26 Aralık 2011 Pazartesi

Japonya'dan Gelen Ailemiz

23 Aralık Cuma günü eşimin annesi ve babası İstanbul’a geldi.

Onları kendi evimizde ağırlamayı çok isterdik ancak turla geldikleri için mümkün olmuyor. Havaalanında, sadece birkaç dakika görebildiğimiz anne ve babamız, eşimin büyük bir sabırsızlıkla beklediği bir bavul dolusu yemek malzemelerini de bize teslim ettiler. Sonra hemen otobüse binip Topkapı Sarayı'na doğru hareket ettiler.

Eve döndüğümüzde bavuldan çıkanlar elbette eşimi çok sevindirdi:) Beni de düşünüp getirdikleri kokteyller ve çikolatalar da beni çok sevindirdi:)



Ertesi gün, Cumartesi sabahı 8’de Truva’dan başladıkları tura Pamukkale, Konya, Kapadokya gibi turistik yerlemizi ziyaret ile devam edecekler ve Perşembe günü tekrar İstanbul’a dönecekler. Görüşebilmek için çok az zamanımız olduğu için Cumartesi sabahını da değerlendirmek istedik ve sabah 5:30da yola çıkarak evimize 55km uzakta olan Kaya Ramada Oteli’ne gittik. İki saate yakın bir süre daha hasret giderme imkanımız oldu. Saat 8’de tur otobüsü hareket etti ve biz de eve döndük.

Şu anda gezileri devam ediyor. Perşembe akşamı son kez görüşme imkanına sahip olacağız. Dün eşimle birlikte Japonya’daki yeğenlerimiz için birkaç giysi aldık. Biri 2, biri 5, biri 10 yaşında olan ve sonuncusu 5 aylık olan yeğenlerimize hediye seçmek eğlenceli olduğu kadar yorucu ve zordu. Beğeneceklerini ve üzerilerine olacağını umarak Perşembe günü anne ve babamıza teslim edeceğiz.

22 Aralık 2011 Perşembe

Büyük Büyükbabamın Katledilişi

Babam, Ali olan ilk adını katledilen büyükbabasından almıştır. Rahmetli babamın bizlere aktardığı olay, onun cümleleriyle kısaca şöyledir:

Büyük büyükbabam, Abozade Ali Bey, memleketimiz olan Çukurova’da Ermeniler’in uyguladığı katliamların arttığı dönemde çalışmak üzere bağa gitmek istemiş. (Ali Bey, onun oğlu büyükbabam İsmail Hakkı Bey ve babam o topraklarda çiftçilik yaptılar. Şimdi bendeniz ve kuzenlerim halen devam ettirmeye çalışıyoruz). Kendisini uyarmışlar, şu sıralar bunlar azıttı gitmen tehlikeli olur, demişler. Ali Bey, çalışması lazım geldiği için ikna edilememiş ve tek başına gitmiş. Bağda çalışırken Ermeniler tarafından farkedilmiş. Zorla tutup götürmüşler. Camiye sokmuşlar ve başına kurşun sıkıp öldürmüşler. Büyükbabam İsmail Hakkı Bey daha sonra bu işin peşinden çok koşmuş ama katillerin bulunmasında ve yakalanmasında başarılı olamamış.

Babamın büyükbabasını, o zaman Fransızlar’ın ve onların kışkırttığı, silahlandırdığı Ermeniler'in işgali altında bulunan Adana’da Ermeniler öldürmüştür.

Tarihinde, Dünya'nın bir çok yerinde olduğu gibi, doğrudan ve dolaylı olarak insan katliamlarının başını çeken birkaç milletten biri olan Fransızlar bugün “Ermeni Soykırımı” oylaması yaptı ve 577 kişilik meclisin 38 üyesi tarafından onaylanan tasarı kabul edildi. Demokrasiye bakın! Büyük büyükbabam Ali Bey gibi pek çok Türk’ün katlediği o dönemlerde, Fransa, Ermeniler’e Türk topraklarının sözünü vermiş ama Mustafa Kemal Atatürk gibi tarihin en büyük kahramanlarından birinin sahneye çıkmasıyla rezil olup tırıs tırıs geri dönmüştü.

Atatürk ve eşi Latife Hanım Adana'ya geldiğinde onları karşılayanlar arasında Milli Mücadele kahramanı büyükbabam Abozade İsmail Hakkı Bey (Sayar) de var. Bu resmi başka kaynaklarda bulamazsınız.

İlk planlı isyanlarını 1909’da yaparak Adana şehrini tamamen yakıp binlerce Türk’ü katleden Ermeniler, Fransa’nın kendilerine vadettiği Çukurova’da devlet kurma sözü ile ileriki yıllarda bölgeyi Türklerden temizlemek için katliamlarını artırmışlardı. Topraklarımızı işgale gelen Fransa’nın bölgede yeterince askeri gücü olmadığı için kendilerini kullandığına akıl erdiremeyecek kadar beyinsiz olan bu hain Ermeniler, 1921’de yapılan Ankara Antlaşması gereğince bölgeyi terkeden Fransızlar tarafından yüzüstü bırakıldılar. Hayalini kurdukları devlet tam bir hayal olmuştu. Her şeye rağmen Türk Devleti’nin çıkardığı affa ve verdiği bütün garantilere rağmen Adana’dan kaçtılar. Yıllardır katlettikleri Türklerle tekrar birlikte yaşamaya cesaretleri yoktu.

Muhtemelen aralarında büyük büyükbabamı katledenlerin de bulunduğu işte bu kaçan Ermenilerin uzantıları, şimdi aynı işbirliği içinde, kendilerine 100 sene önce verilen sözlerin tazmini için farklı oyunlarla ülkemize saldırmaya, iftiralarla şeytana hizmet etmeye devam ediyorlar. Ama biz başkalarını suçlamak yerine kendimize bakalım: Eğer bugün Türkiye, cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi güçlü, sözü dinlenen bir durumda olsaydı bunlar kesinlikle olmazdı. Atatürk'ün ölümünün hemen sonrasından başlayarak, en acizi bu dönem olmak üzere ülkenin başına geçen tüm yönetimler bu güçsüzleştirmeye/ihanete az, çok, bilinçli, bilinçsiz hizmet etmişlerdir.

Atatürk’e olan minnetimi bu satırların sonunda bir kez daha belirtmeyi borç bilirim.

20 Aralık 2011 Salı

Aimi Kobayashi

Çocukluğumun en sevdiğim televizyon programlarından biri olan Pazar Konseri’nde merhum Hikmet Şimşek’in İdil Biret hakkında anlattıklarını iyi hatırlarım. Hikmet Şimşek, katıldığı bir konser programında İdil Biret’in anons edildiğini ve sonrasında piyanonun başına 4 yaşında küçük bir kızın geçmesi karşısındaki şaşkınlığını anlatmıştı. Sonra ise o küçük kızın piyano çalışını “taburede oturup o küçücük parmaklarıyla, yerden yüksekte kalan ayaklarını havada sallaya sallaya piyano çalıyordu” diye anlatmış, sonra ise o ‘harika çocuğun’ nasıl büyük, dünya çapında bir piyanist olduğunu gururla söylemişti.

Sonraki senelerde, benim de büyük bir gurur ve hayranlık duyduğum İdil Biret’in iki konserine bizzat dinleyici olarak katılma fırsatı bulmam ise benim için bir çocukluk hayalimin gerçekleşmesi gibiydi.

Konser salonlarını kapalı tutan, “kim dinliyor ki” diyerek klasik müzik yayını yapan radyoları kapatan mevcut hükümet zihniyeti içinde, Türkiye’nin yeniden böyle sanatçılar yetiştirmesinin çok zor olduğunu düşünüyorum. Ancak ümidimi kaybetmiş değilim.

Bu satırlarda esas olarak bahsedeceğim şey İdil Biret’e çok benzeyen yeni bir sanatçının yetişiyor olduğunu görmek. Tamamen tesadüfen karşıma çıkan bu kız 1995 doğumlu ve tıpkı İdil Biret gibi 4 yaşında konser salonlarında müzik icra etmiş bir sanatçı. Aimi Kobayashi Japon bir piyanist ve bugün 16 yaşında. 4 yaşındayken ve sonraki erken yaşlarında verdiği konserleri Youtube’dan izlemiştim. Chopin’in 20 numaralı Nocturn yorumu hala hafızamdadır. Bu sene Japonya’ya gittiğimde ise onun bugüne kadar çıkmış olan iki CDsini de alma imkanım oldu.

Aimi Kobayashi CDlerim

Bu genç yeteneği takip etmeye devam edeceğim. İleride çok daha fazla adından söz ettirecek, büyük bir piyanist olacağını ümit ediyor ve bekliyorum. Umarım bir gün onun konserlerine gitme şansını da elde edebilirim.

