. Toplumsal Virüslerin dumanlarının etkilerini saymazsak tabi. Oğlum öğlen uykusundan uyanmıştı. Günün yorgunluğunu bir de ona sarılarak attım. UKİM'de el yordamıyla karıştırarak baktıkları kutuyu evde tamamen boşalttık. Kayınvalidem sağolsun beni de düşünüp Japonya'da en sevdiğim parmak cipslerden on kutu göndermiş. 'Cagariko' isimli bu cipsler biranın yanında mükemmel gidiyor. E bize de öyle yapmak düşüyor.

1 Kasım 2014 Cumartesi

Kentsel Dökülüm Projesi

Son birkaç yıldır Kentsel Dönüşüm adı altında İstanbul'un birçok yerinde binalar yıkılıp yerine yenileri dikiliyor. Özellikle, benim evimin de bulunduğu Kadıköy ilçesi  ve Bağdat Caddesi çevresinde bu çalışmalar çok yoğun bir şekilde devam ediyor. Bitecek gibi de görünmüyor. Bütün Kadıköy İlçesi şantiye alanı oldu desem yeridir. Her yer toz, toprak, çamur, inşaat gürültüsü. Yollarda, sokaklarda hafriyat kamyonları, beton karıştırıcılar, kaldırımlara serilmiş inşaat demirleri, şunlar, bunlar, tam bir rezillik, kepazelik.

"Afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi" bahanesiyle başlatılan ama aslında müteahhit zenginleştirme, rant götürme, hak gasp etme, nefes aldırmama projesi olan bu rezillik son hızla devam ediyor. Birileri malı götürürken insanların yaşam kalitesi düşürülüyor. Deprem riski denerek insanların gözü korkutuluyor. Evlerinin risk taşımadığını bildikleri için bu göz korkutmaya kanmayanlar bile evlerinin değer kazanacağına ikna olarak yenilenmesine razı oluyor. Fiyatlar gerçekten de inanılmaz; 85-90 metrekarelik apartman daireleri 850 bin lira civarında! Konumuna göre milyarı geçenler var.

Binaların yenilenmesine veya evlerin değer kazanmasına kimsenin bir itirazı olmaz elbette. Ancak binanın yenilenmesi deyince -hani deprem riski var ya(!)- yüksekliğiyle, daire sayısıyla, dairelerin metrekaresiyle, kapladığı alan ile aynı ölçümlerde yeni binanın yapılması akla gelir. Ama böyle olması için daire sahiplerinin üste para ödemeleri gerekir. Buna razı olan çıkmaz ama şuna herkes razı olur: kendi daireleri küçülür, artakalan metrekarelerle yeni binanın üstüne kat çıkılır, eski daire sahiplerinin cebinden para çıkmaz, müteahhit de yeni ortaya çıkan daireleri satarak para kazanır. İşin kötüsü, buna razı olmasalar bile mecbur kalanlar oluyor çünkü bina yıkılmak zorunda diye bir karar çıktıktan sonra elde para yoksa çaresiz kabul ediyorlar.

Ortada gerçek bir plan olmadığı da çok açık. Üç-dört katlı binalar yıkılıyor ve yerine on-on iki katlı binalar yapılıyor. Daireler 20-25 metrekare küçültülüyor. Balkonlar sıfırlanıyor. 6-8 ailenin oturduğu yerde artık 18-20 aile oturuyor. 6 araba gidiyor, 16 araba geliyor. Yüzlerce, binlerce yeni aileden, taşıttan bahsediyoruz.

Afet riskine karşı güvenliği artırmak için yenilemek işin bahanesi, kandırmacası. İmar alanı değişmiyor. Yani masadaki hamur aynı, yanlardan basıp yükseltiyorsunuz. Daha geniş alana yayılmış üç katlı binanın yıkılma riski mi fazladır, yoksa daha dar alana konumlanmış on katlı binanın mı? İnşaat firmaları binaları yükselttikçe yükseltiyor, çünkü alt katları dairelerin eski sahiplerine verirken, satmak için kendilerine ayırdıkları üst katları daha pahalı satmak için deniz görme yüksekliğine kadar uzatıyorlar. Çoğu zaman kendilerine ayırdıkları (gasp ettikleri) dairelerin fiyatları daha da artsın diye en üst katları daha geniş yapıyorlar. Yani alt katların metrekaresinden biraz daha fazla çalıp tepeye koyuyorlar, bina daha da incelip üst kısmı daha da ağır oluyor. Yiyen olursa, alın size yepyeni, daha güvenli, daha değerli bina yaptık, girin oturun, diyorlar.

