29 Eylül 2013 Pazar

Şu Çılgın Türkler

Şu Çılgın Türkler kitabı piyasaya çıktığında o kadar çok medyada bahsi geçmişti ki almak içimden gelmemişti. Çünkü bizim medyamızın bir şeyden sürekli bahsetmesi değersiz bir şeyin reklamını yapmakta olduğuna delalet eder. Ancak bir süre sonra çok saygı duyduğum köşe yazarları, sanatçılar ve ilim adamları da bahsetmeye başlamışlardı ki nihayet kitabı almıştım. Okuduğumda ise, hayatımda beni en çok etkileyen kitaplardan birini bitirmiş olmanın yanı sıra, hem çok önemli tarihî bilgiler edinmiştim hem de kitaplarını her daim takip edeceğim muhteşem bir tarihçi-yazarı tanımış olmuştum.

Turgut Özakman'ın okumadığım kitabı yok sayılır. Şu Çılgın Türkler'in Japonca çevirisinin de yayınlandığını duyduğum zaman, hem bu okuma zevkini tatsın hem de biz Türkler ve tarihimiz hakkında daha çok bilgiyi kendi dilinde okuyarak öğrensin diye hemen eşime aldırdım. Kitabın Japonca çevirisini yapan Aya Suzuki, Tokyo Waseda Üniversitesi'nde Çin Edebiyatı üzerine eğitim almış, 2001'de Özbekçe-Japonca deyişler kitabı çıkarmış, 2005'te İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde Türkçe bölümünü bitirmiş. Aya Suzuki'nin kitapta yer alan sözlerini eşime tercüme ettirdim ve bu satırlarda size aktarmak istiyorum:

Türkiye'de en çok satan kitap olması üzerine çevirisini yapmaya karar veren Aya Suzuki, bir ülkede en çok ilgi gören şeylerin o ülke insanları hakkında en doğru bilgileri verdiği düşüncesini ifade ediyor. Türkiye'de en çok satan kitabın hayalî bir roman ya da bir biyografi değilken bir tarih kitabı olması ona ilginç geliyor. Aya Suzuki, Japonya'da İngiltere'den dost ülke olarak bahsedilirken bu kitapta düşman olarak anlatılmasına dikkat çekiyor ve Japonların tarihe ABD ve İngiltere perspektifinden baktıklarını, ancak bu kitabın gerçek dünya tarihini göz önüne getirmesi bakımından önemli olduğunu belirtiyor. Türk arkadaşlarının 'bizim gurur duyduğumuz tarih budur' dediklerini ve bu büyük savaşları kazanan Türklerin her zaman kendileriyle gurur duymalarının sebebinin bu kitaptan öğrenilebileceğini aktaran Aya Suzuki, tarih seven Japonlara bu kitabı mutlaka okumalarını tavsiye ediyor.

Aya Suzuki, yazardan bahsederken de şunları söylüyor: "Türkler her zaman beni utandıracak kadar nazik insanlar ama Turgut Özakman hepsinden daha da nazikti. Ne zaman kendisinden yardım istesem her zaman, derhal, doğru ve sabırlı bir şekilde bana yardım etti. Çevirirken bana destek oldu. Onunla uzun süre mesajlarla da irtibat kurdum ve mesajlarının sonunda bana her zaman şöyle söyledi: 'Her şey gönlünce olsun' (A.Suzuki bu sözleri Türkçe olarak Japon Katakana alfabesiyle yazmış ve sonra tercümesini vermiş [M.S]). Japonya'da da birbirimize 'ganbare' (haydi/çok çalış/dayan gibi anlamları birleştiren bir destekleme sözcüğü, Japonya'da sık kullanılır [M.S.]) gibi bizi strese sokan bir sözcük kullanmak yerine, her şey gönlünce olsun desek ne güzel olur." Bu muhteşem eseri kendi halkına sunmuş olan bir yabancıdan bu sözleri duymak ne kadar gurur verici.

O yazarın, o güzel insanın dün vefat ettiğini öğrenmiş olmanın üzüntüsü içindeyim. Bir öğretmenimi kaybetmiş gibi hissediyorum kendimi. Öğrenmek istediğim o kadar çok şey varken, Turgut Özakman da bu dünyadan ayrıldıktan sonra nasıl öğrenebileceğimin endişesi içindeyim. Mekânın cennet olsun. Yazmış olduğun o Çılgın Türkler'in arasındasın artık. Bize kazandırdıkların ve öğrettiklerin için sana minnettarız.