19 Aralık 2011 Pazartesi

Banu Avar İmza Günü

Malum yeni yıl geliyor. Bu sebeple haftasonumun büyük bir kısmını alışverişe ayırdım. Hem ben hem eşim çok yorulduk ama yine de alışveriş açısından pek verimli geçtiğini söyleyemem.

Japonya’daki çok sevdiğim bir arkadaşıma, her sene olduğu gibi bu sene de yeni yıl hediyesi almak istedim. İstediğim gibi olmasa da bir şeyler bulabildim. Ancak arkadaşımın Japonya’daki adresinin değiştiği ve adresi henüz almamış olduğum geç aklıma geldi. Hem sürprizi kalmadı hem de biraz garip kaçtı ama ona sormaktan başka çarem yoktu. Bugün akşama doğru hediyelerimi gönderdim. Umarım kısa zamanda, hasarsız yerine ulaşır ve kendisi de beğenir.

Cuma günü, üzerimde neyin ağırlığı var idiyse uykum çok uzun oldu. Gördüğüm garip rüyalar da cabası. Haftasonunun en rahatsızlık verici tarafı ise annemin hasta olmasıydı. Dün telefonda sesi çok kötü geliyordu. Kadıncağız Adana’daki işleri takip etme mecruriyetiyle kendine hastalık davet ediyor. Neyse ki bu sabah tekrar aradığımda sesi daha iyi geliyordu.

Banu Avar'a kitabımı imzalatırken

Haftasonunun güzel tarafları da vardı elbette. En başta eşimle birlikte geçirdik. Birlikte yedik, birlikte gezdik ve bol bol konuştuk. Ne zamandır istediğim kitaplardan birini aldım. En kayda değer tarafı ise, takipçilerinden biri olarak Facebook’tan haberini aldığım Banu Avar’ın imza günü vardı. Evime yürüyüş mesafesinde olan CKM’ne (Caddebostan Kültür Merkezi) konuk olmuş ve gün sonu kitapları için imza dağıtmıştı. Ben de sıraya girenlerden biriydim ve kendisiyle çok kısa bir konuşma etme imkanı ile birlikte ‘Böl ve Yut’ adlı kitabı imzalatma şansı bulabildim.

Uykumu alamadığım bir gecenin sonrasında ise şirkette yeni bir haftaya başladım. Bakalım bu hafta nelere gebe..

12 Aralık 2011 Pazartesi

Legion Melekleri

Deli saçması diye bir söz vardır. Geçende televizyonda seyrettiğim film için kullanmak yerinde olur.

Legion’ diye bir film.
Kadının teki birinden hamile kalmış, karnındaki bebek ileride insanlığın tek umudu olacakmış.
İnsan suretinde şeytanlar gelip kadına saldırıyor. Tavanda yürüyorlar falan.

Bu arada melek Mikail arabasıyla onları ve insanlığın geleceğini kurtarmaya geliyor.
Arabada tabanca, tüfek falan var!
Bir tane de adam var, çocuğun babası değil ama anasına aşık.
Bu adamın aşkı Mikail’e ilham olmuş, insanlıkta hala ümit var demiş, bebeği kurtarmaya o yüzden gelmiş.

Sonra Cebrail de geliyor, Tanrı’ya karşı çıktı diye o da Mikail’e saldırıyor.
Bu iki melek birbiriyle dövüşüyor yani! Dinlerin bu kutsal, yüce varlıkları birbirine saldırıyor!
Mikail’in silahı da topuz. O, Tanrı’ya karşı gelmediği için kanatlar hala var; mermi işlemiyor.

Bu iki melek Bakara suresi 98de şöyle geçiyor: “Kim Allah'a, O'nun meleklerine, resullerine, Cebrail'e, Mikail'e düşman kesilirse, Allah da bu tür inkarcılara düşman kesilir.
Bu filmi seyredenin pardon demesi lazım.

Filmi kesik kesik seyrettim, sonunu da getiremedim.

Ancak bu film beni düşündüren bir şeyler vermeyi başardı. Tüm bu saçmalıklar içinde aklıma gelen şey şu oldu:
Hıristiyan inanışında veya Amerika kültüründeki dini inanışlar içinde; insanlar Tanrı’yı, melekleri nerede görüyorlar? Bir de bu felaket gelmesi korkusu nedir?

Benzer temalar üzerine kurulu aklıma bir çok film geliyor. Mesela Terminator filminde buna benzer bir kürtaj denemesi vardı. Yine insalığın gelecekte umudu olacak birini kurtarma çabası olmuştu. Herhalde batılılar dünyada başlarına gelecek bir felaketten çok korkuyorlar. Bu korkunun sebebi bence kurulu dünya düzenlerinin bozulacak olması. Mesela Deep Impact ve Armageddon filmlerinde dünyaya bir şey çarpacağı için kurtulma çabası vardır.

Amerikan filmlerinde melekler eğer insanları(Amerikalılar'ı) kurtarmak için gelmiyorlarsa aşk yaşamak için geliyorlar. Niyet o değil de sonuç o. Mesela Meet Joe Black ve City of Angels bu filmlere örnek. Hatun aradığı erkeği dünyada bulamayınca melekler dönüp ya da düşüp erkek oluyorlar ve dünya gözüyle aşklarına başlıyorlar. Bir de Axe deodorant reklamındaki melekler var. Deodorantı sıkıyorsun gökten kanatlı hatunlar düşüyor; Baygon sıkılmış sinekler gibi. Ha bu arada meleklerin ‘düşme’ olgusu sık kullanılıyor. Zira Hıristiyanlıkta da kötü olan melekler ‘fallen’ (düşmüş) olarak tanımlanıyor. İncil’e sonradan dahil edilen ‘Revelation’ kitabında Şeytan ve meleklerinin, Mikail ve melekleriyle yaptığı Cennet’teki savaşı kaybedince dünyaya düşürüldüğünden bahseder.

Ne diyelim, Allah bizi düşürmesin...

8 Aralık 2011 Perşembe

Mozart'ın Elvira'ya Olan Büyük Aşkı

Mozart’ın 21. Piyano Koncertosu vardır. Muhteşemdir.

Herkes Mozart’ın bu eseri Elvira Madigan isimli bir kadın için yazdığını sanır. Zira bir müzik mağazasına gidersiniz, bu konçertonun CDsini bulursunuz, üstünde "Mozart, Piano Concerto Nr:21, ‘Elvira Madigan’” yazar.

İnsanlar bunu görünce kafalarında büyük bir aşk hikayesi canlanır. Kimmiş bu Mozart’ın bu kadar sevdiği, adına konçerto yazdığı kadın diye merak ederler.

Elvira Madigan, Danimarkalı bir ip cambazıdır. Üvey babasının sirkinde gösteri yapmak için bulunduğu İsveç’te Sparre isimli bir subayla birbirlerine aşık olurlar. Ama Sparre evli ve iki çocuğu olan bir adamdır. Yine de aşkları devam eder. Bir yıl boyunca birbirlerine mektuplar yazarlar ve nihayet birlikte Danimarka’ya kaçarlar. Yaklaşık bir ay birlikte olurlar. Ama paraları bitmektedir. Bir piknik sepeti hazırlayıp Tasinge Adası’na giderler. Birlikte son yemeklerini yedikten sonra Sparre, dünyada sürdüremeyecekleri aşklarını ebediyette yaşamak düşüncesiyle, zimmetli tabancasıyla önce Elvira’yı sonra kendisini öldürür.

Mozart 1756-1791 yılları arasında yaşamıştır. Elvira ise, Mozart öldükten çok sonra doğmuş, 1867-1889 yılları arasında yaşamıştır.
Yani Mozart Elvira'yı asla tanımamıştır.

Peki nasıl olmuştur da Mozart, Elvira Madigan adını verdiği bir konçerto bestelemiştir?

Cevap basit: Bestelememiştir.
Konçertoyu bestelemiştir de bu ismi vermemiştir.
O konçerto Mozart’ın sadece 21inci Piyano Konçertosu’dur.

Elvira Madigan ve Sparre’ın mezarları halen öldükleri o adadadır ve halen aşıkların ziyaret ettikleri yerler arasındadır. Elvira Madigan’ın Sparre ile olan bu dramatik hikayesi 3 kez filmlere konu olmuştur. Bunlardan en bilineni 1967’de çevirilen İsveç yapımı bir filmdir. İşte bu filmde Mozart’ın 21inci Piyano Konçerto’sunun ikinci bölümü, o muhteşem, o duygu yüklü Andante bölümü kullanılmıştır. Konçerto’ya Elvira Madigan ismi bu filmden sonra, pazarlama uzmanı şahıslarca verilmiştir.

