Genel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Genel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Haziran 2022 Cuma

İnsana Şiddet

Kadına şiddet asla onaylanmayacak büyük bir insani sorun. Bizimki gibi eğitim seviyesi düşük, şiddetin neredeyse cezasız kaldığı adaletsiz toplumlar içinse tam bir felaket. Ama bu durumu suistimal eden ve hatta çıkarına kullanan kadınlar bana göre şiddete uğrayan kadınların sayısından daha fazladır.

İşte meşhur Johnny Depp davası dikkatleri tam da buraya çekti, mahkeme kadının erkeğe şiddet uyguladığına karar verdi. Karar açıklandıktan sonra ise kadın (Amber Heard) şu açıklamayı yaptı: “Hissettiğim hayal kırıklığını kelimelerle ifade edemem…Bu kararın diğer kadınlar için taşıdığı anlamdan dolayı daha büyük hayal kırıklığına uğradım”.

Yani diyor ki: “Kadının güçsüz, erkeğin güçlü olduğu algısını kullandım. Hem erkeklik gururuna yediremeyeceği hem de ününü zedeleyeceği için sesini çıkarmaz zannettim. Ama mahkeme yemedi. Belki siz yersiniz.” 

Ben şahsen bu kararı kadına şiddet algısının  ardına sığınarak her haltı yiyen sahte feministlere inmiş bir tokat olarak da görüyorum. Yıllarca aklımıza kazınan bilim adamı tabiri nasıl yerini bilim insanı tabirine bıraktıysa, kadına şiddet tabirinin de insana şiddet olarak değişmesi gerektiğini düşünüyorum.

5 Nisan 2020 Pazar

İki Piyano

Huyumdur, kriz dönemlerinde büyük harcamalar yaparım. Aslında huyum olduğunu söylemek tam anlamıyla doğru değil. Çünkü böyle bir alışkanlığım yok. Büyük bir harcama yapmak için kendimi zorluyor da değilim. Elimde olmayan gelişmelerin ve ihtiyaçların etkisi büyük. Bunların üstüne maddiyata olan nefretim ve karakterim de eklenince ortaya bu sonuç çıkıyor. Ancak huyumdur dememin de bir sebebi var.

Defalarca izlediğim için Baba-2 filminin hemen hemen her sahnesini bilirim. Özellikle birkaç sahnesi vardır ki aklıma kazınmış, duygularımı ve davranışlarımı şekillendirmiştir. Onlardan birinde genç Vito işten çıkarılır. Zaten çok fakirdir ve bakmak zorunda olduğu bir ailesi vardır. Cebinde kalan her kuruş altın kadar değerlidir. Çıkarıldığı işten eve döner. Kapıyı açar. Arkasında gazete kağıdına sarılı bir şey saklamaktadır. Yemek vaktidir ve eşi mutfaktadır. Arkasında sakladığı şeyi sarılı olduğu gazete kağıdından çıkarır. Çok lezzetli görünen güzel bir armuttur bu. Meyveyi yemek masasına koyar. Eşi mutfaktan döndüğünde meyveyi görür, sevinçten yüzü parlar ve ne kadar güzel olduğunu söyler. Böylece birlikte sofraya otururlar. Genç Vito gurur ve mutluluk içindedir. Her kuruşun hesabını yapmak zorunda olduğu halde, işini kaybetmiş olmasına rağmen o meyveyi almıştır. Çünkü sevdiği insanın mutluluğu, evindeki huzur onun için her türlü hesaptan daha değerlidir.

Savaştan yeni çıkmış fakir Türk halkı ve yeni kurulan Cumhuriyet ilk yıllarda birçok zorlukla mücadele etmek zorunda kalmıştı. Bu zorluklar içinde Atatürk 1925 yılında bir ilkokulu ziyaret eder. Okula bir Kur'an'ı Kerim hadiye eder ve kendi yazısıyla "dikkatle okunmak için" diye bir not düşer. Atatürk'ün Kur'an'ı Kerim ile birlikte o okula hediye ettiği bir şey daha vardır. Nedir biliyor musunuz? Bir piyano. Sefalet içindeki halk aydınlansın, öğrensin, anlasın, gelişsin diye dikkatli okunması için bir Kur'an...ve bir piyano. Yaptığı her şeyde bir bilgelik, bir zarafet var. İnanın, yazarken gözlerim doluyor [1].

Baba filmlerini mi yoksa Atatürk'ü mü çok sevdiğim için böyleyim bilmiyorum. Belki sadece kendi karakterim böyledir de bu örneklerle haklılığımı kanıtlamaya çalışıyorumdur. Belki de savurganın tekiyimdir ve bunu itiraf etmektense bahane buluyorumdur. Ancak şu bir gerçek ki, özellikle kriz dönemlerinde kendimi büyük bir harcama yaparken buluyorum.

On yıl çalıştığım Turkcell'de işten çıkarıldığımda yeni evliydim. Evlilik harcamalarıyla dünya kadar borca girmiştim. Ev kredisi ödemeye devam ediyordum. Bana verilen tazminat ücretiyle ilk evlilik yıl dönümümüzde eşime bir piyano aldım. İki yıl çalıştığım Huawei'de işten çıkarıldığımda sadece iki ay önce baba olmuştum. Öncesinde ve sonrasında bebek odası eşyaları, puset, araba koltuğu, giysiler, oyuncaklar, ne lazımsa hepsini aldım. Biraz cebimde kalsın demeden en iyileri neyse onları seçtim. Türkiye'deki son işimden ayrılmak zorunda kaldığımda ise eşim ikinci bebeğimize hamileydi. Bebek masraflarının yükü altında gittim temiz olsun diye sıfır araba aldım (öncesinde şirket arabası kullanıyordum). O arabayla alışverişlerimizi yaptık, ailece gezilere çıktık.

Japonya'ya taşınırken eşimin piyanosu maalesef Türkiye'de kaldı. Buraya getirmek mümkün değildi. Zaten elektrik aksamlı olduğu için iki ülke arasındaki volt farkı burada kullanmasına engel olacaktı. Şu sıralar tüm dünyada olduğu gibi Japonya'da da virüs sebebiyle ekonomik zorluklar var. İşsiz kalanlar, dükkanlarını kapatmak zorunda kalanlar, ücretsiz izne çıkarılanlar. Şu an benim için bir tehlike yok gibi görünüyor ama ne olacağını kestirmek mümkün değil. 

Yine de...

Eşimi daha fazla piyanosuz bırakmak istemedim.

Tıpkı birincide olduğu gibi on birinci yıl dönümümüzde de bir piyano aldım.

Eğer böylesine zorlu bir dönemde olmasaydım almaya kalkar mıydım bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa...ben sevdiklerimin mutlu olmasıyla mutlu oluyorum. Belki de esas huyum budur ve yazıya huyumdur diye başlamam bundan dolayıdır. Genç Vito gibi huzur bulma çabasıyla.. Büyük Atatürk gibi çocukların eğitimine katkı vermesi amacıyla..
_____________________________________________________________________________
[1] Okulun adı Gazi Kız Numune Mektebi'dir. Atatürk bunun gibi birçok okula Kur'an'ı Kerim hediye etmiştir. Ayrıntılar için bkz. El Cevap, Sinan Meydan. İnternette araştırdığınız takdirde de birçok bilgiye ulaşabilirsiniz.

29 Mart 2020 Pazar

Kediyi Kim Yedi

Evlenmeden önce eşim yaklaşık beş yıl Çin'de öğretmenlik yaptı. Ben 2010-2012 yılları arasında İstanbul'da bir Çin şirketinde çalıştım. Yani Çinlileri, karakterlerini, huylarını, alışkanlıklarını iyi biliyoruz. Şu sıralar gündemi meşgul eden ve tepkilere konu olan yemek kültürleri de dahil.

Tüm dünyayı kasıp kavuran Covid-19 virüsü ilk kez Çin'de ortaya çıktığı zaman belki bazılarının aklına "acaba bu sefer ne yediler?" sorusu gelmiştir. Oysa bu soru, bizim gibi onları yakından tanıyanların aklına ilk gelen soruydu. Önceleri basında pangolin gibi bir iki hayvandan bahsedilmişti ama nihayetinde virüsü yarasa yiyerek kapmış oldukları haberi öne çıkmaya başladı. Eşimin aktardığına göre, tıpkı bizdeki denizden babam çıksa yerim söylemi gibi Çinlilerin de iskemle hariç ayakları olan her şey yerim diye bir söylemi var [1].

2010'un Ekim ayında bir haftalık bir eğitim için şirket benimle birlikte bir çalışma arkadaşımı Çin'e gönderdi. Gün içinde eğitime gidiyor, akşamları şehirde geziyorduk. Arkadaş pek aldırmıyordu ama normalde bile fazlasıyla yemek seçen biri olarak benim oradaki yerel yemekleri yememe imkân yoktu. Yarasa yiyen görmedik ama yılan, akrep yeniyordu. Ben neredeyse tüm öğünlerimi Pizza Hut'ta yiyordum. İçim dışım pizza olmuştu ve bundan hiçbir şikayetim yoktu.

Arkadaşım bir akşam yorgunluktan uyuyakalıp yemek yiyemediği için şehri gezmeye başlamadan önce otelin yanındaki Çin restoranında girdik. Menüde balık çorbası olduğunu görünce, en azından bildiği bir şey olduğunu düşünerek sipariş etti. Balık çorbası diye gelen şeyi görünce gözlerimize inanamadık. Masaya büyükçe bir kâse kondu, kâsenin içinde su, suyun içinde de koca bir balık bir bütün halde duruyordu. Önce canlı zannettik. Bir süre gözlemleyip hareket etmediğine şahit olunca canlı olmadığına kanaat getirdik. Kâsenin sıcak olduğunu sonradan anladık. Anlaşılan, balığı olduğu gibi suda kaynatmışlar, suyuyla birlikte de çorba diye önümüze koymuşlardı. Arkadaş yemek çubuklarını kullanarak onu bir güzel parçalara ayıra ayıra yedi.

Bir haftalık bu Çin deneyimimiz sona erip ülkemize döndükten yaklaşık bir yıl sonra basında bizim şirketle ilgili bir haber çıktı. Yalçın Bayer'in kendi köşesinden aktardığı habere göre bizim şirketin Ankara ofisinde çalışan Çinlileri mahalledeki kedi ve köpekleri toplayıp yiyormuş. Balkonda iple bağlı bir kedinin bir süre sonra içeri alındığı, durumu haber verdikleri polisin eve geldiğinde içeride kedi olmadığı yazılmıştı [2]. Birlikte çalıştığımız Çinlileri gayet iyi tanıdığımız, neler yediklerini bizzat gözlerimizle gördüğümüz için şirketin Türk çalışanları olarak haberin doğruluğundan şüphe duymadık. Aramızda muhabbet ve espri konusu yapmaya başladık. Ancak haber şirketin özellikle Çinli üst yönetiminde büyük bir infiale yol açtı. Toplantılar yapıldı. Kararlar alındı. Basına bildiri gönderildi. Bizlere dışarıdan tanıdıklarımız tarafından sorulduğu takdirde ne cevap vermemiz gerektiği iletildi.

Sonuçta şirket haberin doğru olmadığını açıkladı. Yalçın Bayer bir gün sonraki köşe yazısında şirketin açıklamasına yer verdi. Yazıya göre bizim Çinliler bahsi geçen kediyi yememiş, aksine tedavi için veterinere götürmüşler [3]. Okuyunca bizler hiç mi hiç inanmadık. Hele hele kediye miyav sesini çağrıştıran Çince Miao adını vermiş olduklarını epey gülünç bulduk [4]. Cevap yazısında kedi-köpek eti yemenin Çin geleneğinde bulunduğuna yer verilmiş olması bile bizim için yeterliydi. Çinliler ilk yazının yalan bir kurgu olduğunu açıklamıştı, biz ise ikincisinin öyle olduğunu düşünüyorduk. Hatta bundan gayet emindik. Gözleriyle görmediği için Tanrı'ya inanmayan ateist arkadaş bile kimse görmediği halde bizimkilerin kedileri mideye indirdiğinden şüphe duymuyordu.