27 Eylül 2013 Cuma

King ve Maxwell 3&4

Simple Genious, King ve Maxwell serisinin üçüncü kitabı. Bu kitapta alışageldiğimiz maceranın ve heyecanın yanı sıra ikiliye ait daha duygusal ve içsel kişilikleri de yer buluyor. Ayrıca, önce kişisel bir problemin çözümü için yardımcı olan, daha sonra ise maceranın içine dahil olan yeni bir karakter tanıtılıyor. Horatio Barnes isimli bu karakter bir psikolog olarak karşımıza çıkıyor. İlginç bir karakter olması bakımından sonraki kitapta da yer alacağını düşünmüştüm ama o kitapta sadece iki yerde bahsi geçiyor.

Önemli bir bilim kompleksinde çalışan bir bilim adamının, bu kompleksin yanında bulunan CIA'e ait bölgedeki ölümünü aydınlatmak üzere, hem CIA'i hem de FBI'ı karşısına alan ikili, çetin bir mücadeleye giriyor. Ölen bilim adamının yaptığı araştırmalar, Charles Babbage isimli gerçek bir bilim adamının buluşlarının günümüz teknolojileriyle geliştirilmesi yönünde. 1791-1871 yılları arasında yaşamış olan Charles Babbage, yapmış olduğu çalışmalar ile dünyanın ilk mekanik bilgisayarının mucidi ve bilgisayarın babası olarak kabul edilir. Yazarın, kitabı yazarken satırlarına taşıdığı bu alandaki bilgileri titizlikle araştırmış olduğunu söyleyebilirim.


*

Serinin dördüncü kitabı First Family, adından da anlaşılacağı üzere ABD başkanının ailesiyle ilgili. Her zaman 'fazla Amerikanvari' olarak nitelediğim Baldacci, bu kitabında Amerikanvariliğin artık zirvesine çıkıyor. Başkanlık seçimleri öncesinde başkanın kayınbiraderinin karısının öldürülmesi ve kızının kaçırılması ile tüm yetkili birimler seferber oluyor ve bu birimlerin hoşlarına gitmese de başkanın karısının özel talimatı doğrultusunda konuya dahil edildikleri için itiraz edemedikleri King ve Maxwell olayı çözmeye çalışıyor. Önceki kitaptaki gibi, ana konudan farklı ikinci bir olayın aydınlatılması da kitaba işlenmiş ama bu sefer çok daha karakter özelinde bir mesele olarak.

Kitaptaki ilginç bilgilerden biri de saç analizi konusundaki bulgulardı. Olay yeri incelemesi sırasında bulunan saç analiziyle, failin, çocukluğundan beri ne tür besinlerle beslenmiş olduğu ortaya çıkartılıyor ve böylece nerede yaşamakta olduğuna dair bilgilere ulaşılıyor.

Bugüne kadar olan yazılarımda, Baldacci'nin kitaplarındaki kurgusal ustalıktan bahsettim ama edebî yanından bahsetmedim. Bugün bu eksiğimi gidereyim. Kitaplarında önemli sayılacak felsefî sözler de karakterlerin duygularından satırlara aktarıyor yazar. Ben de yazımı, First Family kitabından benimsediğim bir sözle bitireyim:
Yalnız ölmekten daha berbat bir şey varsa o da amaçladığın işi yapamadan ölmektir.

26 Eylül 2013 Perşembe

26.09.2013

Dün hayatımın dönüm noktası olan günlerden biriydi belki de. Belki de diyorum çünkü henüz gerçekleşmiş ya da üzerinde adım atılmış bir olay yok. Sadece uzun zamandır kafamda olan bazı düşüncelerin tohumlarını, bu düşünceleri hayata geçirdiğim takdirde etkilenecek olan herkesin zihnine ekmiş bulunuyorum. Kendi zihnim de buna dahil. Belirlemiş olduğum süre içinde ve sonunda meydana gelecek pek çok şey kendi kontrolüm altında olmayabilir. Ama neler olabileceğini kafamda şekillendirmiş ve hepsinin önlemini almış olarak yola devam edip sonuca ulaşacağım. Olumsuz sonuçların tamamının beni, hedeflediğim olumlu sonuçların ise sevdiklerimi etkilemesi için atıyor olacağım adımlarımı.