Çok kötü de olmamıştır çünkü her ikisi de birbirlerini yaşatmaktadır. Ben sadece işin aslı bilinsin istedim ;)

5 Aralık 2011 Pazartesi

5 Aralık Devrimi

Bugün 5 Aralık.

1934 yılının 5 Aralık tarihinde Atatürk, bugün uygar devletler arasında gösterilen tüm devletlere ve milletlere örnek olan, en büyük devrimlerinden birini gerçekleştirdi:

Türkiye'de Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkı verildi.

Bu hak, bugün Avrupa Birliği adı altında aralarına girmek için yırtındığımız İtalya ve Fransa’daki kadınlara bizden 12 yıl sonra, 1946’da verildi. Medeni toplumun örneği olarak en başta gösterilen İsviçre ise bu hakkı ancak 1971’de yasalaştırabildi.

Atatürk şöyle demişti: “Bir toplum, bir millet erkek ve kadından meydana gelir. Mümkün müdür ki, bir toplumun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça, diğer kısmı göklere yükselebilsin!”

2011’e, günümüze bakalım:koca şiddetinden kaçan kadınlar, sığınma evleri, sokak ortasında bıçaklanarak öldürülen kadınlar, dayaktan hastanelik edilen kadınlar, vb.

Yine Atatürk’ü dinleyelim: “Bizim dinimiz hiç bir vakit kadınların erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir! Allah'ın emrettiği şey erkek ve kadın müslümanların ilim ve irfan edinmeleridir. Kadın ve erkek bu ilim ve irfanı aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla mücehhez olmak mecburiyetindedir.”

Bu söylemin ispatı kolaydır: Kur’an’ı okursunuz, görürsünüz. Ve ayrıca şunu da görürsünüz: başınızı örtün diye bir ayet yoktur. Oysa bugün tesettürler içinde tutulmaya bırakılmış, dinimiz yalanlanarak ikna edilmiş ve ne yazık ki bunu benimsemiş kadınlar var. Tesettür kelimesinin sözlük anlamı “zorla, baskı ile örtünme” demektir. Bu konuyla ilgili Serbest başlıklı yazımı da okuyabilirsiniz.

Atatürk, soyadı kanunu çıktıktan sonra Gökçen soyadını verdiği Sabiha’yı 12 yaşındayken evlat edinmişti. Ama bugün Türkiye’de 12-13 yaşında tecavüze uğrayan kızlara “kendi rızası vardı” diyen mahkemeler var. Bugün, Atatürk’ü ve onun yaptıklarını hazmedemeyenlerin ismini silmek istediği Sabiha Gökçen dünyanın ilk kadın savaş pilotudur. Bence bu başlı başına, Türkiye'nin, Dünya tarihine vurduğu en önemli başarı damgalarından biridir.

“Dünyada hiçbir milletin kadını, “Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar hizmet gösterdim” diyemez” diyen Atatürk’ün kurduğu Türkiye’de kadınlarımıza Allah’tan kolayılık, güç, akıl ve sabır diliyorum.

Dünya milletleri Atatürk'ü örnek alarak medeni oldular ama biz Atatürk'ten uzaklaşarak medeniyetimizi kaybediyoruz.

28 Kasım 2011 Pazartesi

Kasım'ın Son Hafta Sonu ve Balık Avı

Güzel bir hafta sonu geçti. Cuma akşamı iki arkadaşımın şirketten ayrılış (kurtuluş) partisinden sonra eşimle başbaşa bir Cumartesi günü geçirdim. 'Kurtulma' meselesinde darısı başımıza diyelim. Cumartesi günü hava biraz soğuktu ama özellikle sahilde Cafe Nero’da, deniz ve adalar manzarası eşliğinde içtiğimiz kahveler, yediğimiz pastalar hafta sonumuzun en güzel zamanıydı bence.

'Platinium trophy' alacağım diye kendimi kastığım ve biraz da eşimi kızdırdığım No More Heroes oyununu da nihayet Cumartesi bitirdim ve yeni oyuna başladım: Dead Space 2. En az birincisi kadar güzel bir oyun ve beni etkileyebilmeyi başardı. Bunda da hedef 'platinium trophy' ama bakalım..

***
Kiyo-chan ile birlikte balık tutuyoruz 27.07.2011

Pazar günü sabah 4:30ta kalkmak beni bütün gün sersemletti diyebilirim. Geçen hafta olduğu gibi bu hafta da arkadaşımla Beykoz’da balık tutmaya gittik. Sabah ezanından önce bile kalabalıktı. Belki 1 saat rahat rahat olta atabildik ama gün ışımaya başlayınca balık avcıları çoğaldı. Biz de rahatsız olduk. Geçen hafta 2, bu hafta 3 balık tutabildim. Ha, dün bir de oltama küçük bir deniz yıldızı takıdı. İğneden kurtarıp tekrar denize bıraktım. Balık tutmada henüz bir öğün yemek çıkartabilcek seviyeye gelemedik ama denemeye devam edeceğiz. Kazandığımız şey bizim için deneyimdir diye düşünüyoruz. Emeksiz kazanç olmaz.

Balık avlama konusunda değinmeden geçemeyeceğim şey iki şey var. Birincisi balık tutmayı rahmetli babamdan öğrenmiş olmamdır. Adana’dan İstanbul’a gelmiştik ve Atike Teyzem’in Güzelyalı’daki evinde kalıyorduk. 1980lerin başıydı, yaz tatilindeydik ve ben muhtemelen 7-8 yaşlarındaydım. Sonra 5-6 saatlik bir vapur yolculuğuyla, 1 hafta kadar kalmak için Marmara Adası’na gittik. İlk oltamı oradaki bir bakkaldan babam aldı. Yem takmayı, balıkçı düğümünü, şarap mantarından şamandıra yapmayı gösterdi. Orada çay bahçesi gibi bir yer vardı. Annem ve babam orada otururken ben bir kaç metre ileride, kıyıda balık tutardım.

İkinci olarak çok daha yakın bir zamana, dört ay kadar öncesine gidiyorum. Japonya’da eşimin amcası Kiyo-chan ile birlikte çıktığımız balık avına.. Bana seneler sonra tekrar balık avına çıkma keyfini hatırlatan Kiyo-chan ile çıktığımız balık avı verimsiz ama çok keyifliydi. Her şeyden önce çok sakin, kimsenin kimseyi rahatsız etmediği bir ortamdı. İlk kez kamışla balık avlamayı da bu vesileyle Kiyo-chan’dan öğrendim. İstanbul’da balık avına çıkma isteğini de bende uyandıran kendisi oldu. Böylece kendime bir kamış aldım. Şimdi yavaş yavaş eksiklerimi görüyor, deneyim kazanıyorum ve yeni planlar yapıyorum. Bu planlardan biri de tekrar Japonya’ya gittiğimde yeni malzemeler almak ve Kiyo-chan ile birlikte tekrar balık avına çıkmak..

20 Kasım 2011 Pazar

Bombalama Olayı

İsmi lazım değil,seneler önce çalıştığım şirkette bir yöneticim vardı.
Allah rahmet eylesin, öküzün tekiydi.

Bir akşam beni aradı.
“Mesaj sisteminde sorun mu var?”,dedi.
Ben de çalıştığım şirketin mesaj sistemlerinin operasyonundan sorumluydum.
Sorun varsa ben aranıyorum.
Rahmetli de o gün bir sorun olduğuna kanaat getirmiş, beni sınamak için bana tuzak soru soruyor!
Çok kurnazdı rahmetli!
“Sorun yok. Hayırdır?”, dedim.
Rahmetli başladı bana saydırmaya.

Rahmetli rahmetli diyoruz ama adam henüz ölmedi. Şirketten ayrılmak zorunda kalıp başımızdan gittiğinden beri biz kendisini rahmetle anarız. Rahmetli olması oradan geliyor.

Beni "sen ne biçim mühendissin, sisteme adam gibi bakmıyorsun, sorun çıkmış haberin yok, üst yönetime ne diyeceğiz şimdi“ falan gibi azarlamaya başladı.

Bizim cep telefonlarına haber mesajları gelirdi. TBMM tatile girdi, Şili’de deprem oldu, Yunan adası satılığa çıktı, vs. gibi güncel haberleri mesajla alırdık.
İşte ben bu sistemlerin operasyonunu yapıyordum.
O sene de Londra’da bir otobüste bomba patlamıştı. Ölenler, yaralananlar vardı.
O patlamadan 2 hafta sonra yine Londra’da bir patlama daha oldu.
İkisi de terör saldırısıydı.