Pangolin, yarasa, akrep, akla gelen gelmeyen birçok yaratığı Çinlilerin sofrasında görmek mümkün. Pişmiş de olabilir canlı da. Ancak sanıldığının aksine bunların hepsi yokluktan yenen şeyler değil. Bazıları gayet nadir bulunan pahalı yemekler de olabilir. Zaten Çin artık dünyanın en zengin ülkelerinden biri. Yemesiyle, içmesiyle birçoğumuzun burun büktüğü ülke, virüse karşı verdiği akılcı, bilimsel ve disiplinli mücadele ile şu an sorunu aşmış görünürken, birçoğumuzun hayranlık duyduğu batılı ülkeler ne yapacaklarını şaşırmış bir görünümde can çekişmeye devam ediyor. Üstelik Türkiye de dahil bu ülkelerin birçoğuna Çin'den yardımlar gönderiliyor. Kim bilir belki de bu arada Çinli zenginler sofralarına oturmuş, batılı ülkelerin bu can çekişmelerini seyrederek en sevdikleri kedi yemeklerinin tadını çıkarıyorlardır.
_________________________________________________________________________________
[1] Şu sıralarda Çinliler hakkında ırkçılığa varan söylemler, kötülemeler yapılıyor. Ben de bu yazının bu tür bir algı yaratabileceğinin farkındayım. Bu algıyı yıkmak için yazının içinde benim de eşimin de görüşmekte olduğumuz, sevdiğimiz Çinli arkadaşlarımızdan bahsedebilirdim. Hatta bu yazıyı sizin gibi okumakta olduğunu düşündüğüm bir Ermeni arkadaşımın eşinin Çinli olduğunu söyler, ne kadar iyi insanlar olduklarına yer verebilirdim. Veya ırkçı biri olmadığımı kanıtlamaya kalkar, İngiltere'de öğrenciyken, ya da bizzat Çin şirketinde çalışırken bile maruz kaldığım olayları örnek verir, ırkçılığı zaten mağdur olarak deneyimlediğimi örnekleyebilirdim. Ancak bu kez de yazıyı bir intikam yazısı olduğu algısından kurtarmam gerekirdi. Hangisini eklersem ekleyeyim, yazı dallanıp budaklanır, uzar, konu bütünlüğünden uzaklaşmış olurdu. Bu yüzden, kim ne isterse öyle düşünsün diyerek yazıyı olduğu gibi bırakmaya karar verdim.
[2] https://www.hurriyet.com.tr/bu-yasalar-neden-cikti-18796364
[3] https://www.hurriyet.com.tr/yu-xiao-miao-yenmedi-bakildi-18805479
[4] Gerçi kedinin Çincesi miyav/miao seslerine yakın olan mao'dur (). 
[***] Yedi yıl önce kaleme aldığım yazıyı da okumanızı öneririm: http://www.hayatinbencesi.com/2013/08/dan-brownn-dante-kitab.html

21 Mart 2020 Cumartesi

Bir Rüya Üzerine

Eşimle birlikte evimizden çıkmış, sahilde yürüyorduk. Kumsal değildi. Normal deniz seviyesinden biraz yukarıda kıyı boyunca uzanan beton platformun üzerindeydik. Gerçekte yaşadığımız yerle ilgisi yoktu ama rüyaya göre yaşadığımız yer kesinlikle orasıydı. Denizde hiç tekne yoktu. Görünen bir kara parçası da yoktu. Üzeri bomboştu. Alabildiğine deniz ve gökyüzüydü görünen. Yağmur yağmıyordu ama gökyüzü griydi. Denizin mavisi ise koyu ve keskindi. Gökyüzüne denizin mavisi, denize de gökyüzünün grisi karışmıştı. Sanki ikisi karşılıklı durmuş renklerini birbirine yansıtıyordu. Sadece gökyüzü biraz daha gri, deniz biraz daha maviydi. Ufuk yoktu. Devasa dalgalar ufku görmeye engel oluyordu. Güneş o dalgaların ardında bir yerdeydi. Kendisi görünmüyordu ama ışığı dalgaların üzerinde parlıyordu. Kasırga olması gereken bir havaydı. Ne var ki esinti bile yoktu.

Manzara o kadar güzeldi ki eşime fotoğraf çekmek istediğimi söyledim. (Şu anki uyanık halimde bile o manzara çok net olarak zihnime kazınmış durumda. Eğer resim yapma yeteneğim olsaydı tüm ayrıntılarıyla çizebilirdim). Ancak dalgalar daha da yükselmeye ve bulunduğumuz kıyıyı tehdit etmeye başladı. Çaresiz, geri dönmeye karar verdik. Kıyı boyunca gerisin geri biraz yürüyüp yönümüzü eve doğru çevirdik. Deniz artık arkamızdaydı. Dalgaların tehditkar sesini işitiyorduk fakat dönüp bakmaya cesaretimiz yoktu. Bir an önce kendimizi güvenli bir uzaklığa ulaştırmamız gerekiyordu. Ne yazık ki başaramadık. Dev dalganın önce gölgesi belirdi ayaklarımızın altında. Hızla önümüze geçiverdi. Sonra tam tepemizde kendisi belirdi. Gökyüzüyle aramıza bir perde gibi girdi ve üzerimize doğru inmeye başladı. Işıklar açıkken yüzükoyun yatağa çömelip arkamızdan yorganı üzerimize örtmek gibiydi.

O anda inanılmaz bir şey oldu. Devasa dalga üzerimize değil, önümüze düştü. Bir koşucunun engeli atlaması gibi üstümüzden atlamıştı. Koca dalga düştüğü yerde kayboluverdi. Denizle bağı kopmuştu. Etrafa bir damla bile su sıçratmadan yok oldu. Fizik kuralları umurunda değildi. Kilometrelerce uzaktan sularını toplamış, yükseldikçe yükselmiş, dev bir dalgaya dönüşmüş, peşimize takılıp hızla bulunduğumuz yere kadar gelmiş, üzerimizden atlayıp ömrünü tamamlamıştı. Ona yüklenen görev bu kadardı. Yapması gereken başka bir şey kalmamıştı. Sadece, düştüğü yere koca bir yosun yığını bırakmıştı. Kalınlıklarına bakılınca birbirine dolanmış ağaç köklerini andırıyordu. Gerçekte olsa kimse yosun olduklarına inanmazdı. Ama o denizin bitkisi kesinlikle onlardı. Bir karıncanın gözünden spagetti tabağına bakıyor gibiydim. Üç tane araba lastiği, kesilmiş zeytin dilimleri gibi köklerin arasına sıkışmıştı.

Epey sıkıntılı bir şekilde uyandım. Benzer şekilde beni uyandıran bir rüyayı 1992'nin Aralık ayında görmüştüm. Rüyamda, bizim okuldan bir kız arkadaşımın yine aynı okulda okuyan erkek kardeşi ölmüştü. Uyandığımda babam ve annem henüz eve dönmemişti. Endişelenmiştim. Bir süre sonra kapı çaldı. Gelen dayımdı. Ablasını, yani annemi sordu. Henüz gelmediğini söyledim. İçeride beklemesi için davet ettiysem de sonra uğrayacağını söyleyip vedalaşarak ayrıldı. Dayımı son görüşüm oydu. Birkaç gün sonra vefat haberini aldık. Rüyamda sevdiğim bir kız arkadaşımın küçük erkek kardeşi ölmüştü, gerçekte ise annemin küçük erkek kardeşi.

Rüyaların bir anlamı olduğu kesin. Eminim benzer örnekler birçok kişinin başına gelmiştir. Bu yüzden birkaç gün önce gördüğüm o rüyaya ben bir anlam yüklemeye çalışmalı mıyım?

Hemen cevap vereyim:

Hiç sanmıyorum!

Ne o? Yoksa bu yazıyı evliya olduğumu ilan etmek için yazdığımı mı sandınız? Olağanüstü güçlere sahip olmadığım gibi bana Hz. Yusuf'un yetenekleri bahşedilmiş de değil. Yoksa içinde bulunduğumuz zorlu günleri göz önüne alarak rüyamın bana virüs salgınını atlatacağımı müjdelediğini söyleyebilirdim. Ama rüyaların tersi çıktığı yorumuyla hareket edince dalganın gerçek hayatta tam tepeme düşeceğini söylemek de mümkün. Hele hele beni atlayıp sevdiğim birinin üzerine düşmesindense tam tersini tercih ederim. Rüya belki de olacak bir şeyi haber vermektense haftalardır kafamı dolduran tüm sıkıntıların sonucu olarak ortaya çıkmış da olabilir. Ne de olsa Freud o meşhur kitabını mürit toplamak için yazmadı.

Rüyamda gerçeklik payı kesin olan bir şey var ki, eğer hayatta kalırsak, üzerimizden atlayan dalganın ardında bıraktığı yığın gibi hayatımızda kalıcı izler olacağı muhakkak. Ve bunu anlamak için rüya görmek de, özel güçlere sahip olmak da gerekmiyor. Murakami'nin dediği gibi: "Fırtına geçtikten sonra nasıl atlattığınızı hatırlamayacaksınız. Nasıl hayatta kaldığınızı da. Hatta fırtınanın dinip dinmediğinden bile emin olamayacaksınız. Ancak bir şey kesindir; fırtınadan çıktıktan sonra fırtınaya girenle aynı insan olmayacaksınız."

Yaşamımızı her anlamda etkilemekte olan bu virüs belasında elimizden gelmeyen birçok şey var. Ancak elimizden gelebilecek birçok şey de var. Bunun için de ilim dışında bir dayanağımız yok. Yatıp rüyaların bize ne haber getireceğini bekleyecek değiliz. Sadece yaptıkları değil, rüyaları da kayıtlara geçmiş, örneğin annesinin ölümünü rüyasından öğrenmiş olan Atatürk'ün dediği gibi ilim dışında bir yol aramak gaflettir, cehalettir.

Bu çetin mücadelede güçlü olmanızı, sağlıklı kalmanızı dilerim.
Ve eğer uyuyakalırsanız;
tatlı rüyalar.

15 Mart 2020 Pazar

Tiyatroda Corona

Ortaokuldayken bir etkinlik düzenlenmişti. Öğretmenler bizi tiyatroya götürmüşlerdi. Ama oyun ağır bir oyundu. Genç bir adamın dramı ve çaresizlik içindeki annesini konu alıyordu. Yani salonu dolduran 13,14,15 yaşındaki izleyicinin anlayabileceği bir oyun değildi.

Oyunun bir sahnesinde, ağır psikolojik sorunlarla boğuşan genç adam yaşlı annesinin dizlerine kapanmış cinsel açlığını gidermesi için ondan yardım istiyordu. Acı içindeki kadın gözlerinde yaşlarla, ben senin annenim, dedi. Genç adam tam da bu yüzden onun karşılaması gerektiğini söyledi. Sesi acıdan daha da titreyen kadın, seni ben doğurdum, dedi. Genç adam ısrarını sürdürerek, ne yani beni doğurman için sana ben mi yalvardım, diye cevap verdi.

Tam o anda en olmayacak şey oldu.

