28 Aralık 2014 Pazar

Dost Kazığı

Bu yazı, Başarının Cezası başlıklı yazımın tamamlayıcısı niteliğindedir. İlk olarak Başarının Cezası okununca bu yazı daha anlaşılır bir hal alır ve taşlar daha çok yerine oturur. Daha önceden okumuş olanların da, yazının en başına eklediğim açıklamayı göz önüne almalarını rica ederim. Çünkü o yazıyı yazmamın ardından, konuya dahil olan birçok kişiden gelen itiraflar ve açıklamalar bazı şeylerin aslını ve bazı kişilerin gerçek yüzlerini ortaya çıkardı. Zaman geçtikçe yeni itiraflar eklendi. Vicdanları rahatsız olanlar, perde arkasında neler yaşandığını ve söylendiğini anlatıverdiler. Anlatılanları farklı kaynaklardan doğrulatmak istedim çünkü inanasım gelmedi. Ama sonuç değişmedi. Hâlâ bile söylenmemiş şeyler var mı, ortaya çıkar mı, diye merak ediyorum.

Başarının Cezası'nı yazdıktan hemen sonra, hemen hemen tamamı olumlu olmak üzere eleştiriler aldım. Ancak olumsuz olarak eleştirilen iki şey dikkat çekiciydi. Biri, her şeyi bilmeden yazdığım eleştirisi; diğeri de, bir kişiye çok fazla yüklenip "arkadaşım" olarak bahsettiğim kişiye daha az yüklendiğim eleştirisi idi. Zaman gösterdi ki, her iki eleştiri de haklıymış. Hatta öğrendim ki, asıl baş rol oyuncularından biri, hatta birincisi "20 senelik arkadaşım" olarak bahsettiğim bu kişiymiş. Bu yazıma Dost Kazığı başlığı atmamın sebebi budur. Ayrıntılarını ise aşağıdaki satırlarda yazıyorum. Kendisini ismiyle anma gereği duymadığımdan 'Arkadaşım(!)' diye adlandırarak yazıyorum.

*

Arkadaşım(!) 2014 ocak ayında bana gelip şöyle demişti:
"Mutlu, yönetim kurulu seni işten çıkartmaya karar verdi. Benim maaşımı yarıya düşürdüler. Eğer bölümüm için ayda 10.000 liralık gelir bulamazsam filancayı da işten çıkartacaklar ve belki bölümü de kapatacaklar."
Ben de ona şu cevabı verdim:
"Arkadaşım(!), ben 12 sene çalıştığım sektörden, bir sene sonra bırakıp gideyim diye ayrılmadım. Sen bu işe inandın, bana da güvendin. Ben seni bu zor durumda yarı yolda bırakmak istemem. Madem senin maaşını yarıya indirdiler, söyle onlara, tazminat ödeyeceklerine benim maaşımı da yarıya indirsinler."

Şimdi burada bir virgül koyuyorum.

Bu konuşmadan beş ay sonra işten ayrılıp Başarının Cezası'nı yazdıktan sonra öğreniyorum ki işin bilmediğim kısmı aslında şöyleymiş:
Yönetim kurulundakiler Arkadaşım(!)'a demiş ki,
"Senin bölümden çok zarar ediyoruz ama sen 3-4 kişilik maaş alıyorsun. Sen bu maaşının üçte birinden vazgeç, yeni dönemde bu şekilde çalışalım."
Benim adım geçmemiş bile. Arkadaşım(!) da maaşının azalmasını kabul etmeyip, benim işten çıkarılmamı önermiş. Böylece bu karar onaylanmış.
Yani beni düşürdüğü duruma bakın: Onun maaşı yarıya indi diye, anca beraber kanca beraber, deyip ben de maaşım yarıya insin diyorum. O, yönetime gidip, Mutlu yarı maaşla çalışmaya bile razı, diye iletiyor!! 

Şimdi virgül koyduğum yerden itibaren devam ediyorum.

Yönetimle konuştuktan sonra Arkadaşım(!) bana gelip maaşımı yarıya indirmeyi kabul etmediklerini söyledi. Bana dedi ki,
"Ama sen merak etme, ben elimdeki yetkiyi olabildiğince zorlayarak sana iyi bir tazminat verilmesini sağlayacağım. Elimizde de sıcak projeler var. Bir ay iki ay sonra projeler gelince tekrar birlikte çalışırız."
Bendeki arkadaş güveni devam ediyor. Ne de olsa, öyle böyle değil 20 sene öncesinden tanışıyoruz, hâlâ görüştüğümüz, haberleştiğimiz ortak arkadaşlarımız var, eşi dahil. Dedim ki,
"Yahu siz şimdi bana belki üç-üç buçuk maaş tazminat ödeyeceksiniz. Olur da bir ay sonra proje gelirse tekrar işe alacaksınız. Yani işten çıkarmayıp maaş verseniz daha az ödemiş olacaksınız. Yazık değil mi şirketin parasına? Sen git onlarla konuş. Ben paralarını istemiyorum. Tazminat da maaş da vermesinler. Ücretsiz izin versinler. Proje gelince tekrar maaşımı alır çalışmaya devam ederim. Ayrıca, istifamı yazacağım, tarihi boş bırakıp imzalayacağım ve sana vereceğim. Ne zaman yönetim sana laf ederse tarihi koyup ver, 'Mutlu istifa etti, beş kuruşunuzu da istemiyor', de. Yok, illa Mutlu'yu çıkartalım derlerse, söyle onlara, beni çıkartamazlar. Çünkü ben işimi yaptım. Bitirdiğim projenin primini versinler, ben de ayrılayım."

Nihayetinde, ücretsiz izin talebi kabul edildi. Öğrendiklerim sonrasında, tazminat ödemekten de kurtuldukları için sevinerek bunu kabul ettiklerini düşünüyorum. Söz verdiğim gibi, istifamı imzalayıp istediği zaman versin diye Arkadaşım(!)'a iletmiştim. Başarının Cezası'nda da yazdığım gibi bunların proje satışı yapmalarını bekledim. Ama satış'ın s'sinin çeyreğini bile beceremeyen bu şahıslar, "3-4 kişilik maaşları" bir kuruş bile eksilmeden günlerini geçirirken, kendi beceriksizlerinin olumlu sonuç vermesini bekleyen ben, yaklaşık beş ayımı iş arayışına bile girmeden geçirmek zorunda kaldım. Arkadaşa vefa göstermek işte böyle bir şey.

Yani işin aslı, işin özü ve özeti şöyle:
Ben,
arkadaşıma ve bölüm arkadaşlarıma zarar gelmesin diye kendi maaşımın tamamını feda etmişken,
meğerse Arkadaşım(!),
kendi maaşı biraz bile eksilmesin diye beni satmış.

Acaba bunların hiç birinin asla ortaya çıkmayacağına gerçekten inanarak mı bunları yaptı? Bakın, bir yıl geride kaldı ve esas mağdurun kendisi olduğunu düşünmem için söylediği şeylerin hiçbiri başına gelmedi. Daha doğrusu tamamı yalan çıktı. Hatta duyduğuma göre, zarar etmeye devam ettiği halde maaşını bile artırmışlar, unvanını falan da yükseltmişler. Ben son dört senelik kariyerimin büyük kısmında satış ve ön satış ağırlıklı çalışmalar yaptım. Görüyorum ki, ürün veya hizmet satmaya çalışmak yerine insanları, hatta arkadaşlarımı satsaymışım çok daha kârlı çıkarmışım.

Altı aydır farklı bir şirkette çalışıyorum ve burada yazdıklarımın bir kısmını aylardır taslak halinde bekletiyordum. 2015 ve sonrası için hayata geçirmek istediğim farklı planlarım var ve ay sonu itibarı ile işimden ayrılacağım. Arkadaşlarıma bile güvenemeyeceğimi tecrübe ettiğim maaşlı eleman hayatına biraz ara veriyorum.

21 Aralık 2014 Pazar

Babamdan 40 Yaş Hediyesi

Dün 40 yaşımı doldurdum. Bundan sonraki on yıl boyunca, yaşım sorulduğunda "kırk" diyerek başlayacağım. Hz.Muhammed'in peygamber ilan edildiği yaştayım. Yani bir anlamda, hayatımın en kayda değer eylemlerini gerçekleştirmeye başlayacağım yaştayım. Babamın evlendiği yaşa daha sekiz yıl, baba olduğu yaşa ise on yıl var.

İlk hediyemi, altı yıl önce kaybettiğim babamdan aldım.

1996'da üniversite eğitimimin son yılı başlamak üzereydi. 22 yaşındaydım ve nihayet bana bir araba alınmasına karar verilmiş, bütçeyi sarsmayacak seçenekler konuşuluyordu. İkinci el mi olsun, şu mu olsun, bu mu olsun derken, sıfır bir Fiat Tipo SLX modelinde karar kılınmıştı. O zamanın parasıyla bir milyon üç yüz bin ediyordu. Babam sekiz yüz bini peşin verip, kalanı annemle birlikte taksitle ödeyeceklerdi.

O arabayı tam dokuz sene kullandım. Üniversiteyi bitirdim, yüksek lisansı bitirdim, nişanlandım ayrıldım, askerliği bitirdim, ev sahibi oldum, işe başladım ve 2005'te takas ederek aldığım Honda Civic'e kadar hep o arabayı kullandım.

Artakalan tüm parayı kendim kazanarak ödedim ama sonuçta takas ettiğim için Civic'in peşinatını babam vermiş sayılır. Eşim düz vitesli araba kullanamadığı için ve bana şirket arabası verildiği için altı ay önce satana kadar bir dokuz sene de onu kullandım. Yeni ev aldım, evlendim, evlat sahibi oldum. 2008'de babamı, 2010'da amcamı, 2011'de kızımı kaybettim. Ve o araba da hepsinin anısını taşıdı. Gelin arabası bile oldu o araba.

Önümüzdeki ay ayrılacağım işte kullandığım şirket arabasını teslim etmem lazım geldiği için tekrar bir araba ihtiyacımız oldu. Geçen hafta karar kılıp işlemlerine başladığım Toyota Yaris'imizi, doğum günüm olan dün teslim aldım. Bir kenara koyduğum Civic'in parasını da bu arabayı satın alırken kullandım. Yani yeni arabamda da yine babamın payı var.

Bereketli olarak mı nitelersiniz, yoksa 40 yaşına geldiğim halde hâlâ babamın parasından istifade ettiğim eleştirisini mi yaparsınız bilmem ama ben, yeni arabamı, altı yıl önce kaybettiğim babamın doğum günü hediyesi olarak görüyorum ve onu tekrar rahmet ve minnetle anıyor, teşekkür ediyorum.

8 Kasım 2014 Cumartesi

Tuzla'da Bir Pazar

Hava soğuktu ama yağışlı değildi. Böylece, hafta içinde karar vermiş olduğumuz gibi geçen hafta pazar günü ailece Tuzla'ya gittik. Birçok haftasonunu evde geçirmiş olmaktan bunalan eşim biraz olsun rahatladı. Gittiğimiz saatlerde etrafta az sayıda insan olması da huzur vericiydi. Hele gittiğimiz iskeleye, bulunduğumuz dakikalar boyunca hiç kimse gelmedi. Yanıma fotoğraf makinemi almamıştım ama telefonumla benim ve kendi makinesiyle eşimin çektiklerini bu yazıya ekliyorum.

Tuzla Balıkçısı adlı restoranda öğle yemeği yedik, ki aslında bu kısa gezinin ortaya çıkma fikri de o idi. Çalışmakta olduğum şirkette, bölgede bulunan bir müşteriyi ziyaret ettikten sonra çalışma arkadaşlarımla birlikte ilk kez gittiğim bu restorandan, balık yemekleriyle çok aram olmamasına rağmen ben bile memnun kalmıştım. Balık yemeklerini çok seven eşimin beğeneceğinden çok emindim. Nitekim öyle oldu. Restoranın sunumunun ilginç ve bence güzel olan tarafı, "meze" olarak istediğiniz zaman çeşitli balıkları değişik şekillerde ve farklı soslarda pişirerek sırayla müşteriye sunulması. İstediğinizi alıp almamakta özgürsünüz. Bu sayede sadece bir balık yemeğine mahkum olmayıp, çeşitli balıklardan tatma şansına sahip oluyorsunuz. Fiyatlar da gayet uygun. Restoranın bence en büyük kusuru içkisiz oluşu. Öğlen yenen balığın yanında soğuk bir bira iyi giderdi oysa.

