Siyaset etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Siyaset etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Eylül 2020 Cumartesi

Kumandanı Öldürmek

Haruki Murakami'nin 850 sayfalık Kumandanı Öldürmek adlı kitabı için uzun bir kitap demek kesinlikle haksızlık olur. Sayfa sayısı söz konusu edilecekse yapılabilecek en doğru tanım zengin bir kitap olduğudur.

Hayatını portre resimleri yaparak kazanan bir ressam, karısının kendisinden ayrılmasının ardından yaşadığı şehirden uzaklaşmaya karar verir. Menajerliğini de yapan arkadaşı ona babasının evinde kalmasını önerir. Babası Japonya'nın en tanınmış ressamlarından biridir. Yaşlı ve bilincini kaybetmiş biri olarak bakım evinde kaldığı için ev boştur. Sağlığında o evi aynı zamanda atölye olarak kullanmıştır. En yakın evden ulaşılması için bile taşıtın gerektireceği kadar ıssız, ormanlık ve tepelik bir alanda olan bu ev inzivaya çekilmek isteyen bir sanatçı için biçilmez kaftandır. 

Ressamımızın macerası işte bu eve olan yolculuğuyla başlar. Eve yerleşmesinin ardından ev sahibinin, çatı katına itina ile sakladığı, kimse tarafından bilinmeyen bir tablosunu bulmasıyla devam eder. Her gece aynı saatte duyduğu çan sesiyle gizemli bir hal alır. Portresini yapmak için yüksek ücret aldığı sıra dışı yeni arkadaşıyla birlikte bu sesi araştırmaya koyulur. Böylece kendisini gizemli olduğu kadar ürpertici olayların içinde bulur.

Kitabın gerçek dışı öyküsüne gerçek hayattan birçok tarihi olay, sanat eserleri ve kültürel argümanlar eşlik ediyor. Okurken, bir ressamın sanatını ortaya çıkarırken şekillendirdiği düşüncelere ve sarf ettiği emeğe şahit olacaksınız. Japon ve Budist kültürüne ait ilginç ögelerle karşılaşacaksınız. Mozart'ın Don Giovanni operasını, R. Strauss'un Rosenkavalier adlı eserini dinlemek isteyeceksiniz. Auschwitz ve Nanking gibi insanlık tarihini sarsan olayları hatırlayacaksınız. Tüm bunların öyküyle nasıl harmanlandığını görerek yazarın dehasını takdir edeceksiniz.

Koşmasaydım Yazamazdım adlı kitabında Murakami yazarlığa nasıl başladığını anlatır. Buna göre Murakami kendisini tatmin eden özgün bir üslup arayışı içindedir. Öyküsünü anlatmak için önce İngilizce yazmayı dener. İngilizcesinin iyi derecede olmaması onu kısa kısa cümlelerle anlatmaya zorlar. Japonca'ya çevirirken bu kısa cümleleri olduğu gibi tutar ve üslubunu böylece keşfettiğini söyler. Bu kısa cümleli anlatımları, özellikle Karanlıktan Sonra gibi yazarın ilk kitaplarında fark etmek mümkün. Ancak 1Q84 ve Kumandanı Öldürmek gibi sonradan yazdığı kitaplarda pek hissedilmez. Yine de uzun uzun cümleler yoktur. Çünkü yazarın edebiyatını cümlelerin uzunluğu değil, öykülerin zenginliği, özgünlüğü ve anlatımındaki ustalık oluşturur. Yoksa Murakami de pekala kimsede iz bırakmayacak, hatırlanmayacak öyküler yazan Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk gibi, kitaplarını sırf edebi eserler gibi göstermek için birkaç cümlede anlatılabilecek bir şeyi birkaç paragraf tutacak kadar uzun cümleler ile doldurur, o da yetmezmiş gibi o cümleleri bir de parantez içi açıklamalara boğup iyice uzatarak daha da anlamsızlaştırabilirdi (gördüğünüz gibi ben de uzun cümle kurabiliyorum; parantez içi açıklama bile ekledim). Ama, Nasreddin Hoca'nın dediği gibi, keramet kavukta değil.

Murakami'nin adı hemen hemen her yıl Nobel edebiyat ödülünde geçer. Bana sorarsanız çoktan alması gerekirdi ancak siyasi faktörler buna engel oldu. Kendi ülkesini eleştirmesi en önemli sebep. Evet, kendi ülkesini eleştiren Orhan Pamuk'a edebiyat Nobeli, kendi rejimini eleştiren Çinli yazar Liu Şiaobo'ya barış Nobel'i verildi ama kriter eleştirdiğinin kendi ülkesi olması değil, kendi ülkesinin dünya siyasetindeki konumu. Nobel ödülleri açıklandıktan sonra gündemi yazarın yazdıkları veya edebiyatı değil, siyasi fikirleri meşgul ediyor. Murakami kendi ülkesini İkinci Dünya Savaşı sırasında Çin'de ve Kore'de yaptığı insanlık suçlarından ötürü birçok kez eleştirmiş, kurbanlar ikna olana dek Japonya'nın tekrar tekrar özür dilemesi gerektiğini söylemişti. Bu bağlamda Kumandanı Öldürmek adlı kitabında Nanking'e yer vermesi tesadüf değil. 

Bir kitapseverin, her kitabını okuduğum Murakami'ye hayran olmamasına ihtimal dahi vermiyorum. Japonca çalışmalarım hâlâ istediğim seviyede olmadığı için Murakami kitaplarını bir de orijinal Japoncasından okuma hayalimi yine ertelemek zorundayım. Ama hedefimi değiştirmiş değilim. Kitaplarda olsun, filmlerde olsun, Türkiye'nin hâlâ gurur duyduğum çeviri becerisi şimdilik bana yetiyor. Sizin de aynı keyfi almanız dileğimle. 

15 Ağustos 2019 Perşembe

Yaz Ödevi

Birkaç hafta önce Japonya'da okulların yaz tatili başladı. Yaz tatili Japonya için yarıyıl tatili demek. Türkiye'de ve diğer birçok ülkede okul yılı yaz sonunda başlayıp yaz başında biter. Ara tatil şubat ayına denk gelir. Japonya'da ise okul yılı Nisanda başlar. Yaklaşık iki ay süren yaz tatili ise yarıyıl tatili olur.

Tatiller çocukların sadece oyunlar oynayıp derslerden uzaklaşacağı anlamına gelmiyor. Japonya'da okul öğretmeni tarafından ödevler ve sorumluluklar veriliyor. Her akşam dokuzdan önce yatmak, anne ve babaya ev işlerinde yardım etmek, spor yapmak, dışarıda oynamak gibi ödevler var. Bunlar yerine getirildikçe ödev listesinde işaretleniyor. Ödev listesi okullar tekrar açıldığında sınıf öğretmenine teslim ediliyor. Öğrenciler ödevlerinin ve sorumluluklarının hesabını veriyor. Oynadıkları oyunları, gittikleri yerleri yazıya döküp sınıfta okuyor, anlatıyor.

Resmini gördüğünüz çan çiçekleri de işte oğlumun sorumluluklarından biri. Bu çiçeğin tohumlarını oğlum okulların açıldığı Nisan ayında ekti. Suladı, çimlendirdi, büyüttü. Her zaman okulun bahçesindeydi. Yaz tatili başlayınca alıp eve getirdi. Çiçeğe evde bakmaya devam ediyor. Okullar tekrar açıldığında geri götürecek ve bakımına okulda devam edecek.

Elbetteki bu durum diğer tüm öğrenciler için geçerli. Her öğrencinin, üzerinde isminin yazılı olduğu bir saksı var. Oğlum gibi tüm birinci sınıflar bakımı kolay olan çan çiçeklerine sahipler. Sınıflar büyüdükçe daha farklı bitkiler yetiştiriyorlar. Örneğin ikinci sınıflar domates yetiştiriyor. Japonya'ya gelip eğitim hakkında sora sora kadın üniversitelerini soran siyasetçilerimizin belki bundan haberi yoktur ama burada çocuklar eğitimin ilk yılından itibaren toprakla, bitkiyle, sebzeyle, meyveyle, ağaçla, çiçekle haşır neşir ediliyor. Kız erkek ayrımı yapılmaksızın.

2 Haziran 2017 Cuma

Zeytin

Şu zeytini size bir de ben söyleyeyim. Şöööyle içinde olduğumuz Ramazan ayına uygun olsun:

Hani oy toplamak için ellerinde salladıkları Kur'an var ya..işte o Kur'an'da zeytin toplam 6 yerde bizzat ismiyle geçer [1]. O kadar ayrıcalıklıdır. Hatta Tîn suresi zeytine yeminle başlar. 