Son söyleneni espri olarak algılayan seyirci kahkahayı basıp salonu inletti. Sahnedeki oyuncular zıpkın yemiş ofroz gibi kalakaldı. Partisyon altüst oldu. Tekrar o duyguya dönebilmelerine imkan yoktu. Apar topar oyunu bitirip seyirci selamlamaya geçtiler. Alkışlamaya koyulan seyirci oyunun aslında bitmemiş olduğunu bile anlamadı. Genç adam rolündeki oyuncu bir adım öne çıkıp selamlayınca alkış daha da yükseldi. Ne de olsa müthiş bir espri patlatmıştı! Sinirden yüz kasları gerilen oyuncu işi iyice dalgaya vurup ellerini iki yana açarak hadi hadi diye işaret yaptı. Bu talebe karşılık veren seyirci alkışın dozunu daha da artırdı, tezahüratlar yükseldi.

Salonda tam bir felaket yaşanıyordu ama seyirci şenlikte gibiydi. Corona virüsü ile ilgili şu an tam olarak aynı durumdayız gibi bir his var içimde.

30 Aralık 2019 Pazartesi

Bir Söz Üzerine

Aşağıda yazdığım her şey aslında tek bir sözden yola çıkılarak yazılmıştır.

Bir buçuk yıl önce, oturduğumuz mahalledeki tapınakta Japonların Bonodori (盆踊り) dedikleri törene katıldık. Kelime olarak Tepsi Dansı anlamına gelen bu küçük festival ülke genelinde her mahallede her sene düzenlenir. Geleneksel müzikler eşliğinde katılımcılar daire şeklinde sıra olup küçük adımlarla yürüyerek dans ederler. Artık hayatta olmayan atalarını anmak ve onurlandırmak yaptıkları bir danstır bu.

Festivalde çeşitli etkinlikler düzenlenir. Bunlardan biri de içinde Japon balıklarının (kingyou 金魚) bulunduğu küçük bir küvette balık yakalama oyunudur. Kağıttan yapılma küçük bir fileyle yakalayabildiğiniz kadar balığı küçük bir kaba alırsınız. Suyu yavaş yavaş emen kağıt nihayet parçalanınca süre bitmiş olur ve yakaladığınız balıklar sizin olur. İşte bu oyunu oğlum Eren büyük bir hevesle oynamak istedi. Ücretini ödeyip bir file aldım. Ancak hızlı hızlı suya daldırınca bir tane bile balık yakalayamadan file paramparça oldu. Mahalleden komşumuz olan oyun görevlisi her çocuğa yaptığı gibi Eren'e de torpil geçti ve elindeki gerçek fileyi çorbaya kepçe daldırır gibi daldırıp birkaç balık çıkardı. İçine su doldurduğu torbaya koyup Eren'e verdi. Bu sayede tam yedi tane Japon balığımız oluverdi.

Eğlence bitince balıklarla birlikte eve döndük. Balıkları geçici olarak kovaya koyduk. Balıklardan biri hemen ertesi gün, diğer biri de birkaç gün sonra öldü. Kalan beş balıktan ikisi bir iki hafta yaşayabildi. Aldığım akvaryumda kala kala üç balık kaldı ve o üçü de epey bir badire atlattı. İlk haftalarda renkleri yavaş yavaş siyaha döndü. Doğal renkleri olan turuncu tonlardan eser kalmadı. Balıklardan biri işte bu siyah haldeyken öldü. Diğer ikisinin renkleri yavaş yavaş eski doğal hallerine kavuştu ve bu ikisi aylarca evimizin birer üyeleri oldular. Geçtiğimiz günlerde bu iki üyeden iri olanı hastalandı. Üzerinde beliren lekeler yüzgeçlerini ve kuyruğunu eritmeye başladı. Nihayet yüzemez duruma geldi ve dibe çöktü. Bir süre sonra o da öldü.

Şimdi bir yılı aşkın süredir bizimle olan tek balığımız kaldı akvaryumda. Bu akşam yem verdikten sonra fark ettim ki onun da kuyruğunda lekeler belirmiş. İçimden eyvah diye geçirdim. Birlikte olduğu son arkadaşıyla aynı kaderi paylaşacağından endişe ettim. Eşime durumu söyleyip şöyle dedim: "Diğeri ile aynı hastalığa yakalanmış gibi görünüyor. Sanırım bu da ölecek."

Eşim şöyle cevap verdi: "Öyle söyleme. Öyle dersen olur. Sözlerin de ruhu var."

Son cümlesi çok hoşuma gitti. Eşim bu sözü söylerken bir lafı şu kadar söylersen olur söylemindeki anlama yakın bir anlamda söylemişti. Veya bana şom ağızlılık etmememi kendi sözleriyle söylemeye çalışmıştı. Hiçbir batıl inanca sahip olmadığım için cümlenin bu anlamı üzerinde durmadım bile. Söz tek başına o kadar güzel bir tınısı vardı ki olumsuz anlamlar yüklemek kesinlikle haksızlık olurdu.

Sözlerin ruhu var.

Okuduğumuz her kitapta bizi etkileyen sözler var. İzlediğimiz bir filmde duyduğumuz sözlerin üzerimizde etkileri var. Annemizin çocukken verdiği nasihatlerin, öğretmenimizin azarının bizde bıraktığı izler var. Sözler bizi cesaretlendiriyor, pişman ettiriyor, hırslandırıyor, sakinleştiriyor, kızdırıyor, üzüyor, sevindiriyor, duygulandırıyor. Bir tür büyü gibi sözler. Yaşadığımız sürece karakterimizi şekillendiriyor. Bizi huylarımızdan vazgeçiriyor, yeni huylar edindiriyor. Düşünürken sözcüklerle düşünüyoruz. Anlatırken sözcükler kullanıyoruz.

Sözlerin ruhu var.

Bu sözün kesinlikle bir ruhu var.
_________________________________________________________________________________
Mutlu Sayar'dan daha fazla fotoğraf içinmuusensei

28 Aralık 2019 Cumartesi

İzlediklerim-2

Önceki bölüm: İzlediklerim-1

İkinci olarak güzel bir diziden bahsetmek istiyorum. Türkçe çevirisi Çıplak Yönetmen olan Naked Director (全裸監督) sekiz bölümden oluşan bir Japon dizisi. Diziye değinmeden önce konusuyla ilintili Japon kültürü hakkında biraz bilgi vermeliyim. Japonya'da cinsellik bir tabu değil. Geleneksel veya dinsel bir engelleme bulunmuyor. Dünyanın belki de en onurlu insanları olan Japonlar onurlarını uzuvlarında, mahallenin kızlarının etek boyunda filan aramıyor. İki sevgilinin birlikte sinemaya gitmesiyle otele gitmesi arasında hiçbir fark yok. Bununla birlikte Japonlar gösterişten tamamen uzak bir toplum. Özellikle özel hayatın dışa vurulmaması çok önemli. Hele hele özel hayatın, mahremiyetin gösteriş malzemesi yapılması hoş karşılanamaz. Sevgili olan iki gencin birbirine sarılmış yürürken görmeniz çok zor. Öpüşürken görmenize imkan yok. Evli bir çifti bile el ele göremezsiniz. Tüm bunların yapılması ne kadar doğalsa, görünmesi de o kadar ayıp. Özel hayatlar özel sınırlar içinde kalıyor.

Bu durum erotik ve porno filmlere de yansıyor. Japonya'da 1980lere kadar bu tür filmlerde cinsel organlar sansürlenirdi. Oyuncuların çekimde gerçekten cinsel ilişkiye girmesi kabul edilmezdi. Bu durum sonraki yıllarda değişti. Her şeyin açıkça gösterildiği filmler yapılmaya başlandı. Ancak bugün bile bazı Japon porno filmlerinde buzlama ile sansür uygulaması yapılıyor. Yapımcı firmanın, oyuncuların ve izleyicilerin tercihleri doğrultusunda, yasak olmamasına rağmen bu sansürleme kullanılabiliyor.

Çıplak Yönetmen işte Japonya'nın 1980'lerdeki erotik ve porno film sektöründeki bu geçiş dönemini, gerçek hikayeye dayandırarak anlatıyor. Dizide cinsel ögeler fazlasıyla bulunmasına rağmen erotik bir yapım olarak değerlendirmenize imkan yok. Komedinin ağır bastığı müthiş eğlenceli bir yapım. Dizide ihanet var, dostluk var, dayanışma, vefa, inanç, azim ve hayata dair daha birçok şey var. Kurgu, çekimler, oyunculuk çok iyi. Ülkenin tanınmış oyuncuları oynuyor. Örneğin, Son Samuray filminden hatırlayacağınız Koyuki dizide rol alıyor. İzlemekten büyük keyif alacağınıza inandığım, yer yer "demek Japonya'da böyleymiş" diyeceğiniz, yer yer garipseyeceğiniz ama bol bol güleceğiniz bir yapım. Benim gibi eğlenceye daha çok para bayılmayı seven biriyseniz diziyi 4K kalitesinde izleyebilirsiniz.

Gelelim diğerlerine. Netflix'te izlediğim, izlemekte olduğum diğer dizi ve filmlere kısaca değinip bu yazıyı bitireyim. Hepsini tek tek yazmak yerine en iyileri ve en kötüleri sıralayacağım.

Altered Carbon: İzlediklerim arasında en iyilerden biri. İkinci sezonunu merakla bekliyorum.
River: Bir başka müthiş dizi. Gürültü, patırtı olmayan ama çok heyecanlı bir yapım.
Witcher: PS4 oyununu da oynadığım için uzun süre yayınlanmasını bekledim. Beklediğim kadar olmasa da çok iyi bir dizi. Devam sezonları için sabırsızlanıyorum.
Peaky Blinders: Fena değil. Şimdilik takip ediyorum. Klasiğin asaletini seven biri olarak erkek kostümleri harika. Ama saç modelleri felaket.
Kakegurui: Animeden uyarlanmış bir Japon dizisi. Çekimler, kostümler gayet iyi. Ara ara açıp bir bölüm izliyorum.
Titans: Pek de hoşlanacağım bir tür olmayan süper kahraman temalı olmasına rağmen gayet hoşuma gitti. İkinci sezonu geliyor. Mutlaka izleyeceğim.
The Haunting Of The Hill House: Netflix'teki en iyi gerilim yapımı. Tüm diziyi kısa sürede bitirdim.
Svaha: The Sixth Finger: İyi bir Kore filmi. Kore filmlerini oldum olası sevdim. Ancak Japonya'da bulunmam sebebiyle İngilizce altyazılı bulmakta zorluk çekiyorum. İşte bu film ender olanlardan biri.
The Ballad of Buster Scruggs: Amerika'nın vahşi batı yıllarında geçen 6 küçük hikayeden oluşan bir film. Özellikle kervan yolculuğunda geçen hikaye beni epey etkiledi.Devam sezonu yapım aşamasında. Merakla bekliyorum.
Murder Mistery: Netflix'in en iyi komedilerinden biri. Mutlaka izlenmeli.
Diğer iyiler: Baby Driver, I Am Mother, Shaft, Polar, The Outsider, Umbrella Academy, Alienist, Bird Box, The Highwayman, Hitman's Bodyguard, Otherlife, Run All Night, Imitation Game, Looper, Last Vegas.

Stranger Things: İlk sezon kendini izletti. İkinci sezon kötü başladı. İlk sezonun hatırına biraz devam ettim. Gitgide deli saçmasına döndü. Bıraktım. Tekrar açmam.
Lucifer: Batılıların gökten dünyaya inen meleklerle aşk yaşama fantazisinin şeytan versiyonu. Bölümler çoğaldıkça saçmalığın dozu arttı. Artık izlemiyorum.
The Cloverfield Paradox: İzlenmese de olur ama bitirdiğime göre fena değilmiş diyebilirim.
Blacklist: Kuzuların Sessizliği'nin çakması. Bir süre izledim. Artık ne olacak merakımı yitirince bıraktım. Devam etmem.
Diğer kötüler: Sabrina, Lost In Space, Meyerowitz Stories, Apostle, I Am Wrath, Tau, diğer kötüleri hatırlamıyorum bile.