Tuzla deyince aklıma oldum olası piyade okulu gelmiştir. Denizcilik fakültesinin akla geldiği de olur. Balık restoranlarını da sayabiliriz. Ancak artık etrafta artık çok sayıda inşaat var. Özellikle kıyıya yakın yerlerde birçok geniş alan inşaat halinde. Anlaşılan burası da iyiden iyiye keşfedilmekte ve yakın zamanda burası da talan edilecek gibi görünüyor.

1 Kasım 2014 Cumartesi

Kentsel Dökülüm Projesi

Son birkaç yıldır Kentsel Dönüşüm adı altında İstanbul'un birçok yerinde binalar yıkılıp yerine yenileri dikiliyor. Özellikle, benim evimin de bulunduğu Kadıköy ilçesi  ve Bağdat Caddesi çevresinde bu çalışmalar çok yoğun bir şekilde devam ediyor. Bitecek gibi de görünmüyor. Bütün Kadıköy İlçesi şantiye alanı oldu desem yeridir. Her yer toz, toprak, çamur, inşaat gürültüsü. Yollarda, sokaklarda hafriyat kamyonları, beton karıştırıcılar, kaldırımlara serilmiş inşaat demirleri, şunlar, bunlar, tam bir rezillik, kepazelik.

"Afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi" bahanesiyle başlatılan ama aslında müteahhit zenginleştirme, rant götürme, hak gasp etme, nefes aldırmama projesi olan bu rezillik son hızla devam ediyor. Birileri malı götürürken insanların yaşam kalitesi düşürülüyor. Deprem riski denerek insanların gözü korkutuluyor. Evlerinin risk taşımadığını bildikleri için bu göz korkutmaya kanmayanlar bile evlerinin değer kazanacağına ikna olarak yenilenmesine razı oluyor. Fiyatlar gerçekten de inanılmaz; 85-90 metrekarelik apartman daireleri 850 bin lira civarında! Konumuna göre milyarı geçenler var.

Binaların yenilenmesine veya evlerin değer kazanmasına kimsenin bir itirazı olmaz elbette. Ancak binanın yenilenmesi deyince -hani deprem riski var ya(!)- yüksekliğiyle, daire sayısıyla, dairelerin metrekaresiyle, kapladığı alan ile aynı ölçümlerde yeni binanın yapılması akla gelir. Ama böyle olması için daire sahiplerinin üste para ödemeleri gerekir. Buna razı olan çıkmaz ama şuna herkes razı olur: kendi daireleri küçülür, artakalan metrekarelerle yeni binanın üstüne kat çıkılır, eski daire sahiplerinin cebinden para çıkmaz, müteahhit de yeni ortaya çıkan daireleri satarak para kazanır. İşin kötüsü, buna razı olmasalar bile mecbur kalanlar oluyor çünkü bina yıkılmak zorunda diye bir karar çıktıktan sonra elde para yoksa çaresiz kabul ediyorlar.

Ortada gerçek bir plan olmadığı da çok açık. Üç-dört katlı binalar yıkılıyor ve yerine on-on iki katlı binalar yapılıyor. Daireler 20-25 metrekare küçültülüyor. Balkonlar sıfırlanıyor. 6-8 ailenin oturduğu yerde artık 18-20 aile oturuyor. 6 araba gidiyor, 16 araba geliyor. Yüzlerce, binlerce yeni aileden, taşıttan bahsediyoruz.

Afet riskine karşı güvenliği artırmak için yenilemek işin bahanesi, kandırmacası. İmar alanı değişmiyor. Yani masadaki hamur aynı, yanlardan basıp yükseltiyorsunuz. Daha geniş alana yayılmış üç katlı binanın yıkılma riski mi fazladır, yoksa daha dar alana konumlanmış on katlı binanın mı? İnşaat firmaları binaları yükselttikçe yükseltiyor, çünkü alt katları dairelerin eski sahiplerine verirken, satmak için kendilerine ayırdıkları üst katları daha pahalı satmak için deniz görme yüksekliğine kadar uzatıyorlar. Çoğu zaman kendilerine ayırdıkları (gasp ettikleri) dairelerin fiyatları daha da artsın diye en üst katları daha geniş yapıyorlar. Yani alt katların metrekaresinden biraz daha fazla çalıp tepeye koyuyorlar, bina daha da incelip üst kısmı daha da ağır oluyor. Yiyen olursa, alın size yepyeni, daha güvenli, daha değerli bina yaptık, girin oturun, diyorlar.

Peki binalar yapılırken yollar genişletiliyor mu? Yeni yollar yapılıyor mu? Tabii ki, hayır! İnsan sayısının yanı sıra araç sayısı da artıyor. Yarın bütün bu araçlar aynı saatlerde trafiğe çıkacaklar. Bu insanlar aynı saatlerde işlerine gidip dönecekler. Bu ailelerin çocukları okullara gidecek. Aynı yollarda daha çok araba ve servis aracı olacak. Yaşam alanları genişletilmiyor, dikkat edin, aynı alana daha çok insan yığılıyor. Bölgenin insan kalitesi bile değişiyor. Bağdat Caddesi'ne çıktığım zaman artık daha çok türbanlı, hatta bizzat Arap görüyorum. Bu işin sonu nereye varacak bilmiyorum, hatta bir sonu olacağından bile emin değilim.

9 Ekim 2014 Perşembe

Çırağan'da Bir Gün

Annemin en sevdiği şeylerden biridir; lüks bir otelin lobisinde, pastanesinde oturup kahve içmek. Giyinir, kuşanır, takar, takıştırır, gider oturur, kahvesini yudumlar. Onu seyrederken anlarım, halinden ne kadar memnun olduğunu. Bu kadar çok hoşuna gitmesinin, daha doğrusu bu kadar eğlenmesinin sebeplerinden biri de, hiç kuşkusuz, her zaman böyle bir keyfe zaman ve para ayırma imkanına sahip olmamak. Ne de olsa tüm hayatını çiftçi bir adamın ev hanımı eşi olarak geçirmiş bir kadın. Birkaç senede ancak bir kez böyle bir fırsatı yakalamak bile büyük bir eylem onun için.

Sanırım annemden almış olsam gerek, lüks otellerde, restoranlarda vakit geçirmeyi ben de onun kadar seviyorum. Arada bir paraya kıyıp böyle bir şey yapasım geliyor. Bu imkanı yakalamanın, daha doğrusu yaratmanın nadir olması, hatıralarda o kadar kalıcı olmasını sağlıyor.

Aslında annemi de götürmek isterdim ama biraz da onun Adana'ya dönmesinden kaynaklanan boşluğu doldurmak için bayramın üçüncü günü eşim ve oğlumla Çırağan Otel'e gittik. En son gittiğimin üzerinden 12 yıl geçmişti ama 7 senedir İstanbul'da yaşamakta olan eşim için ilkti. Şanslıydık, çünkü hem hava güzeldi hem de pastanenin bahçesine adım atar atmaz olabilecek en iyi yerde masa bulup oturduk. Havuzun yanı başında ve tam orta kenarında, ardından boğazı izleyebildiğimiz masada kahvelerimizi yudumladık.

Otel bahçesinde ve Çırağan Sarayı'nın avlusunun boğaza bakan kısmında yürüyüş yaptık. Oğlum biraz salıncağa bindi ama çabuk sıkıldı. Etrafta dolaşmak daha çok hoşuna gitti. Aslında öğle yemeği için Bebek'te bir yere geçmek istiyorduk ama hem vakit daralıyordu hem de oğlum halinden fazlasıyla memnun görünüyordu. Bu yüzden biraz daha paraya kıyıp öğle yemeğini de otelin restoranında yemeye karar verdik. Üstelik buna hiç pişman olmadık çünkü hem bizim yemeklerimiz nefisti hem de oğlum kendisi için istediğimiz pizzanın neredeyse tamamını yedi.

Dönerken bile şanslıydık çünkü geliş yolunda adım adım ilerleyen trafik, ters yönde çok açıktı. Gelirken de dönerken de rahat bir yolculuk yaptık. Eve vardığımızda arabada çoktan uykuya dalmış olan Eren'i yatağına yatırdık. Ertesi gün, yani bayramın ve tatilin son gününü Caddebostan sahilinde yürüyüş yaparak, yani bu kez bedavaya getireceğimiz kısa bir gezi yaparak geçirmek üzere karar verip biz de istirahate çekildik.

2 Ekim 2014 Perşembe

Yağmurlu Haftasonu

Geçtiğimiz haftasonu, hem cumartesi hem de pazar günleri yağmurlu geçti. Cumartesi günü buluşmak için arkadaşlarla önceden plan yapmıştık. Yeşilvadi'de bildikleri bir yere gidip mangal yapmak üzere sözleşmiştik. Yağmur sebebiyle iptal etmeyi düşünüyorduk ama iptal etmemek çok isabetli bir karar olmuştu. Çünkü yağmur, gittiğimiz yere ayrı bir güzellik katmıştı. Ayrıca bizden başka hiç kimsenin gelmemesiyle çok daha samimi bir ortam yakaladık.

Ayşe Teyze'nin Has Bahçesi adlı yerde bizi Ayşe Teyze'nin bizzat kendisi karşıladı. Eşiyle birlikte işlettikleri bu küçük şirin mekanda, hem iki aile müşteri olarak giden biz, hem de onlar hep beraber güzel bir gün geçirdik. Salonun ortasındaki odun sobasıyda hem ısındık hem üzerinde kestane pişirdik, çay demledik ve kahve yaptık. Mangalda pişirdiğimiz etleri, çay bardağında içtiğimiz rakı eşliğinde afiyetle yedik. Doğayla baş başa kaldığımız bu mekan, arka bahçesindeki kümesi, etrafta dolaşıp mangal etinden nasiplenmeyi bekleyen köpekleriyle çocuklarımızın da fazlasıyla eğlendiği, hatta oğlumun öğle uykusundan bile vazgeçtiği güzel bir gün geçirmemize vesile oldu. Kümesten toplanan taze yumurtaları hediye olarak aldık.

Ertesi gün, yani pazar günü bu kez farklı arkadaşlarımızla buluştuk. Bağdat Caddesi'nde buluştuğumuz için bu sefer araba kullanmak zorunda değildim ama yağmurlu havada çocukları gözeterek yürümek pek de kolay olmadı. Yemekten sonra uğradığımız kafede bizi güzel bir sürpriz bekliyordu ve günün en kayda değer ayrıntılarından biri de buydu. Öğrenci olduğunu sandığım çok güzel genç bir kız kafede viyolonsel çalıyordu. Bach'ın Viyolonsel Süitlerini icra ediyor olması ise benim için ayrı bir şanstı. Ara verdiği sırada onunla kısaca sohbet ettim. Çalmakta olduğu eseri bildiğime çok şaşırdı ve gözleri parladı. Aradan sonra tekrar çalmaya başladığında daha dikkatli ve şevkli olduğunu gözlemledim. Ne de olsa, müşteriler arasında daha bilinçli bir klasik müzik dinleyicisinin olduğunu artık biliyordu. Eve dönme vakti geldiği için, verdiği diğer arada ona teşekkür edip ayrıldık. Çok sevdiğim Beşinci Süit'in ilk bölümünü dinleyemeden ayrılmak zorunda kaldığımıza biraz üzüldüm ama yine bir pazar günü bu genç kızla tekrar karşılaşacağımı ve bu sefer daha uzun sohbet etme fırsatı yakalayacağımı ümit ediyorum.

