30 Aralık 2019 Pazartesi

Bir Söz Üzerine

Aşağıda yazdığım her şey aslında tek bir sözden yola çıkılarak yazılmıştır.

Bir buçuk yıl önce, oturduğumuz mahalledeki tapınakta Japonların Bonodori (盆踊り) dedikleri törene katıldık. Kelime olarak Tepsi Dansı anlamına gelen bu küçük festival ülke genelinde her mahallede her sene düzenlenir. Geleneksel müzikler eşliğinde katılımcılar daire şeklinde sıra olup küçük adımlarla yürüyerek dans ederler. Artık hayatta olmayan atalarını anmak ve onurlandırmak yaptıkları bir danstır bu.

Festivalde çeşitli etkinlikler düzenlenir. Bunlardan biri de içinde Japon balıklarının (kingyou 金魚) bulunduğu küçük bir küvette balık yakalama oyunudur. Kağıttan yapılma küçük bir fileyle yakalayabildiğiniz kadar balığı küçük bir kaba alırsınız. Suyu yavaş yavaş emen kağıt nihayet parçalanınca süre bitmiş olur ve yakaladığınız balıklar sizin olur. İşte bu oyunu oğlum Eren büyük bir hevesle oynamak istedi. Ücretini ödeyip bir file aldım. Ancak hızlı hızlı suya daldırınca bir tane bile balık yakalayamadan file paramparça oldu. Mahalleden komşumuz olan oyun görevlisi her çocuğa yaptığı gibi Eren'e de torpil geçti ve elindeki gerçek fileyi çorbaya kepçe daldırır gibi daldırıp birkaç balık çıkardı. İçine su doldurduğu torbaya koyup Eren'e verdi. Bu sayede tam yedi tane Japon balığımız oluverdi.

Eğlence bitince balıklarla birlikte eve döndük. Balıkları geçici olarak kovaya koyduk. Balıklardan biri hemen ertesi gün, diğer biri de birkaç gün sonra öldü. Kalan beş balıktan ikisi bir iki hafta yaşayabildi. Aldığım akvaryumda kala kala üç balık kaldı ve o üçü de epey bir badire atlattı. İlk haftalarda renkleri yavaş yavaş siyaha döndü. Doğal renkleri olan turuncu tonlardan eser kalmadı. Balıklardan biri işte bu siyah haldeyken öldü. Diğer ikisinin renkleri yavaş yavaş eski doğal hallerine kavuştu ve bu ikisi aylarca evimizin birer üyeleri oldular. Geçtiğimiz günlerde bu iki üyeden iri olanı hastalandı. Üzerinde beliren lekeler yüzgeçlerini ve kuyruğunu eritmeye başladı. Nihayet yüzemez duruma geldi ve dibe çöktü. Bir süre sonra o da öldü.

Şimdi bir yılı aşkın süredir bizimle olan tek balığımız kaldı akvaryumda. Bu akşam yem verdikten sonra fark ettim ki onun da kuyruğunda lekeler belirmiş. İçimden eyvah diye geçirdim. Birlikte olduğu son arkadaşıyla aynı kaderi paylaşacağından endişe ettim. Eşime durumu söyleyip şöyle dedim: "Diğeri ile aynı hastalığa yakalanmış gibi görünüyor. Sanırım bu da ölecek."

Eşim şöyle cevap verdi: "Öyle söyleme. Öyle dersen olur. Sözlerin de ruhu var."

Son cümlesi çok hoşuma gitti. Eşim bu sözü söylerken bir lafı şu kadar söylersen olur söylemindeki anlama yakın bir anlamda söylemişti. Veya bana şom ağızlılık etmememi kendi sözleriyle söylemeye çalışmıştı. Hiçbir batıl inanca sahip olmadığım için cümlenin bu anlamı üzerinde durmadım bile. Söz tek başına o kadar güzel bir tınısı vardı ki olumsuz anlamlar yüklemek kesinlikle haksızlık olurdu.

Sözlerin ruhu var.

Okuduğumuz her kitapta bizi etkileyen sözler var. İzlediğimiz bir filmde duyduğumuz sözlerin üzerimizde etkileri var. Annemizin çocukken verdiği nasihatlerin, öğretmenimizin azarının bizde bıraktığı izler var. Sözler bizi cesaretlendiriyor, pişman ettiriyor, hırslandırıyor, sakinleştiriyor, kızdırıyor, üzüyor, sevindiriyor, duygulandırıyor. Bir tür büyü gibi sözler. Yaşadığımız sürece karakterimizi şekillendiriyor. Bizi huylarımızdan vazgeçiriyor, yeni huylar edindiriyor. Düşünürken sözcüklerle düşünüyoruz. Anlatırken sözcükler kullanıyoruz.

Sözlerin ruhu var.

Bu sözün kesinlikle bir ruhu var.
_________________________________________________________________________________
Mutlu Sayar'dan daha fazla fotoğraf içinmuusensei

28 Aralık 2019 Cumartesi

İzlediklerim-2

Önceki bölüm: İzlediklerim-1

İkinci olarak güzel bir diziden bahsetmek istiyorum. Türkçe çevirisi Çıplak Yönetmen olan Naked Director (全裸監督) sekiz bölümden oluşan bir Japon dizisi. Diziye değinmeden önce konusuyla ilintili Japon kültürü hakkında biraz bilgi vermeliyim. Japonya'da cinsellik bir tabu değil. Geleneksel veya dinsel bir engelleme bulunmuyor. Dünyanın belki de en onurlu insanları olan Japonlar onurlarını uzuvlarında, mahallenin kızlarının etek boyunda filan aramıyor. İki sevgilinin birlikte sinemaya gitmesiyle otele gitmesi arasında hiçbir fark yok. Bununla birlikte Japonlar gösterişten tamamen uzak bir toplum. Özellikle özel hayatın dışa vurulmaması çok önemli. Hele hele özel hayatın, mahremiyetin gösteriş malzemesi yapılması hoş karşılanamaz. Sevgili olan iki gencin birbirine sarılmış yürürken görmeniz çok zor. Öpüşürken görmenize imkan yok. Evli bir çifti bile el ele göremezsiniz. Tüm bunların yapılması ne kadar doğalsa, görünmesi de o kadar ayıp. Özel hayatlar özel sınırlar içinde kalıyor.

Bu durum erotik ve porno filmlere de yansıyor. Japonya'da 1980lere kadar bu tür filmlerde cinsel organlar sansürlenirdi. Oyuncuların çekimde gerçekten cinsel ilişkiye girmesi kabul edilmezdi. Bu durum sonraki yıllarda değişti. Her şeyin açıkça gösterildiği filmler yapılmaya başlandı. Ancak bugün bile bazı Japon porno filmlerinde buzlama ile sansür uygulaması yapılıyor. Yapımcı firmanın, oyuncuların ve izleyicilerin tercihleri doğrultusunda, yasak olmamasına rağmen bu sansürleme kullanılabiliyor.

Çıplak Yönetmen işte Japonya'nın 1980'lerdeki erotik ve porno film sektöründeki bu geçiş dönemini, gerçek hikayeye dayandırarak anlatıyor. Dizide cinsel ögeler fazlasıyla bulunmasına rağmen erotik bir yapım olarak değerlendirmenize imkan yok. Komedinin ağır bastığı müthiş eğlenceli bir yapım. Dizide ihanet var, dostluk var, dayanışma, vefa, inanç, azim ve hayata dair daha birçok şey var. Kurgu, çekimler, oyunculuk çok iyi. Ülkenin tanınmış oyuncuları oynuyor. Örneğin, Son Samuray filminden hatırlayacağınız Koyuki dizide rol alıyor. İzlemekten büyük keyif alacağınıza inandığım, yer yer "demek Japonya'da böyleymiş" diyeceğiniz, yer yer garipseyeceğiniz ama bol bol güleceğiniz bir yapım. Benim gibi eğlenceye daha çok para bayılmayı seven biriyseniz diziyi 4K kalitesinde izleyebilirsiniz.

Gelelim diğerlerine. Netflix'te izlediğim, izlemekte olduğum diğer dizi ve filmlere kısaca değinip bu yazıyı bitireyim. Hepsini tek tek yazmak yerine en iyileri ve en kötüleri sıralayacağım.

Altered Carbon: İzlediklerim arasında en iyilerden biri. İkinci sezonunu merakla bekliyorum.
River: Bir başka müthiş dizi. Gürültü, patırtı olmayan ama çok heyecanlı bir yapım.
Witcher: PS4 oyununu da oynadığım için uzun süre yayınlanmasını bekledim. Beklediğim kadar olmasa da çok iyi bir dizi. Devam sezonları için sabırsızlanıyorum.
Peaky Blinders: Fena değil. Şimdilik takip ediyorum. Klasiğin asaletini seven biri olarak erkek kostümleri harika. Ama saç modelleri felaket.
Kakegurui: Animeden uyarlanmış bir Japon dizisi. Çekimler, kostümler gayet iyi. Ara ara açıp bir bölüm izliyorum.
Titans: Pek de hoşlanacağım bir tür olmayan süper kahraman temalı olmasına rağmen gayet hoşuma gitti. İkinci sezonu geliyor. Mutlaka izleyeceğim.
The Haunting Of The Hill House: Netflix'teki en iyi gerilim yapımı. Tüm diziyi kısa sürede bitirdim.
Svaha: The Sixth Finger: İyi bir Kore filmi. Kore filmlerini oldum olası sevdim. Ancak Japonya'da bulunmam sebebiyle İngilizce altyazılı bulmakta zorluk çekiyorum. İşte bu film ender olanlardan biri.
The Ballad of Buster Scruggs: Amerika'nın vahşi batı yıllarında geçen 6 küçük hikayeden oluşan bir film. Özellikle kervan yolculuğunda geçen hikaye beni epey etkiledi.Devam sezonu yapım aşamasında. Merakla bekliyorum.
Murder Mistery: Netflix'in en iyi komedilerinden biri. Mutlaka izlenmeli.
Diğer iyiler: Baby Driver, I Am Mother, Shaft, Polar, The Outsider, Umbrella Academy, Alienist, Bird Box, The Highwayman, Hitman's Bodyguard, Otherlife, Run All Night, Imitation Game, Looper, Last Vegas.