İzlediklerim-1

Hayatımıza çocukların girmesiyle birlikte sinemaya gidip film izlemek tarihe karıştı. Neyse ki Netflix diye bir şey girdi hayatımıza. Önceleri abone olmakta epey tereddüt etmiştim ama girdiğimden bu yana geçen üç yıl boyunca aboneliğimi sürdürüyorum. Böylece film ve dizi izleme eğlencemi evde yaşıyorum.

Oturup da bu satırlarda bir film ya da dizi hakkında yeniden bir şeyler yazma isteği duyacağımı sanmıyordum. Ancak son izlediğim The Irishman filmi ve film için yapılan eleştiriler içimdeki tepkisel duyguları biraz ateşledi. Bu duygularla birlikte film hakkındaki düşüncelerim aklımda cümlelere döküldü. Cümleleri şu an okumakta olduğunuz satırlara aktarırken sadece The Irishman filmini değil, izlediğim ve izlemekte olduğum diğer film ve diziler hakkındaki fikirlerimi de yazayım dedim. Böylece topyekun bir eleştiri yapmış olmak ve okuyuculara fikirlerimi aktarmak istedim.

Madem The Irishman (İrlandalı) filmine yapılan olumsuz eleştiriler benim bu yazıya başlamama sebep oldu, film için uzun, anlaşılmaz, sıkıcı gibi eleştiriler yapanlara cevap vererek başlayayım: Ejderha pışpışlayan kadın memelerini açacak diye yıllarca dizi takip eden bir izleyici güruhunun The Irishman filmini doğru değerlendirebilmesi mümkün değildir. Film başlı başına bir sanat eseri. Tek başına değerlendirildiğinde de sanat eseri, parçalara ayırmaya kalksanız da sanat eseri. Senaryosu, kurgusu, efektleri, kostümleri, oyunculukları, neresinden bakarsanız bakın muhteşem bir film. Al Pacino bence oyunculuğunun zirvesinde. Şahsi fikrimce, Pacino bu filmdeki performansıyla ilk defa Robert De Niro'nun -ki o da filmde muhteşem- oyunculuğunun üzerine çıkıyor. Ancak olur da Joker'deki performansıyla Joaquin Phoenix'e en iyi erkek oyuncu Oscarını vermekte ısrar etmezlerse, belki bu filmdeki rolüyle Joe Pesci'ye verebilirler diye düşünüyorum. Harvey Keitel'ın ise en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscarını alacağına kesin gözüyle bakıyorum. Oyuncuların özellikle duygular ifade edilirken kullandıkları jestler ve mimikler sözle yapılan anlatımlardan çok daha güçlü.

Farklı yıllar sahnelenirken ayrıntılara çok önem verilmiş. Yıl farklılıklarına göre giysilere, dekorlara, arabalara, evlere, evin içindeki televizyona, kafeteryadaki kahvaltıya kadar her ayrıntıya dikkat edilmiş. Eski yılların anlatıldığı hissini vermek için renk soldurması gibi efektler kullanılmamış. Böylece görsel bütünlük bozulmamış. Ayrıca yeni kullanılan kamera teknolojisiyle karakterler de yıllara göre gençleştirilmiş ve yaşlandırılmış. Buraya da bir Oscar yazar diye düşünüyorum.

Filmi izlemeden önce biraz tarih bilgileri karıştırmanızda yarar var. İnternete girip Hoffa, JF Kennedy ve Küba meselesi gibi konuları biraz incelemeniz iyi olacaktır. Film, ABD'nin ünlü isimlerinden J. Hoffa'nın birden bire ortadan kaybolması ve şimdiye kadar hâlâ akıbetinin öğrenilememiş olmasını bir mafya hesaplaşmasına bağlıyor. Bu yorumda haklılık payı olabileceğini kabul etmekle beraber, ben şahsen, tıpkı John Lennon, Marlyn Monroe gibi isimlerde olduğu gibi işin içinde CIA'in parmağı olmadığına kesinlikle inanmıyorum.

Devamı: İzlediklerim-2

24 Kasım 2019 Pazar

Öğretmenler

12 yaşındaydım, birkaç ay sonra 13 olacaktım. İngilizce hazırlık yılı bitmiş, orta birinci sınıf bitmiş, orta ikinci sınıf yeni başlamıştı. Üst üste iki ders S hanımın dersiydi. İlk derse giremeyeceği için ders boş olacaktı. Sınıfta iki kişiyi görevlendirmişti. Onlardan biri Mehmet'ti. Çok konuşanların ve hiç konuşmayanların isimlerini yazacak, öğretmene verecekti.

Önceki iki yılda derslerde konuşan, gürültü yapan, haylaz bir öğrenci olarak ün salmıştım. Ama kendi kendime o derste konuşmamaya, haylazlık yapmamaya karar vermiştim. S hanımı severdim, kendimi göstermek istiyordum. Görevliler sürekli konuşanların, yerinden kalkanların, sağa sola bir şeyler fırlatanların isimlerini tahtaya yazıyor, bir süre uslu durunca siliyor, hiç sorun çıkarmayanları da ayrı yere yazıyorlardı. Benim uslu uslu oturduğumu gördükçe şaşırıyor, "bakın Mutlu bile konuşmuyor" diye örnek gösteriyorlardı. Teneffüs zili çalmıştı. Başarmıştım. İsmim konuşmayanlar listesindeydi.

İkinci derse girdik. S hanım sınıfa girdi. Kızgın bir yüz ifadesiyle kollarını önünde bağladı ve sınıfı azarlamaya başladı. Konuşanlar listesinde çok isim vardı. S hanım sınıfı topluca azarlamayı bitirince şahıslara geçti. Haylazlıkta benden daha ünlü bir arkadaşa öfkesini boşaltmaya başladı. En sonunda da şu cümleyi söyledi: "Artık seninle uğraşmayı bıraktım".

Sonra..
Bana döndü.
Evet..
Bana döndü.
Öfkesinin kalanını bana boşaltmaya başladı. Şaşkınlık içindeydim. Maruz kalmakta olduğum azarlar arasında kafamı sola çevirip Mehmet'e bakıyordum. O da şaşırmıştı ama korkudan sesini çıkaramıyordu. Tekrar ediyorum, tüm sınıf 12-13 yaşındaydık. S hanım son olarak bana da şu cümleyi söyledi: "Artık seninle uğraşmayı da bıraktım".

Ben kafamı sola çevirip tekrar Mehmet'e baktım. Mehmet bir cesaret "hocam, ben Mutlu'nun ismini konuşmayanlar listesine yazmıştım" dedi. S hanım cevabını vermek için düşünmedi bile. Duyduğunun gerçek olmasına ihtimal yoktu. Bir şüphe kırıntısı bile belirmedi yüzünde. Kağıtta benim ismimi görmüş, kararını vermişti. Mutlu her zamanki gibi haylazlık yapmış ve cezayı hak etmişti. Onu bu kararından vazgeçirebilecek hiçbir güç yoktu. Mehmet'i kesin bir dille "bana gelen listede Mutlu'nun ismi konuşanlar arasındaydı" diyerek tersledi. Listeyi, listeyi yazandan daha iyi biliyordu. Sonra tekrar bana dönüp öfke dolu bir bakış attı. Tüm bu süreç içinde önünde bağladığı kollarını hiç açmamıştı. (Düşünün, ben 32 yıl önce haksız yediğim şu azarı bu kadar ayrıntılı hatırlayabiliyorken, birileri çıkıp da öğretmenin tacizine uğrayan çocuklar için "bir kereden bir şey olmaz" demeye nasıl utanmıyorlar şaşırıyorum). 

Gel zaman git zaman bende bir yalan söyleme huyu başladı. Özellikle öğretmenlere sürekli yalan söylüyordum. Nasılsa neye isterlerse ona inanıyorlardı. Yalanıma inanmamaları daha az can sıkıcıydı. İnanmaları ise eğlenceli oluyordu. Yalanı farklı yalanlarla süsleyip daha inandırıcı hale getiriyordum. İnanmasalar bile genellikle daha fazla uzatmak istemiyorlardı. Bazen yalandan özür bile diliyordum. Böylece hem daha büyük bir cezadan kurtuluyor, hem de olaya dahil olan başka arkadaşlar varsa onlara sıçramasına engel oluyordum.

Birkaç yıl geçti. Artık lisedeydik. G hanımın dersiydi. Öğretmen dersin hemen başında bir şey alıp getirmem için beni Y beyin odasına gönderdi. Y beyin odasında dumandan göz gözü görmüyordu. O zaman sigara içme konusunda bugünkü kısıtlamalar yoktu. Öğretmenler sınıf haricinde istedikleri yerde sigara içebiliyorlardı. Y bey asabi, sert bir öğretmendi. Kısa boyluydu ve çok sigara içerdi.

Sınıfa döndüm. Hocaya istediği şeyi verip yerime oturdum. G hanım sıralar arasında gezerek ders anlatırken birden yanımda durdu ve "öff Mutlu, leş gibi sigara kokuyorsun, sigara mı içtin" diye bağırmaya başladı. Şaşırıp kalmıştım. Az önce Y beyin odasında olduğum ve dumanın üzerime sinmiş olabileceği aklıma bile gelmemişti. Değil o zaman, hayatım boyunca asla sigara kullanmadım, içen arkadaşlarımı kendimden uzak tuttum, evimde, arabamda, hatta yanımda bile içirmedim. Ama öğretmene bunu anlatmanın imkanı yoktu. O kararını vermişti. Mutlu sigara kokuyordu, demek ki dersten önceki teneffüste okulun içinde bir yerde gizlice sigara içmişti ve cezasız geçiştirilemezdi.

Eğer sigara içen biri olsaydım aklıma o sırada bin türlü yalan gelir, birbiri ardına sıralardım. Ama sigara içmiyordum, gerçek buydu ve ben yalan söylemeden kendimi savunma konusunda epey deneyimsizdim. Sadece "içmiyorum hocam" diyebildim ve bunu söylerken yalan söylerken olduğum kadar inandırıcı değildim. Neyse ki, aralarında öğretmenlerin sevdiği öğrencilerin de olduğu birkaç arkadaş kesin bir dille içmediğime şahitlik etti. Pek inanmasa da G hanım üstüne gitmekten vazgeçti. Eğer ısrar etseydi, muhtemelen kolumdan tutup beni yönetime götürür, "şunu bir koklayın Allah aşkına" der, beni koklayan hocalar hemen neler olup bittiğine karar verir, defterimi dürmeye başlarlardı. Hatta belki az önce çıktığım Y beyin odasına geri yollar, Y bey de dumanların arasından fırlayıp, Master Yoda gibi zıplayarak bana bir tokat patlatırdı.