Şimdi önümüzde, bayram sebebiyle beş günlük bir tatil var. İkinci gün annemin Adana'ya dönüyor olmasından dolayı onunla daha çok vakit geçirmek için şehir dışına çıkma planı yapmadık. Ama yine de bu beş günü dolu dolu geçirmek istiyoruz. Umarım yine bu satırlara yazmaya değer güzel günler geçirme şansına sahip oluruz

Instagram

29 Eylül 2014 Pazartesi

Prenses Masako

Başlık, son bitirdiğim kitabın adını taşımaktadır. Ben Hills'in yazmış olduğu biyografi/inceleme tarzı olan bu kitap, halen Japonya İmparatorluğu'nun veliaht prensesi olan Masako'yu incelemektedir. Eşim Japon olmasaydı böyle bir kitabı alıp okur muydum bilmiyorum. Ama okuduğuma hiç pişman olmadığımı söyleyebilirim. Bir yandan Prenses Masako'nun yaşamak zorunda kaldıklarına üzülürken, diğer yandan Japonya ve Japonlar hakkında şaşırtıcı ve yeni şeyler de öğrendim.

Prenses denince birçoğumuzun aklına ilk olarak Diana gelir. Çünkü Diana, güzelliğiyle, şıklığıyla, hal ve tavırlarıyla gerçek bir prensesin masallarda okuduklarımıza en yakın olanıydı. Yaşamının son yılları ve ölümü ise bir prensesin gerçek hayattaki yaşamının toz pembe masallarda anlatılanın aksine ne kadar büyük bir dram ve trajedi olabileceğini gözler önüne sermişti. Oysa Prenses Masako'nun yaşamı, kitabı okudukça doğruluğu ortaya çıkan ilk bölümdeki şu sözlerle ifade edilmiştir: "..Prenses Diana'nın yaşadıkları Masako'ya eğlenceli bir piknik gibi gelecekti."(s.19)

Masako Ovada [1], babasının diplomat görevleri sebebiyle çocukluğunu ve gençliğini farklı ülkelerde geçirmek durumda kalmış. Bu durumun fırsatından yararlanıp keskin zekasının da katkısıyla birçok dil öğrenmiş, dünya görüşü artmış. Gittiği her okulda, katıldığı her etkinlikte zekası ve başarısıyla ön sıralarda yer almış, sosyal, çok yönlü, renkli bir kişiliğe sahip olmuş.

Masako Ovada, 1985'te Harvard'dan üstün başarı derecesiyle mezun olmuş. Tez danışmanlığını yapmış olan isim çok ilginç: Jeffrey Sachs. Time'ın seçtiği 'dünyanın en etkili insanları' listesine defalarca girmiş olan Sachs, şu an BM başkanı Ban Ki Mun'un ekonomi danışmanlığını da yürütüyor. Herhangi bir öğrencinin, kendisine tez danışmanlığı yapsın diye varını yoğunu vermeye razı olabileceği böyle birinin, prenseslik gibi bir kavramla o zamanlar yakından uzaktan ilgisi olmayan bir kişiye bu ayrıcalığı tanımış olması, Masako Ovada'nın, masal kitaplarındaki süslü püslü, cicili bicili prenses algısından ne kadar uzak, zekasıyla, bilgisiyle, çalışkanlığıyla ne kadar ayrıcalıklı bir kadın olduğunun ispatı niteliğindedir. Ancak, bizim medyamızda yer alan ve Türkiye ekonomisinin son yıllarından övgüyle bahseden söylemlerinden dolayı Sachs'a benim bir hayranlık duymadığımı söylemek zorundayım. Zira kitapta, yazarın ona yönelttiği bir soruya "diplomatik ve cevap olmayan cevap" verdiğini aktarması (s.94), benim için hangi politik dengeleri koruyor olduğunun bir başka ispatı niteliğindeydi. Hatta hiçbir lafı bir kerede anlayamayan Bilal'in bile Harvard mezunu olduğunu düşünürsek, Üniversitenin güvenilirliğini de sorgulamak gerekir. Ama Masako Ovada'nın tüm hayat çizgisine baktığımız zaman, onun, tüm  bu olumsuzluklardan ayrı tutulması gerektiğini kabul etmemiz gerekir. Sadece şu ayrıntı bile son sözümüzü doğrulamaya yetecektir: Masako Ovada, üniversiteden mezun olduğu 21 yaşındayken, anadili Japonca haricinde İngilizce, Fransızca, Rusça, Almanca ve İspanyolca biliyordu.

Masako Ovada, böylesine başarılı bir eğitim hayatından sonra iş hayatında da başarıyı yakalamıştı. Japonya Dış İşlerinde çalışarak yakalamış olduğu başarı belki de daha önemliydi çünkü Japonya'da kadınların iş hayatında yükselmelerine ve önemli görevlere atanmalarına pek olanak verilmez. Evet, böylesine çağdaş bildiğimiz bir toplumun kadınlara bakışı çok da çağdaş değildir. Türkiye'de bile gördüğümüz bayan şirket genel müdürleri, bayan politikacılar, bakanlar Japonya'da pek olası değildir. Yine de Türkiye'de olduğu gibi kızlar 13 yaşında evlendirilmez, eğitimlerinden alıkonulmaz, ne giymeleri gerektiği söylenmez, kocaları tarafından öldüresiye dövülüp tekrar o kocanın kucağına verilmez, namus cinayeti denen lanete kurban edilmez. "Japonya'da işyerlerinde kadınlara, diğer Asya ülkelerinden, hatta Endonezya ve Kore'den bile daha kötü davranılmaktadır" (s.97). Buna benzer şeyleri kendi arkadaş çevremden de duymuştum ve çok şaşırmıştım. "Japonya'da daha az kadın çalışmakta ve erkeklerin aldığının 2/3 oranında ücret almaktadırlar" (s.98).

Kitabın en ilginç karakterleri, bence hiç şüphesiz İmparatorluk Yönetim Ajansı Kunaiço idi. Kunaiçolar imparatorluğun işlerini yürüten devlet görevlileridir. İmparatorun ve ailesinin ne yapması, yapmaması, nereye gitmesi, kimi görmesi, kısaca attığı her adımı, söyleyeceği her kelimeyi belirleyen memurlardan oluşuyor. "Kunaiço, imparatoru bile dinlemez"(s.164). Zaten, imparatorluğa bir erkek evlat, yani bir veliaht prens doğurması için yapılan baskıların ve diğer birçok baskının Prenses Masako'yu hasta etmesindeki en önemli, belki de tek sebebi olarak görülmektedirler. Yani Monarşilerde imparatorun, hanın, emirin, beyin, kralın ne derse yapıldığı, ne isterse olduğu bir monarşi değil Japonya. Gerçi günümüzde öyle bir monarşi kalmadı, en azından çağdaş sayılabilecek ülkelerde. Ancak kitapta anlatıldığına göre, Japon imparatorluk ailesi tamamen Kunaiço'nun yönettiği bir kurum konumunda.

Kitabı okuduğumdan bahsettiğim Japon arkadaşım Chie'den Prenses Masako hakkında Japonya'da ne düşünüldüğüne ve kendisinin neler hissettiğine dair bir soru sordum. Onun söylediklerini sizlere de aktarıyorum: "O çok yetenekli bir insan ve eğer veliaht prens ile evlenmeyip Dışişleri Bakanlığında çalışmaya devam etseydi birçok Japon kadın için rol model olabilirdi. O hastalığa yakalanmaz ve prenses olarak da daha aktif olabilirdi. Diplomat olarak müthiş bir kariyeri vardı. Ruhsal bir hastalığa yakalanmış olması büyük bir talihsizlik. Bence veliaht prens ile evlenmek için kariyerinden vazgeçmiş olduğuna çok pişmandır. Çünkü insanlar için onun görevi bir erkek bebek dünyaya getirmek olmuştu. Bazıları gazete ve dergide yayınladıkları makalelerde hâlâ onu bir erkek çocuk doğurmadığı için ve yıllardır hasta olduğu için suçlamaya devam ediyorlar. Onun için üzülüyorum."

Bugün bekar Japon bayanlar arasında bir anket yapsanız, belki de hiçbiri imparatorluğa gelin olmak, yani prenses olmak istemez. Yazarın röportaj yaptığı ve Masako Ovada ile yakınlığı olanların tamamı, onun prenses olmayı kabul etmesine şaşırmış ve üzülmüş olduklarını ifade ediyorlar. Peki Masako Ovada birçok şeyden vazgeçip neden veliaht prensin karısı olmayı kabul etti? Bu karar elbette çok zor verilmiş bir karardı ama hem bunun nedenlerini hem de sonrasındaki gelişmeleri öğrenmek için kitabı okumanızı tavsiye ederek bu yazıyı sonlandırıyorum.
_________________________________________________________________________________
[1] Evlenip imparatorluk ailesine katılmadan önceki zamanı belirtmek için bazı kısımlarda adı ve soyadını kullandım.

13 Eylül 2014 Cumartesi

Sinir Eden Şeyler

Estetik ameliyatla kaydırak şekli verilmiş burunlar.
Yer fıstığının kabuğunu sıyırırken parmakların arasından fırlayıp düşmesi.
Popo deliğini ıskalayan dönmez başlıklı taharet musluğu.
Cep telefonu ekranıyla koruyucu şerit arasında oluşan hava kabarcıkları.
Ne güzelmiş diye düşündüğün yan masadaki kızın kişner gibi gülmeye başlaması.
Sigara içilmeyen bölüme girmek için duman bulutunun içinden geçmek zorunda olunan kafeler.
Her sene yenisi çıktıkça satın alan iPhonecular.
Dönmemekte direnen bozuk tekerlekli alışveriş arabası.
Su kıvamında getirilen mercimek çorbası.
Büyük bir çaba harcanarak taytın içine sokuşturulan yağlı kalça öbekleri.
Eski filmlerin, 16:9 geniş ekrana sığsın diye altı üstü kırpılıp büyütülerek yayınlanması.
Köpeği evde besleyip sokağa s*çtıranlar.
Bagajın yarısını LPG tüpü kapladığı için valiz sığmayan taksiler.
Saçını sarıya boyatıp kaşı siyah kalmışlar.
Kaldırım olduğu halde asfaltta yürüyenler.
Otoparkta bırakılan alışveriş arabaları.
Hüngürdek siyasetçiler.
Dikey çekiştiriciler : düşük bel giysiyi yukarı, kısa eteği aşağı çekiştirenler.
Don kenarlarının, bayan taytları yüzeyinde kabartma şeklinde belirmesi.
Isırana kadar içinin erimiş olduğu anlaşılmayan çikolata kaplı çubuklu dondurma.
Caddede yürürken önlerdeki bir sığırın fosladığı sigara dumanını solumak zorunda kalmak.
Para çekmek için uğradığın bankamatikte hangi tuşa basacağını şaşırmış havalecileri beklemek.
Çorapsız ayağa babet tarzı tokalı süet ayakkabı giyen erkekimsiler.
Altındaki atleti, Hacivat Karagöz perdesi misali, gömleğinin üzerinden beliren tipler.
Fatura ödemelerine kredi kartlarının puan kazandırmaması.
Ruju dişine bulaşanlar.
Ter kokusu atmosferli toplu taşıma araçları.
İçi pişmeyip dışı kabuk olmuş köfteler.
Duman odası haline getirilmiş taksiler.
Etraftaki inşaatların tozu dumanı yüzünden kapı pencere açamamak.
Telefonunu mu yoksa kendini mi reklam ettiği belli olmayan, aynadaki yansımasını fotoğraflayanlar.

31 Ağustos 2014 Pazar

İki Doğum Günü

Yorucu bir cumartesiydi. Bir o kadar da keyifliydi. Çok sevdiğim iki arkadaşımın kızları için düzenledikleri doğum günü partileri aynı güne denk geldi. Saatlerin çakışmamış olması benim için büyük bir şanstı çünkü hiçbirini diğerine tercih edemeyeceğim kadar sevdiğim iki arkadaşımdı. Aslında dört arkadaşım demem daha doğru bir ifade olur çünkü eşleri de benim bir o kadar yakın arkadaşlarım. Yani aile dostlarımız.