İki ayet ağaçların secde ettiğini söyler [2]. Hani helikopterle cumaya gidip secde edenler var ya..işte yüzlerce yıldır secde etmekte olan zeytin ağaçlarını kesmek için uğraşıp didinenler onlardır. 

Secde ve yeminden bahsetmişken..

Kur'an'da adı Secde olan bir sure de var. İşte o surenin 13. ayetinde de bir başka yemin var, o da Allah'ın cehennemi insanlarla dolduracağına yemin etmesidir. Bugün iftar sofrasına oturduğunuzda orucunuzu açmak için sofrada sizi bekleyen zeytine iyi bakın. O zeytin sizin hidayetiniz de olabilir, cehenneme biletiniz de.

Haydi şimdi hayırlı Ramazanlar...
_________________________________________________________________________________
[1] Enam 99,141, Nahl 11, Nur 35, Abese 29, Tîn 1
[2] Hacc 18, Rahman 6

6 Ocak 2017 Cuma

Yeni Yıl İçin Paylaşımlar

Yeni yılın ilk satırlarını yazmak için Japonya'da geçirdiğim ilk yılbaşında neler yaptığımızı anlatmak isterdim. Ona da sıra gelecek ama ülkemde art arda o kadar üzücü olaylar oldu ki, güzel şeyler yazarak başlayacak ruh halini kendimde bulamadım. Yeni bir şeyler düşünüp kaleme almak yerine o anlardaki hislerimi dışa vurduğum sosyal medya paylaşımlarımı bu satırlara taşıyarak kayıt altında tutmayı uygun buldum.

Yılbaşı gecesi yeni yılı kutlamak için eğlenen onlarca kişinin kurşunlanarak öldürüldüğü saldırı sonrası 1 Ocak'ta şu satırları yazmıştım:

"Eskiden cuma namazlarına giderdim. Sanırım 2005 yılı sonuydu, yılbaşına birkaç gün kala yine cumaya gitmiştim. Namazdan önce imam anlatıyordu; yılbaşı kutlamak günahtır, yılbaşında hediye vermek gavur adetidir, vallahi de billahi de küfürdür. Yani ben sevdiklerim sevinsin diye hediye alacağım, yeni yıl için güzel dilekler dileyeceğim, ve 'uydum hazır olan imama' diyerek arkasında saf tuttuğum imam beni kafir ilan edecek! Bir daha asla cumaya gitmedim.

Aradan geçen 10 küsur yılda gelinen nokta şu:


O imam gibilerin yetiştiği okullar kat kat arttı, yetişmedikleri dönüştürüldü. O imam gibilerin bağlı olduğu diyanetin başındaki şahıs, birkaç gün önce yılbaşı kutlamasının israf olduğu fetvası verdi, kendisi bizim vergilerle zırhlı Mercedes'e biniyor. O diyanetin bağlı olduğu kurumun o zaman başında olan şahsın bizzat kendisi imam, kendine saray yaptırıp cb oldu, şimdi başkan olacak. O müstakbel başkanın yönettiği ülkede dün yılbaşı gecesi kutlama yapan insanlar kurşuna dizildi, o imam gibilerin ardında saf tutup cuma namazı kaçırmayan tipler 'oh olsun, kafirler, layıklarını bulmuşlar' gibi söylemler üretip, noel babanın başına silah dayama, sünnet etme gibi eylemler yapıyorlar. Ve ben, din konusunun gündemde asla yer tutmadığı, kimsenin kimseye sesini yükseltmediği, yol verdim diye arabanın içinde bile direksiyona kadar eğilip teşekkür eden insanların yaşadığı Japonya'ya yerleştim."


Türk Lirası her geçen gün değer kaybediyor, yabancı yatırımcılar tasi tarağı toplayıp ülkeden kaçıyor, işsizlik artıyor. Bizzat ben, bilgisayar yüksek mühendisi olarak Türkiye'de bir buçuk yıl iş bulamadım. Tüm bunlar olurken iş hayatındaki insanların riyakarlıklarını 4 Ocak'ta şu satırlarla dile getirdim:


"Çöken ekonomiden, haksız terfilerden, torpilli işe alımlardan, yersiz atamalardan, artan işsizlikten, geçim ve gelecek kaygılarından sorumlu tuttukları siyasetçileri, kodamanları, yandaşları Facebook, Twitter gibi yerlerde yerden vuran kişilerin LinkedIn'de her şey harikaymış gibi davranmaları çok ilginç. Onların görmediği ortamlarda esip gürleyip, onların görebilecekleri ortamda çıkarlarını gözeterek süt dökmüş kediye dönenler, şikayet ettikleri ortamın oluşmasında birinci derece suç ortakları olduklarının farkında değiller mi?"



Her yıl bir öncekini aratır oldu ve bu yılın da öyle olması ihtimali beni derinden endişelendiriyor. Öyle ki, ben bu satırları henüz yayınlamamışken, bir de İzmir'den kahredici haber geldi. Onun için de şu tepkiyi verdim:

"Bir ara, hiç subay ölmüyor demişlerdi, subayların şehit haberleri gelmeye başladı; babanın kızına şehvet duyması haram değil dediler, çocuklar tecavüze uğradı; hamile kadın sokakta gezmesin dediler, parkta hamile kadın darp edildi; yılbaşı kutlamayın dediler, yılbaşı kutlayanlara kurşun yağdı; İzmir'de bomba patlamıyor dediler, İzmir'de bomba patladı..."

İnsan gurbetteyken memleketin acılarını daha çok hissediyor, çığlıklarını daha derinde duyuyormuş. Bir tür Nazım Hikmet yalnızlığı yaşıyorum dünyanın diğer ucunda. 

20 Aralık 2016 Salı

Yaş 42

Kimsenin kimseyi öldürmediği bir sabaha uyansam.
Kimsenin kimseyi öldürmediği bir günde, sahile, parka gidip yürüyüş yapsam,
Gözlerimi kapatıp kollarımı açarak aldığım derin nefesi, yüzümü göğe dönüp ohhh diyerek versem.
Leziz yemekler, kekler, pastalar yesem,
Çaylar, kahveler içsem.
Cadde, sokak gezsem,
Sinemaya, konsere gitsem,
Dostlarla buluşup muhabbet etsem, kadeh tokuştursam.
Sıcak bir duş alıp yatağıma yatsam, abajur ışığında kitap okusam.
Sonra da,
Kimsenin kimseyi öldürmediği bir geceye uyusam.

13 Nisan 2016 Çarşamba

Babalar İçin Oyuncak Tren

Erkek çocukların arabalara, kız çocukların da bebeklere düşkünlüğü vardır. Onlara hediye alırken bile bu durum gözetilir. Benim iki oğlum olduğu için hem bizim aldıklarımız hem de hediye gelenlerle onlarca oyuncak arabamız var evde. Sağolsun annem, benim çocukken oynadıklarımı da bugüne kadar saklamış. Babamın kendisine verdiği harçlıktan artırarak bana oyuncak araba almak için para biriktirirdi annem. Oyuncak araba fonu vardı yani. O paranın yeteri kadar birikmesi tam bir ay sürerdi. Sonra annem elimden tutup beni Kilis Pazarı'na götürür, seçtiğim bir arabayı almama izin verir, böylece her ay yeni bir arabam olurdu. Bugünkü fiyatlarla 8-10 lira olan bir oyuncağı almak için bir ay para biriktirme gerekliliğinin ne demek olduğunu kafanızda bir değerlendirin. Annemin saklamış olduğu arabalar işte onlar. Hepi topu sekiz-on tanesi hayatta kalabilmiş. Onları da ekleyince oğlumun araba koleksiyonu iyice genişledi.

Trenlere de meraklıydık. Aslında erkek çocuklarını araba ile sınırlamayıp, tüm taşıtlara düşkün olduğunu söylesek daha yerinde olur. Trene biner, oyuncak tren isterdik, uçağa biner, oyuncak uçak isterdik. Ama oyuncakçılarda tren öyle kolay bulunmazdı. Oynanacak gibi olanlar da epey pahalı olurdu. Demiryolu ülkesi değiliz ne de olsa. Hatta birkaç yıl öncesine kadar var olan tren seferleri bile durduruldu. Siyasî iktidarın, 2011'de demiryollarını iki yıl içinde yenileyeceği sözü yalan oldu. Beş yıl geçti, bir metre ray döşenmedi. Vagonların çürümeye bırakıldığı haberlerini görüyoruz medyada. Söküp götürdükleri raylar nerede, Allah bilir. E çocuklar da tren görmüyor ki merak sarsın, istesin. Oyuncakçılarda bile göze çarpmıyor.