İşte rahmetli beni bu ikinci bombalamanın akşamında aradı.
Dedim ki, yahu ne oldu, nerede sorun var?
Dedi ki,
“2 hafta önce Londra’yı bombalamışlardı haber mesajı daha yeni geldi.”
Rahmetli gündemi çok iyi takip ederdi!
Abi, dedim, o haber yeni; Londra’da bugün de patlama oldu; sistemde sorun yok.
Durdu, durdu, durdu..
Haaaaaaa, dedi.
“Yahu bu Londra da sürekli bombalanıyor, kehkeh” dedi.
Çok espiritüel adamdı rahmetli!
Erken kaybettik.

28 Ekim 2011 Cuma

Babamsız 3 Sene

Babamsız 3 sene geçti bugün. 28 Ekim 2008’de kaybettik onu. 29 Ekim’de toprağa verdik.
2008'deki, coşkuyla kutlayamadığım tek Cumhuriyet Bayramı’dır.


Hani Can Yücel’in bir şiiri vardır, Hayatta ben en çok babamı sevdim diye başlar, işte benimki de o hesap. Ergüven dayımı babamdan 16 sene önce kaybetmiştim. 17 yaşındaydım. Hayatta en çok onun ölümüne yandım. Nasıl oluyor, hem en çok babanı sevip hem en çok dayına yanıyorsun demeyin. Onu sizden önce annem söylemişti zaten. Şöyle demişti: "sen babanın ölümüne o kadar çok üzülmedin".

Hayattaki ilk büyük acıdır dayım. Ondan hemen 3 ay sonra Selami dayımın ölümü ise tam bir sarsıntıydı. Hayatımın bir parçası olan insanların ölümünün neler yarattığını işte o zaman gerçekten anladım. İşte o zaman bir gün babamın da öleceğinin farkına vardım.

Bazen, öleceksek beraber ölsek de bu acıyı tekrar yaşamasam diye düşündüm.
Sonra büyüdüm.

Babam her hastalandığında, ameliyat olduğunda bir gün ayrılacağının mesajını verip farkında olmadan beni buna hazırladı. İşte bu yüzden babam öldüğünde, annemin söylediği gibi "o kadar çok üzülmedim". Çünkü üzüntümü senelere çoktan beridir dağıtıyordum. Anneme cevap vermememin başka sebepleri de var ama onlar bana kalsın.

Birlikte geçirdiğimiz zaman boyunca en güzel hatıralarımda babam vardır. O hatıraları yeri geldikçe zaman zaman bu satırlarda yazabilirim.

Ama bugün değil.

Üç senedir onu görmüyorum, çok özlüyorum ve bir gün tekrar buluşacağımızı biliyorum.

24 Ekim 2011 Pazartesi

Van Vatan Toprağıdır

İlk olarak kötü zamanlar geçirmekte olduğumuz ülkeme büyük geçmiş olsun dileklerimi iletiyor, Allah’tan yardım ve sabır diliyorum.

İkinci olarak teröre karşı büyük duyarlılık göstererek en basit ifade şekliyle evlerine bayraklar asmış ülke halkımın bu duyarlılığını resmederek bloguna taşıyıp Japon arkadaşlarına ve akrabalarına ileten eşimle gurur duyduğumu belirtmeyi borç biliyorum.

Şimdi geleyim Van’a..

Evet, Van’da yıkılan ve altından yüzlerce ölünün çıkarılmakta olduğu binaların yapımındaki baş sorumlu belediyedir ve belediye DTPlidir.

Evet, Van 8 milletvekili çıkarmıştır ve bunların yarısı AKPli, diğer yarısı DTPlidir.

Evet, sivil halkımıza, polislerimize ve askerlerimize yapılan saldırılar öncesinde Türkiye’ye “dilim söylemeye varmıyor ama kötü şeyler olacak” tehditini savuran Aysel Tuğluk Van milletvekilidir.

Evet, bunları Van halkı seçmiştir ve o mevkiiye getirmiştir.

Ama..

Van hala vatan toprağıdır ve vatan toprağı bölünmez.

Van halkı hala Türk halkıdır ve Türkiye halkıyla bütün olmalıdır.

Somali’ye yaptıkları yardımın daha fazlasını kendi ülkesine yapamayan devlet devlet olamaz, millet de millet olamaz.

Herkesi duyarlı olmaya ve Van'a, Vanlılar'a yardıma koşmaya davet ediyorum.

20 Ekim 2011 Perşembe

Sözü Söyleyenler

Madem “sözün bittiği yerdeyiz”, benim de yüreğimdeki yangından ve içimdeki öfkeden söz söylemeye mecalim yok; söylenenleri aktarayım.

Kalın karakterle gösterilenler de orjinal yazıdan alıntıdır.


“Ve rastlantıya bakın ki, Habur ve açılım rezaleti o gün,19 Ekim 2009 günü başlatılmıştı...
Ne işe yaradığını hiç kimsenin anlamadığı güvenlik zirveleri her terör olayından sonra toplanır, sonra kamuoyuna dandik, tırıvırı, anlamsız açıklamalar yapılır. Bunlardan ilki “Kanları yerde kalmayacak”, ikincisi ise “Geniş kapsamlı operasyonlar başlatılmıştır” biçimindedir. Yiyen yer, yemeyen yemez...
Başbakan Yardımcısı, suikast mağduru(!)Bülent Arınç konuştu: “Bize bu acıları yaşatanları Allah en kısa zamanda helak etsin"...Demek ki işimiz Allah’a kaldı...Dua ve beddua ile devlet yönetilmez. Bunlar acizlik göstergesidir...
Ve Tayyip dün yaptığı açıklamada muhalefeti suçluyor, Silivri’de davası görülen internet andıcından söz ediyordu...
Tayyipgiller için varsa yoksa Filistin, Libyalı İslamcı isyancılar, varsa yoksa Suriye ve İsrail.Emin Çölaşan, Sözcü Gzt. 20.10.2011 tarihli yazısı.

**
“Genelkurmay Başkanlığından yapılan açıklamada, "Yurt içinde ve sınır ötesinde (Irak'ın kuzeyinde) toplam 5 ayrı bölgede, toplam 22 taburla geniş kapsamlı, hava destekli kara operasyonlarına başlanmıştır" ifadeleri kullanıldı.” Cumhuriyet Gzt. internet sitesi haber detayı, 20.10.2011

“Boş arazıleri bombalıyorlar. Milletin gazını alıyorlar.” Y.N.Öztürk, TV8’de yayınlanan Böyle bir şey var mı? programı, aktaran Milliyet internet sitesi 20.10.2011

**
“Cumhurbaşkanı, orasını “Norşin” ilan etmemiş miydi kardeşim?... Açılım yaparken Norşin. Açılım patlayınca Güroymak. Öyle mi?” Yılmaz Özdil, Hürriyet gazetesi, 20.10.2011

**
“”Erdoğan İran ve Suriye’ye gönderme yaptı.”” Hürriyet Gzt. İnternet sitesi haber başlığı, 20.10.2011

“Şam’a “Senin orada olanlar bizim iç işimiz sayılır” dendi.Şam da kendi dilinden, “O zaman sizin oralardakiler de benim iç işim” cevabını verdi.” Can Dündar, Milliyet, 20.10.2011

**
“Şehitlerimize Sessiz Veda!” Cumhuriyet Gzt. internet sitesi, haber başlığı, 20.10.2011

Çok Merak Ediyorum

Klüp başkanları şikeden içeri girince Facebook’tan sağa sola küfürler yağdıranlar şehitler için acaba niye bir şey yazmıyor?

Anayasa oylamasında evet demem gerektiğini, RTE’nin liderliğini öve öve bitiremediği sebeplerle anlatan kel müdürden acaba niye ses gelmiyor?

Apo enselenip de terör bitmişken ‘Türkiye güvenli değil’ diye buraya gelmeyen yabancı sanatçılar(!); siviller, çocuklar bile öldürülürken niye arka arkaya gelip konserler veriyor, filmler çekiyor, tatile geliyor?

Onlarca vatan evladı ölmüş bir ülkenin manşet haberi neden Kaddafi'nin ölümü oluyor?

İngiltere kraliçesinden madalya alan cumhurbaşkanı, teröriste ‘Kürt isyancı’ diyen İngiltere basınına(BBC) acaba neden tepki vermiyor?

Siyasete camide başlayanlar, şehit cenazesi olunca camiye niye giremiyor?

Demokrasi ülkelerinde basın toplantılarına tüm basın çağırılırken, “ileri demokrasi” ülkesinde bazı gazeteler neden çağırılmıyor?

Şehitlere çözüm üretemeyen başbakan, çözüm vermedi diye muhalefeti nasıl suçlayabiliyor?

Milli İstihbarat Teşkilatı İsrailli askerin kurtarılmasında rol alırken, Türk askerine 8 ayrı yerden eş zamanlı saldırı yapılmasının istihbaratını nasıl alamıyor?

Elektrik parasını ödeyemeyen bir evin yoksul evladı vatan uğruna şehit olurken, yoksula yardım paralarını cebe indirenler mahkemece nasıl serbest bırakılabiliyor?