Sabah katıldığımız partide Selin'in üçüncü yaş gününü kutladık. Geçtiğimiz yıl aynı mekanda ikinci yaşını kutladığımızı düşününce zamanın çok çabuk geçmiş olduğunun farkına vardık. Sanki aynı partiyi tekrar yaşamış gibiydik. Çocuklar biraz daha büyümüşler, bizler biraz daha yaşlanmıştık.

Aynı günün akşamı İlayda'nın ikinci yaşını gününü kutladık. Bu seferki kutlama evde düzenlenmişti, ev yapımı yemekler ve pasta yedik. Sohbet güzel olunca oğlumun banyo ve uyku saatini biraz ertelemek zorunda kaldık. Günün yorgunluğuyla ben de erkenden uyuyakalmışım.

Her iki buluşma da günümüzü çok özel bir hale getirdi. Her iki buluşmada da yeni arkadaşlar edindik. Sabah, arkadaşımın uzun süredir Almanya'da yaşamakta olan kardeşiyle ilk kez karşılaştık ve uzun süre sohbet ettik. Akşam ise hemşehrim olan eğlenceli bir ailenin de kutlamaya katılmasıyla hoş zaman geçirdik. Bizler eğlenirken çocukların eğlenmelerini ve birbirleriyle kaynaşmalarını izlemek ayrı bir keyifti. Oğlumun geride bıraktığı iki yaşında da nispeten sade doğum günü kutlamaları yapmıştık ama üçüncü yaş gününün daha hatırlanacak bir gün olması için şimdiden düşünmeye başladım.

27 Ağustos 2014 Çarşamba

Anpanman

Oğlumun son merakı Anpanman. Kahvaltı bitince televizyonun karşısındaki kanepeye kurulup, "Anpanman bakalım", diyor. Televizyonu açıp istediği videoyu açana kadar söyledikleri kelimeler şöyle:
"Anpanman bakalım...kumanda neede...Eren otuudu...aç, aç...". Anpanman başlayınca sesi soluğu çıkmadan izlemeye koyuluyor.

Anpanman, bir Japon çizgi kahramanı; yani bir anime. 1973 yılından beri yayında olduğu için birçok Japonun çocukluğunun bir parçası haline gelmiş. 2009 senesinde 1000 bölümü geride bıraktıktan birkaç ay sonra, yaratıcısı olan Takaşi Yanase 94 yaşında hayata veda etti. Ancak yeni bölümler yazılmaya, yayınlanmaya, Anpanman temalı oyuncaklar piyasaya çıkmaya devam ediyor. Bu sene başında annesiyle Japonya'ya giden oğlum da Anpanman'a olan ilgisini böyle edindi. Televizyonda seyretti, kuzeninin oyuncaklarıyla oynadı ve kafasında yer etti. Kayınpederimin Japonya'da kaydedip, bizim Türkiye'ye getirdiğimiz birkaç çizgi film bölümünü de tekrar tekrar seyretmekten henüz bıkmadı.

Konu olarak da kısaca değineyim ki sadece çocuklar için bir eğlence değil, eğitimin de bir parçası olan animelerin Japonya'da nasıl kullanıldığı anlaşılsın. Anpan kelimesi, içi kırmızı fasulye ezmesi (an) ile doldurulmuş poğaça (pan) anlamına geliyor ve Japonya'da epey ünlü. Sona eklenen man kelimesi ise, örneğin başka bir çizgi karakter Batman gibi bir kişi niteliği kazandırıyor. İngilizceden alınmış ama yazıldığı gibi okunuyor. Yani Anpanman, 'Kırmızı Fasulye Poğaçası Adam' gibi bir anlama geliyor. Onun düşmanı olan Baikinman, yani 'Bakteri-adam' yiyeceklere virüs bulaştırarak hastalıklara sebep oluyor. Sonuna man eki getirilerek kişileştirilen yiyecek-karakterlerin tümü Japon yemeklerinden oluşuyor. Böylece çocuklar kendi kültürlerini, yemeklerini öğreniyor, daha önce tatmadıkları yiyecekleri merak edip istiyor, mikropların zararlarını algılıyorlar.

Nagoya'da Anpanman Çocukların Müzesi ve Parkı [1] adı altında bir de çocuk eğlence parkı bulunuyor.  Bu senenin 24 martında, ben de eşim ve oğlumla birlikte bu müzeyi ziyaret etmiştik. Büyük bir kısmı açık alanda olan bu parkın içi tamamen çocukların eğlencesi için tasarlanmış oyun alanları ile dolu. Ve tabii ki, tüm nesnelerde Anpanman ve diğer çizgi karakterler ve onların evleri, eşyaları, vs var. Çocuklara, seyrettikleri çizgi filmin dünyasına girdiklerini hissettirmek için ellerinden geleni yapmışlar. Bir kısmını uyuyarak geçirmiş olmasına rağmen, oğlum da bu müzede gayet keyifli zaman geçirdi.

İçinde bulunduğunuz süre içinde çeşitli gösteriler de yapılıyor. Örneğin, karakterlerin kılığına bürünen oyuncular tarafından canlandırılan küçük bir tiyatro gösterisi yapılıyor ve bu gösteri olurken alandaki herkes toplanıp seyre koyuluyor, resimler ve videolar çekiyor. Elbette, bir poğaçadan bahsederken, müzede bir fırın olmaması düşünülemez. Restoran, dondurmacı, hediyelik eşya mağazasının yanı sıra içeride bir de anpan yapan fırın var. Çizgi karakterlerin yüzleri şeklinde çeşitli poğaçalar, açmalar yapıp satışa sunuluyor. Üstelik günün her saati kasalarda uzun bir sıra oluşuyor.

Müzenin hemen yan tarafında bulunan luna park, benim çok daha fazla ziyaret etmek isteyeceğim bir yerdi. Yerinde bir ifade ile "yetişkinlerin oyun parkı" diyebileceğim bu parkta tam bana göre adrenalin yükselten eğlenceler bulunuyor. 2010'daki Japonya ziyaretimde bu parka gitmiştim ama benim gibi biri için tekrar tekrar gitmekten bıkılacak bir yer değil (ilgili yazı: Nagaşima). Ancak biz günümüzü oğlumuza ayırdığımız için Anpanman Müzesi'nden başka yere geçmedik. Aradan aylar geçti ve oğlumun Anpanman'a ilgisi gün geçtikçe artmaya devam ediyor. Çizgi filmin yeni bölümlerini seyrettiremiyor olmamıza üzülüyorum. Başka çizgi filmleri de izleterek boşluğu doldurmaya çalışıyoruz. Ancak Japonya'ya gelecek sefer gittiğimizde daha büyük bir koleksiyon alıp geleceğiz gibi görünüyor.
_________________________________________________________________________________
[1] Girişteki yazı İngilizce olarak 'Anpanman Children's Museum&Park' şeklinde yer alıyor. Bilgi için ağ adresi: http://tourismmiejapan.com/search/spot.php?act=dtl&id=178

7 Ağustos 2014 Perşembe

Yabancı Eşim İçin İkamet Uzatma İşlemleri

Türkiye'de bunlar olur, denir ya, burada yazdıklarım işte bunu doğrulayan bir örnek.

Eşim yabancı olduğu için Türkiye'de ikamet izniyle oturabiliyor. Beş sene önce evlendikten sonra Zeytinburnu'ndaki emniyet müdürlüğünden ikamet belgesini zorlu bir süreç sonunda almıştık. Japon olması sebebiyle, birçok diğer ülke vatandaşlarına tanınmayan beş senelik izin alabilmiştik. Bu sürenin sonuna gelindiği için ikameti uzatmak gerekiyordu. Artık e-randevu sistemine geçildiği için ve uzatma işlemleri ilçe emniyet müdürlüklerinden yapılabildiği için işlerin daha kolay olacağını zannediyorduk. Ama Türkiye'de, hele hele İstanbul'da yaşamanın zorluklarını bildiğimiz için işlerimizi erkenden bitirmek istedik ve olası aksiliklere zaman payı vererek sürenin dolmasına iki ay kala işlemlere başladık. Ancak o bile yetmedi!

Öncelikle, ikamet ettiğimiz ilçenin emniyet müdürlüğünden randevu almayı denedik. Ancak internetten yapılması gereken e-randevu işlemleri sürekli hata verdi. Düzelir diye birkaç gün boyunca tekrar tekrar denedik ama düzelmemişti. Bunun üzerine emniyet müdürlüğüne kendim gittim. Arızanın farkında olduklarını ve beklemekten başka bir şey yapılamayacağını söylediler. Şahsen başvuru ile randevu alınamıyormuş ve illa internetten alıp otomatik hazırlanan belgeleri yazdırarak gelmek gerekiyormuş.

Birkaç gün daha şansımı denedim ama olmadı. Bunun üzerine farklı ilçelerin emniyet müdürlüklerinden e-randevu almayı denedim. Çoğu bozuktu ama bir gün tesadüfen komşu ilçenin emniyet müdürlüğünden randevu alabildim. Ancak sistem randevuyu bir ay sonrasına verdi, yani ikamet süresinin bitmesine on gün kalaya.

Bu süre içinde istenen belgeleri topladık ve beklemeye başladık. Günü gelince, emniyet müdürlüğünün yerini bilmediğim için navigasyon kullanarak arabayla gittik. "Varış noktasına geldiniz" uyarısını aldığım yerde, bırakın emniyet müdürlüğünü, bekçi kulübesi bile yoktu. Arabadan inip etraftakilere sordum. Çoğu bilmediğini söyledi. Nihayet aralarından biri emniyet müdürlüğünün taşındığını söyleyerek yolu tarif etti. Navigasyonun eski olduğu sanılmasın; güncel bilgileri ağdan alan bir sistemi var(!). Ayrıca ben de bir gün öncesinde Google Haritası ile baktığımda aynı yanlış noktayı gösteriyordu. Yani iki farklı yerden aldığım teyit ile gitmiştim.

Yolda birkaç kez daha durup sorarak on beş dakikalık bir gecikmeyle nihayet emniyet müdürlüğünü bulduk. Gecikme sebebiyle bir sorun yaşamadık. Ama memur, ikametimiz o ilçe olmadığı için oradan alamayacağımızı söyledi. Almaya değil uzatmaya geldik, dediysek de, e-randevu bozuk olduğu için bizimkinden alamadık, dediysek de ısrarla mümkün olmadığını söyledi. Peki; farklı yerden olmayacağı niye e-randevu alırken internet sayfanızda yazmaz?? İstenen bilgiler arasında ikamet ettiğim ev adresini ilçesiyle birlikte yazıyorum. Zaten doldurulması zorunlu alan. Buna rağmen niye farklı yerlerin seçilebilmesine izin veriliyor?? Ya adresimi yazdıktan sonra ilgili ilçe emniyet müdürlüğünü otomatik getir, ya da farklı yer seçsem bile en azından bir uyarı ver, işlemi ilerletme! Memur, haklısınız sistem kötü, diyerek savuşturdu.

Olay bu kadarla bitmedi.

Yapılması gereken tek şey tekrar ve bu kez kendi ilçemizdeki emniyet müdürlüğünden randevu almaktı. Neyse ki artık e-randevu sistemi haftalar sonra düzeltilmişti. Ancak tam iki buçuk ay sonrasına randevu veriliyordu! Yani eşimin ikamet izin süresi bittikten aylar sonrasına. Bunun önemli olmadığı ve 'randevunun alındığı tarih geçerlidir', diye bir açıklama vardı. Bu açıklamaya güvenmekten başka yapılacak bir şey yoktu. İşleme devam ettim. Onaylama kutusuna tıkladığım zaman ise zaten randevum olduğu için onaylanmadı. Önce eski randevuyu iptal etmek gerekiyormuş.
Zamanı saatler önce geçmiş olan randevuyu iptal etmek!! İptal işlemi için internet sayfasındaki adımları takip ettim. Bu sefer şahsen gidip iptal etmem gerektiği şeklinde uyarı aldım ve iptal işlemi onaylanmadı. Yahu madem internetten iptal ettirmiyorsunuz, iptal işlemini internete niye koydunuz?? Ya da birkaç saat önce ben bizzat oradayken niye iptal etmediniz?