Bende ise oldum olası bir tren merakı vardı. Rahmetli anneannem Adana-İstanbul yolculuklarını her zaman yataklı trenle yapardı. Çocukken, onu yolcu etmek ya da karşılamak için Adana Garı'nda da Haydarpaşa İstasyonu'nda da çok bulunmuşluğum vardır. Asıllarını gördükçe oyuncaklarını da isterdik haliyle. 8-10 liralık araba için bir ayda para birikirdi birikmesine de, oyuncak tren için o kadar kolay birikmezdi. Benim bu özlemimi gidermem biraz Zeki Alasya'nın hikayesine benziyor [1]. Onunki gibi büyük bir merak değil bendeki ama çocukluğumda eksik kalan bir şeyi tamamlama fırsatını ancak kendi çocuklarım olunca bulabildim.

Japonya'dan alıp getirdiğim oyuncak rayları birleştirerek çeşit çeşit yollar kurup tren gezdiriyorum [2]. Çoğunlukla birlikte oynuyoruz ama büyük oğlumun okulda olduğu hafta içi sabah saatlerinde kendi kendime kurup oynadığım da olmuyor değil hani. Yani oğlumu okula gönderip oyuncaklarıyla ben oynuyorum. Ortaya çıkardığım eserler(!) ile de epey gurur duyduğumu söyleyebilirim. O kadar ki, iş hayatım, gezilerim, kitaplarım, anılarım gibi birçok şey hakkında paylaşmak istediklerimi satırlara döktüğüm bu blogumda okuyuculara göstermek için resimler ve hatta video bile çektim. İnsanın çocuk kalan bir yanı hep olmalı bence. Hele benim gibi erkek evlat babaları bu fırsatı mutlaka değerlendirmeli. Hem çocukluğunuza geri dönüyor, hem de oğlunuzun neyi nasıl yapmak istediğini, nelerden daha çok hoşlandığını, meraklarını, heveslerini, eğilimlerini, düşünce tarzını daha iyi anlıyorsunuz.

_________________________________________________________________________________
[1] Yıllar önce televizyondaki bir söyleşi programında Zeki Alasya'nın oyuncak trenlere olan merakını, kendi evinde kurduğu raylarda onları nasıl kullandığını görüp çok beğenmiştim. Vefatının ardından onun bu merakına ilişkin hikayeyi Yılmaz Özdil  yazıya döktü: Zeki Alasya.
[2] Japonya'daki oyuncakçılarda arabalardan daha çok tren var. Yetişkinlerin hobilerine yönelik demiryolu-tren maketleri de bulmak ayrıca mümkün. Belki günün birinde ben de Zeki Alasya gibi yapıp bir odayı bu merakıma ayırabilirim.

18 Şubat 2016 Perşembe

Korku

Memleketimin her yerinde ateş var. Ülkemi yaşanacak yer olmaktan çıkardılar. Bir sonraki bombanın nerede, ne zaman patlayacağı, kimlerin öleceği belli değil.

Ne güzel korkularımız varmış eskiden.

Bayram harçlığı az verilecek diye korkardık çocukken. Almak istediğimiz bir şey olurdu, hesaplardık, babamdan şu kadar, dedemden bu kadar gelirse alabiliriz diye. Şimdi...dinci teröristler bayramda tepemize bomba yağdırır diye korkuyoruz.

Sınavlardan korkardık. Ortaokulda, lisede, dört buçuktan beş alıp dersten geçmek çok önemliydi mesela. Kredili sistemle lise bitirenler bilmez; Eylüle kalmak diye bir terim vardı. Sene sonu karnesinde zayıfı olanlar Eylülde bütünleme sınavına girerdi. E yaz bütün çalışmak lazım gelir, tatil zehir olurdu. Hele bazı tipler vardı, sınavda bir iki puanla 10'u kaçırıp 9 aldıkları için hüngür hüngür ağlarlardı. Bunlardan biri akrabamdı mesela. Aile büyükleri filan üzülme, bir daha ki sefer 10 alırsın, aman da ne şirinmiş, abucuk gubucuk, diye teselli ederdi kızcağızı, yazık! Bunlar için daha büyük bir korku yoktu. Şimdi...kendi çocuklarımız var. Sınavdan filan vazgeçtik, hiçbir şey okuldan sağ salim dönmelerinden daha önemli değil.

Bir kızı severdik. Başkasını tercih ederse dünyanın sonu gelecek sanırdık. Hele tanıdığımız, hele hele gıcık aldığımız biri olsaydı mesela. Bundan daha büyük bir felaket akla gelmezdi. Halbuki ne büyük lüksmüş. Şimdi...evliyiz, eşimiz dışarı çıktığında bir terör saldırısına kurban gider mi diye korkuyoruz.

Ramazanda oruç tutardık. Eşimiz dostumuz iftara davet eder, yetişememekten korkardık. Öyle tam iftar vaktinde gitmek de olmazdı. Sadece yemek yemeye gitmişiz gibi zannedilmesinden korkardık. Tatlımızı alır önceden gider, hazırlığa yardım eder, yemek sonrasında da uzun uzun sohbet ederdik. Şimdi...hasta olsak, yobazın biri ramazanda ilaç içerken görse çeker vurur diye korkuyoruz.

On altı ay askerlik yaptım. Yedek subay olarak. İlk dört ayı acemi birliğinde geçti. İnanın, suyumuzu çıkardılar. Yanlış bir şey yapar da komutanlarımız kızar mı diye korkardık. Hele ters günlerine denk gelmişsek canımıza okurlardı. Şimdi...oturduğumuz yerden haberleri izlerken, biri daha şehit olur mu diye korkuyoruz. Kızan komutanlar da neymiş; tabutu al bayrağa sarılı şehidin cenazesinde gözyaşlarına boğulmuş bir komutan görmekten korkuyoruz.

Korkular bile özlenirmiş meğer. Ne güzellermiş eskiden.

12 Ocak 2016 Salı

Bugün Sultanhamet

Eskiden Facebook'a filan daha rahat girerdik, uzun süre görüşme imkanı bulamadığımız arkadaşlarımızla haberleşirdik. Hangimiz evlendi, kimin çocuğu oldu, ailece nereye gittiler öğrenirdik. Eşimizin çocuğumuzun resmini koyardık. Birbirimizin mutluluğuyla mutlu olurduk, üzüntülerimizi paylaşırdık.

Yine öyle yapalım istiyoruz, fırsat vermiyorlar.

Örneğin, çocuğunun güzel bir anını yakalayıp resmini çekiyorsun, arkadaşlarınla da paylaşmak istiyorsun. Onların da yüzü biraz gülsün diyorsun ya. Önce haberlere bir bakmak lazım. Şehit var mı, bir yerde canlı bomba filan patladı mı diye. Utanıyorsun çünkü. Memleketin bir yerinde bir çocuk şehit babasının tabutu başında ağlarken kendi çocuğunun gülerken resmini koymaya elin varmıyor.

Birkaç eski arkadaşınla seneler sonra buluşuyorsun. Birlikte bir restorana gidiyorsun. Diğer arkadaşlar da görsün diye hani şu check-in denen şeyi yapmak istiyorsun ya. Giriyorsun sosyal medyaya, önce bakıyorsun yeni tutuklanan bir gazeteci filan var mı diye. Onların aileleri, arkadaşları mahkeme kapılarında, ceza evleri önünde beklerken, 'biz de arkadaşlarla şu restoranda yemek yiyoruz' demeye takatin kalmıyor.

Yurtdışındaki eşine dostuna mesaj atayım diye alıyorsun telefonu eline, onlar senden önce yazıyor iyi misin diye. Çünkü senin memleketinde bomba patlamış, insanlar ölmüş, yaralanmış, onların yaşadığı ülkede birinci haberken senin ülkende yayın yasağı var. Onlardan öğreniyorsun neler olup bittiğini.

Yeni yılın ilk yazısı için elimde birçok taslak var. Tamamlayıp blogumda yayınlayayım istiyorum. Bir bomba patlıyor, güzel şeyleri anlattığım taslakları tamamlayasım gelmiyor. İstanbul'a yurtdışından ziyaretime gelen akrabalarımı, dostlarımı gezdirdiğim Sultanahmet'te bugün yine insanlar öldü. Facebook'ta, Twitter'da, şu bu sosyal medyada sırayla tepki göstereyim derken, blogumun ilk yazısı da işte böyle çıktı.

Şu güzel ülkemi, altına ateş tutulmuş mısır tenceresine döndürdüler.