16 Eylül 2013 Pazartesi

Selin İki Yaşında

Geçen pazar günü, 8 Eylül'de yakın arkadaşlarımızın güzel kızı Selin'in doğum günündeydik. İki yaşını dolduran Selin sayesinde güzel bir gün geçirdik; yeni arkadaşlar edindik, sohbetler ettik. Eşim, bu vesileyle İstanbul'un bir başka köşesi Arnavutköy'ü görme fırsatı buldu. Doğum gününün düzenlendiği Arnavutköy Çiftlik Restoran, büyük sayılmayacak bir alana oturtulmuş, ağaçların gölgesinde, bahçeli, şirin bir mekan.


Bahçe içinde küçük bir çocuk parkı ve onun hemen yanında kazların, ördeklerin, bıldırcınların, hindilerin, tavukların, horozların bulunduğu bir de kümes var. Haliyle kümes ve içindeki hayvanlar da çocuklar için bir eğlence halini alıyor. Henüz kelimelerin ayırdını yeni öğrenmeye başlayan oğluma tek tek tüm hayvanları göstererek isimlerini söyledim ve onların çıkardığı sesleri, oğlumun dikkatli ve şaşkın bakışları altında uzun süre dinlettim.

Kümesin yanındaki kulübede Rottweiler cinsi büyük bir köpek vardı. Kollarımda oğlumla yanına kadar sokulduk ve neredeyse yüz yüze geldik. Biz yanındayken köpek gayet uysaldı ve okşanmak ister gibi kafesin içinden kafasını uzatmaya çalıştı. Tabii ki, ona dokunmadık. Oğlum, bir eliyle tişörtümü çekiştirirken yumruk yaptığı diğer elini göğsüne çekmiş korku ve şaşkınlık dolu bakışlarla köpeğin hareketlerini izledi. Bir süre sonra geri dönerken köpek arkamızdan havlamaya başladı. Sanırım köpeğin havlamasında tehditten ziyade oyun oynamak için bir geri çağırma vardı. Ondan gözünü ayırmayan oğlum her hav sesinde kollarımın arasında kasıldı ama hiç sesli tepki vermedi. Belki de oğlum, onun bu oyuna geri dön çağrısını hissettiği için bir korku ağlamasına kapılmadı ama köpeğin bunu ifade etme şekline bir anlam veremediği için biraz şaşırıp titredi.



Günü geride bıraktığımızda hayatımızın güzel anılarına bir yenisini daha eklemiş olduk. Bizim için özel bir yeri olan arkadaşlarımızın ve Selin kızımızın ikinci yaş günü olan bu mutlu günlerinde birlikte olmaktan büyük bir keyif aldık.
Herkesin, çocuklarıyla nice güzel günlerinde birlikte olmaları, mutluluklarını paylaşmaları dileklerimle..

6 Eylül 2013 Cuma

Mişima, Mazzantini, Baldacci

Son dönemde biri İngilizce olmak üzere üç kitap bitirdim:
Denizi Yitiren Denizci, Yukio Mişima
Sakın Kımıldama, Margaret Mazzantini
Split Second, David Baldacci

Üç kez Nobel edebiyat ödülüne aday gösterilen ve Japonya'daki başarısız darbe girişiminden sonra harakiri* yaparak 1970'te intihar eden Yukio Mişima, ülkesinin en saygın edebiyatçılarından biri. Yazarlığın yanı sıra film yönetmenliği, aktörlük ve şairlik de yapmış.

Kitap iki ana bölüme ayrılıyor. Noboru adlı bir çocuğun dul annesinin üç gün süren bir aşk birlikteliğinin yer verildiği ilk bölümden sonra dört aylık yolculuk sonrası tekrar kavuşmalarıyla başlayan beraberliklerinin yer aldığı ikinci bölüm geliyor. Anlatım çok sade ve akıcı. Bizim Nobel ödüllü yazarımız O.Pamuk kitapları gibi, edebî olsun diye sakız gibi uzatılan cümleler yok. Siyasî görüşü sebebiyle ödül alan O.Pamuk'un aksine, Mişima'nın da siyasî görüşü yüzünden bu ödülü alamadığını belirtelim. Her sabah bugün kimle savaşsam, kimleri katletsem, diye uyanan ABD başkanına Barış Nobel'i verilmesi, ödülün bugün bile ne durumda olduğunu zaten anlatıyor.


Şu ayrılık konusuna biraz değineyim:
Tanıştıktan üç gün sonra birbirlerinden uzak kalacaklarını bildikleri halde bir ilişkiye başlayıp, ayrı kalınan dört ay süresince kavuşmayı hasretle bekleyen iki kişinin aşkına yer veriyor kitap. Üç günlük bir aşkın dört aylık hasreti.. Yazarın sözleriyle soralım: "İlişkilerini bıraktıkları noktadan sürdürmek, dört ay giyilmeyen bir ceketi sırta geçirivermek kadar kolay olacak mıydı?"