İsrail bir askeri için 1000 kişi serbest bırakırken, bir başbakan şehitlere nasıl kelle diyebiliyor?

Mirasının büyük bölümünü Mehmetçik Vakfı'na bağışlayan Zeki Müren'i erkekten saymayanlar, söz dinleyip üç çocuk yapanı nasıl adamdan sayıyor?

Bilen varsa söylesin.

14 Ekim 2011 Cuma

87 Sene Önce Bugün Atatürk Kayseri'de...

Sene 1924. 14 Ekim günü.
Tam 87 sene önce bugün.
Cumhuriyetimiz henüz birinci yılını doldurmak üzere.
Mustafa Kemal, Cumhurbaşkanı olarak heyetiyle birlikte Kayseri’de bir hastane açılışına katılıyor.
Kurdela kesilecek.
Atatürk’ün yanına bir dalkavuk yanaşıp kulağına fısıldıyor.
İzin verirseniz bir dua okusun” diyerek birisini işaret ediyor.
İşaret ettiği kişi ‘türbedar’ olarak nitelendirilen bir din adamı, Arapça dua okuyabiliyor, cübbeli bir hoca.
Yani herkesin içinde dua okumak için uygun tek kişi!
Atatürk’ün şu muhteşem cevabındaki ilme, şu büyüklüğe bakın:

“Hoca efendinin dua okumasına gerek yoktur. Alemlerin Rabbi benim lisanımı da bilir. Duayı ben yaparım.”
Duayı okur, kurdela kesilir.

Kur'an şöyle der:
“Biz, görevlendirdiğimiz her resulü ancak kendi toplumunun diliyle gönderdik ki, onlara açık-seçik beyanda bulunsun.” (İbrahim, 4)
Yani önemli olan beyanın ulaşması ve anlaşılması. Anlamsız bir şey kutsal ilan edilebilir mi?

Şimdi bugüne gelelim.
Dün gözümüzün içine yeni zamları dayayan İngiliz vatandaşı Malıye bakanı şöyle demişti:
Arap köklerimize dönmeliyiz.
Adama demezler mi, o zaman Arap vatandaşı olaydın, İngiliz vatandaşı niye oldun diye?
Demediler. Üstüne bir de bunlara oy verdiler.
Kur’an şöyle diyor:
“Allah, aklını işletmeyenler üzerine pislik bırakır.” (Yunus, 100)
“Ey iman edenler!‘Bizi davar sürüsü gibi güt’ demeyin’” (Bakara, 104)

87 sene önce bugün Türkiye daha Türk, dilimiz daha Türkçe, dinimiz daha islamdı.

10 Ekim 2011 Pazartesi

Kadınları Mutlu Etmek Zor mu Kolay mı?

Hanım soruyor:
- Sen beni ne kadar seviyorsun?
- Hmmm...... Bilmem.
- Ben biliyorum.
- Ne kadar?
.......

Kadınları mutlu etmek çok zor denir. Yukarıdaki konuşma gerçekten yaşanmıştır ve son sorunun cevabını bu satırların sonunda yazacağım.

Aslında ne kadar zor, ne kadar kolay olduğunu kadının parametreleri belirliyor. Bu parametreleri kadının yaşı, sahip olduklarının dereceleri (güzelliği, aile durumu, popülaritesi vs.), halen evli olup olmadığı, evli değilse taliplerin maddi durumları, birliktelik süresince taleplerin ne ölçüde karşılanacağı vs. Aşk yok dikkat edin. Aşk şu iki noktada önem kazanıyor:
1) Talepleri fazlasıyla karşılayabilecek bir adam, üstüne bir de aşıksa.
2) Kadın zaten her istediğine sahipse ve tek ihtiyacı sevilmekse.


Bana bilmem kaç senelik arkadaşı olarak takdim ettiği adamın evine yerleşip onunla birlikte yaşamaya başlayan sevgilim olmuştu. Benim yatağımdayken onun yatağına gireceği şafağı sayıyormuş meğer, onu da sonra öğrendim. Gerçi kız haklıydı(!), adam aileden zaten zengin, bir de Harvard mezunu, en iyi eğitmen falan seçilmiş. Yani hem zengin hem zeki hem de ünlü. Onun talip olacağı kızlar arasında hiç şansım olamaz yani. Benimkine talip oldu, o da koşa koşa Amerika'ya, onun yanına gitti. Ben seni ondan daha çok seviyorum, onunla değil benimle mutlu olursun, her istediğini veririm falan desem yer miydi sizce? Yeseydi bile midem bunları söyleyecek kadar sağlam değil.

Ondan önce de evlenme planları yaptığımız ilk günlerde “küçük bir ev kiralar otururuz, orada birlikte yaşar, ölürüz” diyen, ama nişanlanınca satın aldığım evin kat numarasını beğenmeyip “deprem olursa burada ölürüm” deyip giden nişanlım da oldu benim. Talibi çıkmayınca da “ben var ya, o evi çiçek gibi yaparım” diye haber göndermişti. Yemedim tabi. Bayanlara söylüyorum: kesinleşmiş başka bir talibiniz yoksa elinizdeki hazıra rest çekmeyin. Sonra böyle dönmek zorunda kalırsınız. Yemezse de ortada kalırsınız.

Fakat şimdiiiii..
En yukarıda yazdığım konuşmanın devamı ve sorunun cevabını veriyorum:

- Bana kalp şeklinde çikolatalı kek alacak kadar çok seviyorsun. Bence hiç kimsenin kocası evliliklerinin üçüncü senesinde senin gibi karısına kalp şeklinde çikolatalı kek almıyor.


Sadece sevineceğini düşünerek aldığım küçücük bir şeyi sevgimin derecesini gösteren bir hediye olarak değerlendiren bir kadını yukarıda yazdıklarım arasından hangi kalıba sığdırabilirim?!
Kadınları mutlu etmek zor mu kolay mı sorusuna cevap vermeye kalksam bu lafın üstüne kime ne anlatabilirim?!
Bugün bildiğim tek şey var o da eşimle evli olduğum için çok şanslı olduğumdur.

6 Ekim 2011 Perşembe

Kokteyl

Japonya’da market gezmek çok eğlenceli. Sebzeydi, meyveydi, balıktı, herşey için kıyamet kadar çeşit var.

En güzel reyonlardan biri bira reyonu. Japon biraları gerçekten kaliteli ama daha güzeli de var: ‘kokteyller’.


Değişik mevelerin aromalarıyla, %3-8 arası alkol oranlarıyla bira gibi hazırlanmış içkiler harika. Şeftalisinden eriğine, mangosundan üzümüne değişik markalarda sunuluyorlar. Buradaki Efes gibi firmalar neden böyle şeyler çıkarmazlar bilmem. Yeni Rakı’yı gavurlara sattık diye -haklı olarak- hükümeti eleştiriyoruz. Ama gavurlar aldı alalı kuru üzüm rakısı, bilmem ne harman rakısı diye çeşit çeşit çıkartıyorlar. Yeri gelmişken ürünlerini çeşitlendirip narlı, armutlu gazoz çıkaran Uludağ’ı kutluyorum. bir de Ama %5 koysalar fena olmazdı hani.

1 Ekim 2011 Cumartesi

Nazım'ın son şiiri

Nazım Hikmet; Moskova'da, kalbi hasta.
Doktoru dışarı çıkmayacaksın, bu soğuk havayı tenefüs etmeyeceksin diyor.
Nazım Vera'ya aşık.
Paltosunu geçiriyor üzerine, kendisini dışarı atıyor.
Doktorun yasakladığı soğuk havayı içine çeke çeke yürüyor.
Vera'ya gidiyor ve sonra ölüyor.

Son şiirini şöyle yazmış Nazım:

Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana

Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm

28 Eylül 2011 Çarşamba

Preveze

Bir Preveze’dir gidiyor.
İlk Türk savaş gemimizi yapmışız ve bunu da “Preveze Savaşı’nın yıldönümünde denize bırakmışız”.
Badem bıyıklıların başkanı geminin reklamını bu şekilde yaptı.

Pardon..

Preveze Savaşı 1538’de oldu.
Preveze'yi kazanan komutan Barbaros Hayreddin Paşa.
Avrupa'nın kendisine taktığı lakap 'Barbaros(sa)', Kızıl Sakal anlamına gelir.
Bu savaş sonunda Akdeniz Türk gölü haline geldi.
Dünya karadan sonra denizdeki üstünlüğümüzü de kabul etti.
Barbaros Hayreddin’in savaş taktikleri yüzlerce yıl denizcilik derslerinde okutuldu.

Ha bir de..
Gemilerin hepsi Türk yapımıydı.