Tokat demişken.. Yine lisedeydik. Teneffüsten yeni çıkmıştık. Sınıfta hocanın gelmesini bekliyorduk. Üst sınıftan bir kız sınıfa girdi. Erkekler arasında lafı edilen güzel bir kızdı. Masaya baktı. "Bu örtü bizim! Ne işi var burada?" diye bağırarak masa örtüsünü kaptığıyla kapıya yöneldi. Ahmet örtüyü kızın elinden aldı. Daha da sinirlenen kız "ver ulan şunu" diyerek Ahmet'in elindeki örtüyü çingene gibi çekiştirmeye başladı. O güne kadar aklımızda kalan güzel kız imajı kaybolmuştu. İl Trovatore operasında kontun bebeğini alıp kaçan çingene Azucena karşımda duruyordu sanki. Tekrar tekrar "bırak ulan şunu" diye bağırınca Ahmet örtüyü bıraktı. Tam çekiştirirken bıraktığı için kız gerisin geri poposunun üzerine düştü. Eteği açılmış, bacakları ve iç çamaşırı ortaya çıkmıştı. Köye sirk gelmiş gibi olan biteni izleyen sınıfın taze ergen oğlanlarından ooo diye bir uğultu yükseldi. Durumu fark eden kız hemen eteğini düzeltip hışımla ayağa kalktı, "senin ağzına sıçarım ulan eşşoğlueşşek" diyerek Ahmet'e tokat attı. Arkasını dönüp örtüyle birlikte süratle çıkıp gitti.

Sonra ne oldu dersiniz? Kız bir de bizi şikayet etmiş. Muhtemelen öğretmenlere gidip bir de ağlamıştır. (Hayatım boyunca bir kadının ağlamasından daha ikna edici, daha provokatif bir şeyle karşılaşmadım. Bir kadın ağlayarak istediğini aldırabilir, haksızken mağdur olduğuna inandırabilir, etraftakilerin üstünüze çullanmasına sebep olabilir). Yaşananların sorgulanması için biraz zaman geçti. Derse S hanım girdi. Bu konuyu konuşacaktık. Tıpkı birkaç yıl öncesinde olduğu gibi kollarını önünde bağlayıp karşımıza geçti. Nuh derim peygamber demem duruşuydu bu. Bu S hanıma bir gün bir espri yaptım, neredeyse okuldan atılıyordum. Biz arkadaşımıza arka çıktık, sonucun değişmeyeceğini bile bile onu savunduk. S hanım en son şunu dedi: "Artık ortada olmuş bir olay var". Söylemek istediği şey çok açıktı. Boşuna konuşmuştuk. Öğretmenler karar vermişlerdi. Suçlu, sınıftaki örtüyü korumaya çalışan Ahmet'ti. Küfür eden, tokat atan kız ise mağdurdu. Bunu değiştirebilecek hiçbir güç yoktu.

Neyse ki, Ahmet'in sicili benimki gibi kabarık değildi. Özür diletip konuyu kapattılar. Küfür ve tokat yiyen ve öfkeye kapılıp karşılık bile vermeyen Ahmet bir de özür dilemişti. Ama özür dileyerek yırttığı için şanslıydı. Haklılığında ısrar etseydi başı daha çok derde girebilirdi. Kararını vermiş öğretmenleri ikna etmek faytonla aya çıkmaktan daha zordu. Ahmet'in yerinde ben olsaydım herhalde okuldan atılırdım. Hatta kızın yerinde olsaydım yine okuldan atılırdım.

Bir öğretmenin bir öğrenciden özür dilediğine sadece bir kez şahit oldum. Onda da öğrenci zaten okuldaki başka bir öğretmenin kızıydı. Üstelik de öğretmenin kesinlikle bir kabahati yoktu. Tüm iyi niyetiyle kıza yakınlık göstermiş, destek olmaya çalışmış, dilinden geldiğince neşelendirmek istemişti. Ama kız ağlamaya başlayınca durum değişmişti. Sınıfın haylazları olarak biz bile öğretmenin düştüğü duruma üzülmüş, sinirlenmiştik.

Hemen hemen tüm öğretmenler birbirleriyle aynı söylemlere sahipti. On küsur yaşındaki çocuklara hakaretler yağdırır, eğlenirlerdi. "Yüzünüze tükürsem yağmur sanacaksınız" derlerdi. İ bey bunu biraz daha ileri götürmüştü. Hakaret ederdi, "size hakaret ediyorum, lütfen alının" derdi. Sadece bize değil, ailemize de küfür ederlerdi. "Hayvan oğlu hayvanlar" diye çemkiren hocamız vardı.

Çeşitli öğretmenler neredeyse kelimesi kelimesine aynı nutku atardı. "Bakın, ben istesem sınıfa girer, zil çalana kadar dersi anlatır, çıkar giderim ve işimi yapmış olurum. Halbuki ben size ilgi gösteriyorum, hepinizin öğrenmesi için çaba harcıyorum ama siz beni dinlemiyorsunuz" derlerdi. Öğretmenliğin sınıfa girip ders anlatmaktan ibaret olduğunu sanarlardı. Bizimle daha fazla ilgilenmeleri ise bir lütuftu ve bunun için bizden saygı bekliyorlardı. "İyi niyetimi suistimal ediyorsunuz" sıkça duyduğumuz bir söylemdi. "Sana disiplin cezası veririm, üniversitede yurtlara giremezsin" diye tehdit ederlerdi.

"Ben size 'arkadaşlar' diye hitap ediyorum. Sizin seviyenize indiğim için değil, sizi kendi seviyeme çıkardığım için" derlerdi. Sadece bize değil babamıza bile küfür eden insanlar bu sözlerle bizi mi aşağılarlardı, kendilerini mi överlerdi anlayamazdık. Sorsanız, bizi övmüşlerdi. "Spor olsun diye mi okula geliyorsunuz" diye sorarlardı.

Nereden bakarsanız bakın, benim yazdıklarım bir çocuğun kendisinden on yirmi yaş büyük öğretmenlerini eleştirmesi değil, 45 yaşında bir babanın kendisinden on yirmi yaş küçük öğretmenleri eleştirisidir. Kapanmamış yaraları kaşımaktır. Geçmişe bir serzeniştir.

İyi öğretmenler yok muydu? Elbette vardı. Yukarıda yazdıklarımdan sonra şaşırabilirsiniz ama S hanım onlardan biriydi. Bana sorarsanız, okulun gördüğü en iyi öğretmendi. Kötünün iyisi değildi, iyiydi. Her şeyden önce içinde sevgi vardı. Sevgiyi hissetmekte çocuklardan daha üstün kim olabilir? Geçtiğimiz yıllarda siyaset gündemine giren Vasconcelos'un Şeker Portakalı adlı kitabını okumamı bana 30 yıl önce tavsiye eden oydu. Klasik müziğe olan tutkumu bildiği için Nadir Nadi'nin Dostum Mozart adlı kitabını önermişti. Beni yazmaya yönlendiren, destekleyen o olmuştur. Kötü şeylerden alıkoymak yerine iyi şeylere yönlendirmeyi yeğlerdi. Şu okuduğunuz satırlardan biraz olsun keyif alabiliyorsanız onun payı vardır. Yazmayı seviyorsam, iyi kötü becerebiliyorsam onun açtığı kapı sayesindedir. Yıllar önce benimle uğraşmayı bıraktığını söylemişti ama asla bırakmamıştı.

Bugün öğretmenler günü.
İçinde sevgi olan, insanların hayatında güzel izler bırakan tüm öğretmenlere kutlu olsun. 

5 Ekim 2019 Cumartesi

Tokyo Oyun Fuarı 2019

Yirmili yaşlarımdan beri gitmeyi hayal ettiğim Tokyo Oyun Fuarı'na ancak kırk dört yaşımda gidebildim. Bu yüzden, aklımda ve taslaklarımda yazıp bitirmemi bekleyen onca yazı olduğu halde önceliği bu ziyaretime verip sıcağı sıcağına yazayım dedim.

Tokyo Oyun Fuarı senede bir kez, Japonya'nın en büyük kongre merkezlerinden biri olan Makuhari Messe'de yapılıyor. Kapılarını sabah saat onda açacak olan Makuhari Messe'ye zamanında varabilmek için 14 Eylül sabahı saat dörtte uyandım. Üç kez tren değiştirdim. Dakikalarca yürüdüm. Sıralarda bekledim. Nihayet içeriye girebildiğimde saat on buçuktu. Yaklaşık 450 kilometre yol katettiğimi ve her yıl çeşitli ülkelerden yüz binlerce kişinin fuara katıldığını düşünürsek bu fazlasıyla iyi bir zamandı.

Tokyo Oyun Fuarı, uluslararası adıyla Tokyo Game Show (#TGS2019), dünyada düzenlenen tüm oyun fuarlarının en ünlü ve en saygınlarından bir tanesi. Birçok oyun firması yeni oyun duyurularını bu fuarda yapıyor, yeni tanıtım videolarını ilk kez bu fuarda gösteriyor, piyasaya çıkarmadan önceki deneme sürümlerini (demo version) ilk kez bu fuarda kullanıcılara açıyor. Yeni donanımlar tanıtılıyor. Dört gün süren fuarın ilk iki günü basına ve özel davetlilere ayrılıyor, duyurular, basın açıklamaları yapılıyor. Son iki günü biletli ziyaretçilere açılıyor. Ziyaretçiler profesyonel oyuncuları, oyun yapımcılarını, programcıları, çizerleri, animatörleri, bestecileri, şarkıcıları, yazarları görme imkanına sahip oluyor. Onların katıldığı, konuşma yaptığı, tartıştığı oturumları izleyebiliyor.

Uluslararası oyun piyasasının en saygın firmalarından birçoğunun Japon firmalar olduğunu ve en çok satan oyun konsolunun Sony Playstation konsolu olduğunu düşünürseniz bu fuarın bu sektör için ne kadar büyük bir önem taşıdığını anlamak kolay olacaktır. Benim de bir bilgisayar yüksek mühendisi ve kabaca 30 yıllık bir oyuncu olduğumu düşünürseniz bu fuara katılmanın benim için neler ifade ettiğini anlamakta da zorluk çekmezsiniz.

Oyun sektörü, özellikle gelişen bilgisayar teknolojisi sayesinde çok büyük ve gitgide genişleyen bir sektör haline geldi. Fotoğrafçılık sektörünü bile tehdit eden cep telefonlarının gelişmesi ile çok daha geniş bir kitleye ulaşmaya başladı. Oyunlar sadece grafikleri ile değil hikayeleri ile de hayran kitleleri kazanır oldu. Oyunların yazarları, çizerleri, bestecileri gerçek sanatçılardan kuruluyor. Müzikler Londra Filarmoni gibi orkestralar tarafından icra ediliyor. Hans Zimmer'in birçok oyunun müziğinde imzası var.

Eskiden filmlerin oyunlara uyarlandığını çok görmüştük. Ama artık oyunlar filmlere uyarlanmaya başladı. Öyle ki, Sony firması sırf oyunların film ve dizi uyarlamalarının yapılacağı Playstation Productions adında yeni bir birim kurdu. Tomb Raider, Resident Evil gibi filmler oyunlardan uyarlanmıştı. Önümüzdeki haftalarda Netflix'te yayınlanacak olan Witcher serisi ben dahil milyonlarca kişi tarafından oynanmış olan bir oyunun uyarlaması. Gerçi oyun esasen aynı adlı kitaptan uyarlanmıştı ama dizinin görsellerinde yayınlanan karakterlerin oyundaki çizimlerden aktarıldığını gözardı etmemek lazım. Uncharted, Call of Duty, Devil May Cry oyunlarının filmleri, Sonic, Minecraft gibi oyunların ise çizgi filmleri yapım aşamasında.

Durum böyle olunca aktör ve aktrislerin de oyun dünyasına girmeleri kaçınılmaz oluyor. Sinema oyuncuları artık bilgisayar oyunlarında rol almaya başladı. Kendilerine sadece film ve dizi teklifleri değil, artık oyun teklifleri de geliyor. Örneğin, fuarda benim de sabırsızlıkla beklediğim oyunlardan biri olan Cyberpunk 2077'de Keanu Reeves rol alıyor. Oyunun standında bizzat kendisinin gelerek imzaladığı duvarın önünde yine kendisinin binerek poz verdiği maket motosiklet sergileniyor. Fuarda Cyberpunk 2077 gibi büyük bir standda tanıtımı yapılan Death Stranding adlı oyunda ise Mads Mikkelsen rol alıyor. İkisi de sevdiğim aktörler ve rol aldıkları oyunları alıp oynamaya başlamayı dört gözle bekliyorum.