27 Ekim 2015 Salı

Sivil Polismiş Gibi Yapan Dinciler

Bugün karşılaştığım bir olaydır:

Sağda solda içinde akp milletvekili adayı taşıyan seçim otobüsleri geziyor. Yanında da bir sivil araç anons yapıp etraftaki araçlara 'sağa yanaş, sola yanaş' diye direktif veriyor. Bu akşam (16:30 gibi) Bağdat Caddesi Göztepe ışıkların yanında bu araçtaki imam tipli iki kişi inip siyah bir araç sürücüsüne bağırıp çağırarak sağa çekmesini söyledi. Araçtan indirip kimlik istediler. Sivil araçlarına 'ekip aracımız' deyip, ellerinde telsizle kendilerini polis olarak tanıttılar. 

Bizler etrafta toplaşıp tepki gösterdik. "Bunun ekip aracı olduğu nereden belli? Plaka sivil, siren yok" dedim. Sakalı yeni bitmiş polis(?) "anons yapıyorum ya" dedi. Etraftakiler "akp otobüsünü mü koruyorsun?" diye tepki verdi. Otobüsle ilgisi olmadığını, polis olarak anonsa uymadığı için aracı durdurduğunu falan söyledi. Biraz çekinmişlerdi ama ak-başlarına güvendikleri için ve tepki gösterenler yavaş yavaş dağıldığı için geri adım atmadılar. Ülkücü bıyıklı bir adam ve birkaç kişi daha orada kalıp tepki göstermeye devam ettik. Diğer adam epey bağırdı. Onun da kimliğini istediler. İkisi de verdi. Kimlik bilgilerini telefonla bir yerlere bildirdiler.

Bu tipler muhtemelen polis falan değil! Ak-otobüsün içindeki milletvekili adaylarının ak-yalakaları. Maalesef daha önce jeton düşmedi, şimdi yazarken enstantaneler bir bir aklıma geliyor. Elinde telsiz gördüğünüz, anons yapıyorum ya falan diyen tiplere itibar edip kimlik falan vermeyin. Sivil iseler polis olduklarını göstermeleri gerekir. Araç sivil, plaka sivil, kendileri sivil. Önce onların kimliğini sorun. Ama daha da önemlisi, böyle bir şeyle karşılaşan kişinin yanından DAĞILMAYIN. Başımıza ne geldiyse korkudan ve beni ilgilendirmez'den geldi zaten. Tepki gösterenler artınca pısıyorlar, azalınca azıyorlar. 

Akşam bu olayı düşündükçe neler yapılabilirdi diye aklımı kurcaladım. Komiser bir arkadaşımı aradım, "polislerse kimliklerini gösterselerdi, öyle şey olur mu" dedi. Seçim araçlarına, içinde eski bir bakan vs. yoksa polis koruması verilmezmiş. Zaten bir işleri olsa durup kimlik istemezler; plakayı alıp işlerine gider, daha sonra işlem yaptırabilirler. Plaka kaydından da kişilerin bilgilerine rahatça ulaşabilirler. Bu durumda bizim ne yapmamız lazım? Örneğin, 155'i ya da ilçe emniyet müdürlüğünü arayıp, "şu plakalı araçtakiler polis olduklarını söyleyip insanlara kimlik soruyor" diye ihbar etmek lazım. Bunlar aklıma geldikçe kendime kızıyorum, niye daha önce düşünemedim diye. O kargaşa içinde hazırlıksız hızlı düşünemedim maalesef. Bu satırları okuyanlar önlemlerini alsınlar diye yazıyorum. Bilginiz olsun. Çevrenizdekileri de bilgilendirin. Seçimlerde bunları ülkeden temizleyin artık! Oyunuzu kullanın ve sonrasında da sandığınızı koruyun!

2 Temmuz 2015 Perşembe

Bıyık Kardeşliği

Dün bazı haber kanallarından sosyal medyaya yansıyan, sadece Türkiye'de türünden bir haber yayınlandı. Bugün de bu haber dolayısıyla eşime ve ülkede yaşayan diğer tüm Japonlara, Japonya Konsolosluğu'ndan bir mesaj geldi.

Önce işin başlangıcına bir bakalım. Her Ramazan olduğu gibi bu sene de sosyal medyada, Çinliler Uygur Türklerine oruç tutmayı yasakladı, kardeşlerimizi kesiyorlar, vs laflarını yayıp, oradan buradan buldukları resimleri işkence yapıldığının ispatı şeklinde gösterip insanları dolduruşa getiriyorlar. Müslüman lafını duyan "dindar" da, Türk lafını duyan "milliyetçi" de doluveriyor.

Gelelim habere konu olan olaya. Günlerini bugün kime saldırsam diye düşünerek geçiren 5-6 kişilik bir beyinsizler grubu, ellerinde bozkurt işaretiyle dün Tophane'de bir Çin lokantasına saldırıp gözleri çekik olduğu için Çinli zannettikleri Uygur Türkü aşçıyı dövmüşler[1].

Şimdi de Japon Konsolosluğu'nun ülkede yaşayan Japonlara gönderdiği mesajı görelim:
"[...] Bunlar gibi insanlar Japonları da Çinli zannedip saldırabilir. Dikkatli olun!" Yani şöyle demek istiyor: Türkiye'de bolca bulunan bu geri zekalılar, şu an kudurmuş durumda olduklarından her gördüğü çekik gözlüyü Çinli diye dövebilir haberiniz olsun.

Ülkemizin huzuru üzerinde, milliyetçi geçinenler müslüman geçinenler kadar büyük bir tehdit. Hatta son yıllarda benzerlerini çokça yaşadığımız dünkü meclis başkanı seçimini de göz önünde tutarsak, ülkeyi perişan etmede siyasî ittifak halinde olduklarını bile görürüz.

Ülkücü bıyıkla badem bıyık kardeş olmuştur.

Bu millet, din ve ahlak adına hiçbir şey üretemeyenleri sakalla, cübbeyle, tesettürle müslüman zannederse, Türklük ve ilim adına hiçbir şey üretemeyenleri de milliyetçi zannederse, onların da Uygur'u, Japon'u, Tatar'ı çekik gözleriyle Çinli zannetmesi normaldir.
_________________________________________________________________________________
[1] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/311301/istanbul_da_Cin_lokantasina_saldirdilar__Uygur_Turku_asciyi_dovduler.html

4 Nisan 2015 Cumartesi

UKİM Yolculuğu

Kayınvalidemin Japonya'dan gönderdiği kargo yine gümrüğe takılmış. Dört ay önce de aynı sorunla karşılaşmıştık ve Uluslararsı Kargo İşleme Merkezi'ne (UKİM) bizzat gidip almam gerekmişti. İki gün önce gidip aldığım dahil, her ikisinde de gümrüğe aykırı bir şey bulamadan olduğu gibi teslim etmişlerdi. Yani alıkonulmasını gerektirecek hiçbir sebep olmadığı için adresimize teslim etmeleri gereken her iki gönderiyi de keyiflerine göre elde tutup beni ve benimle aynı durumdaki birçok kişiyi büyük bir zahmete sokup kıymetli zamanımızı çaldılar. Üstelik sorunsuz olsun diye daha fazla para ödenip EMS ile gönderildiğinden içindekiler kontrol edilip, etikete yazılıp öyle yollanabilmişken. Bu ülkede, kamuda veya özelde insanlara hizmet etmeyi meslek edinmiş hemen herkes eziyet etmekten başka bir iş görmüyor. Kabiliyetleri zaten yok, eğitimleri de düzgün verilmiyor, bir de hataları ödüllendirilince kasıtlı yapmak için daha da cesaretleniyorlar.

İkinci kez deneyimlediğim için yolculuğumu biraz eğlenceli geçirmek istedim. Bunun için ilk şart araba kullanmamaktı. Elime kitabımı, kalemimi ve küçük not defterimi alıp yola koyuldum. Yer yer kitap okudum, yer yer etrafımı gözlemleyip kağıda aktardım. Aşağıda yazdıklarım işte bunlardan ibarettir.

Öğlen saat on ikide evden çıktığımda UKİM'in açılış saati olan bir buçukta orada olacağımı düşünmüştüm. Apartmanın bahçe kapısından yola çıkıp Bağdat Caddesi'ne yürüdüm. Göztepe ışıklardan sarı dolmuşa binip metrobüse gittim. Dolmuşa bindiğim yerde polisler titiz bir arama yapıyorlardı. Birkaç gündür ülkece yaşadığımız kepazelikler ve terör olayları sonrası önlemler artırılmış izlenimi veriliyor diye hissettim. Polis yeleklerinin altındaki giysilerin sivil olması dikkat çekiciydi. Üniformalı olan yoktu. Çok sayıda aracı durdurmuşlardı ve polislerden biri yol ortasında adımlayıp, bir elinde telsizle konuşurken diğer eliyle durmasını istediği araçlara işaret yapıyordu. İşin ilginç tarafı, savcımızın şehit edildiği Çağlayan Adliyesi'nin yanından metrobüsle geçerken etrafta hiç polis göremedim. Akşam haberlerde polisin bir bayan avukatı yerlerde sürüklediğini okuyunca anlaşıldı ki tüm polisler meğer binanın içine dalmışlar!