Peki binalar yapılırken yollar genişletiliyor mu? Yeni yollar yapılıyor mu? Tabii ki, hayır! İnsan sayısının yanı sıra araç sayısı da artıyor. Yarın bütün bu araçlar aynı saatlerde trafiğe çıkacaklar. Bu insanlar aynı saatlerde işlerine gidip dönecekler. Bu ailelerin çocukları okullara gidecek. Aynı yollarda daha çok araba ve servis aracı olacak. Yaşam alanları genişletilmiyor, dikkat edin, aynı alana daha çok insan yığılıyor. Bölgenin insan kalitesi bile değişiyor. Bağdat Caddesi'ne çıktığım zaman artık daha çok türbanlı, hatta bizzat Arap görüyorum. Bu işin sonu nereye varacak bilmiyorum, hatta bir sonu olacağından bile emin değilim.

29 Eylül 2013 Pazar

Şu Çılgın Türkler

Şu Çılgın Türkler kitabı piyasaya çıktığında o kadar çok medyada bahsi geçmişti ki almak içimden gelmemişti. Çünkü bizim medyamızın bir şeyden sürekli bahsetmesi değersiz bir şeyin reklamını yapmakta olduğuna delalet eder. Ancak bir süre sonra çok saygı duyduğum köşe yazarları, sanatçılar ve ilim adamları da bahsetmeye başlamışlardı ki nihayet kitabı almıştım. Okuduğumda ise, hayatımda beni en çok etkileyen kitaplardan birini bitirmiş olmanın yanı sıra, hem çok önemli tarihî bilgiler edinmiştim hem de kitaplarını her daim takip edeceğim muhteşem bir tarihçi-yazarı tanımış olmuştum.

Turgut Özakman'ın okumadığım kitabı yok sayılır. Şu Çılgın Türkler'in Japonca çevirisinin de yayınlandığını duyduğum zaman, hem bu okuma zevkini tatsın hem de biz Türkler ve tarihimiz hakkında daha çok bilgiyi kendi dilinde okuyarak öğrensin diye hemen eşime aldırdım. Kitabın Japonca çevirisini yapan Aya Suzuki, Tokyo Waseda Üniversitesi'nde Çin Edebiyatı üzerine eğitim almış, 2001'de Özbekçe-Japonca deyişler kitabı çıkarmış, 2005'te İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde Türkçe bölümünü bitirmiş. Aya Suzuki'nin kitapta yer alan sözlerini eşime tercüme ettirdim ve bu satırlarda size aktarmak istiyorum:

Türkiye'de en çok satan kitap olması üzerine çevirisini yapmaya karar veren Aya Suzuki, bir ülkede en çok ilgi gören şeylerin o ülke insanları hakkında en doğru bilgileri verdiği düşüncesini ifade ediyor. Türkiye'de en çok satan kitabın hayalî bir roman ya da bir biyografi değilken bir tarih kitabı olması ona ilginç geliyor. Aya Suzuki, Japonya'da İngiltere'den dost ülke olarak bahsedilirken bu kitapta düşman olarak anlatılmasına dikkat çekiyor ve Japonların tarihe ABD ve İngiltere perspektifinden baktıklarını, ancak bu kitabın gerçek dünya tarihini göz önüne getirmesi bakımından önemli olduğunu belirtiyor. Türk arkadaşlarının 'bizim gurur duyduğumuz tarih budur' dediklerini ve bu büyük savaşları kazanan Türklerin her zaman kendileriyle gurur duymalarının sebebinin bu kitaptan öğrenilebileceğini aktaran Aya Suzuki, tarih seven Japonlara bu kitabı mutlaka okumalarını tavsiye ediyor.