Özetle:

  • E-randevu almanız gerekiyor, şahsen gidince bile randevu alamıyorsunuz, e-randevu bozuksa alternatif yöntem yok, düzelsin diye dua edip bekliyorsunuz.
  • Oturduğunuz ilçenin emniyet müdürlüğünde işlem yaptırmak zorundasınız, e-randevu alırken zaten oturduğunuz ilçeyi belirtmek zorundasınız ama başka ilçeden/şehirden randevu alabiliyorsunuz; gidince geri çeviriyorlar ama olsun hizmet hizmettir!
  • Randevu aylar sonrasına veriliyor, geçmişte kaldığı için gerçekleşme olasılığı olmayan eski randevunuz varsa internetten iptal etmeniz için olanak var ama yine de şahsen gitmeden iptal etmenize izin verilmiyor. Çok eğlenceli!

Neredeyse karımla aynı evde oturmayayım diye bilerek yaptıklarını düşüneceğim! Şansımı deneyip geri çevrildiğim emniyet müdürlüğüne telefon ettim ve durumu anlatıp açık kalan randevumu iptal etmelerini istedim. Tamam, diyerek "şimdi" yapacaklarını söylediler. Birkaç saat sonra tekrar denediğimde randevunun halen iptal edilmemiş olduğunu gördüm. Tekrar telefon ettim. Beşinci ya da altıncı aramamda ilgili kişiye ulaştım. Emniyet müdürlüğünde internetin çalışmadığını söylediler! Bu yüzden iptal edememişler, gelince edeceklermiş.

Üst üste bu kadar aksiliğin çıkması tesadüf olamaz sanırım.

Zaman daraldığı için elimde çok az seçenek vardı ve ben de hiç huyum olmayan bir şey yaptım. Çünkü, ne olursa olsun kurallara kanunlara uyayım, başkalarının önüne geçmeyeyim, diye attığım adımlar bizi açıkta bırakma noktasına getirdi. Bu yüzden emniyette tanıdıkları olan bir arkadaşımı aradım. O da bizim ilçedeki emniyet müdürünü arayıp benim geleceğimi söyledi. Aynı gün eşimle gittik. İşlemimiz birkaç dakika içinde bitti [1]. Şunu da belirteyim ki, mesai saatinin sonlarına doğru gittiğimiz için bekleyen kimse yoktu, kimsenin önüne geçip sırasını gasp etmedik, kimsenin gecikmesine sebep olmadık, hatta işimizi yapan memur arkadaşın mesaisinin uzamasına da sebep olmadık.

Bu olanağa sahip olmasaydım, iki ay önce başladığım adımların sonlanması için toplam beş buçuk ay geçecekti ve belki de eşim burada kaçak durumunda kalacaktı. Ülkemizin gerçekleri bunlar. Ve bu "gerçekleri" ülkemize yerleştiren şahıs birkaç gün sonra yapılacak seçimlerde cumhurbaşkanı adayı! Bu ve benzer durumlar bir vatandaşı olarak beni gitgide ülkemden soğutuyorsa, vatandaşı olmayan eşimde nasıl duygular uyandırıyor varın siz düşünün.
_________________________________________________________________________________
[1] Birkaç dakika içinde emniyetteki işlem bitti. Sonrasında vergi müdürlüğü ve mal müdürlüğüne ayrı ayrı gidip iki harç yatırdıktan sonra tekrar emniyete dönüp işlemlerin son aşamasını halletmemiz gerekti. Sonrasında ise yeni tezkere belgesinin elimize gelmesi için yaklaşık üç ay gerektiği söylendi. Şu an beklemedeyiz..

3 Ağustos 2014 Pazar

Zülfikar Kalfa

Oturduğumuz apartmanın arka sokağının tek girişi var. Yani çıkmaz sokak. Kentsel dönüşüm ayağına Kadıköy'ün her yerinde eski binalar yıkılıp yeni apartmanlar yapılıyor. Bizim çıkmaz sokağın başındaki bina da bundan nasibini aldı. Şu an inşaat çalışması var. Ancak beton dökme gibi işler yapılırken sokağı tamamen kapatıyorlar. Arabalar ya içeride ya da dışarıda kalıyor. Önceden bildiriyorlar ama yine de sokak sakinleri tarafından büyük bir şikayet sebebi.

Cuma günü yine benzer bir duyuru asmışlar ve dün kapatılacağı yazıyordu. Çalışma günlerinde insanlar arabalarıyla sabah gidip akşam geldikleri için çok sorun olmuyor ama dün cumartesi olduğu için itiraz ettik. İnşaata gidip şikayette bulunduk. Bizi Zülfikar Boran adında bir kalfa karşıladı. Uzun boylu, sağlam yapılı, 43-45 yaşlarında bir adam. İtirazımızı dile getirdik ve kapatmanıza izin veremeyiz, dedik. Zülfikar kalfa, haklı olduğumuzu, sağ elini yumruk yapıp havaya kaldırarak "her türlü demokratik hak mücadelesine" destek vereceğini söyledi. Hemen telefon edip ilgili kişilere haber vermelerini söyledi, zira kendisinin yetkisi yoktu. Telefonu kapatıp haber gelmesini beklerken ayaküstü sohbete tutuştuk. Anlattı da anlattı. O üstü başı toz kir içinde olan, eli kolu bacakları yaralarla dolu olan adamın zeki biri olduğunu anlamamız çok sürmedi. İçimiz burkuldu. Rus klasiklerini okuduğundan tutun, memleketi olan Kars'taki okullardan, "cemaat dershaneleri"ndeki oyunlardan, gösterilere katıldığı için yargılanıp "demokrat" bir hakime denk gelip salıverilmesinden, Rusya'da çalışmasına, oradaki deneyimlerine kadar bize epey dil döktü. Zehir gibi bir adam. Düşündüm ki, Anadolu'nun her yerinde akıllı çocuklar var ve bunların beyinleri, perişan edilmiş eğitim sistemiyle törpülenip etkisizleştiriliyor. Sonra inşaat işçisi, maden işçisi yapılıp kaderine razı ediliyor. Tırnak içinde yazmalarımdan da anlaşılacağı gibi Zülfikar kalfa demokrat, demokrasi kelimelerini sıkça kullanıyordu.

Bu tanışmamız, bize bir şeyi tekrar hatırlattı: eğitim düzeyi ne olursa olsun, biraz bile kafası çalışan, hayat deneyimi olan herkes rte'den ve akepenin getirdiği düzenden şikayetçi. Rte demişken; Zülfikar kalfa, 2002 senesinde RT Erdoğan ile Rusya'da karşılaşmış ve sohbet etmiş. Bunu sohbetin sonlarına doğru söyledi. "O zaman böyle padişah gibi değildi. Yeni başbakan olmuştu. Konuştum biraz", dedi. Zülfikar kalfa Rus klasiklerinin hepsini gerçekten okudu mu bilmem ama karşımızda konuşan kişi boş laf eden, verilene razı olan, höt dendi mi boynunu büken bir adam değildi. Siyasetten, memleketten, neler döndüğünden haberdar, gayet gerçekçi konuşan biriydi.

Eve dönünce internette adını aradım ve rte ile konuştuğu haberini birkaç yerde buldum. İlginçtir, hebere göre Zülfikar kalfa Erdoğan'a "Kürt sorununu halletmeniz lazım", diyor. Erdoğan sonra ona Kürt sorunu diye bir şey olmadığını söylüyor. Sözleri aynen şöyle: "Sorun var diye inanmayacaksın, sorun yok diye inanacaksın. Sorun var diye inanırsan sorun olur. Sorun yok dersen sorun ortadan kalkar. Biz diyoruz ki, bizim için böyle bir sorun yok". Ne kadar dahiyane bir saptama!! Oysa kendisinin 2005'te "Kürt sorunu vardır" dediğini gayet iyi biliyoruz [1]. Bunu muhtelif yerlerde teyit etmiştir. Sonraları "artık yoktur" falan demiştir [2]. Yerine göre daha başka bir sürü şey demiştir. Zaten her gün her yerde bir sürü şey diyor.

Zülfikar kalfanın konuşmasına dair haberlerden birine aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz:
http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2002/12/25/226054.asp İşte bu inşaat ustası, şimdi yanı başımızdaki inşaatta çalışıyor ve yaşadığı tartışma akepelilerce pek hatırlanmamış olacak ki, üç beş kuruş da olsa halen iş tutmasına izin veriliyor.
_________________________________________________________________________________
[1] http://www.milliyet.com.tr/kurt-sorunu-benim-sorunum-/siyaset/siyasetdetay/02.06.2011/1397439/default.htm
[2] http://www.haberturk.com/gundem/haber/626064-bu-ulkede-artik-kurt-sorunu-yoktur

24 Temmuz 2014 Perşembe

24.07.2014

Bir şeyler yazıyorum ya da söylüyorum ya.
İşte yazdıklarım veya söylediklerim bazen bazı taşları yerinden oynatıyor.
Bu da benim için söylediklerimin doğru olduğunu kanıtlıyor.
Ama sözlerimi muhatap alanlar diyorlar ki,
keşke böyle demeseydin, işin doğrusunu bilmiyorsun.
İyi de arkadaş,
ben bildiğim doğruları söylüyorum.
Doğru bildiklerimde bir yanlışlık varsa, hesabını, bana "doğru"sunu söylemeyenden soracaksın,
ki kim olduklarını sen zaten biliyorsun.
Zira onlarla birlik olmuşsun.
Benim anladığım,
sizler ya yalancısınız ya korkak.
Nereden bakarsan bak, ben doğru diyorum.

17 Temmuz 2014 Perşembe

Koşmasaydım Yazamazdım ve Semerkant

Bir kitap hakkında yazmayalı epey zaman oldu ama bu süre içinde kitap okumaktan vazgeçmiş olduğum anlamı çıkarılmasın. Bitirmiş olduğum kitapların ikisini ve hissettirdiklerini bu satırlara taşıyarak bu boşluğu doldurayım istedim.

Hakkında ilk yazacağım kitap Haruki Murakami'nin Türkçeye çevrilen son kitabı Koşmasaydım Yazamazdım, benim için çok özel bir yere sahip oldu. Çünkü birçok yerinde kendimden bir şeyler buldum, daha doğrusu kendi hayatımda yapmak istediklerime, hayallerime yakın buldum. Yazar, koşmaya olan tutkusu etrafında yaşadıklarını bir günlük tutmuşçasına yazıya dökmüş. Gerçek yaşamından kesitler aktardığı için ve ben diğer kitaplarını okumuş olduğum için romanlarına ilham kaynağı olan bazı olayları ve kişileri sezinledim. Örneğin, 1Q84'teki Aomame karakterini yaratırken esinlendiği kişi, tahminimce, yazara esneme hareketlerinde yardımcı olan bayan antrenör idi. Fazla ayrıntıya girmeyeyim.

Kitabın orijinal adının tam tercümesi Koşmaktan Sözettiğimizde Sözünü Ettiklerimiz. Murakami, kitabın sonunda, bu adı koyarken Raymond Carver'ın Aşktan Sözettiğimizde Sözünü Ettiklerimiz adlı eserinden esinlendiğini ve kullanmak için Carver'ın eşinden izin aldığını belirtmiş. Carver'ın kitabı Türkiye'de aynı adla yayınlanırken Murakami'nin kitabının neden Koşmasaydım Yazamazdım gibi bir adla yayınlandığına anlam veremiyorum. Orijinal Japoncasının toplam on bir kelimeden oluştuğu ve kitabın Japonya'da bu yüzden eleştiriler aldığını da not olarak düşelim.

Her ne kadar benim asıl ilgimi çeken kısım kendisinin yazar olmaya nasıl karar verdiğini ve sonrasındaki gelişmeleri anlattığı bölüm idiyse de, koşu tutkusunu hayatına ekleyerek kendisini disiplin altına alması ve yaşamını şekillendirmesi hayranlık vericiydi. Bu kitabın, benim adıma da bir motivasyon kaynağı olduğunu söyleyebilirim. Bundan sonra yapmak istediklerim, daha doğrusu hayata geçirmenin hayalini kurduğum yaşam için beni cesaretlendiren bu kitabı birkaç kez daha okuyacağımı sanıyorum.