On ikiyi yirmi geçe metrobüsteydim. Dolmuştan inip metrobüs durağına gitmek için iki yüz metre kadar yürümek gerekiyor. Bunun gibi tüm geçitlerde, sokaklarda, kapı önlerinde ilerinizde bir yerde biri sigara içer ve saldığı duman mutlaka size ulaşır. Açık havada yürürken temiz nefes solumaya hasret kalırsınız. Bu Toplumsal Virüsler ile maalesef gün boyu hemen her yerde karşılaştım.

Söğütlüçeşme durağı metrobüsün Anadolu yakasındaki ilk kalkış yeri olduğu için rahat bir yer. Aracın içinde oturacak bir koltuk kolayca bulabilirsiniz. Bulamasanız bile bir sonraki hemen gelir, ona binersiniz. Ben ilk gelene bindim ve boş yer çok olmasına rağmen dışarıda beklemeye devam edenler hâlâ vardı. Bindiğim taşıt, koltukları yarı yarıya boş kalktı. Rahat bir yer derken bu kadarını ben de anlayamadım doğrusu. Uzunçayır'da çoğu öğrenci olmak üzere binenlerle aracın içinde ayakta yer bulmak bile zorlaşmıştı. Acıbadem'de iyice tıkış tıkış oldu. Hatta Altunizade'de durakta beklemeye devam etmek zorunda kalanlar bile oldu.

Yirmi dakika kadar bir sürede vardığım Zincirlikuyu'da aktarma yaptığım metrobüste de boş bir yer bulabildim. Sağ ön bölümde karşılıklı ikişer koltuğu olan yerde gidiş yönündeki cam kenarına oturdum. Parfüm kokularını fazlasıyla hissettiğim hafif kilolu bir kız soluma oturdu. Her halinden öğrenci olduğu anlaşılan bu genç kız, saçlarıyla, kotuyla, montuyla, çantasıyla, hatta gözlüğünün kemik çerçevesiyle baştan aşağı siyahlar içindeydi. Ucuz bir marka olmadığını düşündüğüm parfümünün ağırlığına hiç de uygun bir imajı yoktu. Bir ara kokunun başkasından geliyor olduğunu bile düşündüm ama sonra ondan geldiğine emin oldum. Karşımda üniversite öğrencisi başka bir genç kız oturuyordu. Yanımdakine göre daha minyondu, hem vücut ölçüleri hem de yüz şekli ve ifadesi olarak. En azından göze (ve buruna) tezat gelen bir şey yoktu. Arka taraftakileri göremiyordum ama araç içinde kitap okuyan sanırım sadece o ve ben vardık. Bu da ister istemez karşılıklı bir etkileşim yarattı. Bir ara, kızın arkasında ters yöne bakan koltuklar ile arada kalan boş bölüme bir oğlan çıkıp yerleşti. Bu durum kızı rahatsız etmişti ki arkasını dönüp neler olduğuna bakmak zorunda kaldı. Yüzünü tekrar elindeki kitaba çevirirken bana baktı. Bakışları elbette bu rahatsızlığını anlatmıştı ve ben de bunu anlamıştım. Ona boş vermesini söyledim. Ağızdan çıkmayan kelimelerle bu kısa konuşmayı yapıp tekrar kitaplarımızı okumaya koyulduk. Okmeydanı durağına yaklaşırken okumayı bıraktı ve pencereden dışarıyı seyre koyuldu. Bir sonraki Halıcıoğlu durağında indi. Gri ince bir mont giymişti, uzun saçları kapüşonunun üstünü örtüyordu, siyah kotun altına beyaz spor ayakkabılar giymişti, çıkışa doğru yürürken kahverengi çantasını sırtına yerleştiriyordu ki araç hareket etti. Sonrasında karşıma nasıl biri oturduğuna dikkat etmedim ama siyahlar içindeki yanımdaki kızın, önce konuşup sonra sürekli mesajlaştığı telefonun kırmızı kılıflı olduğunu fark ettim.

Zeytinburnu'nda inip dar ve uzun bir üst geçitten, elbette Toplumsal Virüslerin dumanlarından kaçmaya çalışarak geçip tramvaya bindim. Metrobüs aktarması yaptıktan sonraki her durakta türbanlıların sayısı artmıştı. Tramvay durakları geride kaldıkça daha da arttı. Hatta kara çarşaflılar da belirmeye başladı. Onlardan biri yakınımda ayakta duruyordu. Yirmili yaşlarının başındaydı, peçesizdi, makyajsız ve çirkindi, çerçevesiz kalın camlı gözlük takıyordu, inceltilmemiş kalın siyah kaşları giysisinin bir uzantısı gibi duruyordu, koyu haki yeşil deriden bir omuz çantası vardı, bağcıklı spor ayakkabılar giyiyordu. Bir ara telefonda konuştu. Hemcinsi ve yaşıtı biriyle konuştuğu belliydi. Epey güldü. Sonra birden "Namaza gidicen mi? Hastaysan gitme bak!" diyerek tekrar güldü. Benden önce, duraklardan birinde indi. Ben de o iki cümleyi düşündüm. Namaza gitmek mi, namazı kılmak mı? Bayan olduklarına göre cuma namazı gibi bir şart da yok. Yani topluca kılmaya gittikleri kendilerine özgü bir "namaz" türü olmaması lazım. Okuduğum kitaplardan aklıma gelen bilgilerle kafamda o kadar çok şey harmanlayıp o kadar değişik sonuçlara vardım ki, burada bu satırlara aktarmaya kalksam ana konuyu iyice kaybedeceğim. Sadece, bazı insanlar için namazın ibadet olmaktan çıkartılıp mensubu oldukları cemiyetlerce tatbik edilen bir kuttörene dönüştürüldüğünü tahmin ettiğimle yetineyim.

Tramvayın en tatlı insanları ellili yaşlardaki üç bayandı. İşaret diliyle konuşuyorlardı. Saçları açık, ucuz giysileri ve kuaför görmemiş saçlarıyla geçim sıkıntısı içinde oldukları belliydi. Yani ülkenin hemen tüm engellileriyle aynı kaderi paylaştıkları anlaşılıyordu. Tüm gün karşılaştığım insanlar içinde en çok konuşan ve hiç sesleri çıkmayan tek insanlardı. Onları seyredip anlamaya çalıştım. İçlerinden biri işaret parmağıyla şakağına dokunup aynı eliyle ampul çevirme işareti yaptı. Birisinden "deli" diye bahsettikleri kesindi. Anladığım tek şey bu oldu. Düşünüyorum da, böyle işaret diliyle konuşmak telefon tuşlamasıyla konuşmaktan kesinlikle daha sosyaldir; hatta belki daha engelsizdir. Güneştepe'de de onlar indiler.

Tramvay'ın son durağı Bağcılar'da inip meydana kadar yürüdüm. Metroya binmek için yer seviyesinden epey aşağı inmek gerekiyor. Yürüyen merdivenle inecek olursanız altı kez kullanmak zorundasınız. İki kat inip asansörlerle eksi dörde basarak da trene ulaşabilirsiniz. Bir durak sonraki Kirazlı'ya geçtiğim tren de oldukça boştu. Yan vagonda karşılıklı oturan dörtlü bir grup vardı. Birisi uzunca bir sakal bırakmıştı. Bir diğeri tespih çekiyordu. Sakal ve bıyıklarındaki seyrek ve ince tüylerden yirmili yaşların başlarında oldukları anlaşılıyordu. Eğilince yüzlerini örten ve kendilerine bir de hırsız, katil tipi veren değişik markalarda spor kasketleri vardı. Görür görmez İŞİD teröristleri oldukları kolayca akla gelebilirdi. Her halleriyle, gelin bizi tutuklayın, diye bağırıyorlardı. Ama bu ülkede temiz yüzlü, eli kitap, cetvel tutan öğrenciler daha çok şüpheli ve suçlu muamelesi görüyor. Elimdeki kitap, kalem ve not defteriyle ben bile trendeki diğer herkesten daha şüpheli bulunabilirdim. Konuştukları dilin Türkçe olup olmadığını anlamak için yanlarına kadar gidip ayakta durdum, kitabı açıp satırlar üzerinde göz gezdirmeye başladım. Konuşmaları trenin gürültüsünde hiç anlaşılmıyordu. Hiçbir Türkçe kelime seçemedim. Tespih çekmekte olanın benden rahatsız olduğunu anlayınca da daha fazla yaklaşmadım. Sadece sakallı olan yanındakiyle konuşuyordu, varlığımı fark ettiğini anladım ama tespihli olanın aksine umursamadan konuşmaya devam etti.