Stranger Things: İlk sezon kendini izletti. İkinci sezon kötü başladı. İlk sezonun hatırına biraz devam ettim. Gitgide deli saçmasına döndü. Bıraktım. Tekrar açmam.
Lucifer: Batılıların gökten dünyaya inen meleklerle aşk yaşama fantazisinin şeytan versiyonu. Bölümler çoğaldıkça saçmalığın dozu arttı. Artık izlemiyorum.
The Cloverfield Paradox: İzlenmese de olur ama bitirdiğime göre fena değilmiş diyebilirim.
Blacklist: Kuzuların Sessizliği'nin çakması. Bir süre izledim. Artık ne olacak merakımı yitirince bıraktım. Devam etmem.
Diğer kötüler: Sabrina, Lost In Space, Meyerowitz Stories, Apostle, I Am Wrath, Tau, diğer kötüleri hatırlamıyorum bile.

İzlediklerim-1

Hayatımıza çocukların girmesiyle birlikte sinemaya gidip film izlemek tarihe karıştı. Neyse ki Netflix diye bir şey girdi hayatımıza. Önceleri abone olmakta epey tereddüt etmiştim ama girdiğimden bu yana geçen üç yıl boyunca aboneliğimi sürdürüyorum. Böylece film ve dizi izleme eğlencemi evde yaşıyorum.

Oturup da bu satırlarda bir film ya da dizi hakkında yeniden bir şeyler yazma isteği duyacağımı sanmıyordum. Ancak son izlediğim The Irishman filmi ve film için yapılan eleştiriler içimdeki tepkisel duyguları biraz ateşledi. Bu duygularla birlikte film hakkındaki düşüncelerim aklımda cümlelere döküldü. Cümleleri şu an okumakta olduğunuz satırlara aktarırken sadece The Irishman filmini değil, izlediğim ve izlemekte olduğum diğer film ve diziler hakkındaki fikirlerimi de yazayım dedim. Böylece topyekun bir eleştiri yapmış olmak ve okuyuculara fikirlerimi aktarmak istedim.

Madem The Irishman (İrlandalı) filmine yapılan olumsuz eleştiriler benim bu yazıya başlamama sebep oldu, film için uzun, anlaşılmaz, sıkıcı gibi eleştiriler yapanlara cevap vererek başlayayım: Ejderha pışpışlayan kadın memelerini açacak diye yıllarca dizi takip eden bir izleyici güruhunun The Irishman filmini doğru değerlendirebilmesi mümkün değildir. Film başlı başına bir sanat eseri. Tek başına değerlendirildiğinde de sanat eseri, parçalara ayırmaya kalksanız da sanat eseri. Senaryosu, kurgusu, efektleri, kostümleri, oyunculukları, neresinden bakarsanız bakın muhteşem bir film. Al Pacino bence oyunculuğunun zirvesinde. Şahsi fikrimce, Pacino bu filmdeki performansıyla ilk defa Robert De Niro'nun -ki o da filmde muhteşem- oyunculuğunun üzerine çıkıyor. Ancak olur da Joker'deki performansıyla Joaquin Phoenix'e en iyi erkek oyuncu Oscarını vermekte ısrar etmezlerse, belki bu filmdeki rolüyle Joe Pesci'ye verebilirler diye düşünüyorum. Harvey Keitel'ın ise en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscarını alacağına kesin gözüyle bakıyorum. Oyuncuların özellikle duygular ifade edilirken kullandıkları jestler ve mimikler sözle yapılan anlatımlardan çok daha güçlü.

Farklı yıllar sahnelenirken ayrıntılara çok önem verilmiş. Yıl farklılıklarına göre giysilere, dekorlara, arabalara, evlere, evin içindeki televizyona, kafeteryadaki kahvaltıya kadar her ayrıntıya dikkat edilmiş. Eski yılların anlatıldığı hissini vermek için renk soldurması gibi efektler kullanılmamış. Böylece görsel bütünlük bozulmamış. Ayrıca yeni kullanılan kamera teknolojisiyle karakterler de yıllara göre gençleştirilmiş ve yaşlandırılmış. Buraya da bir Oscar yazar diye düşünüyorum.

Filmi izlemeden önce biraz tarih bilgileri karıştırmanızda yarar var. İnternete girip Hoffa, JF Kennedy ve Küba meselesi gibi konuları biraz incelemeniz iyi olacaktır. Film, ABD'nin ünlü isimlerinden J. Hoffa'nın birden bire ortadan kaybolması ve şimdiye kadar hâlâ akıbetinin öğrenilememiş olmasını bir mafya hesaplaşmasına bağlıyor. Bu yorumda haklılık payı olabileceğini kabul etmekle beraber, ben şahsen, tıpkı John Lennon, Marlyn Monroe gibi isimlerde olduğu gibi işin içinde CIA'in parmağı olmadığına kesinlikle inanmıyorum.

Devamı: İzlediklerim-2

24 Kasım 2019 Pazar

Öğretmenler

12 yaşındaydım, birkaç ay sonra 13 olacaktım. İngilizce hazırlık yılı bitmiş, orta birinci sınıf bitmiş, orta ikinci sınıf yeni başlamıştı. Üst üste iki ders S hanımın dersiydi. İlk derse giremeyeceği için ders boş olacaktı. Sınıfta iki kişiyi görevlendirmişti. Onlardan biri Mehmet'ti. Çok konuşanların ve hiç konuşmayanların isimlerini yazacak, öğretmene verecekti.

Önceki iki yılda derslerde konuşan, gürültü yapan, haylaz bir öğrenci olarak ün salmıştım. Ama kendi kendime o derste konuşmamaya, haylazlık yapmamaya karar vermiştim. S hanımı severdim, kendimi göstermek istiyordum. Görevliler sürekli konuşanların, yerinden kalkanların, sağa sola bir şeyler fırlatanların isimlerini tahtaya yazıyor, bir süre uslu durunca siliyor, hiç sorun çıkarmayanları da ayrı yere yazıyorlardı. Benim uslu uslu oturduğumu gördükçe şaşırıyor, "bakın Mutlu bile konuşmuyor" diye örnek gösteriyorlardı. Teneffüs zili çalmıştı. Başarmıştım. İsmim konuşmayanlar listesindeydi.

İkinci derse girdik. S hanım sınıfa girdi. Kızgın bir yüz ifadesiyle kollarını önünde bağladı ve sınıfı azarlamaya başladı. Konuşanlar listesinde çok isim vardı. S hanım sınıfı topluca azarlamayı bitirince şahıslara geçti. Haylazlıkta benden daha ünlü bir arkadaşa öfkesini boşaltmaya başladı. En sonunda da şu cümleyi söyledi: "Artık seninle uğraşmayı bıraktım".

Sonra..
Bana döndü.
Evet..
Bana döndü.
Öfkesinin kalanını bana boşaltmaya başladı. Şaşkınlık içindeydim. Maruz kalmakta olduğum azarlar arasında kafamı sola çevirip Mehmet'e bakıyordum. O da şaşırmıştı ama korkudan sesini çıkaramıyordu. Tekrar ediyorum, tüm sınıf 12-13 yaşındaydık. S hanım son olarak bana da şu cümleyi söyledi: "Artık seninle uğraşmayı da bıraktım".

Ben kafamı sola çevirip tekrar Mehmet'e baktım. Mehmet bir cesaret "hocam, ben Mutlu'nun ismini konuşmayanlar listesine yazmıştım" dedi. S hanım cevabını vermek için düşünmedi bile. Duyduğunun gerçek olmasına ihtimal yoktu. Bir şüphe kırıntısı bile belirmedi yüzünde. Kağıtta benim ismimi görmüş, kararını vermişti. Mutlu her zamanki gibi haylazlık yapmış ve cezayı hak etmişti. Onu bu kararından vazgeçirebilecek hiçbir güç yoktu. Mehmet'i kesin bir dille "bana gelen listede Mutlu'nun ismi konuşanlar arasındaydı" diyerek tersledi. Listeyi, listeyi yazandan daha iyi biliyordu. Sonra tekrar bana dönüp öfke dolu bir bakış attı. Tüm bu süreç içinde önünde bağladığı kollarını hiç açmamıştı. (Düşünün, ben 32 yıl önce haksız yediğim şu azarı bu kadar ayrıntılı hatırlayabiliyorken, birileri çıkıp da öğretmenin tacizine uğrayan çocuklar için "bir kereden bir şey olmaz" demeye nasıl utanmıyorlar şaşırıyorum). 