Fuarda firmalar oyun tanıtımlarını oyunların temalarının kullanıldığı muhteşem dekorasyonlarla yapıyor. Çeşitli eşantiyonlar dağıtıyor. Canlı cansız modeller kullanıyor. İlgiyi artırmak için tıpkı araba fuarlarında olduğu gibi oyun fuarlarında da bayan modeller, yani tüm dünyada bilinen adıyla 'booth babes' kullanılıyor. Modellerin yüzlerinin ve vücutlarının güzelliklerinden fazlasıyla yararlanmak için özel olarak tasarlanmış oyun ve firma temalı giysiler giydiriliyor. Örneğin, dekolte kıyafetlerin açığa çıkardığı göğüslerinin üst kısmında veya kısa şortların, mayoların açığa çıkardığı bacaklarının üzerinde firmanın etiketi yapıştırılmış modellere fuarda sıkça rastlanıyor.

Fuar hem Japonya'da hem de bilgisayar oyunları üzerine olunca, modern Japon kültürünün bir parçası olan kostüm oyunu yani cosplay de fuarda yerini alıyor. Fuarda kostüm oyuncuları için geniş bölümler ayrılıyor. Sevilen oyun karakterleri canlandırılıyor, bir anlamda hayata geçirilmiş oluyor. Kostüm oyuncuları fuara hem renk katıyor hem de fuarın anlamını artırıyor. Bu konu ile ilgili daha çok fotoğraf ve daha geniş bir yazıyı farklı bir başlık altında burada yazdım: Tokyo Oyun Fuarı'nda Kostüm Oyuncuları

Benim en çok vakit harcadığım yerlerden biri Final Fantasy 7 Remake oyununun bölümüydü. En son 15'inci yapımı çıkan oyun serisini 1997 yapımı olan Final Fantasy 7, belki de tüm zamanların en ünlü oyunu. 8, 9, 10..15 hepsini yirmi küsur yıl boyunca bir büyük keyif alarak oynadım. Ancak FF7 kadar beni saran, etkileyen bir oyun olmadı. Benim gibi düşünen milyonlarca kişi var ki, firma bu oyunu 'remake' adı altında yeniden yapıyor. İlk yapımının üzerinden geçen yirmi yılda gelişen teknolojiyi kullanarak daha büyük bir hedef kitleye ulaşmak için daha güçlü bir yapımla karşımıza çıkmaya hazırlanıyor. Mart ayında çıkacak olan oyun tüm dünyada heyecanla bekleniyor, ön siparişler veriliyor.

Firmalar sadece oyunların satışından gelir elde etmiyor. Oyunların temaları kullanılarak üretilen tişörtler, kahve kupaları, bez bebekler, yatak örtüleri, yastık kılıfları, takıları, karakterlerin 'action figure' diye adlandırılan heykelcikleri, aklınıza gelen gelmeyen birçok şey oyuncular tarafından ilgi görüyor, satın alınıyor, koleksiyon nesneleri olarak saklanıyor. Oyun müzikleri albümlerde toplanarak satışa çıkıyor. Fuarın bir bölümüne bu lisanslı ürünlerin satıldığı mağazalar kuruluyor. Bazı mağazaların içine girebilmek için metrelerce uzayan kuyruklarda dakikalarca sıra beklemek gerekiyor.

Makuhari Messe çok büyük bir alan üzerine konumlandırılmış bir kongre merkezi. Fuar bu alanın tamamını kullanıyor. Birbirine en uzak iki nokta arasında belki yarım saat kadar yürümek gerekiyor. Bu alan içinde dinlenme yerleri, kafeler, restoranlar bolca bulunuyor. Benim gibi tüm gününü fuarda geçirenlerin tüm ihtiyaçları fuar alanı içinde yer alıyor.

TGS2019'a katılmak benim için birçok açıdan olağanüstü bir deneyimdi. Önümüzdeki yıl tekrar katılır mıyım bilmiyorum. Bana kalsa her yıl katılmak isterim ama artık bir aile babası olarak birçok sorumluluğu üzerimde taşıdığım için pek mümkün görünmüyor. Yine de aralıklarla birkaç kez daha katılırım. Özellikle de oğullarım biraz büyüyünce onlarla birlikte katılmayı çok istiyorum.

28 Eylül 2019 Cumartesi

Tokyo Oyun Fuarı'nda Kostüm Oyuncuları

Hayatımda ilk kez katıldığım Tokyo Oyun Fuarı'nda (Tokyo Game Show) yine hayatımda ilk kez kostüm oyuncularının etkinliğine şahit oldum. Fuar hem Japonya'da hem de bilgisayar oyunları fuarı olunca, modern Japon kültürünün bir parçası olan kostüm oyunu, yani cosplay de fuarda yer alıyor. Fuarla ilgili izlenimlerimi yazarken kostüm oyunu ile ilgili kısmın biraz uzaması gerektiğini anlayınca bu konuyu şu an okuduğunuz satırlarda ayrı bir başlık altında aktarmayı uygun buldum.

Cosplay, Japon icadı olmasına rağmen İngilizce costume (kostüm) ve play (oyun) kelimelerinin birleştirilmesiyle ortaya çıkıyor. Tıpkı tamamen Japon yapımı olan Pokemon'un pocket ve monster kelimelerinden türetilmesi gibi. Kostüm oyunculuğu tüm dünyaya aynı isimle yayılmış durumda. Eğlence için yapıldığı gibi meslek olarak da yapılıyor.

Kostüm oyuncuları (cosplayer) çizgi filmlerdeki, manga ve animelerdeki, filmlerdeki, dizilerdeki karakterleri kullanarak, giysileriyle, makyajlarıyla, peruklarıyla, lensleriyle, takılarıyla, mimikleriyle kendilerini onlara benzetiyorlar. Bir anlamda onları canlandırıyorlar. Tokyo Oyun Fuarı'na katılanlar ise doğal olarak bilgisayar oyunlarındaki karakterleri kullanıyorlar. Kostüm oyuncusu olarak fuara katılmak için önceden kayıt yaptırmak ve bir dizi şartları kabul etmiş olmak gerekiyor. Hazırlıklarını yapmaları için özel olarak ayrılmış soyunma odaları bulunuyor. Kendilerine tahsis edilen açık alanlarda yerlerini alıyorlar ve fotoğraflarını çekmek için gelen ziyaretçilere poz veriyorlar.

Dergilerden, gazetelerden, veya diğer medya kuruluşlarından sadece kostüm oyuncuları için gelen fotoğrafçılar bulunuyor. Boyunlarında asılı akreditasyon kartları oluyor ve sıra kendilerine geldiğinde bunları göstererek kostüm oyuncularına ne için fotoğraf çekecekleri, nerede yayınlayacakları gibi açıklamalar yapıyorlar. Resimlerini çekmek istedikleri her bir kostüm oyuncusu için dakikalarca sıra bekliyorlar. Talimatlarla istedikleri gibi pozdan poza sokup, ellerindeki yüksek donanımlı makinelerle dakikalarca ve defalarca fotoğraf çekiyorlar.

Kostüm oyuncularının hemen yanlarında twitter, instagram gibi sosyal medya kullanıcı adlarının yazılı olduğu kartlar bulunuyor. Fotoğrafçılar en son bu kartın resmini çekiyorlar. Medyada veya sosyal medyada resimleri yayınlandığı zaman tanınırlıkları artıyor. Kullanıcı adlarından birkaçını kontrol ettiğimde bazılarının yüz binlerce takipçisi olduğunu gördüm. Yani farkında bile olmadan epey ünlü kostüm oyuncularıyla karşılaşmışım.

Aralarında benim de çok iyi bildiğim oyun karakterleri olduğu için kostüm oyuncularının bazılarının çok başarılı iş çıkarmış olduklarını söyleyebilirim. Birçoğunun fotoğrafını çektim, bazılarıyla da birlikte çekildim. Bu fuara katılan veya katılmayan profesyonel kostüm oyuncuları elbette hep aynı kostümü giymiyor, hep aynı karaktere bürünmüyorlar. Farklı yerlerde, fuarlarda, organizasyonlarda farklı karakterlerle boy gösteriyorlar. Giysilerini, makyajlarını, peruklarını, takılarını kendileri hazırlıyorlar veya özel olarak hazırlatıyorlar. Seçtikleri karaktere bürünebilmek için ciddi bir zaman, para ve mesai harcıyorlar.

Kadın karakterlerin daha çok ilgi çekmesi elbette kaçınılmaz. Öyle ki, erkek kostüm oyuncuları bile bazen kadın karakterlere bürünmeyi tercih ediyor. Bu durum onların cinsel tercihlerini değil işlerindeki başarılarını yansıtıyor. Fuara bireysel olarak katılan kostüm oyuncularının yanı sıra oyun firmalarının önceden anlaşarak kendi bölümlerinde yer verdikleri de oluyor. Firmalar kendi oyunlarının tanıtımını bu şekilde de yapıyor. Öyle ki, bazen sevilmeyen bir oyunun sevilen bir karakteri olabiliyor, oyun bu karakter için alınıp oynanabiliyor. Bazı karakterler oyunun kendisinden daha ünlü olabiliyor. Her yıl onlarca yeni oyun, manga ve anime çıkıyor. Yeni karakterler ortaya çıkıyor. Böylece kostüm oyunları yenilik, farklılık ve çeşitlilik kazanıyor.

Bu arada esas sanatçıları da unutmamak gerek. Yani bu karakterlerin gerçek yaratıcıları olan çizerleri. Kostüm oyuncuları onların çizgilerini hayata geçiriyor. Oyun, anime ve manga firmalarının bünyelerinde bulundurduğu bu sanatçılar karakterlerin giysilerinden takılarına, saç renklerinden yüz ifadelerine kadar kostüm oyuncularının başlangıç noktasını oluşturuyor.

Japonya'da sadece kostüm oyunlarına özel fuarlar, organizasyonlar bile yapılıyor. Bunlar arasına, örneğin Comiket gibi, katılmayı çok istediğim etkinlikler bulunuyor. Olur da katılırsam, artık manga ve anime takipçisi olmadığımdan karakterlerin çoğunu tanımayacağım ama renkli ve eğlenceli etkinliklerde yer almış olacağım. Bir de fotoğraf makinemi yenileyebilirsem harika olur.

24 Eylül 2019 Salı

Tokyo'da Akşamüzeri

Tokyo Oyun Fuarı için gittiğim Tokyo'da arkadaşımla buluşmak üzere Ginza'ya geçmeden hemen önce çektiğim bu resmi sizlerle paylaşmak istiyorum. Gün batımına kısa bir süre var. Güneş son ışıklarını yansıtıyor Tokyo'nun binalarında. Yerdeki su birikintisi aralıklarla çalıştırılan fıskiyelerden kalma. Biraz daha vaktim olsaydı fıskiyeler açıkken de fotoğraflamak isterdim burayı. Günün her saati, havanın her durumunda hareketli bir şehir Tokyo.

Şehirde geçirdiğim tek akşamüzeri, çektiğim en güzel fotoğraf. Oyun fuarıyla ilgili yazımı tamamlayıp yayınlamama az kaldı. Bu yazıyı beklerken şehrin bu güzel manzarasıyla baş başa bırakıyorum sizleri.