Kirazlı'dan M3 metro hattına geçtim. İkitelli Sanayi'deki UKİM'e ulaştığımda saat ikiyi geçiyordu. Neyse ki, paketi alırken fazla vakit kaybettirmediler. Şüphelenip alıkoymalarına sebep olan kutunun içeriğini söyleyeyim: kurabiyeler, şekerlemeler, patates cipsleri, eşim ve oğlum için toplam beş adet diş fırçası. Maazallah bir patlasa İstanbul'un yarısı havaya uçardı! Benden önceki kişilerin paketlerinden, satmak için getirttikleri belli olan düzinelerce güneş gözlüğü çıktığını görmeseydim, görevlilerin gerçekten rastgele kutu seçtiklerini düşünecektim. Fazla söylenmeden paketi alıp ayrıldım.

Dönüşte tekrar aynı yolu takip ettim. Aslında tramvayla Kabataş'a kadar gidip vapurla Kadıköy'e geçmeyi düşünüyordum ama yer yer arabalarla aynı yolu kullanan tramvay gerçekten çok ağır ilerliyordu.

Kirazlı'ya giderken bindiğim metroda iki bayanın arasına oturdum. Sol yanımda bir öğrenci kız, elinde kalem, üst üste attığı bacaklarının üzerine yerleştirdiği ders notlarına eğilmiş harıl harıl çalışıyordu. Sınava az zamanı kalmış da her fırsatı değerlendirmek ister gibi bir hali vardı. Sağımda kara çarşaflı bir kadın vardı. Onun tam karşısında da kocası olduğu anlaşılan, altmış yaşlarında, sakallı, takkeli, cübbeli bir adam oturuyordu. Benden mi yoksa kitap okumamdan mı bilmem, kadın yanımda biraz huzursuz oldu. Kitap okuduğum için suç işliyorum gibi bakıyordu. Hatta kitabı kapatıp not yazmak için defteri üzerine koyduğumda dua eder gibi bir şeyler mırıldanmaya başladı. (Yazdıklarımı okuması imkansız çünkü kendi geliştirdiğim bir alfabe kullanıyorum). Okuduğum kitabın yazarı olan Umberto Eco adı büyük harflerle kapakta yazıyordu. Yazarı tanımadığına adım gibi eminim, dolayısıyla rahatsızlığının sebebi o olamaz. Ama kitabın adı Prag Mezarlığı. Bunu görünce mezarlıklı falan kitaplar okuyan birinin gelip yanına oturmasından dehşete düşüp bildiği duaları sıralamaya başlamıştır diye düşünüyorum. Dualarla beraber benimkinden önceki durakta indiler, ben de dikkatimi kitaba verdim biraz.

Kirazlı'da indiğimde solumda oturan kızın arkasından ilerler buldum kendimi. Siyah saçları omuzlarının bir karış altına kadar uzanıyordu. Kahverengi deri ceketi ve çalıştığı ders notlarını içine sığdırdığı aynı renkte çantası vardı. 1.70'e yakın boyu vardı, biraz etine dolgundu ama kalçası nispeten öyle değildi. Bacaklarını sımsıkı saran lacivert kotu kalçasında bollaşıyordu. Beyaz şeritli açık mavi spor ayakkabılar giymişti. Kirazlı-Bağcılar arasında bir durak için bindiğim trene aynı kapıdan girdik. Benden şüphelenmesin diye tekrar yanına oturmadım. Bir sonraki vagona geçtim. Ama o da Bağcılar'da inince ister istemez tekrar arkasında ilerler buldum kendimi. Aynı asansörü kullanmak durumunda kaldık, böylece yüzünü de yakından görebildim. Atom taşından yapılma, küçük küpeler takıyordu ve esmer tenine yakışıyordu. Ucu biraz yukarıda, küçük, zarif bir burnu, ince dudakları, lekesiz ve pürüzsüz bir cildi vardı. Yüzünün ince güzelliğine daha uygun, narin bir vücut taşımalıydı diye düşünmeden edemedim. Zeytin karası gözleri ve zeki bakışları vardı. Göz göze gelmedik ama ona bakıyor olduğumu anlamıştır diye tahmin ediyorum. Asansöre sonra bindiğim için ben önce indim. Yürüyen merdivenin basamağında durup yukarıya çıkarılmayı beklerken o solumdan geçip çıkışını sürdürdü. Böylece yine arkasında kaldım. Tramvaya da binseydi artık kesin kendisini takip eden bir sapık olduğumu düşünebilirdi ama o, çarşının içine doğru yürürken ben farklı yoldan tramvay durağına yöneldim.

Tıpkı giderken olduğu gibi dönerken de türbanlıların çokluğu dikkat çekiciydi. Hem tramvay içinde, hem de dışarıda. Hele Yavuz Selim-Soğanlı durakları arasında yanından geçtiğimiz bir parktakilerin tamamı türbanlı kadınlardı. Tramvayda yan yana oturan iki kadın sözleşmiş gibi ellerini karınlarının üzerine koymuş, sol elleriyle sağ bileklerini tutuyorlardı. İki sıra arkasında aynı şekilde oturan bir de adam vardı. Etrafta biraz daha göz gezdirdim ama dördüncü birini bulamadım.

Üç buçukta bindiğim Metrobüste iki şekilde şanslıydım. Hem kalabalık olmasına rağmen hemen yanımdaki koltuk boşaldı, hem de araç Zincirlikuyu'da aktarma yapmadan yola devam etti. Böylece yolun tamamına yakınında ayakta kalmadım. Söğütlüçeşme'den Göztepe'ye bu sefer yukarıdan gittim. Hangisi olursa olsun her pedal basışları ve dümen kırışları birer cinayete teşebbüs olan şoförlerin kullandığı mavi minibüslerden biriyle günün son araç yolculuğunu yaptım. Koşturmadan fırsat bulamadığım öğle yemeğimi evimize çok yakın olan dönercide yedim. Evde eşimi zamansız bir zahmete sokmak istememiştim. Açlıktan mı bilmem, ikram edilen küçük acı biber turşularından yedi tane yedim. İçecek olarak da acılı şalgam söyleyince dönercidekiler afallamıştır herhalde. Ancak tüm o acılar günün yorgunluğunu üzerimden silip iyice ayılmama sebep oldu. İçeriğe uygun şekilde ifade edecek olursam, tam anlamıyla "ateşledi" diyebilirim.

Bakkal alışverişini de yapıp evden içeri girdiğimde saat beşi birkaç dakika geçiyordu. Eğer arabayla gitseydim belki bir ya da bir buçuk saat daha erken gelebilirdim. Ama trafik stresi ömürden eksilttiği için toplam hayat süresinde daha kârlı olduğumu düşünüyorum. Toplumsal Virüslerin dumanlarının etkilerini saymazsak tabi. Oğlum öğlen uykusundan uyanmıştı. Günün yorgunluğunu bir de ona sarılarak attım. UKİM'de el yordamıyla karıştırarak baktıkları kutuyu evde tamamen boşalttık. Kayınvalidem sağolsun beni de düşünüp Japonya'da en sevdiğim parmak cipslerden on kutu göndermiş. 'Cagariko' isimli bu cipsler biranın yanında mükemmel gidiyor. E bize de öyle yapmak düşüyor.

7 Ağustos 2014 Perşembe

Yabancı Eşim İçin İkamet Uzatma İşlemleri

Türkiye'de bunlar olur, denir ya, burada yazdıklarım işte bunu doğrulayan bir örnek.

Eşim yabancı olduğu için Türkiye'de ikamet izniyle oturabiliyor. Beş sene önce evlendikten sonra Zeytinburnu'ndaki emniyet müdürlüğünden ikamet belgesini zorlu bir süreç sonunda almıştık. Japon olması sebebiyle, birçok diğer ülke vatandaşlarına tanınmayan beş senelik izin alabilmiştik. Bu sürenin sonuna gelindiği için ikameti uzatmak gerekiyordu. Artık e-randevu sistemine geçildiği için ve uzatma işlemleri ilçe emniyet müdürlüklerinden yapılabildiği için işlerin daha kolay olacağını zannediyorduk. Ama Türkiye'de, hele hele İstanbul'da yaşamanın zorluklarını bildiğimiz için işlerimizi erkenden bitirmek istedik ve olası aksiliklere zaman payı vererek sürenin dolmasına iki ay kala işlemlere başladık. Ancak o bile yetmedi!