Gel zaman git zaman bende bir yalan söyleme huyu başladı. Özellikle öğretmenlere sürekli yalan söylüyordum. Nasılsa neye isterlerse ona inanıyorlardı. Yalanıma inanmamaları daha az can sıkıcıydı. İnanmaları ise eğlenceli oluyordu. Yalanı farklı yalanlarla süsleyip daha inandırıcı hale getiriyordum. İnanmasalar bile genellikle daha fazla uzatmak istemiyorlardı. Bazen yalandan özür bile diliyordum. Böylece hem daha büyük bir cezadan kurtuluyor, hem de olaya dahil olan başka arkadaşlar varsa onlara sıçramasına engel oluyordum.

Birkaç yıl geçti. Artık lisedeydik. G hanımın dersiydi. Öğretmen dersin hemen başında bir şey alıp getirmem için beni Y beyin odasına gönderdi. Y beyin odasında dumandan göz gözü görmüyordu. O zaman sigara içme konusunda bugünkü kısıtlamalar yoktu. Öğretmenler sınıf haricinde istedikleri yerde sigara içebiliyorlardı. Y bey asabi, sert bir öğretmendi. Kısa boyluydu ve çok sigara içerdi.

Sınıfa döndüm. Hocaya istediği şeyi verip yerime oturdum. G hanım sıralar arasında gezerek ders anlatırken birden yanımda durdu ve "öff Mutlu, leş gibi sigara kokuyorsun, sigara mı içtin" diye bağırmaya başladı. Şaşırıp kalmıştım. Az önce Y beyin odasında olduğum ve dumanın üzerime sinmiş olabileceği aklıma bile gelmemişti. Değil o zaman, hayatım boyunca asla sigara kullanmadım, içen arkadaşlarımı kendimden uzak tuttum, evimde, arabamda, hatta yanımda bile içirmedim. Ama öğretmene bunu anlatmanın imkanı yoktu. O kararını vermişti. Mutlu sigara kokuyordu, demek ki dersten önceki teneffüste okulun içinde bir yerde gizlice sigara içmişti ve cezasız geçiştirilemezdi.

Eğer sigara içen biri olsaydım aklıma o sırada bin türlü yalan gelir, birbiri ardına sıralardım. Ama sigara içmiyordum, gerçek buydu ve ben yalan söylemeden kendimi savunma konusunda epey deneyimsizdim. Sadece "içmiyorum hocam" diyebildim ve bunu söylerken yalan söylerken olduğum kadar inandırıcı değildim. Neyse ki, aralarında öğretmenlerin sevdiği öğrencilerin de olduğu birkaç arkadaş kesin bir dille içmediğime şahitlik etti. Pek inanmasa da G hanım üstüne gitmekten vazgeçti. Eğer ısrar etseydi, muhtemelen kolumdan tutup beni yönetime götürür, "şunu bir koklayın Allah aşkına" der, beni koklayan hocalar hemen neler olup bittiğine karar verir, defterimi dürmeye başlarlardı. Hatta belki az önce çıktığım Y beyin odasına geri yollar, Y bey de dumanların arasından fırlayıp, Master Yoda gibi zıplayarak bana bir tokat patlatırdı.

Tokat demişken.. Yine lisedeydik. Teneffüsten yeni çıkmıştık. Sınıfta hocanın gelmesini bekliyorduk. Üst sınıftan bir kız sınıfa girdi. Erkekler arasında lafı edilen güzel bir kızdı. Masaya baktı. "Bu örtü bizim! Ne işi var burada?" diye bağırarak masa örtüsünü kaptığıyla kapıya yöneldi. Ahmet örtüyü kızın elinden aldı. Daha da sinirlenen kız "ver ulan şunu" diyerek Ahmet'in elindeki örtüyü çingene gibi çekiştirmeye başladı. O güne kadar aklımızda kalan güzel kız imajı kaybolmuştu. İl Trovatore operasında kontun bebeğini alıp kaçan çingene Azucena karşımda duruyordu sanki. Tekrar tekrar "bırak ulan şunu" diye bağırınca Ahmet örtüyü bıraktı. Tam çekiştirirken bıraktığı için kız gerisin geri poposunun üzerine düştü. Eteği açılmış, bacakları ve iç çamaşırı ortaya çıkmıştı. Köye sirk gelmiş gibi olan biteni izleyen sınıfın taze ergen oğlanlarından ooo diye bir uğultu yükseldi. Durumu fark eden kız hemen eteğini düzeltip hışımla ayağa kalktı, "senin ağzına sıçarım ulan eşşoğlueşşek" diyerek Ahmet'e tokat attı. Arkasını dönüp örtüyle birlikte süratle çıkıp gitti.

Sonra ne oldu dersiniz? Kız bir de bizi şikayet etmiş. Muhtemelen öğretmenlere gidip bir de ağlamıştır. (Hayatım boyunca bir kadının ağlamasından daha ikna edici, daha provokatif bir şeyle karşılaşmadım. Bir kadın ağlayarak istediğini aldırabilir, haksızken mağdur olduğuna inandırabilir, etraftakilerin üstünüze çullanmasına sebep olabilir). Yaşananların sorgulanması için biraz zaman geçti. Derse S hanım girdi. Bu konuyu konuşacaktık. Tıpkı birkaç yıl öncesinde olduğu gibi kollarını önünde bağlayıp karşımıza geçti. Nuh derim peygamber demem duruşuydu bu. Bu S hanıma bir gün bir espri yaptım, neredeyse okuldan atılıyordum. Biz arkadaşımıza arka çıktık, sonucun değişmeyeceğini bile bile onu savunduk. S hanım en son şunu dedi: "Artık ortada olmuş bir olay var". Söylemek istediği şey çok açıktı. Boşuna konuşmuştuk. Öğretmenler karar vermişlerdi. Suçlu, sınıftaki örtüyü korumaya çalışan Ahmet'ti. Küfür eden, tokat atan kız ise mağdurdu. Bunu değiştirebilecek hiçbir güç yoktu.

Neyse ki, Ahmet'in sicili benimki gibi kabarık değildi. Özür diletip konuyu kapattılar. Küfür ve tokat yiyen ve öfkeye kapılıp karşılık bile vermeyen Ahmet bir de özür dilemişti. Ama özür dileyerek yırttığı için şanslıydı. Haklılığında ısrar etseydi başı daha çok derde girebilirdi. Kararını vermiş öğretmenleri ikna etmek faytonla aya çıkmaktan daha zordu. Ahmet'in yerinde ben olsaydım herhalde okuldan atılırdım. Hatta kızın yerinde olsaydım yine okuldan atılırdım.

Bir öğretmenin bir öğrenciden özür dilediğine sadece bir kez şahit oldum. Onda da öğrenci zaten okuldaki başka bir öğretmenin kızıydı. Üstelik de öğretmenin kesinlikle bir kabahati yoktu. Tüm iyi niyetiyle kıza yakınlık göstermiş, destek olmaya çalışmış, dilinden geldiğince neşelendirmek istemişti. Ama kız ağlamaya başlayınca durum değişmişti. Sınıfın haylazları olarak biz bile öğretmenin düştüğü duruma üzülmüş, sinirlenmiştik.

Hemen hemen tüm öğretmenler birbirleriyle aynı söylemlere sahipti. On küsur yaşındaki çocuklara hakaretler yağdırır, eğlenirlerdi. "Yüzünüze tükürsem yağmur sanacaksınız" derlerdi. İ bey bunu biraz daha ileri götürmüştü. Hakaret ederdi, "size hakaret ediyorum, lütfen alının" derdi. Sadece bize değil, ailemize de küfür ederlerdi. "Hayvan oğlu hayvanlar" diye çemkiren hocamız vardı.

Çeşitli öğretmenler neredeyse kelimesi kelimesine aynı nutku atardı. "Bakın, ben istesem sınıfa girer, zil çalana kadar dersi anlatır, çıkar giderim ve işimi yapmış olurum. Halbuki ben size ilgi gösteriyorum, hepinizin öğrenmesi için çaba harcıyorum ama siz beni dinlemiyorsunuz" derlerdi. Öğretmenliğin sınıfa girip ders anlatmaktan ibaret olduğunu sanarlardı. Bizimle daha fazla ilgilenmeleri ise bir lütuftu ve bunun için bizden saygı bekliyorlardı. "İyi niyetimi suistimal ediyorsunuz" sıkça duyduğumuz bir söylemdi. "Sana disiplin cezası veririm, üniversitede yurtlara giremezsin" diye tehdit ederlerdi.

"Ben size 'arkadaşlar' diye hitap ediyorum. Sizin seviyenize indiğim için değil, sizi kendi seviyeme çıkardığım için" derlerdi. Sadece bize değil babamıza bile küfür eden insanlar bu sözlerle bizi mi aşağılarlardı, kendilerini mi överlerdi anlayamazdık. Sorsanız, bizi övmüşlerdi. "Spor olsun diye mi okula geliyorsunuz" diye sorarlardı.

Nereden bakarsanız bakın, benim yazdıklarım bir çocuğun kendisinden on yirmi yaş büyük öğretmenlerini eleştirmesi değil, 45 yaşında bir babanın kendisinden on yirmi yaş küçük öğretmenleri eleştirisidir. Kapanmamış yaraları kaşımaktır. Geçmişe bir serzeniştir.