Japonya'dan ve Mutlu Sayar'dan daha 
fazla fotoğraf için instagram adresi:      muusensei

4 Ocak 2019 Cuma

2019

Yeni yıla girdik. Japonya'da bir hafta tatil olması sebebiyle yılın ilk günlerini dinlenerek geçiriyorum. Araya bir de iki günlük gezi sıkıştırdım, ki bunun yazısını daha sonra yayınlayacağım. Yani yeni yıla güzel girdik. Ancak nedense 2019 yılı için hiç iyi şeyler düşünemiyorum. Gerek dünyadaki politik gelişmeler, insan eliyle bozulan doğanın sayıca ve şiddetçe artarak afetlerle tepki göstermesi, kitlelerin vurdumduymazlığı gibi nedenler buna engel oluyor.

Herkes gibi ben de güzellik yarışmacıları gibi barış filan dilerdim ama en iyisi içimden geçenleri söylemek. 2019'un hiç de hayırlı bir yıl olacağını sanmıyorum. Büyük felaketlerin yaşanacağı ve daha büyüklerinin başlangıcı olacağını hissediyorum. Ölümden ve zulümden başka bir şey aklımda canlandıramıyorum. Yurtta sulh cihanda sulh diyen, dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük adamının en büyük adımını atmasının yüzüncü yıl dönümü olması dışında hiçbir güzellikle bütünleştiremiyorum. Haydi hayırlı seneler!

20 Aralık 2016 Salı

Yaş 42

Kimsenin kimseyi öldürmediği bir sabaha uyansam.
Kimsenin kimseyi öldürmediği bir günde, sahile, parka gidip yürüyüş yapsam,
Gözlerimi kapatıp kollarımı açarak aldığım derin nefesi, yüzümü göğe dönüp ohhh diyerek versem.
Leziz yemekler, kekler, pastalar yesem,
Çaylar, kahveler içsem.
Cadde, sokak gezsem,
Sinemaya, konsere gitsem,
Dostlarla buluşup muhabbet etsem, kadeh tokuştursam.
Sıcak bir duş alıp yatağıma yatsam, abajur ışığında kitap okusam.
Sonra da,
Kimsenin kimseyi öldürmediği bir geceye uyusam.

17 Kasım 2016 Perşembe

Sorunun Yanıtında Sorunun Cevabını Aramak

Bazı insanlardan bir cevap almak bazen Çin işkencesine dönüşüyor. Çalışma arkadaşlarınız olsun, uçaktaki hostes olsun, dükkandaki tezgâhtar olsun, oteldeki resepsiyoncu olsun, hastanedeki hemşire olsun, kim olursa olsun fark etmiyor. Soruya öyle bir karşılık veriyorlar ki cevabı içinden çıkarmaya çalışırken afallıyorsunuz. Bu durum büyük oranda evet-hayır cevabı verilecek sorularda yaşanıyor.

Meselâ, "üzerindeki bluzu yeni mi aldın" diye soruyorsunuz, "dün akşam bunu caddede gezerken gördüm" diye cevap veriyor. Doğal olarak dün akşam caddede gezerken o bluzu görüp aldığı sonucuna varıyorsunuz ama cevap açıkta kaldığından onaylaması için ikinci bir soru soruyorsunuz, "yok yaa, eski bu" diye cevap veriyor. Afallama süreci içinde, caddede gezmesinin konuyla ne ilgisi olduğu, "bu" derken kastettiğinin üzerindeki bluzun aynısı mı olduğu, değilse ne olduğu gibi sorularla aklınızı kemiriyorsunuz.

Aşağıdaki örneği kendilerine yakın bulan kaç kişi çıkar acaba;

- Bugün kafeye gidiyor muyuz?
- Bugün yağmur yağacakmış.
- Öyleyse gitmiyor muyuz?
- Biraz sonra Aysun'u aramam gerek.
- Aysun'u kafeden arayabilirsin.
- Geç olur, buradan ararım.
- Tamam, ben de üzerimi değiştireyim.
- Bir yere mi gidiyorsun?
- Yahu beraber gitmiyor muyuz işte?
- Nereye?
- Kafeye ulan kafeye!
- Ne bağırıyorsun ayol?
- Hay ben böyle işin..ben mutfağa gidip kendime bir kahve yapıyorum.
- E hani kafeye gidiyorduk?
- Gitmiyorum.
- Bana da yap bari o zaman.

Aksilik bu ya, bu tür kişiler de genelde karşınıza art arda çıkarlar ve ,ilginçtir, seçenekleri olan soruları evet-hayır diye yanıtlarlar.

- Bu kafenin tuvaleti aşağı katta mı, yukarıda katta mı?
- Evet.
- Evet aşağı katta mı, evet yukarı katta mı?
- Merdivenlerin sonunda sağda.
- Merdivenleri çıkınca sağda mı, inince sağda mı?
- İkinci kata çıkınca hemen göreceksiniz.

Altınıza yapmadan öğrendiğiniz için kendinizi şanslı sayabilirsiniz. Bu insanlar için psikolojide bir tanımlama var mıdır, çok merak ediyorum.

9 Ekim 2016 Pazar

Türk Konukseverliği

Valizimi alıp havalimanının kapısından dışarı adımımı atar atmaz beni ilk karşılayanlar dolandıracak insan arayan taksiciler oldu. Nazik yardım tekliflerini geri çevirdim! Bakırköy feribot terminaline gitmek için otobüs beklemeye koyuldum. Beni avlayamayan taksiciler bu kez orta yaşlı, yalnız bir Arap kadını hedefe aldı. Elebaşıları, Arap kadına da yardım tekliflerini iletti. Fiyatı soran kadına önce 50 dediler. Kadın pazarlığa başladı 20 dedi. Elebaşı 45 olsun dedi. Kadın 25'ten fazla vermeyeceğini söyleyince elebaşı birkaç kelimelik İngilizce bilgisini ve onun yetmediği yerde el hareketlerini kullanarak "sen Arap değil misin? Sizde para çok. Niye vermiyorsun?" diye söyleyince kadın da bir el hareketiyle vazgeçtiğini belirtip benim yanımda otobüs beklemeye koyuldu.

Kalçasının hemen altına gelen kısacık şortunun, ince ve muntazam bacaklarını gözler önüne serdiği genç bir Çinli kız bizden önce gelmişti. Böylece otobüs bekleyenler üç kişi olduk. Kısa süre sonra gelen otobüsün de üçümüzden başka yolcusu olmadı. Benden önce binmeleri için her ikisine de kibar jestlerle öncelik verdim. Bu şekilde İngilizce bildiğimi anlayan genç kız otobüs hareket eder etmez otelin adı, adresi ve küçük bir haritası olan elindeki kağıdı gösterip nasıl gideceği konusunda benden yardım istedi. Cep telefonumda haritayı detaylı gösterip tarif ettim. Otobüsün nerede duracağını, nereden yürüyeceğini ayrıntılı anlattım. Birkaç sıra arkamızdaki yerinden kalkıp yanımıza gelen Arap kadın da bu durumdan cesaret alıp kendi gedeceği otel için aynı yardımı istedi. Ona da aynı şekilde bilgi verdim.

Her ikisinden önce inmek zorunda olmasaydım otellerine kadar onlara eşlik ederdim.

Taksicilere pabuç bırakmayan Arap kadının, ülkemizde turistlerin nelerle karşılaşabileceği konusunda bir bilgisi ve deneyimi olduğu anlaşılıyordu. Daha önce bilmiyor idiyse bile artık benim gibi çıkar gözetmeden yardım edenlerin de olduğunu ona göstermiş oldum. Ama Çinli genç kız için biraz korktum desem yeridir. İlk karşılaştığı kişi ben olduğum için herkesi benim gibi sanar mı diye endişeleniyorum. Onun gibileri tuzağa düşürmek için hiçbir fırsatı kaçırmayacak tiplere rastlaması ihtimali beni dehşete düşürüyor. Televizyonda haberleri izlerken adres soran Çinli bir turist kıza kötü şeyler yapıldığı haberi çıkar da ekranda onu görürüm diye ödüm kopuyor. Ona bu kadar nazik davranarak, yardım ederek aslında kötülük mü etmiş oldum diye düşünmeden edemiyorum.

Kandırılmışların şu ülkeyi düşürdüğü duruma bakın.

Umarım her iki yol arkadaşım da tatillerini güzel geçirir, güzel anılarla ülkelerine dönerler.

18 Eylül 2016 Pazar

Koç Vuruşu

Koçluk mesleği ülkemizde iyice yaygınlaşmaya başladı. Birçok yerde adı anılır oldu. Bu meslek erbapları arasında işini hakkıyla yapanlar mutlaka vardır, ancak gözlemlerimiz ve duyumlarımız ters giden bir şeyler olduğu yönünde şüphe duymamıza yol açıyor.

İstenilen ücretler korkunç. Örnek vermeden önce koçluğun tanımını aktaralım. Uluslararası Koçluk Federasyonu (ICF) koçluk tanımını şöyle veriyor: "Koç'un müşterilerinin kendi kişisel ve profesyonel potansiyellerini düşündürücü ve yaratıcı bir süreçte fark etmelerini ve kullanmalarını, bu sayede bulundukları belirsiz ve karmaşık durumlardan çıkmalarını sağlayan ortaklık"[1]. Daha kısa bir tanımla şöyle deniyor:"müşterilerin bireysel ve profesyonel potansiyellerini en üst seviyeye çıkarmalarını sağlamaları için ilham veren, düşündürücü ve yaratıcı müşterek bir süreç"[2]. Sanırım en özet tanım olarak GORA filminde Garavel'in Arif'e söylediklerini kullanabiliriz: "sende olanı sana koyacağız".

Geniş verilen ilk tanımı ele alırsak, bir kişinin koçun potansiyel müşterisi olabilmesi için "belirsiz ve karmaşık durumlar içinde" olması gerekir. Diğer tanım bu şartı ortadan kaldırıyor. Böylelikle daha geniş bir kitle hedefe oturtuluyor ve müşterinin gurur yapıp karmaşık ve belirsiz durumlar içinde olduğunu kabul etmeme riskini ortadan kaldırıyor. Bireysel ve profesyonel potansiyellerini en üst seviyeye çıkarmalarını sağlamak için bir koçun öncelikle müşterisinin potansiyelini tespit edecek bilgiye ve donanıma sahip olması gerekir. Bugüne kadar, "siz zaten potansiyelinizin en üst seviyesinde bulunuyorsunuz, benim yapabileceğim bir şey yok" deyip işi geri çevirmiş bir koç olmuş mudur diye merak ediyorum. Ya da tüm müşterilerini potansiyel seviyelerinin altında olduklarına ve kendilerinden destek almadan en üst seviyeye asla çıkamayacaklarına mı inandırıyorlar bilemiyorum.

İşin biraz daha temeline girip koç kavramının kökenine inelim. Koç (İng.:coach) kelimesi Fransızca kökenlidir ve "bir yerden diğerine taşıyan araç" anlamına gelir. Batı ülkelerinden birinde birisine havalimanına nasıl gideceğinizi sorduğunuzda size bir koç tutmanızı söylerse şaşırmayın. Koç derken bir otobüsten bahsetmektedir, sizi kalkış noktasından havalimanına götürür. Bir nevi Havaş yani. Sizi içinde olduğunuz belirsiz durumdan alıp, potansiyelinizin en üstüne götüren koçların tanımı da bu köke dayanır. Eğer koç kelimesi yabancı dillere Türkçe'den  geçmiş olsaydı taşımacılıkta değil hayvancılıkta kullanılırdı. O zaman da burada tartışmakta olduğumuz meslek kendisine başka bir ad bulmak zorunda kalırdı.