Öncelikle, ikamet ettiğimiz ilçenin emniyet müdürlüğünden randevu almayı denedik. Ancak internetten yapılması gereken e-randevu işlemleri sürekli hata verdi. Düzelir diye birkaç gün boyunca tekrar tekrar denedik ama düzelmemişti. Bunun üzerine emniyet müdürlüğüne kendim gittim. Arızanın farkında olduklarını ve beklemekten başka bir şey yapılamayacağını söylediler. Şahsen başvuru ile randevu alınamıyormuş ve illa internetten alıp otomatik hazırlanan belgeleri yazdırarak gelmek gerekiyormuş.

Birkaç gün daha şansımı denedim ama olmadı. Bunun üzerine farklı ilçelerin emniyet müdürlüklerinden e-randevu almayı denedim. Çoğu bozuktu ama bir gün tesadüfen komşu ilçenin emniyet müdürlüğünden randevu alabildim. Ancak sistem randevuyu bir ay sonrasına verdi, yani ikamet süresinin bitmesine on gün kalaya.

Bu süre içinde istenen belgeleri topladık ve beklemeye başladık. Günü gelince, emniyet müdürlüğünün yerini bilmediğim için navigasyon kullanarak arabayla gittik. "Varış noktasına geldiniz" uyarısını aldığım yerde, bırakın emniyet müdürlüğünü, bekçi kulübesi bile yoktu. Arabadan inip etraftakilere sordum. Çoğu bilmediğini söyledi. Nihayet aralarından biri emniyet müdürlüğünün taşındığını söyleyerek yolu tarif etti. Navigasyonun eski olduğu sanılmasın; güncel bilgileri ağdan alan bir sistemi var(!). Ayrıca ben de bir gün öncesinde Google Haritası ile baktığımda aynı yanlış noktayı gösteriyordu. Yani iki farklı yerden aldığım teyit ile gitmiştim.

Yolda birkaç kez daha durup sorarak on beş dakikalık bir gecikmeyle nihayet emniyet müdürlüğünü bulduk. Gecikme sebebiyle bir sorun yaşamadık. Ama memur, ikametimiz o ilçe olmadığı için oradan alamayacağımızı söyledi. Almaya değil uzatmaya geldik, dediysek de, e-randevu bozuk olduğu için bizimkinden alamadık, dediysek de ısrarla mümkün olmadığını söyledi. Peki; farklı yerden olmayacağı niye e-randevu alırken internet sayfanızda yazmaz?? İstenen bilgiler arasında ikamet ettiğim ev adresini ilçesiyle birlikte yazıyorum. Zaten doldurulması zorunlu alan. Buna rağmen niye farklı yerlerin seçilebilmesine izin veriliyor?? Ya adresimi yazdıktan sonra ilgili ilçe emniyet müdürlüğünü otomatik getir, ya da farklı yer seçsem bile en azından bir uyarı ver, işlemi ilerletme! Memur, haklısınız sistem kötü, diyerek savuşturdu.

Olay bu kadarla bitmedi.

Yapılması gereken tek şey tekrar ve bu kez kendi ilçemizdeki emniyet müdürlüğünden randevu almaktı. Neyse ki artık e-randevu sistemi haftalar sonra düzeltilmişti. Ancak tam iki buçuk ay sonrasına randevu veriliyordu! Yani eşimin ikamet izin süresi bittikten aylar sonrasına. Bunun önemli olmadığı ve 'randevunun alındığı tarih geçerlidir', diye bir açıklama vardı. Bu açıklamaya güvenmekten başka yapılacak bir şey yoktu. İşleme devam ettim. Onaylama kutusuna tıkladığım zaman ise zaten randevum olduğu için onaylanmadı. Önce eski randevuyu iptal etmek gerekiyormuş.
Zamanı saatler önce geçmiş olan randevuyu iptal etmek!! İptal işlemi için internet sayfasındaki adımları takip ettim. Bu sefer şahsen gidip iptal etmem gerektiği şeklinde uyarı aldım ve iptal işlemi onaylanmadı. Yahu madem internetten iptal ettirmiyorsunuz, iptal işlemini internete niye koydunuz?? Ya da birkaç saat önce ben bizzat oradayken niye iptal etmediniz?

Özetle:

  • E-randevu almanız gerekiyor, şahsen gidince bile randevu alamıyorsunuz, e-randevu bozuksa alternatif yöntem yok, düzelsin diye dua edip bekliyorsunuz.
  • Oturduğunuz ilçenin emniyet müdürlüğünde işlem yaptırmak zorundasınız, e-randevu alırken zaten oturduğunuz ilçeyi belirtmek zorundasınız ama başka ilçeden/şehirden randevu alabiliyorsunuz; gidince geri çeviriyorlar ama olsun hizmet hizmettir!
  • Randevu aylar sonrasına veriliyor, geçmişte kaldığı için gerçekleşme olasılığı olmayan eski randevunuz varsa internetten iptal etmeniz için olanak var ama yine de şahsen gitmeden iptal etmenize izin verilmiyor. Çok eğlenceli!

Neredeyse karımla aynı evde oturmayayım diye bilerek yaptıklarını düşüneceğim! Şansımı deneyip geri çevrildiğim emniyet müdürlüğüne telefon ettim ve durumu anlatıp açık kalan randevumu iptal etmelerini istedim. Tamam, diyerek "şimdi" yapacaklarını söylediler. Birkaç saat sonra tekrar denediğimde randevunun halen iptal edilmemiş olduğunu gördüm. Tekrar telefon ettim. Beşinci ya da altıncı aramamda ilgili kişiye ulaştım. Emniyet müdürlüğünde internetin çalışmadığını söylediler! Bu yüzden iptal edememişler, gelince edeceklermiş.

Üst üste bu kadar aksiliğin çıkması tesadüf olamaz sanırım.

Zaman daraldığı için elimde çok az seçenek vardı ve ben de hiç huyum olmayan bir şey yaptım. Çünkü, ne olursa olsun kurallara kanunlara uyayım, başkalarının önüne geçmeyeyim, diye attığım adımlar bizi açıkta bırakma noktasına getirdi. Bu yüzden emniyette tanıdıkları olan bir arkadaşımı aradım. O da bizim ilçedeki emniyet müdürünü arayıp benim geleceğimi söyledi. Aynı gün eşimle gittik. İşlemimiz birkaç dakika içinde bitti [1]. Şunu da belirteyim ki, mesai saatinin sonlarına doğru gittiğimiz için bekleyen kimse yoktu, kimsenin önüne geçip sırasını gasp etmedik, kimsenin gecikmesine sebep olmadık, hatta işimizi yapan memur arkadaşın mesaisinin uzamasına da sebep olmadık.

Bu olanağa sahip olmasaydım, iki ay önce başladığım adımların sonlanması için toplam beş buçuk ay geçecekti ve belki de eşim burada kaçak durumunda kalacaktı. Ülkemizin gerçekleri bunlar. Ve bu "gerçekleri" ülkemize yerleştiren şahıs birkaç gün sonra yapılacak seçimlerde cumhurbaşkanı adayı! Bu ve benzer durumlar bir vatandaşı olarak beni gitgide ülkemden soğutuyorsa, vatandaşı olmayan eşimde nasıl duygular uyandırıyor varın siz düşünün.
_________________________________________________________________________________
[1] Birkaç dakika içinde emniyetteki işlem bitti. Sonrasında vergi müdürlüğü ve mal müdürlüğüne ayrı ayrı gidip iki harç yatırdıktan sonra tekrar emniyete dönüp işlemlerin son aşamasını halletmemiz gerekti. Sonrasında ise yeni tezkere belgesinin elimize gelmesi için yaklaşık üç ay gerektiği söylendi. Şu an beklemedeyiz..

3 Ağustos 2014 Pazar

Zülfikar Kalfa

Oturduğumuz apartmanın arka sokağının tek girişi var. Yani çıkmaz sokak. Kentsel dönüşüm ayağına Kadıköy'ün her yerinde eski binalar yıkılıp yeni apartmanlar yapılıyor. Bizim çıkmaz sokağın başındaki bina da bundan nasibini aldı. Şu an inşaat çalışması var. Ancak beton dökme gibi işler yapılırken sokağı tamamen kapatıyorlar. Arabalar ya içeride ya da dışarıda kalıyor. Önceden bildiriyorlar ama yine de sokak sakinleri tarafından büyük bir şikayet sebebi.