İyi öğretmenler yok muydu? Elbette vardı. Yukarıda yazdıklarımdan sonra şaşırabilirsiniz ama S hanım onlardan biriydi. Bana sorarsanız, okulun gördüğü en iyi öğretmendi. Kötünün iyisi değildi, iyiydi. Her şeyden önce içinde sevgi vardı. Sevgiyi hissetmekte çocuklardan daha üstün kim olabilir? Geçtiğimiz yıllarda siyaset gündemine giren Vasconcelos'un Şeker Portakalı adlı kitabını okumamı bana 30 yıl önce tavsiye eden oydu. Klasik müziğe olan tutkumu bildiği için Nadir Nadi'nin Dostum Mozart adlı kitabını önermişti. Beni yazmaya yönlendiren, destekleyen o olmuştur. Kötü şeylerden alıkoymak yerine iyi şeylere yönlendirmeyi yeğlerdi. Şu okuduğunuz satırlardan biraz olsun keyif alabiliyorsanız onun payı vardır. Yazmayı seviyorsam, iyi kötü becerebiliyorsam onun açtığı kapı sayesindedir. Yıllar önce benimle uğraşmayı bıraktığını söylemişti ama asla bırakmamıştı.

Bugün öğretmenler günü.
İçinde sevgi olan, insanların hayatında güzel izler bırakan tüm öğretmenlere kutlu olsun. 

5 Ekim 2019 Cumartesi

Tokyo Oyun Fuarı 2019

Yirmili yaşlarımdan beri gitmeyi hayal ettiğim Tokyo Oyun Fuarı'na ancak kırk dört yaşımda gidebildim. Bu yüzden, aklımda ve taslaklarımda yazıp bitirmemi bekleyen onca yazı olduğu halde önceliği bu ziyaretime verip sıcağı sıcağına yazayım dedim.

Tokyo Oyun Fuarı senede bir kez, Japonya'nın en büyük kongre merkezlerinden biri olan Makuhari Messe'de yapılıyor. Kapılarını sabah saat onda açacak olan Makuhari Messe'ye zamanında varabilmek için 14 Eylül sabahı saat dörtte uyandım. Üç kez tren değiştirdim. Dakikalarca yürüdüm. Sıralarda bekledim. Nihayet içeriye girebildiğimde saat on buçuktu. Yaklaşık 450 kilometre yol katettiğimi ve her yıl çeşitli ülkelerden yüz binlerce kişinin fuara katıldığını düşünürsek bu fazlasıyla iyi bir zamandı.

Tokyo Oyun Fuarı, uluslararası adıyla Tokyo Game Show (#TGS2019), dünyada düzenlenen tüm oyun fuarlarının en ünlü ve en saygınlarından bir tanesi. Birçok oyun firması yeni oyun duyurularını bu fuarda yapıyor, yeni tanıtım videolarını ilk kez bu fuarda gösteriyor, piyasaya çıkarmadan önceki deneme sürümlerini (demo version) ilk kez bu fuarda kullanıcılara açıyor. Yeni donanımlar tanıtılıyor. Dört gün süren fuarın ilk iki günü basına ve özel davetlilere ayrılıyor, duyurular, basın açıklamaları yapılıyor. Son iki günü biletli ziyaretçilere açılıyor. Ziyaretçiler profesyonel oyuncuları, oyun yapımcılarını, programcıları, çizerleri, animatörleri, bestecileri, şarkıcıları, yazarları görme imkanına sahip oluyor. Onların katıldığı, konuşma yaptığı, tartıştığı oturumları izleyebiliyor.

Uluslararası oyun piyasasının en saygın firmalarından birçoğunun Japon firmalar olduğunu ve en çok satan oyun konsolunun Sony Playstation konsolu olduğunu düşünürseniz bu fuarın bu sektör için ne kadar büyük bir önem taşıdığını anlamak kolay olacaktır. Benim de bir bilgisayar yüksek mühendisi ve kabaca 30 yıllık bir oyuncu olduğumu düşünürseniz bu fuara katılmanın benim için neler ifade ettiğini anlamakta da zorluk çekmezsiniz.

Oyun sektörü, özellikle gelişen bilgisayar teknolojisi sayesinde çok büyük ve gitgide genişleyen bir sektör haline geldi. Fotoğrafçılık sektörünü bile tehdit eden cep telefonlarının gelişmesi ile çok daha geniş bir kitleye ulaşmaya başladı. Oyunlar sadece grafikleri ile değil hikayeleri ile de hayran kitleleri kazanır oldu. Oyunların yazarları, çizerleri, bestecileri gerçek sanatçılardan kuruluyor. Müzikler Londra Filarmoni gibi orkestralar tarafından icra ediliyor. Hans Zimmer'in birçok oyunun müziğinde imzası var.

Eskiden filmlerin oyunlara uyarlandığını çok görmüştük. Ama artık oyunlar filmlere uyarlanmaya başladı. Öyle ki, Sony firması sırf oyunların film ve dizi uyarlamalarının yapılacağı Playstation Productions adında yeni bir birim kurdu. Tomb Raider, Resident Evil gibi filmler oyunlardan uyarlanmıştı. Önümüzdeki haftalarda Netflix'te yayınlanacak olan Witcher serisi ben dahil milyonlarca kişi tarafından oynanmış olan bir oyunun uyarlaması. Gerçi oyun esasen aynı adlı kitaptan uyarlanmıştı ama dizinin görsellerinde yayınlanan karakterlerin oyundaki çizimlerden aktarıldığını gözardı etmemek lazım. Uncharted, Call of Duty, Devil May Cry oyunlarının filmleri, Sonic, Minecraft gibi oyunların ise çizgi filmleri yapım aşamasında.

Durum böyle olunca aktör ve aktrislerin de oyun dünyasına girmeleri kaçınılmaz oluyor. Sinema oyuncuları artık bilgisayar oyunlarında rol almaya başladı. Kendilerine sadece film ve dizi teklifleri değil, artık oyun teklifleri de geliyor. Örneğin, fuarda benim de sabırsızlıkla beklediğim oyunlardan biri olan Cyberpunk 2077'de Keanu Reeves rol alıyor. Oyunun standında bizzat kendisinin gelerek imzaladığı duvarın önünde yine kendisinin binerek poz verdiği maket motosiklet sergileniyor. Fuarda Cyberpunk 2077 gibi büyük bir standda tanıtımı yapılan Death Stranding adlı oyunda ise Mads Mikkelsen rol alıyor. İkisi de sevdiğim aktörler ve rol aldıkları oyunları alıp oynamaya başlamayı dört gözle bekliyorum.

Fuarda firmalar oyun tanıtımlarını oyunların temalarının kullanıldığı muhteşem dekorasyonlarla yapıyor. Çeşitli eşantiyonlar dağıtıyor. Canlı cansız modeller kullanıyor. İlgiyi artırmak için tıpkı araba fuarlarında olduğu gibi oyun fuarlarında da bayan modeller, yani tüm dünyada bilinen adıyla 'booth babes' kullanılıyor. Modellerin yüzlerinin ve vücutlarının güzelliklerinden fazlasıyla yararlanmak için özel olarak tasarlanmış oyun ve firma temalı giysiler giydiriliyor. Örneğin, dekolte kıyafetlerin açığa çıkardığı göğüslerinin üst kısmında veya kısa şortların, mayoların açığa çıkardığı bacaklarının üzerinde firmanın etiketi yapıştırılmış modellere fuarda sıkça rastlanıyor.

Fuar hem Japonya'da hem de bilgisayar oyunları üzerine olunca, modern Japon kültürünün bir parçası olan kostüm oyunu yani cosplay de fuarda yerini alıyor. Fuarda kostüm oyuncuları için geniş bölümler ayrılıyor. Sevilen oyun karakterleri canlandırılıyor, bir anlamda hayata geçirilmiş oluyor. Kostüm oyuncuları fuara hem renk katıyor hem de fuarın anlamını artırıyor. Bu konu ile ilgili daha çok fotoğraf ve daha geniş bir yazıyı farklı bir başlık altında burada yazdım: Tokyo Oyun Fuarı'nda Kostüm Oyuncuları

Benim en çok vakit harcadığım yerlerden biri Final Fantasy 7 Remake oyununun bölümüydü. En son 15'inci yapımı çıkan oyun serisini 1997 yapımı olan Final Fantasy 7, belki de tüm zamanların en ünlü oyunu. 8, 9, 10..15 hepsini yirmi küsur yıl boyunca bir büyük keyif alarak oynadım. Ancak FF7 kadar beni saran, etkileyen bir oyun olmadı. Benim gibi düşünen milyonlarca kişi var ki, firma bu oyunu 'remake' adı altında yeniden yapıyor. İlk yapımının üzerinden geçen yirmi yılda gelişen teknolojiyi kullanarak daha büyük bir hedef kitleye ulaşmak için daha güçlü bir yapımla karşımıza çıkmaya hazırlanıyor. Mart ayında çıkacak olan oyun tüm dünyada heyecanla bekleniyor, ön siparişler veriliyor.

Firmalar sadece oyunların satışından gelir elde etmiyor. Oyunların temaları kullanılarak üretilen tişörtler, kahve kupaları, bez bebekler, yatak örtüleri, yastık kılıfları, takıları, karakterlerin 'action figure' diye adlandırılan heykelcikleri, aklınıza gelen gelmeyen birçok şey oyuncular tarafından ilgi görüyor, satın alınıyor, koleksiyon nesneleri olarak saklanıyor. Oyun müzikleri albümlerde toplanarak satışa çıkıyor. Fuarın bir bölümüne bu lisanslı ürünlerin satıldığı mağazalar kuruluyor. Bazı mağazaların içine girebilmek için metrelerce uzayan kuyruklarda dakikalarca sıra beklemek gerekiyor.