Aya Suzuki, yazardan bahsederken de şunları söylüyor: "Türkler her zaman beni utandıracak kadar nazik insanlar ama Turgut Özakman hepsinden daha da nazikti. Ne zaman kendisinden yardım istesem her zaman, derhal, doğru ve sabırlı bir şekilde bana yardım etti. Çevirirken bana destek oldu. Onunla uzun süre mesajlarla da irtibat kurdum ve mesajlarının sonunda bana her zaman şöyle söyledi: 'Her şey gönlünce olsun' (A.Suzuki bu sözleri Türkçe olarak Japon Katakana alfabesiyle yazmış ve sonra tercümesini vermiş [M.S]). Japonya'da da birbirimize 'ganbare' (haydi/çok çalış/dayan gibi anlamları birleştiren bir destekleme sözcüğü, Japonya'da sık kullanılır [M.S.]) gibi bizi strese sokan bir sözcük kullanmak yerine, her şey gönlünce olsun desek ne güzel olur." Bu muhteşem eseri kendi halkına sunmuş olan bir yabancıdan bu sözleri duymak ne kadar gurur verici.

O yazarın, o güzel insanın dün vefat ettiğini öğrenmiş olmanın üzüntüsü içindeyim. Bir öğretmenimi kaybetmiş gibi hissediyorum kendimi. Öğrenmek istediğim o kadar çok şey varken, Turgut Özakman da bu dünyadan ayrıldıktan sonra nasıl öğrenebileceğimin endişesi içindeyim. Mekânın cennet olsun. Yazmış olduğun o Çılgın Türkler'in arasındasın artık. Bize kazandırdıkların ve öğrettiklerin için sana minnettarız.

3 Temmuz 2013 Çarşamba

Mücadeleye Devam

Halkın, yani bizlerin direnişiyle geçen son haftalar, yazacak çok şey olmasına rağmen beni, bloguma yeni bir yazı eklemekten mahrum bıraktı. Bu süre içinde duygularımı genellikle Facebook ve Twitter'da paylaştım. Bu süreç elbette beni kitap okumaktan mahrum bırakmadı ve okudukça, yaşamakta olduğumuz günlere en uygun olabilecek kitaplardan biri olduğunu fark ettiğim kitabı yeni bitirdim.

Kur'an Penceresinden Kurtuluş Savaşı'na Bir Bakış isimli kitap, satırlarına taşıdığı olayların sanki içinde olduğumuz günleri anlatıyor olmasının yanı sıra, Atatürk'ün 80 sene önce söylediği sözleri de sanki yeni söylenmişler gibi bugünkü mücadeleyi veren halka ışık tutması açısından önemli bir eser teşkil ediyor.

Yaşar Nuri Öztürk, kitabında şu sorunun cevabını arıyor:
"İslam ile Mustafa Kemal'in yaptıkları arasında bir çelişme var mıdır?"
Yazar, ayetleri ve belgeleri ortaya koyarak şu cevabı veriyor: "Cumhuriyet Devrimleri, İslam'a aykırılık şöyle dursun, İslam'ın bizzat talepleridir. Mustafa Kemal, yaptığı devrimlerle, özgün İslam'ın ve Hz. Muhammed'in hasretine cevap getirdiği inancındadır. Biz de o inançtayız."(s.45) Atatürk, Kuran'ın istediğini yaptı vurgusu kitabın özüne damga vurmuş. Yazar şunu da ekliyor: "Dinin, vahiy tarafından belirlenmiş hiçbir beyan ve tespitinin, Cumhuriyet devrimleri tarafından tacize uğradığı ispatlanamaz."(s.160)


Gezi Parkı Olayları diye dillendirilen ama esası itibarıyla siyasî yönetim tarafından zulme uğratılmış ve uğratılmakta olan halkın başkaldırmasıyla şekillenen halk hareketi, gençlerin dirilmesine, kendine gelmesine, içlerindeki ateşin ortaya çıkmasına, "muhtaç oldukları kudretin damarlarındaki asil kanda mevcut" olduğunu nihayet anlamasına yol açtığı gibi, tüm halkın birlik oldukları zaman ne kadar güçlü olduklarının farkına varmasına da sebep oldu. Bu hareket Türkiye'den dünya milletlerine yayıldı ve Türk Milleti bu haliyle dünyaya da örnek ve öncü oldu.