Burada yer vereceğim diğer kitap, Amin Maalouf'un Semerkant adlı kitabı olacak. Birçok kişi kitabın adını ve kapağındaki resmi görünce eserin bir şehrin hikayesi olduğu yanılgısına düşebilir. Tıpkı benim gibi. Kitabın yaklaşık yarısına kadar geldiğinde ise Ömer Hayyam'ın yaşamının anlatıldığını sanabilir. Ama o da değil. Evet, anlatılan hikaye Ömer Hayyam ile yakından ilgili ama onun yaşamının değil, Semerkant Yazması olarak isimlendirilen Rubaiyat'ının, yani rubailerini yazdığı kitabın hikayesi. Kitabın isminin neden Semerkant Yazması konmadığı benim için de bir soru işareti.

Ünlü sanatçımız Fazıl Say'ın başına dert açmak için de bahane edilen Ömer Hayyam rubailerinin hikayesi 1072'de, Hayyam 24 yaşındayken Semerkant'a gelişiyle başlar. Tarihsel olaylarla harmanlanarak anlatılan hikaye, Haşşaşinlerden Selçuklulara, Hasan Sabbah'tan Cemaleddin Afganî'ye, Tahran'dan Londra'ya hatta Titanik'e kadar uzanan büyük bir serüveni içine alarak romanlaştırılmış.

Benim gibi bir tarihsever için bu kitap isabetli bir seçimdi ve beni hayal kırıklığına uğratmadı. Aynı zamanda bir oyunsever olan bendeniz, Haşşaşinlerin anlatıldığı bölümü okurken, severek oynadığım Assassin's Creed adlı oyundaki Altair karakterinin yaratılmasında bu kitaptan esinlenilmiş olduğunu düşünmeden edemedim. Kitabın ilk basımının 1993 olduğu göz önüne alındığında bu durum daha da akla yatkın geliyor.

Her zaman yaptığım gibi, bu kitabı da okurken kenarlarına not düştüğüm ve altını çizdiğim yerler oldu. En çok etkilendiğim yerlerden birini aktararak yazıma son veriyorum:

Hayyam, Cihan isimli kadını görüp ona aşık olduğunda ağzından şu sözler dökülüyor:
"Zamanın iki yüzü, boyutu var; uzunluğunu güneşin seyri belirliyor, kalınlığını ise tutkular."

27 Haziran 2014 Cuma

Doktor Var, Doktor Var

Rahmetli babamın bir gün başı döndü, yere yığıldı, hemen hastaneye kaldırdık. İlaçlar verildi, serumlar takıldı. Birkaç gün sonra düzeldi. Nedendir diye araştırma yapıldı. Doktorlar bir o test, bir bu test, birçok tetkik yaptılar. Her test aynı hastanede de yapılamıyor. Adamcağız annemin kolunda bir o hastane, bir bu laboratuvar koşturdu. Bir de şu testi yaptıralım, bir de şu değerleri görelim, şuna da ihtiyacımız var, diyen kalp ve damarcı, beyinci, nörolog, kim ne dediyse yaptırdık; kaç paraysa verdik. 

MRlar çekildi, baş dönmesi ve denge kaybı beyincikle ilgili olabilirmiş ona da bakıldı, kulakla da ilgili olabilirmiş ona da bakıldı, elektronik anjiyo yaptılar, tüm vücut damar haritası falan çıktı. Aradan iki ay falan geçti. Baktılar, bir şey bulamıyorlar (ya da yeterince söğüşlediklerini düşündüler) birkaç ilaç yazıp gönderdiler. 

Aradan 2 sene geçti babamın tekrar başı döndü. Tek başına yürüyüşe çıkmış, yanında biz de yokuz. Bu sefer resmen gidiyordu. Onun fenalaştığını görüp yanına gelen ve babamın telefonundan annemi arayan o adamın yerinde babamın telefonunu da alıp kaçacak olan başka birisi olsaydı kesin gitmişti. (Ne kendisini gördüğümüz, ne de bulup teşekkür etme fırsatı bulabildiğimiz o kişiyi, bu satırları yazarken bir kez daha minnetle anıyorum). Babam gene kefeni yırttı. Tekrar o test bu test, bu sefer durum daha ciddi olduğu için daha pahalı başka testler falan gene sonuç yok. Ama bu işte bir iş var. Çok iyi bir doktor olan Ayla yengem (maalesef kendi uzmanlık alanına rastlayan bir hastalık değildi) bir de şu doktora gösterelim deyince, o doktora gittik.


Doktora durumu anlattık. 
Adam hmm dedi.
Kulağına stetoskopu taktı.
Babamın boynunu dinledi.
Tamam buldum, dedi.
!!

Beyni besleyen ana damarlardan birinde %90 oranında bir tıkanma varmış. Bu oran, doktorun yönlendirmesiyle tekrar yapılan anjiyoda çıktı. Daha önceki elektronik anjiyoda anlaşılamamış çünkü elektronik anjiyo normal anjiyo kadar detay göremiyormuş. (Bence bakmasını bilene o da gösterirdi). Elektronik anjiyonun parasını aldıktan sonra “daha çok detay lazım” diyerek yaptırdıkları normal anjiyoda da tıkalı olan damara değil başka yerlere bakmışlar. Bunlara doktor dersek dolandırıcılara ne diyeceğiz?

Yani iki sene boyunca onca paralar döküp bizi o hastane bu laboratuvar gezdiren doktorlar teşhisi koyamazken, bir doktor bir muayene ücreti karşılığı birkaç saniyede sadece stetoskopla dinleyip farklı bir ses duyarak teşhisi koydu.

Babam ameliyat oldu ve tıkalı damarı açtılar. Bir daha baş dönmesi gibi bir sorunla karşılaşmadı. Ameliyattan iki sene kadar sonra farklı bir hastalık sebebiyle aramızdan ayrıldı. Blogumun en çok okunan yazısı olan Kızımın Doğum Günü'nde ve Kulak Doktoru başlıklı diğer yazımda benzer iki doktor deneyimimi aktarmıştım. Şu an yine benzer bir durumla karşı karşıyayım ama onu anlatmak yerine babamın bu yaşadıklarını anlatayım dedim ki, sadece kötülerin olduğu bir sağlık sektörüne muhtaç olduğumuz karamsarlığına kapılınmasın.

16 Haziran 2014 Pazartesi

Başarının Cezası

(05.07.2014: Yazmış olduğum bu yazıyı, yaklaşık bir hafta yayında kaldıktan sonra, aşağıda bahsettiğim arkadaşımın(!) şahsi ricası üzerine buradan kaldırmıştım. Virgülüne kadar her kelimesinin arkasında olduğumu, yazdıklarımı her ortamda savunacağımı ve bu ricanın arkasında başka bir sebep olduğunu hissettiğim anda yazıyı tekrar yerine koyacağımı belirtmiştim. Arkasında başka bir sebep olduğu ortaya çıktığından dolayı, üstelik de kendisinin tetiklediği bilgi erişimleri sonrasında, yazıyı aynı şekilde tekrar yayına aldım. Sadece ve sadece bir değişiklik yaptım: "20 senelik arkadaşım" olarak bahsettiğim kişinin dürüst olduğunu söylediğim kısımları kaldırdım. Orijinal halini bozmamak adına o sözlerin üstü çizilidir ve eklediğim cümle mor renkle yazılmıştır. Anlaşılan o ki, bu konuda bana itiraflar gelmeye devam edecek ve ben de yeni şeyler öğrenmeye devam edeceğim. Bu işin aslını da yine blogumda bir gün yazacağım. Yazının tarihi 16.06.2014tür.)

Burada yazdığım yaşanmış gerçekler, tipik bir "Satışçı proje satamadı, projeciyi cezalandıralım" olayıdır. Aslında çok daha fazlasıdır ama giriş böyle olsun, devamını aşağıda ayrıntılayalım. Yazdıklarımı, bireysel bir takım deneyimlerin aktarılması, ve okuyanların bireysel çıkarımlar elde etmesi esasına dayanarak yazdım. Şirket içinde yaşanan bir takım değişimler bu yazının konusu dışında kaldığından içeriğe dahil edilmemiştir.

20 senelik arkadaşımın isteğiyle ve desteğiyle, onun yöneticiliğinde ve verdiği bir takım güvencelerle, daha az maaşa ve imkâna razı olarak çalışmaya başladığım şirkette, beraber çalıştığım proje ekibinin gayretli çalışmalarıyla birlikte, önemli bir projeyi başarıyla tamamladık. Üzerine, müşterimizle senelik bakım anlaşması yaptık. O da yetmezmiş gibi, bir de başarı hikayesi aldık, medyada yayınlandı ve şirket, yeni proje satışları için bunu referans olarak gösteriyor ve gösterecek. Yani, bir projeci bundan daha başarılı olmalıydı, derseniz bunların altına ekleyecek bir satır bulamazsınız.

Ancak tüm bunlara rağmen satış ekibinin yöneticisi yeni bir proje satma becerisini gösteremedi. Bunun üzerine, bizim bölümün maliyetini düşürmek için başarılı olanları hedef seçti. Maliyetimin yüksek olması bahane edilerek işten çıkarılmamı yönetim kurulunda oylamaya sunup çoğunlukla kabul ettirdi.
Yani şirketin verdiği mesaj şu idi:
Sen ne kadar başarılı olursan ol, biz seni işten çıkarmak için gereken çoğunluğu sağlarız...

Karşılıklı konuşmalarımızda bana söylenen ve son cümlesi dışında samimi olduklarından emin olduğum sözler şunlardı: "Biz senin çalışmalarından da, şirket içindeki ilişkilerinden ve arkadaşlığından da çok memnunuz. Yollarımızı ayırmak istemeyiz. Ama şartlar böyle yapmamızı gerektiriyor". Yani yukarıdaki mesaja şu ekleme yapıldı:
...çünkü bizim için para, başarıdan ve arkadaşlıktan daha önemli.
Başarıyı hazırlayan altyapı nedir, diye sormak gerekir.

Kendisi şirket ortaklarından olduğu için ve aynı zamanda genel müdürlük görevini de yürüttüğü için [1] konumu sağlamdı. Başarısızlığı ne kadar aşikar olursa olsun itiraf edecek kimsenin çıkmayacağına güveniyordu. Oylama yapması ise başlı başına bir dalavere idi. Yeterli çoğunluğu başta sağlamamış olsa ya da sağlamayacağını bilse oylama yaptıramazdı. Oylama!! Benim değil, kurulun kararı, demeye getirip kendisinin hedef olmaktan kurtulacağını ve diğer çalışanların gözünde itibarını koruyacağını düşündü. Yani kendisi kurnaz, çalışanlar aptal(!). Anlaşılan o ki, seçim hileleri yapmak ve başkalarını aptal sanmak tüm dincilerin ortak özelliği. Bir diğer ortak özellikleri olan iftirayı arkamdan ne şekilde yapacaklar merak ediyorum. Aksi yönde oy kullanmış olanlar, haysiyetli kişiler olduklarını göstermişlerdir. Onlar, bu yazının birçok yerinde bahsedilenlerin kendileri olmadığını bilirler.