Gelelim 1926’ya.
Yeni cumhuriyet 1 Temmuz’daki Kabotaj Kanunu ile üç yanı denizlerle çevrili ülkemizin, yabancıların elinde bulunan limanlarını tamamen millileştirdi.

Buna göre:
Türk limanları ve sahilleri arasında yük ve yolcu taşıması, kılavuz ve römork hizmetlerinin Türk vatandaşları ve Türk Bayrağı taşıyan gemilerce yapılması hükmü getirildi.
Kanunda belirtilen tüm hizmetlerin sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları tarafından verilmesi kararlaştırıldı.
Her sene 1 Temmuz'da Kabotaj Bayramı kutlanır.

Şimdi 2011.
Artık Kızıl Sakal yok, Badem Bıyık var.
Badem Bıyık millileştirilen limanları teker teker, özelleştirme adı altında tekrar yabancılara devretti.
Halen satılma sırasını bekleyen limanlarımız var.
Yılmaz Özdil’in yazdığı gibi, Mustafa Kemal Samsun’a bugün çıkacak olsaydı ayak basacak bir Türk limanı bulamazdı.
Amiraller desen, terörist diye içeriye attılar.

Preveze'ye gelince, 100 yıldır Yunanistan'a ait.

Artık gemiye binip tek beşına Preveze’ye sefere çıkarsın.
Al gel de Badem Bıyık olarak namın yürüsün.

20 Eylül 2011 Salı

Müthiş Gündem

Haber kanallarını seyrediyorum ve yer verilen haberler müthiş. İşte bugünün müthiş gündemi:

Yıldırım Demirören Klüpler Birliği Başkanı oldu.
Fener maçına bayanlar beleş girecek. Bilet kuyruğu taaa oraya kadar.
Dolar bilmemkaç yılın zirvesinde.. yok yok.. müdahale geldi..düştü şimdi.
M.Ali Erbil hüngür hündür ağladı. Ah canııım.
Özel yayın.. flaş flaş flaş! Erdoğan-Obama görüşmesi canlı aktarım.
İbrahim Tatlıses'e takacaklar: Robot kol. Bilmemnereden ithal. Son Teknoloji.
Akdeniz'de sondaj başlıyor.. 2 gay evlendi.
Kadirizmin omzuna hamam böceği kondu.

Hal böyle olunca Ankara'daki bombalı saldırıya fazla yer kalmıyor.
Allah uyutulan milletime güzel rüyalar nasip etsin.

16 Eylül 2011 Cuma

Abuzer

Abuzer kelimesini birçok yerde birisine ait bir isim olarak duymuşuzdur. Anlam olarak incelendiğinde bazı kaynalarda “inci baba” anlamında, bazı kaynaklarda da “altın suyu” anlamında olduğunu görürüz. Bazı kaynaklar ise bu kelimenin Ebu Zer isminin fonetik değişime uğramasıyla oluştuğunu belirtir.

Peki bu Ebu Zer kimdir?

Ebu Zer islamı ilk kabul edenlerden biridir. Kimine göre dördüncü, kimine göre beşincidir. Peygamberimiz Ebu Zer hakkında kaynaklarda yer alan şu iki sözü söylemiştir:

“Güneş dünya üzerinde Ebu Zer’den daha dürüst birinin üzerine doğmamıştır.”

Peygamberimizin etrafında bulunan onca sahabiyi, akrabalarını, dostlarını, evlatlarını, o ilk müslümanları düşünün ve tüm o insanlar duruken, hatta söylemine bakıldığında kendisini de dahil ederek, dürüstlükte en öne çıkardığı şu kişinin nasıl bir doğruluğa sahip olduğuna kanaat getirmeye çalışın. Hatta ve hatta “güneş üzerine doğmamıştır” derken o güne kadar yaşamış tüm insanlığı da dahil ettiği sonucunu çıkartabilirsiniz. İşte böyle bir adama ikinci olarak da şöyle demiştir:

“Ey Ebu Zer, sen yalnız yaşar yalnız ölürsün.”

Öyle de olmuştur. Ebu Zer, halife Osman’ın valiliklere kendi yakınlarını getirip, akrabalarına mali imkanlar kazandıran siyasetinin dine aykırı olduğunu söylemiş ve en nihayet halife Osman tarafından sürgüne gönderilerek yalnız başına hayatını kaybetmiştir. Oradan geçen bir kervanın farketmesiyle cesedi tesadüfen bulunup defnedilmiştir. Ebu Zer bugünün RTE Türkiye'sinde yaşasaydı Ergenekon'dan içerideydi.

Peygamber efendimiz kimin ne kadar dürüst olduğunu, kimin yalnız yaşayıp öleceğini elbet bilir ama dürüstlükle dünyada yer edinilemeyeceğini bilmek için peygamber olmak gerekmez.

Abuzer’in gerçek hikayesi budur.

10 Eylül 2011 Cumartesi

Yeniden Tokyo ve Nilüfer Çiçekleri

(4/4 son bölüm)

Tsu’ya döndüğümüz zaman, Japonya’da kaldığım süre boyunca yeni doğan yeğenimizi kucağıma alma fırsatı bulamadım. Anlaşılamayan bir sebepten ötürü sindirim sisteminde bir bozukluk varmış ve incelenmek üzere hastanede kalması gerekmişti. O sıralarda aklımıza kötü şeyler geliyordu ve evde hüzünlü bir hava vardı. Çok şükür, aradan geçen süre içinde kötü bir şey olmadığı anlaşıldı. Bugün çok daha iyi olduğu haberleriyle seviniyoruz. Tek üzüntüm, biraz da onun doğumuna şahit olmak ve onu kucaklayabilmek için gittiğim Japonya’dan bu isteğimi elde edememiş olarak dönmüş olmamdır.

Ailemle vedalaştıktan sonra eşimle birlikte son iki günümü geçireceğim Tokyo’ya hareket ettik. 2009 Nisan ayında gittiğimde pespembe kiraz çiçekleriyle bezenmiş olarak gördüğüm Ueno Parkı artık yemyeşildi. Tekrar ziyaret ettiğimiz hayvanat bahçesinde Çin’den gelen iki pandayı gördük. Parkta daha önce görmediğim ve hayran kaldığım bir şey daha vardı: nilüfer çiçekleri. Gölün üzerinden insan boyuna kadar yükselmiş olan geniş yeşil yapraklarının arasında; bazıları yeni açmaya başlamış, bazıları açmış, bazıları da yapraklarını dökmekte olan pembe nilüfer çiçeklerini seyretmeye doyamadım.


Hem doğanın hem tarihin hem de teknolojinin bütünleştiği Tokyo’da Akihabara’yı ziyaret etmemek olmazdı. Alış verişimizin çoğunu orada yaptık. Daha önce İstanbul’da ziyaretimize gelen eşimin arkadaşıyla da orada görüşme fırsatı bulabildik. Kaldığımız otelden inşası devam etmekte olan Yeni Tokyo Kulesi çok güzel görünüyordu. Sevgili eşim hem bu görüntüye şahit olmak hem de Akihabara’ya yakınlığı dolayısıyla bu oteli seçmişti. Evimizin vitrininin bir köşesini süslemek üzere en sevdiğim bilgisayar oyunu serisi olan Final Fantasy’ye ait bir kaç figür alıp alış verişimi tamamladım. Yeni Tokyo Kulesi’ni ziyaret etmek ise artık sonraki seneye kaldı. Eşim, iki hafta daha kalacağı ailesinin yanına dönerken ben de havaalanına gitmek üzere yola koyuldum. Dördüncü kez gittiğim Japonya maceramız da böylece sona ermiş oldu.

7 Eylül 2011 Çarşamba

Kobe

(bölüm 3/4)

Fukuoka’dan gece hareket eden otobüsle sabah erken saatlerde Kobe’ye vardım. Eşimle buluştuktan sonra bu şehirdeki gezimize başladık. 1995 yılında büyük bir deprem felaketiyle sarsılan Kobe şehri tamamen yeniden inşa edilmiş, çağdaş ve huzur dolu bir görünüme kavuşmuştu. Sahile harika bir park alanı yapılmış ve yeni inşa edilen iskelenin hemen yanında 1995’teki depremde yıkılıp kısmen suların altında bulunan eski iskeleyi, bu felaketi unutmamak için olduğu gibi bırakmışlar. Bu yıkıntını yanında ise o günden bu güne gelinen durumu resimlerle anlatan yazılı plakalar bulunmaktaydı.