Aşk hasreti çekmek kolay değildir. Bunun sebebi birlikteyken yapılan şeylere özlem duymak değil de, birlikte henüz yapılmayan ya da yapılamayanları yerine getirme arzusudur. İnsanın en büyük yanılgısı, o son noktaya bir ulaşılsa bütün bir kalan ömrün o şekilde geçebileceğini sanmasıdır. Oysa yenilik katılmayan her ilişki bitmeye mahkûmdur. Ya ilişkiye yeni şeyler katmak gerekir, ya da yeni ilişkiye geçmek gerekir.

Hasret, ilişkide henüz yaşanmamış bir şeyler kalmışsa çekilebilir. Ya da yapmaya doyulmamış şeyler varsa. Hayaller yoksa hasret olmaz. Hayaller bitince ya da doyuma ulaşma evresinden sonra sıkıntı evresi başlar. Bu evreden sonra bıkkınlık gelir ve yeni arayışlara geçilir. Kitabın iki âşık karakterinin henüz üç günlük birliktelikleri, elbette hiçe yakın bir doyum verir. Ama hayalleri vardır ve bunları birbirlerine yazdığı mektuplarla anlatırlar. Mektuplarda yazamadıklarını ise kavuşunca açıklarlar. Sahibini hatırlayamadığım şu sözler çok yerindedir:
"Ben sana, senin hasretini çekmeyecek kadar yakın olmak istemem."

*

Sakın Kımıldama adlı kitabı seçip almamın nedenlerinin başında almış olduğu belirtilen ödüller vardı. Aslında şişirme ödüllerine kanıp da kitap almak huyum değildir ama bu sefer kandım. Yazarın adını daha önce hiç duymamıştım ama kapak arkasındaki açıklamayı okuyunca ilgimi çekti. Ancak okuyunca biraz hayal kırıklığına uğradım. Bunun sebebi beklentimi biraz yüksek tutmuş olmamdan mı kaynaklanıyor bilemiyorum.

Kitapta bir kasvet vardı. Öyküyü saygın bir doktorun ağzından dinliyoruz. Kızı kaza geçirip ameliyat edilirkenki sürede, doktor kendi hayatına ilişkin itiraflarını zihninde karşısına koyduğu kızına anlatıyor. Belli bir saygınlığa ulaşmış olan bu doktorun, varoşlarda yaşayan fakir bir kadına tecavüz ettikten sonra ona âşık olup metres hayatına başlamasıyla gelişen olaylar, adamın duygularındaki gelgitler ve konu edilen diğer tüm bileşenlerde akıcılığı bir türlü yakalayamadım. Okunmasa da kayıp sayılmayacak bir kitap.

*

David Baldacci'nin Split Second kitabı, iki eski Gizli Servis ajanı King ve Maxwell serisinin ilk kitabı. Bu bilgiye sahip olmadan önce okumuş olduğum Hour Game isimli kitap ise serinin ikinci kitabı (ilgili yazı bu linkte). Yani ikincisini birincisinden önce okumuştum ama bağımsız konular işlendiği için bir kopukluk olmadı. Yine de baştan okuyayım diye bu kitabı da aldım ve okurken hiç hayal kırıklığına uğramadım.


Dedektiflik romanları yazan Baldacci için günümüzün Agatha Christie'si desek yerinde olur sanırım. Aslında Gizli Servis ajanları karakterleriyle ve olaylarıyla daha çok iç içe geçen konuları işlemesi, Baldacci için 'dedektiflik romanı yazarı' demek yerine daha farklı bir niteleme yapmayı gerektirir. Çok iyi bir kurgulamayla ve tahmini çok güç sonuçlarıyla yazdığı eserler çok sürükleyici ve türünü sevenler için kaçırılmamalı. Ancak çok Amerikanvari olduklarını da ekleyelim.

King ve Maxwell serisinin diğer kitaplarını da, okunmak üzere orjinal dildeki baskılarıyla kütüphaneme almış bulunuyorum. Ayrıca bu sene King ve Maxwell serisi televizyon dizisi olarak da gösterime girecek ki bunu da izlemek için sabırsızlanıyorum.
---
* Harakiri kelimesini daha bilinen bir kelime olduğu için kullandım. Harakiri'nin kelime anlamı karın deşmektir. Ancak bu intihar yöntemine esas olarak seppuku denir. Japon Kanji alfabesindeki yazım şekilleri aynıdır ama Japonlar en çok seppuku kelimesini kullanır.