Makuhari Messe çok büyük bir alan üzerine konumlandırılmış bir kongre merkezi. Fuar bu alanın tamamını kullanıyor. Birbirine en uzak iki nokta arasında belki yarım saat kadar yürümek gerekiyor. Bu alan içinde dinlenme yerleri, kafeler, restoranlar bolca bulunuyor. Benim gibi tüm gününü fuarda geçirenlerin tüm ihtiyaçları fuar alanı içinde yer alıyor.

TGS2019'a katılmak benim için birçok açıdan olağanüstü bir deneyimdi. Önümüzdeki yıl tekrar katılır mıyım bilmiyorum. Bana kalsa her yıl katılmak isterim ama artık bir aile babası olarak birçok sorumluluğu üzerimde taşıdığım için pek mümkün görünmüyor. Yine de aralıklarla birkaç kez daha katılırım. Özellikle de oğullarım biraz büyüyünce onlarla birlikte katılmayı çok istiyorum.

28 Eylül 2019 Cumartesi

Tokyo Oyun Fuarı'nda Kostüm Oyuncuları

Hayatımda ilk kez katıldığım Tokyo Oyun Fuarı'nda (Tokyo Game Show) yine hayatımda ilk kez kostüm oyuncularının etkinliğine şahit oldum. Fuar hem Japonya'da hem de bilgisayar oyunları fuarı olunca, modern Japon kültürünün bir parçası olan kostüm oyunu, yani cosplay de fuarda yer alıyor. Fuarla ilgili izlenimlerimi yazarken kostüm oyunu ile ilgili kısmın biraz uzaması gerektiğini anlayınca bu konuyu şu an okuduğunuz satırlarda ayrı bir başlık altında aktarmayı uygun buldum.

Cosplay, Japon icadı olmasına rağmen İngilizce costume (kostüm) ve play (oyun) kelimelerinin birleştirilmesiyle ortaya çıkıyor. Tıpkı tamamen Japon yapımı olan Pokemon'un pocket ve monster kelimelerinden türetilmesi gibi. Kostüm oyunculuğu tüm dünyaya aynı isimle yayılmış durumda. Eğlence için yapıldığı gibi meslek olarak da yapılıyor.

Kostüm oyuncuları (cosplayer) çizgi filmlerdeki, manga ve animelerdeki, filmlerdeki, dizilerdeki karakterleri kullanarak, giysileriyle, makyajlarıyla, peruklarıyla, lensleriyle, takılarıyla, mimikleriyle kendilerini onlara benzetiyorlar. Bir anlamda onları canlandırıyorlar. Tokyo Oyun Fuarı'na katılanlar ise doğal olarak bilgisayar oyunlarındaki karakterleri kullanıyorlar. Kostüm oyuncusu olarak fuara katılmak için önceden kayıt yaptırmak ve bir dizi şartları kabul etmiş olmak gerekiyor. Hazırlıklarını yapmaları için özel olarak ayrılmış soyunma odaları bulunuyor. Kendilerine tahsis edilen açık alanlarda yerlerini alıyorlar ve fotoğraflarını çekmek için gelen ziyaretçilere poz veriyorlar.

Dergilerden, gazetelerden, veya diğer medya kuruluşlarından sadece kostüm oyuncuları için gelen fotoğrafçılar bulunuyor. Boyunlarında asılı akreditasyon kartları oluyor ve sıra kendilerine geldiğinde bunları göstererek kostüm oyuncularına ne için fotoğraf çekecekleri, nerede yayınlayacakları gibi açıklamalar yapıyorlar. Resimlerini çekmek istedikleri her bir kostüm oyuncusu için dakikalarca sıra bekliyorlar. Talimatlarla istedikleri gibi pozdan poza sokup, ellerindeki yüksek donanımlı makinelerle dakikalarca ve defalarca fotoğraf çekiyorlar.

Kostüm oyuncularının hemen yanlarında twitter, instagram gibi sosyal medya kullanıcı adlarının yazılı olduğu kartlar bulunuyor. Fotoğrafçılar en son bu kartın resmini çekiyorlar. Medyada veya sosyal medyada resimleri yayınlandığı zaman tanınırlıkları artıyor. Kullanıcı adlarından birkaçını kontrol ettiğimde bazılarının yüz binlerce takipçisi olduğunu gördüm. Yani farkında bile olmadan epey ünlü kostüm oyuncularıyla karşılaşmışım.

Aralarında benim de çok iyi bildiğim oyun karakterleri olduğu için kostüm oyuncularının bazılarının çok başarılı iş çıkarmış olduklarını söyleyebilirim. Birçoğunun fotoğrafını çektim, bazılarıyla da birlikte çekildim. Bu fuara katılan veya katılmayan profesyonel kostüm oyuncuları elbette hep aynı kostümü giymiyor, hep aynı karaktere bürünmüyorlar. Farklı yerlerde, fuarlarda, organizasyonlarda farklı karakterlerle boy gösteriyorlar. Giysilerini, makyajlarını, peruklarını, takılarını kendileri hazırlıyorlar veya özel olarak hazırlatıyorlar. Seçtikleri karaktere bürünebilmek için ciddi bir zaman, para ve mesai harcıyorlar.

Kadın karakterlerin daha çok ilgi çekmesi elbette kaçınılmaz. Öyle ki, erkek kostüm oyuncuları bile bazen kadın karakterlere bürünmeyi tercih ediyor. Bu durum onların cinsel tercihlerini değil işlerindeki başarılarını yansıtıyor. Fuara bireysel olarak katılan kostüm oyuncularının yanı sıra oyun firmalarının önceden anlaşarak kendi bölümlerinde yer verdikleri de oluyor. Firmalar kendi oyunlarının tanıtımını bu şekilde de yapıyor. Öyle ki, bazen sevilmeyen bir oyunun sevilen bir karakteri olabiliyor, oyun bu karakter için alınıp oynanabiliyor. Bazı karakterler oyunun kendisinden daha ünlü olabiliyor. Her yıl onlarca yeni oyun, manga ve anime çıkıyor. Yeni karakterler ortaya çıkıyor. Böylece kostüm oyunları yenilik, farklılık ve çeşitlilik kazanıyor.

Bu arada esas sanatçıları da unutmamak gerek. Yani bu karakterlerin gerçek yaratıcıları olan çizerleri. Kostüm oyuncuları onların çizgilerini hayata geçiriyor. Oyun, anime ve manga firmalarının bünyelerinde bulundurduğu bu sanatçılar karakterlerin giysilerinden takılarına, saç renklerinden yüz ifadelerine kadar kostüm oyuncularının başlangıç noktasını oluşturuyor.

Japonya'da sadece kostüm oyunlarına özel fuarlar, organizasyonlar bile yapılıyor. Bunlar arasına, örneğin Comiket gibi, katılmayı çok istediğim etkinlikler bulunuyor. Olur da katılırsam, artık manga ve anime takipçisi olmadığımdan karakterlerin çoğunu tanımayacağım ama renkli ve eğlenceli etkinliklerde yer almış olacağım. Bir de fotoğraf makinemi yenileyebilirsem harika olur.

24 Eylül 2019 Salı

Tokyo'da Akşamüzeri

Tokyo Oyun Fuarı için gittiğim Tokyo'da arkadaşımla buluşmak üzere Ginza'ya geçmeden hemen önce çektiğim bu resmi sizlerle paylaşmak istiyorum. Gün batımına kısa bir süre var. Güneş son ışıklarını yansıtıyor Tokyo'nun binalarında. Yerdeki su birikintisi aralıklarla çalıştırılan fıskiyelerden kalma. Biraz daha vaktim olsaydı fıskiyeler açıkken de fotoğraflamak isterdim burayı. Günün her saati, havanın her durumunda hareketli bir şehir Tokyo.

Şehirde geçirdiğim tek akşamüzeri, çektiğim en güzel fotoğraf. Oyun fuarıyla ilgili yazımı tamamlayıp yayınlamama az kaldı. Bu yazıyı beklerken şehrin bu güzel manzarasıyla baş başa bırakıyorum sizleri.


Japonya'dan ve Mutlu Sayar'dan daha 
fazla fotoğraf için instagram adresi:      muusensei

15 Ağustos 2019 Perşembe

Yaz Ödevi

Birkaç hafta önce Japonya'da okulların yaz tatili başladı. Yaz tatili Japonya için yarıyıl tatili demek. Türkiye'de ve diğer birçok ülkede okul yılı yaz sonunda başlayıp yaz başında biter. Ara tatil şubat ayına denk gelir. Japonya'da ise okul yılı Nisanda başlar. Yaklaşık iki ay süren yaz tatili ise yarıyıl tatili olur.

Tatiller çocukların sadece oyunlar oynayıp derslerden uzaklaşacağı anlamına gelmiyor. Japonya'da okul öğretmeni tarafından ödevler ve sorumluluklar veriliyor. Her akşam dokuzdan önce yatmak, anne ve babaya ev işlerinde yardım etmek, spor yapmak, dışarıda oynamak gibi ödevler var. Bunlar yerine getirildikçe ödev listesinde işaretleniyor. Ödev listesi okullar tekrar açıldığında sınıf öğretmenine teslim ediliyor. Öğrenciler ödevlerinin ve sorumluluklarının hesabını veriyor. Oynadıkları oyunları, gittikleri yerleri yazıya döküp sınıfta okuyor, anlatıyor.

Resmini gördüğünüz çan çiçekleri de işte oğlumun sorumluluklarından biri. Bu çiçeğin tohumlarını oğlum okulların açıldığı Nisan ayında ekti. Suladı, çimlendirdi, büyüttü. Her zaman okulun bahçesindeydi. Yaz tatili başlayınca alıp eve getirdi. Çiçeğe evde bakmaya devam ediyor. Okullar tekrar açıldığında geri götürecek ve bakımına okulda devam edecek.