İki gün geçirdiğimiz Kobe’de, eşimin panda şeklinde yapılmış özel bir tatlı yediği Çin Mahallesi’ni gezdik. Daha sonra teleferikle ulaşılan tepenin yamacında bulunan Nunobiki bahçesi, görme fırsatı bulduğum en güzel yerlerden biriydi. Şehrin tepe üzerinden görüntüsü harikaydı. Rengarenk çiçeklerin yanı sıra şimdiye kadar sadece manav tezgahlarında gördüğüm meyveleri dalları üzerinde görmek gezimize ayrı bir renk kattı. Aşağı inerken dinlenmek için durduğumuz yerde, bir Okinawa meyvesi olan ‘shikwase’ aromalı ‘kakigori’ yedim. Kakigori denilen şey bizim karsambaç dediğimiz şey ile aynı. Eşim bu kar makinesinin Japonya’da çok satıldığını söyleyince hemen alış veriş listeme dahil ettim.

Tokyo’ya gitmeden önceki bir kaç günümü ailemle geçirmek üzere Kobe’den ayrıldık. Tsu’da bizi üzücü bir sürpriz bekliyordu..

5 Eylül 2011 Pazartesi

Fukuoka

(bölüm 2/4)

Geldiğim Cumartesi gününü ve ertesi günü saymazsak Japonya’daki ilk haftasonumu geçirmek üzere Fukuoka’ya gittim. Yalnız gitmek durumundaydım çünkü eşim o gün doğum yapacak olan kardeşi için Tsu’da kalmak zorundaydı. Fukuoka dört büyük ada parçasından oluşan ülkenin en güneyindeki ada. Çok sevdiğim bir Japon arkadaşım da orada oturuyor ve onunla görüşmek de gitme sebeplerimin başında geliyordu.

Sabah erkenden Shinkansen dedikleri kurşun tren ile yola koyuldum. Yaklaşık 1000km olan yol bu hızlı trenle 3.5 saat sürüyor. Muhteşem yani. Oraya vardığımda anlaştığmız üzere arkadaşımla istasyonda buluştuk. Önce birlikte güzel bir yemek yedik, konuştuk, hasret giderdik. Sonra bulunduğumuz Kokura kasabasını gezmeye başladık.

Kokura çok güzel, çok şirin bir kasaba. Eski dönemlerden kalma kalesi, tapınağı ve bunların etrafına inşa edilmiş çağdaş binalarla süslü olan kasaba; insanların en çok gezindiği, etrafı yeşilliklerle bezenmiş nehrin çevresine inşa edilmiş durumda. Kokura, 1945’te, tarihi boyunca her zaman sivilleri katleden ABD’nin atom bombasını Hiroshima'dan sonra hedeflediği ikinci yerdi. Ancak bombanın atılacağı gün Kokura, daha önce ateş altına alınan komşusu Yahata’dan yükselen dumanlarla kaplı olduğundan ABD hedef değiştirerek atom bomasını Nagasaki halkının üstüne bırakmıştı. Haçlı batının tarih boyunca yaptıkları masum insan katliamlarını anlatmak bu satırlara sığmaz. Bu yüzden ben konuyu değiştirmeden gezimi anlatmaya devam edeyim.

Genellikle gittiğim yabancı ülkelerde değişik tesadüflerle karşılaşıyorum. Bu konuda şimdiye kadar çok şanslı oldum diyebilirim. İrlanda’ya gittiğimde ülke AB’ne kabul edilmişti ve onun hem kutlamalarına şahit olmuştum hem de protesto gösterilerinin içinde kendimi bulmuştum. Hong Kong’a gittiğim gün cadılar bayramıydı ve çok eğlenceli bir gece geçirmiştim. Kokura’yı gezdiğim o gün ise öğrencilerin dans festivali vardı. Onların gösterilerini izlemek çok eğlenceliydi.

Kaleyi, tapınağı ve bunların hemen yanında olan küçük parkı gezdik. Küçük park dediğim yer gerçekten küçük. Minyatür bir göl, gölün etrafı yemyeşil, içinde sadece bir tane altın renkli balık, göle bakan eski bir Japon evi.. Huzur dolu bir yer. Giriş ücretli ama geleneksel Japon seremonisiyle hazırlanan ve ikram edilen yeşil çay ücrete dahil. Çayımız hazırlanırken oradakilerle arkadaşımın tercümanlığı sayesinde güzel bir de sohbet ettik. Akşam üzeri ise güzel bir yemek ve tatlıyla biten o günkü gezimizi tamamladık.

Ertesi gün arkadaşımın yaşadığı kasabaya, Mojiko’ya gittim. Bir başka şirin olan bu kasabada arkadaşımla birlikte harika bir gün geçirdim. Japonya’nın en ünlü balık pazarlarından biri olarak bilinen yerde suşi yedim ve ilk defa balon balığı ile balina etini tatma fırsatı buldum. Her ikisini de çok beğendim. Şehrin akvaryum-müzesinde değişik balıkları görme, yunus ve fokların gösterilerini izleme fırsatı da bulabildim. Kıyı şeridindeki güzel bir gezinti ve alış verişten sonra şehrin tarihi fabrikasında üretilen Sakura Birası eşliğinde, yine bölgeye özel yeşil renkli ‘soba’ yemeği yedik. Hiç unutamayacağım bir hafta sonunu benimle birlikte geçiren arkadaşımla buruk bir vedalaşmadan sonra eşimle buluşacağımız Kobe’ye gitmek üzere yola koyuldum.

25 Ağustos 2011 Perşembe

Sürpriz Nasıl Yapılır

Güzel bir Japonya gezisinden sonra, geleli 3 hafta olmasına rağmen günlük hayatıma alışmaya çalışıyorum. Bugünkü yazımda ve sonraki birkaç yazımda 2 haftalık Japonya gezimden bahsetmek istiyorum.

Öncelikle sürpriz nasıl yapılır onu bir anlatayım.

Yolculuktan önceki 1-2 gün içinde izin işini, biletimi, valizimi, vs. hazırladım. Son gün planımı tekrar gözden geçirdim. Birkaç haftadır orada olan eşim Japonya'ya geliyor olduğumu henüz bilmiyordu. Cuma akşamı yola koyuldum ve Cumartesi Osaka’ya vardım. Şimdi Osaka’dan Tsu’ya gitmek lazım. Saat farkı nedeniyle orada akşam. Allahtan her şey istediğim gibi gitti ve 2 tren değiştirerek Tsu istasyonuna vardım. Etrafıma baktım, doğru yerdeyim. Endişem yatıştı ve nihayet istasyonda bir şeyler yiyebildim. Eve vardığımda bahçe kapısı kapalıydı. Önce İstanbul’dan arıyormuşum gibi telefon ettim. Kayınvalidem ile konuştuktan sonra eşim aldı telefonu.

- .......
- Skype yapalım mı?
- Olur ama 10 dakika sonra yapalım mı?
- Olur. Karıcığım sizin evin bahçe kapası kapalı nasıl açabilirim?
- Neden??!?
- Tamam buldum. Ben sizin evin önündeyim.
- Hayır değilsin.
- Neredeyim o zaman?
- İstanbul’dasın.
- Ama bak trenin çan sesi geliyor.
- Hayır onu bilgisayardan sen yapıyorsun.
- Şimdi kapıyı çalıyorum.

Zile basınca kapı kamerası sayesinde ekranda beni gördüler tabi. Eşim gülmeye başladı. Kayınpeder koşup kapıyı açtı: ben ve valizim! Herkeste bir şaşkınlık bir kahkaha. İçeriye geçip oturunca bile dakikalarca şaşkınlıkları ve ara ara gülmelerimiz geçmedi.

Ertesi gün yandaki evde oturan eşimin ablası ve çocuklar da şaşırdılar. Uzun zaman sonra herkesi iyi görmek, çocukların daha da büyümüş olduklarını görmek çok güzeldi. Dil engeli yüzünden eşimin tercümanlığı ile konuştuk. Ama artık ben de Japonca’yı iyiden iyiye öğrensem iyi olacak.

Japonya’daki ilk günümü Tsu’da ailemle geçirdim. Sonraki gün eşimle Nagoya’da gezdik. Ancak ondan sonraki gün tayfun yüzünden bütün gün evden çıkamadık. Japonya’ya gidip de tayfuna yakalanmadık demem artık. Evde içim içimi yedi kendimi dışarıya atmak için ama eşim engel oldu. Haberlere göre tayfun yüzünden 7 kişi ölmüştü. Ertesi gün tayfun etkisini kaybetmeye başladı. Böylece ben de biraz yürüyüş ve alış veriş yapma fırsatı bulmuş oldum. Gerçi eşim ona da itiraz etti ama daralmıştım ve çıkmam lazımdı. Yürüyüş boyunca etrafta gördüğüm kırık şemsiyeler hem ilginç hem de biraz komik gelmişti ki benim şemsiyem de rüzgarın etkisiyle ters dönüp kırıldı.

Akşam yemekten sonra sonraki günlerin gezi planını yaptık.