Tüm bu yaşananlar içinde direnen bizlerin, yani halkın, üstüne basarak tekrarladığımız, sloganlaştırdığımız bir şey vardı: Mücadeleye devam! Kitapta aktarılan, tam da yeri gelmişçesine Atatürk'ün 5 Şubat 1924 günü söylediği şu sözlere bakınız:
"Sultanların boğdukları zannolunan millet ruhu; saltanat, taht ve tacı parçalanarak yeniden canlandırıldı. Milletin teyakkuzuna, milletin ilerleme ve gelişme kabiliyetine güvenerek, milletin azminden asla şüphe etmeyerek cumhuriyetin bütün icaplarını yerine getireceğiz...Mücadele bitmemiştir." (ABE 16/209*)

Atatürk bu sözlerdeki mücadeleyi, cumhuriyeti kurduktan sonraki mücadele olarak veriyor. Biz ise şu anki mücadelemizi, cumhuriyeti, sultanlık hevesindeki emperyalizm kuklalarından geri almak aşamasında vermekteyiz. Cuma namazına milletin vergileriyle ödenen helikopterle giden hainlere karşı, hayatı boyunca bir kez harcırah bile almamış olan Atatürk'ün evlatları olarak mücadelemizi sürdürmeliyiz. Çünkü henüz tam netice alınamamıştır. Ve bu konuda herkesin yapacağı uğraşlar vardır, olmalıdır. "Neticesiz uğraşmak çalışma sayılmaz. Hiçbir şey yapmamak veyahut neticesiz, mânâsız şeyler yapmak, çalışma kanununa karşı büyük kabahattir." (ABE 23/64-67) "Allah'ın emri, çok çalışmaktır." (ABE 15/110)

10 küsur senedir iktidara doymayan ve bu süre içinde yapageldikleriyle halkın bugün direniş içine girmesine yol açan yöneticiler, başkanlık sistemini de getirerek resmî sultan haline gelmenin hesaplarını yapmaktalar. Oysa bu cumhuriyetin kurucusunun neler söylediğine bir bakalım: "Birçok yerden müracaatlar görüyorum. Yaşadığım müddetçe reisicumhurluğumu istiyorlar. Bu, bizim prensiplerimize aykırıdır." 2 Aralık 1925(ABE 18/127) "Uzun müddet iktidara sahip olmak üzere toplantı halinde kalacak olan mebuslar, yavaş yavaş kendilerini seçen milletin arzusundan, emellerinden, hislerinden ve fikirlerinden uzak kalır, arada bir ayrılık olur. Bir gün bakarsınız ki, millet başka türlü çalışıyor, millî emeller başkadır." 2 Şubat 1923 (ABE 15-76-83)

Atatürk'ün şu sözlerini tekrar hatırlayalım: "her millet, icraatına tahammül ettiği hükûmetin mesuliyetine ortak sayılır." Peygamberimiz ise 1400 sene öncesinden bize şu sözleri söylüyor: "Esas cihat, zalim sultan karşısında hakkı seslendirmektir."

Mücadeleye devam ilkesi içinde, Atatürk'ün şu sözlerini de zihnimize yazmamız gerekmektedir: "Asıl kurtuluşa ulaşmak, mücadeleyi tatil etmekle değil, ilelebet mücadeleyi devam ettirmekle mümkün olacaktır."(ABE 15/86-88) Bizler, bir bakıma, 1938'de mücadeleyi tatil ettiğimiz için bugünkü zulmü yaşamaktayız. Başımıza gelmiş olan ve gelmekte olan tüm musibetlerin birinci sorumlusu halktır. Yılanın başını küçükken ezmemeyi tercih etmiş olduğumuz içindir ki bugünkü mücadelemiz, olması gerektiğinden çok daha çetin olmaktadır. Ancak başka çaremiz olmadığını bilmeliyiz. Çünkü -yazarın sözleriyle ifadeye koyalım- "2000'li yıllarla birlikte 'küllî tahribat' sürecine geçilmiştir. Bu süreç başarıya ulaşırsa, Türkiye'nin 2023 yılında Cumhuriyet'in kuruluşunu kutlamasına değil, Müdafaai Hukuk Cumhuriyeti düşmanlarının 'Cumhuriyet'in çöküşü'nü kutlamalarına tanık olacağız."(s.431)

*ABE: Atatürk'ün Bütün Eserleri adlı, Atatürk'ün tüm söylemlerinin ve yazılarının toplandığı 30 ciltlik kitaplar dizisinin kısaltmasıdır.