Elbetteki bu durum diğer tüm öğrenciler için geçerli. Her öğrencinin, üzerinde isminin yazılı olduğu bir saksı var. Oğlum gibi tüm birinci sınıflar bakımı kolay olan çan çiçeklerine sahipler. Sınıflar büyüdükçe daha farklı bitkiler yetiştiriyorlar. Örneğin ikinci sınıflar domates yetiştiriyor. Japonya'ya gelip eğitim hakkında sora sora kadın üniversitelerini soran siyasetçilerimizin belki bundan haberi yoktur ama burada çocuklar eğitimin ilk yılından itibaren toprakla, bitkiyle, sebzeyle, meyveyle, ağaçla, çiçekle haşır neşir ediliyor. Kız erkek ayrımı yapılmaksızın.

10 Temmuz 2019 Çarşamba

Sahilde Bir Sabah

Çocuklar için suda, kumda oyun gibisi yok. Pazar sabahı evde biraz sıkılınca arabaya atladık, henüz bitmemiş olan yağmur mevsiminin getirdiği bulutların gölgesi altında güneşe hasret kalmış sahile geldik. Kulaklarımızda rüzgârın uğultusuna karışan dalgaların sesiyle oyunlara daldık. Çocuklar ıslanmasınlar, üzerilerine kumlar yapışmasın diye ne yaptıysam, ne dediysem olmadı. Çünkü ne araba kirlensin istiyordum, ne de eve dönünce annelerinin hışmına uğramak. Ama o kadar güzel oynuyorlardı, o kadar eğleniyorlardı ki nihayet onları tamamen serbest bıraktım. Dalgaların köpükleriyle ıslana ıslana, ceplerimiz kumlarla dola dola, acıkana kadar oynadık.

6 Nisan 2019 Cumartesi

Birlikte On Yıl

Evliliğimizin on yılını geride bıraktık. Önümüzde onlarcası daha var.

Eşimle olan birlikteliğimiz başlamadan önce birbirinden binlerce kilometre uzakta iki mektup arkadaşından başka bir şey değildik. Anadili Türkçe olan ben ve anadili Japonca olan o, birbirimize İngilizce e-postalar gönderiyorduk. Birkaç günde bir kendimiz ve yaşadıklarımız hakkında yazıyorduk. Günlük stresten uzaklaşıyor, kafamızı dağıtıyor, İngilizce kullanarak alıştırma yapıyorduk. Nereye gittiğimizden neler yaptığımıza, neler yediğimizden kimlerle buluştuğumuza kadar birçok şey paylaşıyorduk. Kendi kültürümüzü, yemeklerimizi anlatıyorduk. Doğum günlerimizde, yılbaşlarında hediyeler gönderiyorduk. Bu hediyeler kendi ülkemize, kültürümüze ait küçük şeyler oluyordu. Örneğin, o bana Japon tatlısı olan moçi göndermişti, ben ona lokum göndermiştim.

Lokum konusuna tekrar döneceğim.

Evlenmeden önceki bir yıllık periyotlar birlikteliğimizin dönüm noktaları oldu. Yazışmaya başladıktan bir yıl kadar sonra o gezmek için Türkiye'ye geldi. Bu ziyaretten bir yıl kadar sonra da ben Japonya'ya gezmeye gittim. İki arkadaş olarak buluştuk. Kendi ülkelerimizde birbirimizi ağırladık. Sonra da tekrar kendi hayatlarımıza döndük. İki arkadaş olarak yazışmaya devam ettik.

Benim ziyaretimden bir yıl kadar sonra bana Türkiye'ye gelmek istediğini ve Türkçe öğrenmek istediğini söyledi. O sırada Çin'de bir üniversitede Japonca öğretmenliği yapıyordu. Türkçeyi de öğrendikten sonra Türkiye'de öğretmenlik yapmak istiyordu. Anadili dışında İngilizce ve Çince bilen bir dil öğretmeninin bu isteği beni gururlandırmış, sevindirmişti.

Türkiye'ye geldiğinde artık daha sık görüşüyorduk. İşte ilişkimiz, daha sık olan bu görüşmelerle birlikte başladı ve o Türkiye'ye geldikten bir yıl kadar sonra evlenmeye karar verdik.

Evlendiğimiz yıl Safranbolu'ya gezmeye gittik. Doğal olarak başımızı nereye çevirsek vitrinlerde yörenin çeşit çeşit, renk renk lokumlarını görüyorduk. Lokum konusu işte burada tekrar açıldı.

Ben çoktan unutmuştum. Gönderdiğim bir paket lokum öyle pahalı bir şey değildi. Neli olduğunu bile hatırlamıyordum. Türkiye'ye özgü bir şeydi sonuçta. Turistik ünü lezzetinden daha fazlaydı. Eşim, ona birkaç yıl önce gönderdiğim lokumları hatırlatıp şöyle anlattı: "Senden paket geldiğini görünce çok sevinmiştim. Açtığımda içinde bu vitrindekiler gibi lokumlar vardı. Hemen bitmesin diye karar vermiştim, her akşam yemekten sonra bir tane yiyordum. Günde sadece bir tane. Onu yediğim zaman mutlu oluyordum. Bütün gün o lokumdan yiyeceğim zamanı bekliyordum. Benim için günün en önemli saati oydu."

Evliliğimizin on yılını geride bıraktık. Önümüzde onlarcası daha var.

30 Mart 2019 Cumartesi

İki Mezuniyet

Biri üç, diğeri altı yaşında olan iki oğlum bu ay okullarından mezun oldu. Bu yaşta ne mezunu demeyin. Japonya'da tüm mezuniyetler çok önemseniyor. Kıyafetler seçiliyor. Planlar yapılıyor. Bildiriler hazırlanıyor, gönderiliyor. Uzun süre titizlikle hazırlıkları yapılıyor. Çünkü bu bir veda. Öğretmenlere, arkadaşlara, velilere, sınıfa, okula veda. Tekrar o okula gelinmeyecek, o üniforma giyilmeyecek, o sınıfa girilmeyecek, o bahçede oynanmayacak.

Bu duyguları taşıyarak hazırlanıyor ve yapılıyor Japonya'da mezuniyet törenleri. Anaokullarda, kreşlerde bile mezuniyet törenleri düzenleniyor. İşte benim de altı yaşındaki oğlum anaokulundan mezun olurken, üç yaşındaki oğlum kreşten mezun oldu. Her iki tören de titizlikle hazırlanmıştı. Yoğun duygular yaşandı. Gözyaşlarını tutamayan öğretmenler, veliler vardı.

Tüm çocuklara birer diploma verildi. Bu diplomalar ileride işe girerken gösterilecek ya da ofisin duvarına asılacak türden diplomalar değil elbette. Hani ender bulunan bir kutu çikolata geçer elinize bir gün. Bir daha asla alamayacağınızı bilirsiniz. Acı tatlı yersiniz çikolataları. Onları saklayamazsınız ama hiç olmazsa kutusunu saklarsınız. Yıllar sonra çekmecenizi açtığınıza gözünüze çarpar, tatlarını hatırlarsınız. Okulda geçirilen acı tatlı hatıraların kutusudur işte bu diplomalar. Her hatıra, tadı damakta kalmış bir çikolatadır.

Ellerini uzatıp diplomalarını aldıkları o an, her gün gözlerinizin önündeyken farkına varamadığınız büyüdükleri gerçeğinin yüzünüze çarptığı andır.

Nisanda oğlum Eren ilkokula, Kayra anaokula başlayacak. Eren, yıllar önce annesinin ve teyzelerinin mezun olduğu ilkokula, Kayra ise abisinin mezun olduğu anaokula başlayacak. Yeni hatıralar biriktirecekler. Onlarla beraber biz de. Sadece ve sadece oğullarımın eğitimini düşünerek yerleştiğim Japonya'da, onların ilk mezuniyetlerini böylece gördüm. Umarım diğer tüm mezuniyetlerini gururla, mutlulukla görürüm.

2 Mart 2019 Cumartesi

Japonya'da Türk Müzesi ve Atatürk Heykeli

Mevsim soğuğunu taşımasına rağmen güneşli bir havada, bulutsuz masmavi bir gökyüzü altında, solumuza aldığımız Pasifik Okyanusu'nun dalgalarından yansıyan ışıltılar eşliğinde arabamızı güneye doğru sürmeye devam ettik (önceki bölüm: Uraşima'da Gün Doğumu). Kısa tatilimizin son gününü özel bir müze ziyaretine ayırmıştık. Japonya'daki Türk Müzesi'ne. Ancak yol üzerinde kısa süreliğine duracağımız bir yer vardı.

Ben doğanın yarattığı her şeyi seviyorum. Sevmemek elde değil. Doğanın yarattıkları o kadar benzersiz ki, insan bunları isimlendirmek için benzetmeler kullanır. Şeytan Ayağı, Peri Bacaları, Beşparmak Dağları bunlara örnektir. İşte bizim Kuşimoto'daki durağımız olan Haşiguiiva (橋杭岩, Hashiguiiwa) da böyle bir yerdi.