Şimdi örneği verelim:
Bir arkadaşım kızı için bir eğitim koçu ile konuşmuş. Eğitim koçu vereceği hizmet karşılığında 40.000 TL ücret istemiş.
- Harvard Üniversitesi'ni mi garanti ediyorsunuz?
- Hayır.
- Oxford garanti mi?
- Değil.
- Boğaziçi?
- Kısmet.
- Herhangi bir üniversite?
- Hayırlısı.
- Hayatını kazanacak bir meslek?
- Kendine kalmış.
- Meslek sahibi olursa iş bulması garanti mi?
- Allah büyük.
- Peki siz ne yapacaksınız?
- Ben 40.000 TL alacağım. [3]

Lisansüstü eğitimleriyle iş bulamayanlar varken, üniversite diploması olmayan imamların ülke yönettiği bir devirde, karşılığı 40.000 lira olan bir eğitim koçluğunun nasıl bir sonuca ulaştıracağını merak ediyorum.

Her malın, hizmetin, emeğin bir bedeli vardır. Alışverişin özü budur: ödediğinin karşılığını almak. İnsanın hayatta en kıymetli varlıkları olan evlatlarının belki birkaç yıllık okul ücretini talep eden bir kişi neyin garantisi karşılığında 40.000 lira ücret isteyebilir? Psikolog Doğan Cüceloğlu şöyle diyor:

"Ailenin çocukla kurduğu ilişkinin türü, çocuğun okul başarısını etkileyen en önemli ve en can alıcı nokta olarak karşımıza çıkıyor."[4]
"Çocuğunuzun seçimlerini kendisinin yapmasına özen gösterin. Siz onun yerine seçimler yapmayın, o seçimler yaparken sizi bir danışman, bir rehber olarak kullansın."[5]
"Sizin başarı anlayışınız ve o anlayışın altında yatan inanç, isteseniz de istemeseniz de, farkında olsanız da olmasanız da, çocuğunuzla ilişkinizin temelini oluşturur."[6]

Kendilerinin de zaten bu sözler temelindeki fikirleri verdiğini iddia eden eğitim koçları olabilir. Öyleyse, Cüceloğlu'nun kitabı 12 lira 50 kuruşken sana niye 40.000 lira verelim?

Senelerce eğitim alıp bu işin ilmini yapmış kişiler dururken, birkaç haftalık sertifika programıyla "koç" olmuş kişilere binlerce lira vermeyi tercih ederseniz siz bilirsiniz. Ama şunu bilin, koçluk eğitiminin bizzat kendisini alsanız daha ucuza gelir. Böylece hem kendi kendinizin koçu olursunuz, hem de bir mesleğiniz daha olur. Atalarımızın dediği gibi; koç vuruşuna koç dayanır. 40.000 lira verecek müşteriler de bulursanız yaşadınız.

Cüceloğlu, Başarıya Götüren Aile adlı eserinin ikinci bölümünde Başarı'dan ne anlanması gerektiğine değiniyor ve ders, okul, meslek, iş, evlilik ve yaşam başarısı diye bölümlerle ele alıp bunların birinde elde edilmiş başarının bir diğerinde de başarı garantisi vermediğini belirtiyor. İşin ilginç olan tarafı, evlilik, eğitim, yaşam, vs. gibi tüm bu olguların her biri için bir koç bulmak mümkün. Bunların birkaçını aşağıda örneklendirelim.

Yaşam koçu var. Öyle bir ücret talep ediyor ki, sanki bugüne kadar bitkisel hayattaydık da bundan sonra Angelina Jolie-Brad Pitt hayatı yaşayacağız. Evlilik koçu var; birkaç görüşmeden sonra eşinizi sizden daha iyi tanıdığını anlarsanız bozulmaca yok. İş koçu var; "yaptığınız işten keyif almanız, daha başarılı olmanız için" size destek veriyor. Patronun yeğeni mezun olup da sizin yerinize işe alınırsa ödediğiniz parayı geri alamıyorsunuz. Diyet koçu var; güzelim tereyağlı iskenderi yasaklayıp buharda pişmiş brokoli öneriyor, siz de mutluluktan uçuyorsunuz! Spor koçu, fitness koçu, yoga koçu, oyuncu koçu, satış koçu, audition koçu, eczane koçu, işletme koçu var...var oğlu var. Bir de Reşat Ekrem Koçu var ama onun konuyla ilgisi yok.

Yine siz bilirsiniz ama, hangi konuda olursa olsun, ben yine de size işin ilmini yapmış olan kişilerden destek almanızın en doğrusu olacağını tavsiye ederim. Senelerin verdiği birikimleri kitaplarıyla önümüze getirirler, özel olarak destek almak istediğinizde ise 40.000 liranıza göz koymazlar.
_________________________________________________________________________________
[1] http://www.perfectmindcoachacademy.com/koccedilluk-hakkinda.html
[2] http://www.icfturkey.org/index.php/icf-hakknda
[3] Diyalog metni, verilen-verilmeyen taahhütler gerçeğine uygun olarak mübalağa edilmiştir. Ücret tamamen gerçektir.
[4] Başarıya Götüren Aile, s.100
[5] age, s.111
[6] age, s.27  

1 Mayıs 2016 Pazar

İdare Ederse Sorun Yok

Rahmetli babam ilaç içmeye çok meraklıydı. Bir yeri ağrır ilaç içer, midesi bulanır içer, yemek dokunur içer, kaşınır içer, ateşi çıkar içer, öksürür içer, tansiyonu çıkar içer, iner içerdi.

Sağlığını takardı ama hayatı takmazdı.

Bir gün doktora gitmiş. Doktor anlatmış, şuranda şu var, buranda bu var, diye. 
En son, "Burnunuzda da kırık var" demiş.
Babam durmuş, "Beni öldürür mü" demiş.
Doktor, "Öldürmez" demiş.
Babam, "Peki, beni ölene kadar idare eder mi" demiş.
Doktor, "Eder" demiş.
Babam, "E o zaman benim tansiyon ilacını yaz da gideyim" demiş [1].

Âlem adamdı.

Ölmek önemsizdi ama iyi yaşamamak, kaliteli yaşamak çok önemliydi. Ütüsüz pantolon giydiği olmadı. Ayağında, üzerine toz konmuş ayakkabı bulunmazdı. Her sabah tıraş olur, kravatsız sokağa çıkmazdı. 83 yaşında vefat ettiğinde, yeni aldığı elbisesinin daha taksitleri bitmemişti.

83 yıl bir kişinin gönlünü kırmadı. Sitem bile etmedi. Yalan nedir bilmezdi. Hiç tanımadığım insanlar bana gelip babamı övdü. Tatil yaptığım otelde karşılaştığım yaşlı bir Adanalı, babam için "Adana'nın beyefendisiydi" dedi.

Yaşarken Adamdı. Ebediyete kavuştu, hâlâ Adam.
_________________________________________________________________________________
[1] Annem anlattı, ben biraz süsledim.

13 Nisan 2016 Çarşamba

Babalar İçin Oyuncak Tren

Erkek çocukların arabalara, kız çocukların da bebeklere düşkünlüğü vardır. Onlara hediye alırken bile bu durum gözetilir. Benim iki oğlum olduğu için hem bizim aldıklarımız hem de hediye gelenlerle onlarca oyuncak arabamız var evde. Sağolsun annem, benim çocukken oynadıklarımı da bugüne kadar saklamış. Babamın kendisine verdiği harçlıktan artırarak bana oyuncak araba almak için para biriktirirdi annem. Oyuncak araba fonu vardı yani. O paranın yeteri kadar birikmesi tam bir ay sürerdi. Sonra annem elimden tutup beni Kilis Pazarı'na götürür, seçtiğim bir arabayı almama izin verir, böylece her ay yeni bir arabam olurdu. Bugünkü fiyatlarla 8-10 lira olan bir oyuncağı almak için bir ay para biriktirme gerekliliğinin ne demek olduğunu kafanızda bir değerlendirin. Annemin saklamış olduğu arabalar işte onlar. Hepi topu sekiz-on tanesi hayatta kalabilmiş. Onları da ekleyince oğlumun araba koleksiyonu iyice genişledi.

Trenlere de meraklıydık. Aslında erkek çocuklarını araba ile sınırlamayıp, tüm taşıtlara düşkün olduğunu söylesek daha yerinde olur. Trene biner, oyuncak tren isterdik, uçağa biner, oyuncak uçak isterdik. Ama oyuncakçılarda tren öyle kolay bulunmazdı. Oynanacak gibi olanlar da epey pahalı olurdu. Demiryolu ülkesi değiliz ne de olsa. Hatta birkaç yıl öncesine kadar var olan tren seferleri bile durduruldu. Siyasî iktidarın, 2011'de demiryollarını iki yıl içinde yenileyeceği sözü yalan oldu. Beş yıl geçti, bir metre ray döşenmedi. Vagonların çürümeye bırakıldığı haberlerini görüyoruz medyada. Söküp götürdükleri raylar nerede, Allah bilir. E çocuklar da tren görmüyor ki merak sarsın, istesin. Oyuncakçılarda bile göze çarpmıyor.

Bende ise oldum olası bir tren merakı vardı. Rahmetli anneannem Adana-İstanbul yolculuklarını her zaman yataklı trenle yapardı. Çocukken, onu yolcu etmek ya da karşılamak için Adana Garı'nda da Haydarpaşa İstasyonu'nda da çok bulunmuşluğum vardır. Asıllarını gördükçe oyuncaklarını da isterdik haliyle. 8-10 liralık araba için bir ayda para birikirdi birikmesine de, oyuncak tren için o kadar kolay birikmezdi. Benim bu özlemimi gidermem biraz Zeki Alasya'nın hikayesine benziyor [1]. Onunki gibi büyük bir merak değil bendeki ama çocukluğumda eksik kalan bir şeyi tamamlama fırsatını ancak kendi çocuklarım olunca bulabildim.

Japonya'dan alıp getirdiğim oyuncak rayları birleştirerek çeşit çeşit yollar kurup tren gezdiriyorum [2]. Çoğunlukla birlikte oynuyoruz ama büyük oğlumun okulda olduğu hafta içi sabah saatlerinde kendi kendime kurup oynadığım da olmuyor değil hani. Yani oğlumu okula gönderip oyuncaklarıyla ben oynuyorum. Ortaya çıkardığım eserler(!) ile de epey gurur duyduğumu söyleyebilirim. O kadar ki, iş hayatım, gezilerim, kitaplarım, anılarım gibi birçok şey hakkında paylaşmak istediklerimi satırlara döktüğüm bu blogumda okuyuculara göstermek için resimler ve hatta video bile çektim. İnsanın çocuk kalan bir yanı hep olmalı bence. Hele benim gibi erkek evlat babaları bu fırsatı mutlaka değerlendirmeli. Hem çocukluğunuza geri dönüyor, hem de oğlunuzun neyi nasıl yapmak istediğini, nelerden daha çok hoşlandığını, meraklarını, heveslerini, eğilimlerini, düşünce tarzını daha iyi anlıyorsunuz.

_________________________________________________________________________________
[1] Yıllar önce televizyondaki bir söyleşi programında Zeki Alasya'nın oyuncak trenlere olan merakını, kendi evinde kurduğu raylarda onları nasıl kullandığını görüp çok beğenmiştim. Vefatının ardından onun bu merakına ilişkin hikayeyi Yılmaz Özdil  yazıya döktü: Zeki Alasya.
[2] Japonya'daki oyuncakçılarda arabalardan daha çok tren var. Yetişkinlerin hobilerine yönelik demiryolu-tren maketleri de bulmak ayrıca mümkün. Belki günün birinde ben de Zeki Alasya gibi yapıp bir odayı bu merakıma ayırabilirim.