1 Haziran 2013 Cumartesi

Direniş ve Devrim

Tarihe tanıklık ettiğim ve elimden geldiği kadarıyla bizzat içinde olduğum şu günler, milletimin kaderine razı olmadığını ispat etmek için her türlü devlet zulmüne rağmen başkaldırdığı, harekete geçtiği günlerdir. Hiçbir siyasî ve sosyal kurumun örgütlendiremediği halk, inanılmaz bir şekilde kendi kendini örgütleyerek direnişe geçti. Bu satırları yazmakta olduğum şu sıralarda gelen haber şu: "polis geri çekilmek zorunda kaldı, halk gezi parkını geri aldı."

Halkın zaferidir bu.

Badem ise hâlâ ısrarla "o ağaçlar kesilecek, ve oraya Topçu Kışlası tekrar inşa edilecek", diyor.
Peki nedir bu Topçu Kışlası meselesi?

Tarihimizde 31 Mart Olayı diye bilinen(1909) gerici ayaklanmanın başladığı ve bittiği yerdir Topçu Kışlası. Cübbeli, sarıklı katiller "allahu ekber" diye haykırarak önlerine gelen mekteplileri katlediyorlardı. Selanik'ten yola çıkan Hareket Ordusu bu ayaklanmayı bastırmak üzere İstanbul'a geldi ve bu irticacıların isyanını, karargahları olan Topçu Kışlasını topa tutarak bastırdı. Bademgiller için o kışlanın yeniden inşa edilmesinin önemi budur. Alnı secdeli katil dedelerinin geberdiği yerdir orası. Ama işler onlar için yolunda gitmedi, gitmiyor. Türk halkı, yani tabir yerindeyse İkinci Hareket Ordusu, vur emri almış Badem polislerle canları pahasına savaşarak kışlanın bugün yerinde olan Gezi Parkı'nı tekrar ele geçirdi. Ağaçları, geleceği kurtardı.

Atatürk'ün bize verdiği birinci görevi yerine getiriyoruz.



Bu yazımı fazla uzun tutmayacağım çünkü yazacak çok şey var ve hepsini yazarak bu satırları uzatmak da istemiyorum, bir kısmını yazıp diğer kısımlara haksızlık etmek de istemiyorum. Halkın uyanış günleri henüz bitmedi. Ben bu satırları yazarken birçok şehirden polis şiddeti ve halkın direniş sesleri geliyor. Ama Atatürk'ün Nutuk'ta yazdığı şu ölümsüz satırları aktarmak istiyorum:

"Dinî düşüncelere ve inançlara saygılıdır ilkesini bayrak olarak eline almış bu parti, memlekette suikastçıların, gericilerin sığınağı ve ümitlerinin dayanağı oldu. Dış düşmanların, Türk devletini, Türk cumhuriyetini yıkmayı hedef alan planların kolaylıkla uygulanmasına yardım etmeye çalıştı. Bu partinin programı en hain kafaların ürünüdür."* Atarük'ün bu satırlarda bahsettiği parti Terakkiperver Cumhuriyet Partisi'dir. Bu sözlerin 2013'te söylenmiş olduğunu varsayın, aklınıza hangi parti geliyor?

Allah direnen milletime güç versin. O her zaman doğrunun yanında, zalimin karşısındadır.

 


* Bu satırlarla ilgili geniş yazı için Nutuk'un sonlarına doğru yer alan 'Terakkiperver Cumhuriyet Partisi ve En Hain Kafaların Ürünü Olan Programı' bölümüne bakılabilir.