Haşiguiiva'nın Türkçe karşılığına Köprü Kazığı Kayaları diyebiliriz. Kayaların, karadan denize doğru düz bir çizgi halinde uzanması, onların insan eliyle dizildiği izlenimini veriyor. Bu yüzden burada bir köprü yapılmaya çalışıldığı ama tamamlanamadığına dair bir efsane var. Sütun kelimesi yerine kazık kelimesinin kullanılması da efsanenin yaklaşık tarihi hakkında fikir veriyor. Sular çekildiği zaman yerdeki oyuklar içinde kalan su birikintilerinde karidesler gibi küçük deniz canlıları görmek mümkün. Bu yüzden biraz daha açıkta bulunan yüksek kayalara ulaşmak için adımlarınıza dikkat etmeniz gerek. Köprü efsanesi yerine kendi hayal gücünüzü kullanırsanız, kayaların koca bir canavarın dişleri olduğu ve onun ağzı içinde kaldığınız hissine kapılabilirsiniz. Sular yükseldiği zaman bu kayalar birer ada halini alıyor. Bizim ziyaretimiz suların çekilmiş olduğu saatlere denk geldiği için su birikintileri üzerinden atlaya atlaya yüksek kayaların yanlarına kadar gidebildik.

Türk Müzesi'nin bulunduğu Kii Oşima Adası (紀伊大島) Haşiguiiva'nın birkaç kilometre açığında yer alıyor. Bu yüzden bulunduğumuz yerden adayı görebiliyorduk. Kii Oşima ile anakara arasında küçük bir ada daha yer alıyor. Bu adacık üzerinden geçen köprü, Kii Oşima Adası'na karadan ulaşımı sağlıyor.

Haşiguiiva'dan ayrıldıktan dakikalar sonra bu köprünün üzerinde bulduk kendimizi. Artık karşımıza çıkan tüm tabelalar hem Japonca hem Türkçe idi. Adanın dar yolları ağaçlarla çevriliydi. Haşiguiiva'dan bakarken adayı ne kadar yeşil gördüysek, üzerindeyken de o kadar yeşildi. İnsan elinin değmediği yerler doğal, değdiği yerler ise tertemiz ve bakımlıydı. Müzenin kendisi de çevresi de aynı titizlikle korunuyordu.

Yeni evliyken eşimle birlikte geldiğim bu yere yıllar sonra çocuklarımla gelmek harika bir duygu idi. Müzenin içi, onlar henüz doğmadan önce geldiğimde gördüğümden farklıydı. Yenilenmişti. Bir parkur yapılmış ve tarih sırasına göre olayların anlatıldığı yazılar, eşyalarla birlikte bu parkura dizilmişti. Ancak, yenilenmiş olmasına rağmen bu seferki ziyaretimde beni hayal kırıklığına uğratan bir şey vardı. Bunun sebebini söylemeden önce neden Japonya'da bir Türk müzesi var, neden bu adada yer alıyor kısaca özetleyeyim.

1887 yılında Japon İmparatorunun yeğeninin İstanbul'u ziyaret etmesine karşılık olarak Sultan II. Abdülhamid, Ertuğrul Fırkateyni'ni hazırlatır ve Japonya'ya gönderir. Geri dönüşü sırasında tayfuna yakalanan gemi Kii Oşima Adası'nın açıklarındaki kayalara çarpar. Kazada 587 mürettebat şehit olur. Sağ kurtulan 69 kişiye bölgede yaşayan Japonlar yardım eder, yemeklerini ve evlerini paylaşır. Olayı duyan Japon İmparatoru yardım gönderir ve daha sonra İstanbul'a dönmeleri için iki gemi hazırlatır. Bu olay Türk Japon dostluğunun miladı kabul edilir. Müzenin burada bulunma sebebi budur. Müzede gemiye ve mürettebata ait denizden çıkarılan eşyalar sergilenmektedir. Geminin çarptığı kayalar müzeden görünebilmektedir. Müzenin biraz ilerisinde şehitlik bulunmaktadır.

Ertuğrul kazasının yeniden gündeme gelmesi ve daha bilinir hale gelmesi 1985 yılına rastlar. Savaş sırasında Irak'ın İran'a hava saldırısı düzenleyeceği haberini alan yabancılar İran'dan tahliye edilmeye başlanır. Ancak oradaki Japonlar mahsur kalır. Özal'ın talimatıyla THY tehditlere rağmen oradaki Japonları kurtarır ve Türkiye'ye getirir. Özal, Japonların Ertuğrul kazasındaki yardımlarına bir karşılık olduğu şeklinde açıklama yapar.

Birkaç sene önce bu iki olayı anlatan Ertuğrul 1890 adlı bir film çekildi. Müzenin bir bölümünde bu filmin fragmanı ve nasıl çekildiği yayınlanıyordu. Kapıda DVDsi satılıyordu. İşte bu seferki ziyaretimde beni hayal kırıklığına uğratan şey bu idi. Siyasi argümanlarla ve hayal ürünü sahnelerle dolu olan bu filmin reklamını ve satışını yapmak, müzeyi müze yapan değerlerden bir şeyler eksiltmişti.

Önceki gelişime göre çok daha güzel olan şeyler de vardı. Müzenin sadece kendisi değil, etrafı da yenilenmişti. Çevresindeki park düzenlenmişti. Bir kısmına Mayısta açmayı bekleyen laleler ekiliydi. Okyanusun eşsiz manzarası karşısına oturma yerleri konmuştu. En güzel olan da buraya Atatürk heykelinin getirilmiş olmasıydı.

Atatürk heykeli daha önce Niigata'daki (新潟市) Türk Köyü'nde bulunuyordu. Heykel, 1996'da kurulan bu köye Japonya'daki Türk Büyükelçiliği'nin girişimleri sonucunda hediye edilir. Bir eğlence ve kültür parkı niteliğinde olan bu köy, 2004'te meydana gelen depremde büyük zarar görür ve ekonomik krizin de etkisiyle kapatılır. 2006'da köy arazisi özel bir şirkete satılır. Şirketin sahibi heykeli kendi binasına taşıtır. Çeşitli girişimlerin ardından Tokyo'ya getirilip onarılır ve kısa süreliğine Tokyo'da sergilenir. Daha sonra Kuşimoto Belediyesine teslim edilen heykel 2010 yılında şimdiki yerini alır. Bence Japonya'da olması gereken en isabetli yere getirilmiştir.

Atının üzerine kurulmuş, sağ eliyle ileriyi işaret eden Atatürk heykelinin kaidesinde, Japonca tercümesiyle birlikte, O'nun "Yurtta Sulh, Cihanda Sulh" sözleri ve imzası bulunuyor. Önündeki tablette yine Japonca tercümesi ile verilen açıklama ise şöyle: "Birinci Dünya Savaşı sonunda bölünüp işgal edilen vatanını kurtarmak için halkına önderlik eden Mustafa Kemal Atatürk, ulusuna bu savaşta büyük bir zafer kazandıran Türk ulusunun kahramanıdır. Atatürk, ilk Cumhurbaşkanı olarak uyguladığı kapsamlı devrimlerle ülkesinin çağdaşlaşmasını sağlayan Cumhuriyet'in kurucusu olarak bugün de Türk ulusunun derin sevgi ve saygıyla bağlı olduğu büyük önderidir". Son derece sade ve isabetli olan bu açıklamanın hiçbir güncel siyasi kaygı taşımaksızın yazılı olmasını da ayrıca önemli buluyorum.

Yeniden arabamıza binip yola koyulduğumuzda artık eve dönüş yolculuğumuz başlamıştı. 2 ve 3 Ocak'ta yaptığımız bu kısa geziyi, güncel iş yoğunluğumdan peyderpey zaman ayırıp yazıya dökmek, resimlerini seçmek, düzenlemek ve nihayet son bölümünü yayınlamak ancak bugüne nasip oldu. Artık Mart ayındayız ve bu ay Japonya'nın kiraz çiçekleriyle pembeye büründüğü günleri getirecek. Bu da bizim için yeni gezilere çıkacağımız anlamına geliyor. Belki yine kısa geziler olacak ve belki yayınlaması zaman alacak ama güzel olan her şeyi sizlerle paylaşmaya devam edeceğim. Sağlıcakla kalın.
_________________________________________________________________________________
Önceki bölümler:
1. Naçi Şelalesi
2. Uraşima'da Gün Doğumu
Japonya'dan ve Mutlu Sayar'dan daha fazla fotoğraf için instagram adresi:      muusensei

26 Ocak 2019 Cumartesi

Uraşima'da Gün Doğumu

Naçi Şelalesi ve çevresindeki tapınaklara yaptığımız yorucu tırmanış ve inişten sonra arabamıza tekrar binip yola koyulduk (önceki bölüm: Naçi Şelalesi). Geceyi geçireceğimiz Uraşima Oteli'nin [1] otoparkına park ettik etmesine ama otele ulaşmamız için yarım saat kadar daha yolculuk yapmamız gerekiyordu. Üstelik bunun için karadan ve denizden olmak üzere iki de taşıt değiştirmemiz gerekiyordu. Park ettiğimiz yerde diğer müşterilerle beraber otelin servis otobüsüyle Katsuura Limanı'na geçtik. Limanda bizi otelin teknesi bekliyordu. Birkaç dakikalık kısa bir deniz yolculuğundan sonra otelin giriş kapısının hemen önündeki iskelede indik. Artık geriye sadece anahtarımızı alıp odamıza yerleşmek ve kaplıca havuzlarının keyfini çıkarmak kalmıştı.