11 Temmuz 2011 Pazartesi

OHA5

Bir Audi A5 modelini araştırdım. ABD’de bu arabanın anahtar teslim fiyatı, yani vergiler dahil 36.400 Dolar. Yani yaklaşık 25.500 Euro

Aynı arabanın Türkiye’ye geliş fiyatı. 31.409 Euro. Türkiye’ye geliş fiyatı Amerika’daki anahtar teslim fiyatından 6000 Euro fazla.

Türkiye’de bu arabanın ÖTVsi, yani özel tüketim vergisi var: %60. Yani 18.845 Euro. Yani OHA.

Ekleyelim: araba oldu 50.254 Euro.

Bu arabanın ayrıca KDVsi, yani katma değer vergisi var: %18. Bu KDV arabanın geliş fiyatı olan 31.409 Euro üzerinden hesaplanmıyor. ÖTV eklendikten sonraki fiyattan hesaplanıyor.

Yani aslında geliş fiyatının %29u KDV oluyor. Yani KDVsi de: 9046 Euro. Yani OHA.

Toplam vergi %89.

Bandrol tescil masrafları da ekleniyor: 600 Euro.

Arabanın anahtar teslim fiyatı oldu 59.900 Euro. Yani OHA.

Türkiye’de bir araba parasıyla Amerika’da 2 araba alıyorsun. Hem de Audi A5.
*
Vergi, ödeyen vatandaşa devlet hizmeti olarak geri dönsün diye verilir. Türkiye’de ödenen vergiler nereye gidiyor? Dış borç olarak başta Amerika’ya gidiyor. Memleketimin insanı, Amerikan malı Levi’s giyiyor; McDonads, Burger King yiyor; paralar gene Amerika’ya gidiyor.

Yani kendine Audi A5 alan bir vatandaşım bir tane de Amerikalı’ya alıyor.
*
Devlet hizmeti olarak geri dönmeyen vergi bence haramdır. Öyle midir değil midir artık bunu da “ulemaya sorsunlar”.

18 Haziran 2011 Cumartesi

Rum Yol Arkadaşı

Eşimi pazartesi akşamı yolcu ettim. Evden havaalanına giderken Göztepe’den arabayla Bostancı’ya, deniz otobüsüyle Bakırköy’e, Havaş otobüsüyle de alana gittik. Eve dönerken de tam tersi. Havaalanından Bakırköy’e giderken otobüste şoför hariç 2 kişiyiz. Diğer arkadaş Rum aksanlı Türkçesiyle şoförden sigara içmek için izin istedi, şoför izin vermedi, adam biraz diretti, en son “ama Arap ülkelerinde izin veriyorlar” deyince lafa ben daldım.

Türkler Araplar farklı dedim.
Ama hepiniz müslümansınız aynı dedi.
İtalyanlar senin gibi otobüste sigara içmek istemiyor dedim.
Onlar İtalyan ben Yunanım dedi.
Ama hepiniz hıristiyansınız aynı dedim.
Onlar katolik ben ortadox dedi.
Ruslar ve Bulgarlar da istemiyor dedim.
Baktı işin içinde çıkamayacak Türkçe’den vazgeçti İngilizce’ye döndü.
İngilizce’yle de tokatladım.

Epey konuştuk. Otobüsten sonra deniz otobüsünde de konuştuk. Hem dinler tarihinden hem tarihten hem politikadan. Başörtüsünün hıristiyanlığa kadınların toplumsal etkinliğinin yok edilmesi için heykelleri dikilen Aziz Pavlus’un soktuğunu, aynı düşünceyle ayetlerin anlamıyla oynanarak islama da sokulduğunu; son savaşlarımızda Yunan ordusunun Anadolu’da toprak vaadiyle İngiltere tarafından kullanıldığını, Kıbrıs’taki sorun dahil dünyadaki bir çok sorunun da İngilizler tarafından çıkarıldığını biraz ayrıntılarıyla anlatınca adam tam koptu.

Arkadaşı epey sarstım:) Ama yanlış anlaşılmasın; sohbet gayet hoş geçti. Çok sevecen, cana yakın bir arkadaştı. Daha çok şaşkınlıkla dinledi. Küçükyalı’da bir Rum restoranında çalışıyormuş. Beni bir akşam misafir etmek istediğini de söyledi. Olur dedim telefon numaralarımızı paylaştık.

En son ayrılırken senin niye valizlerin yok diye sordu.
Ben eşimi yolcu ettim şimdi eve dönüyorum dedim.
Arkadaş gene şaşırdı;
bu kadar yolu eşini yolcu etmek için geldin şimdi de geri mi dönüyorsun dedi.
E tabi, dedim, hatta yetişmek için işten de biraz erken çıktım dedim.
İşte bu yüzden Yunan kızlar Türk erkeklerle evlenmek istiyor dedi.

İlginç bir arkadaştı ve eşimin ayrılışının verdiği burukluğu biraz hafifletti. Bu hafta arayıp beni restoranına davet edeceğini söylemişti ama henüz bir haber çıkmadı. Kendi söylediklerinden yola çıkarak Yunan erkeklerin tarih bilgilerinin az olduğunu, din bilgilerinin az olduğunu, eşlerine karşı ilgilerinin az olduğunu anladık; bakalım sözlerine güven olur mu olmaz mı onu da anlayacağız:)

31 Mayıs 2011 Salı

Geçen sene bugün, yani 31 Mayıs'ta kıyamet kopuyordu.

İsrail Mavi Marmara Gemisi'ne baskın düzenledi. 9 türk öldürüldü. Başbakan kükredi.

Gazetelerin sayfalarına bakıyorum:
"AKPnin Hopa nitinginde gerginlik: 1 ölü 1 yaralı"
"Bursa'da patlama: 1 ölü, 8 yaralı"
"Düğün alayında kaza: 28 ölü"

Ölen ölene ama kıyametin koptuğu, krizlerin çıktığı geçen sene katledilenlerden bahseden yok.

Haberlere biraz daha bakıyordum ki nihayet gözüme İsrail ile ilgili bir haber ilişti. Haber şöyle:
"İsrail parlamentosu (Knesset) Başkanı Reuven Rivlin, 1915 Ermeni iddialarıyla ilgili olarak, Knesset'te her yıl bir anma günü düzenlenmesini planladığını söyledi"

Müstehak demek lazım.

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Vantilatör

Şu günlerde Japonya'da, özellikle de Tokyo'nun elektronik ve bilgisayar cenneti Akihabara semtinde en çok satılan bilgisayar ürünü USB girişli vantilatörmüş.

Bilindiği gibi Japonya büyük bir deprem felaketi yaşadı. Bu felakette ülkenin en büyük enerji kaynaklarından biri olan Fukuşima'daki nükleer enerji tesisi kullanılamaz duruma geldi. Bu sebeple Japonya genelinde bir elektrik sıkıntısı söz konusu.

Malum yaz geliyor; hatta geldi. Japonya yaz aylarında çok sıcak ve nemli olur. İnsanlar evlerinde gün boyu klimalarını çalıştırırlar.

Ama, dedik ya, şimdi ortada bir elektrik sorunu var. İnsanlar bu yüzden az elektrik kullanmaya çalışıyorlar ki enerji rezervleri israf olmasın; asıl ihtiyaç duyulan yerlerde, ihtiyaç duyan kişilerce kullanılsın.

Gelgelelim şu çok satılan USB girişli vantilatörün ne diye çok satıldığına:

İnsanlar enerjiyi idareli kullanabilmek için evlerinde ve iş yerlerinde zaten kullanmak durumunda oldukları bilgisayarların tükettiği enerjinin yanında bir de klima için elektrik harcamayalım diye yazın sıcağında mümkün olduğu kadar klima kullanmayıp o küçük vantilatörle serinlemeye çalışmayı hedefliyorlarmış da o yüzden.

Milli bilinç, saygı başka şey.

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Serbest

Serbest kelimesi aslen Türkçe değildir. Asıl anlamı da Farsça'da 'baş' anlamına gelen 'ser' kelimesi ile 'bağlı' anlamındaki 'best' kelimelerinin birleşiminden oluşan birleşik bir kelimedir.

Yani 'serbest' kelimesinin gerçek anlamı 'başı bağlı'dır.

Dolayısıyla..
Serbest piyasa başı bağlı piyasa,
Serbest bölge başı bağlı bölge,
Serbest atış başı bağlı atış,
Serbest yüzme başı bağlı yüzme,
Serbest meslek başı bağlı meslek demek oluyor aslında.

Bir de Arapça'dan gelme tesettür kelimesi var. Kelime anlamı: zorla, baskı ile kapanma ve kapatma oluyor.

Yani tesettürün serbest olması için yaygara yapanlar sanıldığı gibi kıyafet özgürlüğü istemiyorlar. Baskı ile baş kapatmanın olağan kabul edilmesini istiyorlar.