Ben iki noktada yanılgı yaşadım. İşe girmeme sebep olan ve uzun süre birlikte çalışacağımız üzere konuşma yaptığım arkadaşım bu şahıslar hakkında iyi şeyler söylemişti ve ben de onun sözlerine güvenip onları adam zannetmiştim. Birinci yanılgım bu idi. Başlarındaki kişi, bizim bölüm üzerinde baskı kurmaya başlayınca arkadaşımın yani yöneticimin tavırları da değişti. Son haftalara doğru dahil olmam gereken işleri vermeyip yapmakla yükümlü olmamam gereken işler verdi ve bunların hesabını sorar oldu. Teşbih yaparak anlatayım; yolcu uçağının kaptan pilotu yardımcı pilota şöyle der: "Bugün yolculara çayları, kahveleri sen dağıt. Uçak personelinin her işi yapabiliyor olması lazım. Yoksa kimse bizim uçağa binmez." Hostes işe alırsın, maaşını ona göre verirsin, ya da her işe koşturacak altyapıyı ve motivasyonu sağlarsın.
Geri çevirdiğim görüşme teklifleri. Birinin tarihinin 5 Kasım,
yani işten çıkarılmam oylanmadan birkaç hafta önce olduğuna
dikkat çekeri
m.
Ancak işin başında, altı ay sonra maaşımı artıracağını söyleyip, on üç ay sonra maaşsız bıraktı. Üstüne de, sana zaten filancadan falancadan daha fazla para veriyorum, diye laflar etmeye başladı. Bunları, beni şimdiye kadar aldıklarımdan daha az maaşa ve imkana razı olmam sırasında söyleseydi, ben de diğer teklifi değerlendirirdim. Uzun süre birlikte çalışacağımıza o kadar ikna edilmiştim ki, çalıştığım süre içinde gelen iki iş görüşmesi teklifini bile geri çevirmiştim. İkinci yanılgım, güvenmek idi. Yani suç bendedir!

Sonuçta bir şirket, kârlılığını korumak zorundadır ve bunun için gereken önlemleri almalıdır. Maliyet düşürmek de şirketin olağan tavırlarındandır. Gelinen noktada bizim bölümün elinde yeni bir proje geliri olmadığı için şirketin bölüme harcadığı para bölümün gelirinden daha fazla durumdaydı. Şirketin bir önlem alması gerekiyordu. Ancak, şirkete başarı kazandırıp bu başarının sektör medyasında yayınlanmasını sağlayan kişileri devre dışı bırakıp, görevi satış yapmak olan ve bunu beceremeyen kişiyi korumanın sonuçları gerçekten şirketin yararına mı olur? Sonuçta başarılı olan kişi değer katacağı farklı bir pozisyonda da değerlendirilebilir ki bana da bu teklif zaten yapılmıştı ve kabul etmiştim. Ancak birkaç gün içinde birilerinin oyunuyla bu da bozuldu.

İşin başında şirket deseydi ki, proje seneye biteceği için bir sene kontratlı olarak işe alacağız, o zaman ya ben kabul ederdim ya da kabul eden başkası alınırdı, proje bitiminde de yollar ayrılırdı. Ama şöyle yaptılar: biz bir aileyiz, başarımızı buna borçluyuz, birlikte uzun süre çalışmak istiyoruz, diyerek işe aldılar, başarı geldiği anda oylama yapıp işten çıkarmak istediler. Aynı kandırmacayla işe aldıkları birini de, başladıktan altı ay sonra işten çıkarmaya kalkmışlar, ki bu arkadaşın da iş hayatında başarılı olacağından kuşkum yok. Kendisinden önce satış müdürü olan ve bezdirilerek ayrılmasına sebep olunan diğer satışçı arkadaş ise şu an başka bir şirkette çalışıyor, çok başarılı, yüksek hacimli ve kıskandıracak ölçüde satışlar yapıyor. Böylesine başarı gösteren bir kişi, benzer işleri bu şirkette yapamadıysa bunun sebebi gerçekten kendisi olabilir mi!.. Ne demişler, at sahibine göre kişner.

Sonuçta benimle çalışmaya devam etmek isteyen arkadaşımın aracılığı ile, bana ödenmesi gereken tazminatı istemediğimi söyledim ve yeni proje alınana kadar ücretsiz izin talep ettim. Kabul edildi. Bu kadar uzun süreceğini tahmin etmeyerek ücretsiz izinli olduğum dönem içinde iki önemli proje satışının kaybedildiğini gördüm. Bunlardan birinde teklif verdiğimiz GSM şirketi, bizim yerimize, kendilerini 2005'te 50 milyon dolar zarara uğrattığı için o seneden beri kapıdan içeri sokmadığı rakibimizi tercih etti! [2]. Kime kaybedildiğini düşünebiliyor musunuz?! Diğeri daha da vahim: siyasî fikir yakınlığı sebebiyle uzun senelerden beri farklı projelerde iş yaptığı şirket bile başkasını tercih etti. Yani iş yaparken bizden mi koşulu arayan şirket, onlardan olmayanı olana tercih etti. Arkadaşım bu durumu savunurken, projenin, danışmanlık farkı yüzünden değil, üretici firmanın lisans fiyatı farkı yüzünden kaybedildiğini söyledi. İyi de, bir satışçının zaten orada devreye girmesi ve kendini göstermesi lazım değil mi? İki yönlü ilişkilerini kullanıp ikna kabiliyetini ve iş bitiriciliğini bu aşamada göstermesi lazım değil mi?

Bu iki büyük başarısızlıktan sonra, daha fazla beklemenin bir anlamı olmadığını, yeni proje alınsa bile şu ya da bu nedenle oylama ayağıyla iş sürekliliği sağlanmayacağını ve bu şirket çatısı altında bir gelecek görünmediğini düşünerek derhal yeni iş arayışına geçtim. Derhal, diyorum ama aslında geç kalınmış bir karardı; geç anladım. Şanslıydım; beni tanıyan, bana inanan bir arkadaşımın aracılığıyla kısa bir süre önce yeni bir işi kabul ettim.

Şunları da mutlaka söylemem gerekir: Yöneticim olan arkadaşım, yaklaşık 15 senedir içinde olduğum iş hayatımdaki, teknik bilgisi en iyi olan yöneticiydi. Elemanlarının yaptığı işi, teknik açıdan bile onlardan daha iyi bilen, yardım eden, yönlendiren bir başka yöneticim olmadı. Kendisi de dahil, birlikte çalıştığım ekip arkadaşlarım dürüst, özverili ve sorumluluk sahibilerdi. Onların başarıdaki payı benden çok daha yüksektir, ve hatta ben, kendi başarımdaki payımı bile onlara borçluyum. Birlikte çok iyi bir uyum yakalamıştık ve güzel işler çıkardık. Umarım ben ayrıldıktan sonra onlara hak ettikleri değer verilir. Ahlâk sahibi insanların başında olduğu bir şirkette bir araya gelip tekrar birlikte çalışabilmeyi çok isterdim.

Sonuçta bu anlatılanlardan çıkartılacak dersler var. Özellikle, bu şirkette kalan genç çalışma arkadaşlarımın ve bu satırlara bir şekilde ulaşan çalışanların bu tecrübeleri dikkate almalarını isterim. Bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
1- 20 senelik arkadaşın da olsa lafına güvenme. Zira o, sözlerinde samimi bile olsa dizginler onun elinde olmayabilir. Para için herkes her şeyi yapabilir.
2- Seçeneğin varsa daha az maaşa ve/veya daha düşük mevkiye razı olma. Daha iyiyi hedefle ve arayışını sürdür.
3- Şirketin başarısı için sevdiklerine ayırdığın vakitten çalma. Gayretin ve başarın karşılıksız kalırsa en çok o vakte üzülürsün.
4- Hiçbir iş görüşmesi teklifini geri çevirme. Şirketine bağlı olman, şirketin de sana bağlı olduğu anlamına gelmez.
5- Biz bir aileyiz, diyenlerin patron olduğu şirketten kaçın. Biz, dediği seni kapsamaz.
6- Namazlı niyazlı olduklarını görüp hakkını gasp etmeyeceklerini sanma. Namazına değil parayla ilişkisine bak, diyen hadisi hatırla. Zaten namazın değerlendirmesini yapmak senin değil Allah'ın işi. Sen kendi işine bak!
7- Kendinden verme. Örneğin, şehir dışı iş seyahatlerini kendi arabanla yapma. (Ben benzin paramı bile zor aldım). Sen önemsemesen de, şirket bir kuruşun bile hesabını yapar.
8- Dürüst ve ahlâklı bir çalışma ortamı istiyorsan dinci patronların şirketlerinden uzak dur. Zaten teknik olarak şirket kelimesi, Türkçe'de de kullanılan Arapça şirk kelimesinden gelir ve ortaklık demektir. Bazen duyduğunuz ortaklık kurmak tabiri şirket kurmak ile eş anlamlıdır. Dinî anlamda ise Allah'a ortak koşmak demektir. Kur'an'da defalarca geçer ve "çok büyük bir zulüm" olarak nitelenir (bkz. Lukman, 13). Şirke bulaşmış kişiye müşrik denir. Yani müşrik, dinî anlamda Allah'a ortak koşan, teknik anlamda da şirket ortağı demektir. Dinî anlamda müşriklerin temel özellikleri namaz, oruç, hac gibi dinin fotografik olan ibadetlerini yerine getirirken, ahlâkî ve kul hakkı ile ilişkili olanları ezip geçmektir. Bu maddeyi niye bu kadar uzun tutup konuyu farklı bir yere çektin, diye sorarsanız; bahsettiğim kişileri düşündüğümde, yazmasaydım eksik olurdu, diye cevaplarım.
9- Kayıplardan bile edinilecek kazanımlar vardır. Yukarıda yazdıklarımın tamamı, okuyanların kişiliklerine, bulundukları yere, bakış açılarına ve daha bir çok etkene göre; kimine isabetli kimine sapkın, kimine yerinde kimine abartılı, kimine müthiş kimine rezil gelebilir. Ancak belki de hiç birinin itiraz etmeyeceği tek madde budur. En kötü ortamda bile, en çok haksızlığa uğradığın ortamda bile çok iyi dostluklar edinebilir ve bu dostluklar sonraki hayatının kalıcı bir parçası olabilir. Ben, birkaçı yönetim kurulunda bile olmak üzere, güzel dostluklar elde ettim, erdemli insanlar tanıdım. Hatta bunlardan biriyle yeni işimde birlikte olacağım, ve diğerleriyle, aynı işte çalışma imkanı bulamasam bile hayat boyu irtibatımı koruyacağım.

Peki benim hiç mi hatam yoktu, ben daha fazla ne yapabilirdim, yazdıklarımın şurasında burasında yanılmıyor muyum? Bunlara da onlar cevap versin, belki inananlar olur. Hatta belki beni bile ikna edebilirler.
_________________________________________________________________________________
[1] Sonradan genel müdürlük görevi değiştirilmiş. Acaba neden? Yoksa birileri bir şeylerin farkına mı vardı?..
[2] 2000-2010 yıllarında o GSM şirketinde çalışıyordum ve bahsettiğim olayları iyi biliyorum.

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Ödeme Emri

Geçen hafta evime postacı geldi ve Adana Vergi Dairesi tarafından gönderilen bir ödeme emri getirdi. İmza karşılığı alıp okudum. Özetle; dört ayrı kalemde toplam 2.300 liraya yakın bir vergi borcum olduğunu, bu borcun 2008'e ait olduğunu, vadesinin 2013'te dolduğunu ve bir hafta içinde faiziyle ödemediğim takdirde haciz işlemi yapılacağı bildiriliyordu.

Biraz araştırdım. Olay şöyle: İsmi lazım değil, topraklarımızın bulunduğu Adana'daki köyde, çiftçilere ait bazı topraklar devlet tarafından 2008'de istimlak edilip alttan boru hatları geçirilmişti, sonra üstü kapatılmıştı. (Benzer ödeme belgeleri bölgedeki birçok çiftçiye gelmiş). Yani çiftçilerin babadan dededen kalan topraklarına devlet el koymuş, kendi malı ilan etmiş ve boru hattı geçirmişti. Ancak çifçiler tarlalarının ortasından, kenarından, her neresindense borular geçirilen bu topraklara ekim yapmaya devam etmişler. Aradan beş sene geçince, milletin parasını zarrab'a, bilal'e, ayakkabı kutularına dağıtan devlet paraya sıkışmış olacak ki, sen bize ait toprakları beş senedir kullanıyorsun, parasını öde bakalım, diye ortaya düşmüş. Teşbih yapacak olursak, oturduğunuz evin bahçesinin altından boru hattı geçiriliyor, beş sene sonra, devletin bahçesinde oturuyorsun, diye ödeme yapmanız isteniyor.