Kelime olarak Uraşima (浦島), Koy Adası anlamına geliyor. Bu isimden dolayı otelin adada olduğunu ve bu yüzden tekneyle ulaşıldığını düşünebilirsiniz. Ancak otelin bulunduğu yer küçük bir yarımada. Yarımadanın üzeri tamamen ormanlık yeşil alan. İnşa etmek için de olsa, ulaşmak için de olsa ağaçların hiçbiri kesilip doğal alan tıraşlanmadığından otele karadan ulaşım bulunmuyor. Ulaşımın denizden olmasının sebebi bu. Yarımadanın doğu tarafı Pasifik Okyanusu ile birleşiyor. Batı tarafı ise Katsuura Limanı'nı içine alan koya bakıyor. Uraşima adının en azından ilk kısmı böylece anlamını bulmuş oluyor. Şunu da hemen belirtelim ki, otelin koy anlamına gelen ilk kanjisi ura ile zafer koyu anlamına gelen Katsuura'nın (勝浦) son kanjisi aynı. Bu sebeple otelin adının, coğrafî nedenlerden kaynaklandığını değil de sadece bulunduğu ilden geldiğini söylemek yanlış olmaz.

Yarımada, deniz seviyesinden oldukça dik yükseldiğinden, oteli oluşturan binalar ve bölümler farklı yüksekliklerde bulunuyor. Giriş yaptığımız ve kaldığımız odanın bulunduğu bina, yarımadanın koya bakan batı kıyısında, deniz seviyesinde yer alırken, okyanusa bakan doğu kısmındaki bina ise yarımadanın tepesinde kalıyor. Bu binadaki odalar daha lüks ve haliyle bizimkinden birkaç kat daha pahalı. Sadece bu odaların müşterilerine özel bir kaplıca havuzu bile var. Parası neyse öderiz derseniz siz de bu kaplıca havuzunun kükürtlü ve sıcak sularının içindeyken okyanusun, dağların, gün batımının, gün doğumunun, şehrin, doğanın eşsiz manzaralarını tepeden seyrederek rahatlayabilirsiniz. Ancak tüm bunları bizim gibi ayrı ayrı da yapabilirsiniz. Herkese açık olan diğer kaplıcalardaki su aynı su ve saydığım tüm manzaraları izleyebileceğiniz tepede bulunmak için illa kaplıcasına girmeniz gerekmiyor.

Kaplıca suyu kükürtlü olduğundan kokusu biraz rahatsız edici. Çürük yumurtayı andıran bir kokusu var. Ama vücudunuza verdiği his çok rahatlatıcı. Yumuşak ve dinlendirici. Sabah uyandığınızda, gece uykunuz kaçtığında, yemekten önce, kahvaltıdan sonra, yani canınız ne zaman isterse kaplıcalardan herhangi birine girebilirsiniz. Tamamı 24 saat açık. Ayrıca tüm müşteriler gibi konaklama süresi boyunca otel içerisinde yukata (bornoza benzeyen ince Japon giysisi) ile dolaşacağınız için her seferinde üzerinizi değiştirmeniz gerekmiyor. Birçok yerde yukatanızı kuru ve temiziyle değiştirebileceğiniz büfeler bulunuyor.

Otelin faklı yerlere konumlandırılmış beş kaplıca havuzu var. Her birinin manzarası farklı. Bazıları mağara içinde yer alıyor. Mağaranın ağzından hemen birkaç metre önünüzdeki kayalara vuran dalgaların sesini dinlerken, okyanusun eşsiz görüntüsünü izleyerek havuzun keyfini çıkarmanız mümkün. Kaplıcalara ve otelin diğer tüm bölümlerine tünellerden geçerek ulaşılıyor. Yani doğa yine tahrip edilmemiş, bir ağaç bile kesilmemiş, onun yerine kayalar kazılarak tüneller açılmış.

Her gün resepsiyonda bulunan yazı tahtasında ertesi gün güneşin doğacağı saat güncelleniyor. Okyanusu tepeden gören konumuyla güneşin dünya üzerinde yükseldiği ilk anları izlemek mümkün. Eşim ve çocuklar uyumaya devam ederken, üzerime kat kat giysiler geçirip ben de bu eşsiz olayı izleyebilmek için tepeye çıktım. Gelen tek kişi ben değildim ama ilk kişi bendim. Çok daha erken kalkıp geldiğim için yeni yılın ikinci gecesinin son yıldızlarından, üçüncü gününün ilk ışıklarına kadar ki tüm süreci büyük bir zevkle seyrettim.

Artık yavaş yavaş yola koyulma vakti yaklaşıyordu. Güzel bir kahvaltıdan sonra otelden ayrıldık. Önce tekne ile Katsuura Limanı'na, sonra otobüsle otoparka geçip arabamıza kurulduk. Seyahat planımızda biraz daha güneye inmek vardı. Kuşimoto'daki Türk Müzesi'ni ziyaret etmek üzere hareket etiik.

Devamı: Japonya'da Türk Müzesi Ve Atatürk Heykeli
_________________________________________________________________________________
[1] Otelin web sitesi: Hotel Urashima
[2] Kaplıcalarda resim çekmek yasak olduğundan fotoğraf otelin web sitesinden alınmıştır (img_boukido)

12 Ocak 2019 Cumartesi

Naçi Şelalesi 那智の滝

Yeni yılın ilk haftası Japonya genelinde tatil haftasıydı. Çocukların okulu ile benim ve eşimin iş yerlerimizin tatil olması, yılın yorgunluğunu atabilmek için iyi bir fırsattı. Bu tatile kısa bir gezi sıkıştırmamak elbette olmazdı. Biz de yılın ikinci ve üçüncü günününde biraz güneye inmeye karar verdik.

2 Ocak sabahı arabamıza atlayıp saat sekizde yola çıktık. Doğu sahili boyunca ilerleyip Wakayama Bölgesi'ne (和歌山県) geçtik. Geceyi geçirdiğimiz Uraşima Oteli'ne varmadan önce okyanusa uzanan sahillerin görkemli manzaraları önünde biraz soluklanmak için birkaç kez durduk. Ancak otele gitmeden önceki esas durağımız Naçi Şelalesi (那智の滝) idi. Yazılı ve çizili tarihi yüzyıllar öncesine dayanan bu şelale ile tapınakların bulunduğu çevresindeki alan UNESCO dünya mirası listesinde bulunuyor.

Burayı yıllar önce ilk kez yaz ayında ziyaret etmiştim. Dağdan düşen su miktarı o günküne göre bu sefer daha azdı. Ama tatil günleri olması ve yeni yıla giren Japonların dua etmek için uğraması sebebiyle bu kez çok daha kalabalıktı. Onlarca dakika sırada bekleyerek kaptığımız otopark yerinden olmamak için tepenin üst kısımlarında bulunan tapınak bölgesine yürüyerek çıkmaya karar verdik. Zaten yorucu olan çıkış sırasında bir de kucak isteyen çocuklarımızı ara sıra taşıyarak ilerlemek yorgunluğumuzu daha da artırdı. Eşim ve çocuklar daha fazla dayanamayınca tapınakların alt kısmında kalan pagodanın bulunduğu parkta dinlenerek beklemeye karar verdiler. Ben ise gelmişken tekrar görme ve birkaç resim çekme fırsatını kaçırmamak için en üst kısımdaki tapınaklara kadar çıktım.

Bölge hem kalabalıktı, hem de bazı yerler tadilattaydı. Tapınakların içinden çok etrafındaki doğa ve manzarayla ilgilendiğim için bu durumdan ben şikayetçi değildim. Eşimi ve çocukları bekletmemek için acele etmek istiyordum ama manzara o kadar güzeldi ki biraz oyalanmaya karar verdim. Doğanın yeşiliyle birleşen denizin mavisine bakarken, bir ara kollarımı iki yana açıp, şöyle bir gerinerek derin bir oh çektim. Ciğerlerimi dolduran temiz havayla tam sarhoş olmaya başlamıştım ki, iki çocukla tek başına başa çıkmaya çalışan eşimden gelen telefon sesiyle kendime geldim. Alelacele yanlarına gidip birkaç dakika soluklandıktan sonra geldiğimiz yoldan inmeye başladık. O gün için artık geceyi geçireceğimiz ve iyice dinleneceğimiz kaplıca oteli Uraşima'dan başka gidecek yer kalmamıştı.

Devamı: 
Uraşima'da Gün Doğumu

4 Ocak 2019 Cuma

2019

Yeni yıla girdik. Japonya'da bir hafta tatil olması sebebiyle yılın ilk günlerini dinlenerek geçiriyorum. Araya bir de iki günlük gezi sıkıştırdım, ki bunun yazısını daha sonra yayınlayacağım. Yani yeni yıla güzel girdik. Ancak nedense 2019 yılı için hiç iyi şeyler düşünemiyorum. Gerek dünyadaki politik gelişmeler, insan eliyle bozulan doğanın sayıca ve şiddetçe artarak afetlerle tepki göstermesi, kitlelerin vurdumduymazlığı gibi nedenler buna engel oluyor.

Herkes gibi ben de güzellik yarışmacıları gibi barış filan dilerdim ama en iyisi içimden geçenleri söylemek. 2019'un hiç de hayırlı bir yıl olacağını sanmıyorum. Büyük felaketlerin yaşanacağı ve daha büyüklerinin başlangıcı olacağını hissediyorum. Ölümden ve zulümden başka bir şey aklımda canlandıramıyorum. Yurtta sulh cihanda sulh diyen, dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük adamının en büyük adımını atmasının yüzüncü yıl dönümü olması dışında hiçbir güzellikle bütünleştiremiyorum. Haydi hayırlı seneler!