Sonuçta bu çiftçilerin de o toprakları kullanmaması lazımdı, diye düşünsek ve devlete haklılık payı versek, beş senedir neyi bekledin diye sormak lazım. Dolayısıyla insanın aklına türlü art niyetler olduğu geliyor. Art niyetli olduğunu asıl destekleyen durum ise olayın benimle hiç ilgisi olmaması. Zira istimlak edilen topraklar arasında bana ait bir toprak parçası yoktu. Bana ait olsa bile tarlalarım kirada olduğu için, eğer birileri gerçekten kullanmış olsa bile ödeme emrinin kiracıya gitmesi gerekirdi. Kaldı ki ben zaten 2000 senesinden beri İstanbul'da yaşıyorum ve çalışıyorum. Kendi tarlamı bile kullanmıyorum ki devletinkini kullanayım. Zaten ödeme emri de İstanbul'daki evime geldi. Yani onlar da biliyor ki, ben Adana'da herhangi bir yeri kullanmıyorum, istimlak ettikleri tarlaya ne bir eşyamı koydum ne de bir tohum ektim. Kendi topraklarımın ise tek sahibi ben değilim, bazıları annemle ortak bazıları da kuzenlerimle. Ama onlara gelen bir ödeme emri de yok. Yine teşbih yapacak olursak, iki blok ötedeki size ait olmayan bir evin bahçesinin altından boru hattı geçiriliyor, nerede olduğunu kime ait olduğunu bile bilmiyorsunuz, beş sene sonra, devletin bahçesinde oturuyorsun, diye ödeme yapmanız isteniyor.

Sonuçta itiraz dilekçesi verdik. Ben gidemediğim için yetmişini geçmiş olan annemin Adana'daki tüm günü bu işle uğraşmakla geçmiş. APS ile gönderdiğim imzalı dilekçem bile beş günde anneme ulaşmadığı için kendisi gidip merkezden almış. Telefonda bana bilgi verirkenki sesi yorgunluktan titriyordu. 301 kişinin kanı henüz ellerinde kurumamış olanların 12 senedir kurmuş oldukları düzende hayatta olduğumuza bile şükretmek gerekir sanırım! Ne diyelim, yine de adalete olan inancımızı kaybetmeyelim ve bu yanlışın düzeltilmesini ümit edelim.

29 Nisan 2014 Salı

Nagoya Kalesi

Eşimin doğup büyüdüğü ve gittiğimiz zaman kaldığımız evinin bulunduğu Tsu () şehrine en yakın büyük şehir olan Nagoya (名古屋), Japonya'nın en sık ziyaret ettiğim şehridir. Gerek alışveriş, gerekse gezmek için birçok kez gittiğim bu şehrin simgelerinden biri olan Nagoya Kalesi'ni, daha önce 18 Temmuz 2011'de eşimle birlikte gittiğim ilk seferden sonra, bu kez iki yaşındaki oğlumuzla beraber, kiraz çiçeklerinin açtığı dönemde yani sakura döneminde tekrar ziyaret ettik.

1 Nisan 2014'te yapmış olduğumuz gezi hakkındaki bu yazım, bazı tarihsel bilgiler eklemeyi de gerekli görmemden dolayı tahminimden biraz daha uzun oldu. Bu tarihsel bilgileri araştırırken epeyi vakit harcadım çünkü bu satırlara eklerken, gezi yazısı kalıbının dışına fazla çıkmamak adına, önemli, ilginç ve ilişkili olan verileri ortaya çıkarmak için daha çok bilgiye ulaşmam ve bunlar arasından seçim yapmam gerekti. Fotoğrafları seçip düzenlemem de ayrıca vakit aldı ama o, işin nispeten daha keyifli yanıydı.

Başlayalım..
Nagoya Kalesi (名古屋城, orj. Nagoya Jõ[1], Japon tarihinin en önemli Şogunlarından, yani hükümdarlarından biri olan Ieyasu Tokugawa'nın (徳川 家康) emriyle inşa edilir. Tokugawa (1543-1616), Japonya'yı birleştiren üç büyük generalin üçüncüsüdür. Kendisinin adıyla anılan Tokugawa Barışı dönemi 260 yıl sürer ve bu barış döneminde, o güne kadar asıl işi savaşmak olan samuray sınıfı, sanat, felsefe veya bürokrasiye adım atar. Tokugawa Şogunları Dönemi olarak da bilinen bu iki buçuk asırlık dönemde Japonya, Avrupalı misyonerlere kapılarını kapatır, kendisini dış dünyadan soyutlayarak özgün kültürünü geliştirir. Bahçe düzenleme başta olmak üzere, edebiyat, resim, çay seremonisi, çiçek düzenleme, tiyatro gibi güzel sanat alanları ile tercümesi 'savaşçının yolu' olan Bushido (武士道, ok.Buşido) savaş sanatında mükemmelliğin arandığı devir böylece başlar. Nagoya Kalesi'nin kurucusu olan Ieyasu Tokugawa, böylece, sadece Japon tarihinin değil, bugüne kadar yaşatılmakta olan Japon kültürünün de önemli öncülerinden biri durumundadır. [2]

1610 yılında inşasına başlanan kalenin kullanımı 1620 yılında, yani I.Tokugawa'nın ölümünden sonra başlar. İnşasında kullanılan sistemler, kendisinden sonra yapılacak olan kalelere de örnek teşkil eder. Çivi kullanılmadan, yapboz misali birbirlerine geçirilerek sabitlenen kirişler ve kolonlar, hayranlık uyandırıcı tasarımlarla işlenmiş ve kalenin bugünkü sergi alanlarından birinde ziyaretçilerin de bu montajı yapabilmesi için örneklenerek denemeye açılmıştır. Kalenin simgesi durumunda olan iki altın yunus heykeli, kuzey ve güney kısımlar olmak üzere ana kule çatısının iki köşesinde yer alır. Görünüm itibarıyla ejderhayı daha çok andıran ve Kinshachi (金鯱, ok.Kinşaçi) adı verilen bu yunusların, su meydana çıkartarak kaleyi yangından koruyan tılsımlar olduğuna inanılmıştır. Ancak tüm tarihini halk katliamları üzerine oturtmuş olan ABD'nin 1945'te Nagoya şehrine düzenlediği hava saldırısı ile kale yanar ve büyük ölçüde zarar görür. Kale, sonraki senelerde baştan inşa edilir. Japonya'nın kuzeyinden güneyine, doğusundan batısına hangi şehrine giderseniz gidin, hangi tarihî yapıyı ziyaret ederseniz edin, birçoğu için "2. Dünya Savaşı'nda hava saldırısıyla yıkılıp filanca tarihte tekrar inşa edilmiştir" yazar.

Hori Nehri'nin (堀川[3] yanında bulunan Nagoya Kalesi, tüm Japon kalelerinde olduğu gibi, yontulmuş taşlar üzerine oturtulur. Kullanıldığı dönemde bu taş duvarlar su dolu bir kanalı çevreler ve böylece kale korumasında ek bir güvenlik oluşturulur. Bu büyük taşların üzerinde, onların yapımını üstlenmiş olan Daimyo Lordlarının, yani feodal hükümdarların [4] imzaları bugün de görülebilir durumdadır. Taşların en ünlüsü ise hiç kuşkusuz Kiyomasa Taşıdır. Adını, Kato Kiyomasa isimli feodal hükümdardan alan bu devasa taşı görünce, o zamanki imkanlarla nasıl taşınabilmiş olduğuna dair fikir yürütmek bir hayli güç ve bir o kadar da hayranlık vericidir.

Bir bodrum ve yedi üst katı olan kalenin, altıncı katı hariç tüm katları gezilebilir durumda. Bu katlarda sergilenen tarihî, sanatsal eserlerin yanı sıra, o dönemi yansıtan maketler ve animasyonlar bulunmakta. Eski samuraylara ait zırhlar, kılıçlar, silahlar, duvar süslemeleri, çizimler, paralar sergilenen eserler arasında. Beşinci katta bulunan büyük bir Kinshachi maketiyle resim çektirebilir, yukarıda bahsettiğim devasa taşların insan gücüyle nasıl taşınmış olduğunu betimleyen maketi hareket ettirebilirsiniz.

Ana kulenin en üst katının dört yanında bulunan pencerelerden çevreyi 360 derece görmek mümkün. Böylece, kullanıldığı dönemin en yüksek mevkisi olduğu düşünülünce, kalenin inşasına stratejik açıdan ne kadar önem verilmiş olduğu da bir kez daha ortaya çıkar. Bu katta ayrıca hatıra eşyaları satılıyor. Benzer eşyaların satıldığı bir başka mağaza da kalenin avlusunda bulunuyor. Bu avluda, 2013'te ziyarete açılmış olan, yani bizim de yeni gördüğümüz Hommaru Sarayı'nın, sadece küçük bir bölümü gezilebilir durumda. İlk olarak 1615'te inşa edilmiş olan ve mimarisiyle sayılı şaheserler arasında yer etmiş olan yapı, kalenin ana binasıyla birlikte 1930'da millî servet olarak işaret edilmiş, ne var ki ABD bombardımanıyla tamamen yanmıştır. Restorasyon çalışmaları, daha doğrusu yeniden yapımı devam eden ve 30 odasıyla 3100 metrekarelik bir alanı kaplayacak olan Hommaru Sarayı'nın, 2018'de tamamlanması planlanıyor. Yani bize, Nagoya Kalesi'ni o tarihte tekrar ziyaret etmek görünüyor.

Avlunun en çok insan toplayan bir başka yeri, yeşil çaylı dondurma satan küçük dükkan. Dükkan değil de kulübe desek bile yeridir çünkü içine iki kişi zar zor sığıyor ve bu iki kişi, uzun bir kuyruk oluşturan müşteri kalabalığına dondurma yetiştirmeye çalışıyor. Dondurmanızı alıp, görkemli kiraz ağacının altındaki banklardan birine oturup afiyetle ve huzur içinde yiyerek dinlenebilirsiniz.

Kalenin etrafı parklarla, bahçelerle çevrili. Zaten Japonya'da tarihî bir yapıyı, hatta herhangi bir yeri süslemek için binaların kullanıldığı falan aklınıza gelmesin; ağaçlar, çiçekler ve su gelsin. Temmuz 2011'de gittiğimde, etraf, ağaçların yeşiliyle örtülüydü. Bu sefer, sakura dönemi olması dolayısıyla, bu yeşil örtüye pembe renkler de eklenmişti. Kalenin çevresini saran bu alanlar üç bölümden oluşuyor: Ninomaru, Ofukemaru ve Nishinomaru (ok.Nişinomaru). Bu bölümlerin her biri, bahçelerin yanı sıra, geleneksel çay evlerini, müzeleri ve sergileri de içinde barındırıyor. Ayrıca, Ofukemaru'da bulunan ahşap atölyesinde, restorasyonu devam etmekte olan Hommaru Sarayı'nın malzemeleri üretiliyor ve ziyarete açık tutuluyor. Yani Japon yetkililer kale ziyaretini, sadece tarihî bir yeri görüp gitmiş olmak üzere değil, dolu dolu hatıralarla ve hislerle geçirilecek koca bir gün olması için büyük çaba harcamışlar. İşte biz de böyle bir günü geride bırakarak, akşam saatlerinde evimizin yolunu tuttuk.
________________________________________________________________________________
[1] Resmî sitesi: http://www.nagoyajo.city.nagoya.jp/13_english/
[2] Ana kaynak: Dönüm Noktalarıyla Japon Tarihi Samuraylar Çağı, Erdal Küçükyalçın.
[3] Hori Nehri, tarihi 1610 yılına dayanan el yapımı bir kanaldır. Şehre gemilerle mal getirilmesi amacıyla açılmıştır ve halk tarafından Ana Nehir olarak adlandırılmıştır.
[4] Ieyasu Tokugawa, Nagoya Kalesi'nin yapımı için 20 daimyo hükümdarını görevlendirmiştir.