Cuma günü yine benzer bir duyuru asmışlar ve dün kapatılacağı yazıyordu. Çalışma günlerinde insanlar arabalarıyla sabah gidip akşam geldikleri için çok sorun olmuyor ama dün cumartesi olduğu için itiraz ettik. İnşaata gidip şikayette bulunduk. Bizi Zülfikar Boran adında bir kalfa karşıladı. Uzun boylu, sağlam yapılı, 43-45 yaşlarında bir adam. İtirazımızı dile getirdik ve kapatmanıza izin veremeyiz, dedik. Zülfikar kalfa, haklı olduğumuzu, sağ elini yumruk yapıp havaya kaldırarak "her türlü demokratik hak mücadelesine" destek vereceğini söyledi. Hemen telefon edip ilgili kişilere haber vermelerini söyledi, zira kendisinin yetkisi yoktu. Telefonu kapatıp haber gelmesini beklerken ayaküstü sohbete tutuştuk. Anlattı da anlattı. O üstü başı toz kir içinde olan, eli kolu bacakları yaralarla dolu olan adamın zeki biri olduğunu anlamamız çok sürmedi. İçimiz burkuldu. Rus klasiklerini okuduğundan tutun, memleketi olan Kars'taki okullardan, "cemaat dershaneleri"ndeki oyunlardan, gösterilere katıldığı için yargılanıp "demokrat" bir hakime denk gelip salıverilmesinden, Rusya'da çalışmasına, oradaki deneyimlerine kadar bize epey dil döktü. Zehir gibi bir adam. Düşündüm ki, Anadolu'nun her yerinde akıllı çocuklar var ve bunların beyinleri, perişan edilmiş eğitim sistemiyle törpülenip etkisizleştiriliyor. Sonra inşaat işçisi, maden işçisi yapılıp kaderine razı ediliyor. Tırnak içinde yazmalarımdan da anlaşılacağı gibi Zülfikar kalfa demokrat, demokrasi kelimelerini sıkça kullanıyordu.

Bu tanışmamız, bize bir şeyi tekrar hatırlattı: eğitim düzeyi ne olursa olsun, biraz bile kafası çalışan, hayat deneyimi olan herkes rte'den ve akepenin getirdiği düzenden şikayetçi. Rte demişken; Zülfikar kalfa, 2002 senesinde RT Erdoğan ile Rusya'da karşılaşmış ve sohbet etmiş. Bunu sohbetin sonlarına doğru söyledi. "O zaman böyle padişah gibi değildi. Yeni başbakan olmuştu. Konuştum biraz", dedi. Zülfikar kalfa Rus klasiklerinin hepsini gerçekten okudu mu bilmem ama karşımızda konuşan kişi boş laf eden, verilene razı olan, höt dendi mi boynunu büken bir adam değildi. Siyasetten, memleketten, neler döndüğünden haberdar, gayet gerçekçi konuşan biriydi.

Eve dönünce internette adını aradım ve rte ile konuştuğu haberini birkaç yerde buldum. İlginçtir, hebere göre Zülfikar kalfa Erdoğan'a "Kürt sorununu halletmeniz lazım", diyor. Erdoğan sonra ona Kürt sorunu diye bir şey olmadığını söylüyor. Sözleri aynen şöyle: "Sorun var diye inanmayacaksın, sorun yok diye inanacaksın. Sorun var diye inanırsan sorun olur. Sorun yok dersen sorun ortadan kalkar. Biz diyoruz ki, bizim için böyle bir sorun yok". Ne kadar dahiyane bir saptama!! Oysa kendisinin 2005'te "Kürt sorunu vardır" dediğini gayet iyi biliyoruz [1]. Bunu muhtelif yerlerde teyit etmiştir. Sonraları "artık yoktur" falan demiştir [2]. Yerine göre daha başka bir sürü şey demiştir. Zaten her gün her yerde bir sürü şey diyor.

Zülfikar kalfanın konuşmasına dair haberlerden birine aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz:
http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2002/12/25/226054.asp İşte bu inşaat ustası, şimdi yanı başımızdaki inşaatta çalışıyor ve yaşadığı tartışma akepelilerce pek hatırlanmamış olacak ki, üç beş kuruş da olsa halen iş tutmasına izin veriliyor.
_________________________________________________________________________________
[1] http://www.milliyet.com.tr/kurt-sorunu-benim-sorunum-/siyaset/siyasetdetay/02.06.2011/1397439/default.htm
[2] http://www.haberturk.com/gundem/haber/626064-bu-ulkede-artik-kurt-sorunu-yoktur

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Ödeme Emri

Geçen hafta evime postacı geldi ve Adana Vergi Dairesi tarafından gönderilen bir ödeme emri getirdi. İmza karşılığı alıp okudum. Özetle; dört ayrı kalemde toplam 2.300 liraya yakın bir vergi borcum olduğunu, bu borcun 2008'e ait olduğunu, vadesinin 2013'te dolduğunu ve bir hafta içinde faiziyle ödemediğim takdirde haciz işlemi yapılacağı bildiriliyordu.

Biraz araştırdım. Olay şöyle: İsmi lazım değil, topraklarımızın bulunduğu Adana'daki köyde, çiftçilere ait bazı topraklar devlet tarafından 2008'de istimlak edilip alttan boru hatları geçirilmişti, sonra üstü kapatılmıştı. (Benzer ödeme belgeleri bölgedeki birçok çiftçiye gelmiş). Yani çiftçilerin babadan dededen kalan topraklarına devlet el koymuş, kendi malı ilan etmiş ve boru hattı geçirmişti. Ancak çifçiler tarlalarının ortasından, kenarından, her neresindense borular geçirilen bu topraklara ekim yapmaya devam etmişler. Aradan beş sene geçince, milletin parasını zarrab'a, bilal'e, ayakkabı kutularına dağıtan devlet paraya sıkışmış olacak ki, sen bize ait toprakları beş senedir kullanıyorsun, parasını öde bakalım, diye ortaya düşmüş. Teşbih yapacak olursak, oturduğunuz evin bahçesinin altından boru hattı geçiriliyor, beş sene sonra, devletin bahçesinde oturuyorsun, diye ödeme yapmanız isteniyor.

Sonuçta bu çiftçilerin de o toprakları kullanmaması lazımdı, diye düşünsek ve devlete haklılık payı versek, beş senedir neyi bekledin diye sormak lazım. Dolayısıyla insanın aklına türlü art niyetler olduğu geliyor. Art niyetli olduğunu asıl destekleyen durum ise olayın benimle hiç ilgisi olmaması. Zira istimlak edilen topraklar arasında bana ait bir toprak parçası yoktu. Bana ait olsa bile tarlalarım kirada olduğu için, eğer birileri gerçekten kullanmış olsa bile ödeme emrinin kiracıya gitmesi gerekirdi. Kaldı ki ben zaten 2000 senesinden beri İstanbul'da yaşıyorum ve çalışıyorum. Kendi tarlamı bile kullanmıyorum ki devletinkini kullanayım. Zaten ödeme emri de İstanbul'daki evime geldi. Yani onlar da biliyor ki, ben Adana'da herhangi bir yeri kullanmıyorum, istimlak ettikleri tarlaya ne bir eşyamı koydum ne de bir tohum ektim. Kendi topraklarımın ise tek sahibi ben değilim, bazıları annemle ortak bazıları da kuzenlerimle. Ama onlara gelen bir ödeme emri de yok. Yine teşbih yapacak olursak, iki blok ötedeki size ait olmayan bir evin bahçesinin altından boru hattı geçiriliyor, nerede olduğunu kime ait olduğunu bile bilmiyorsunuz, beş sene sonra, devletin bahçesinde oturuyorsun, diye ödeme yapmanız isteniyor.

Sonuçta itiraz dilekçesi verdik. Ben gidemediğim için yetmişini geçmiş olan annemin Adana'daki tüm günü bu işle uğraşmakla geçmiş. APS ile gönderdiğim imzalı dilekçem bile beş günde anneme ulaşmadığı için kendisi gidip merkezden almış. Telefonda bana bilgi verirkenki sesi yorgunluktan titriyordu. 301 kişinin kanı henüz ellerinde kurumamış olanların 12 senedir kurmuş oldukları düzende hayatta olduğumuza bile şükretmek gerekir sanırım! Ne diyelim, yine de adalete olan inancımızı kaybetmeyelim ve bu yanlışın düzeltilmesini ümit edelim.

10 Kasım 2013 Pazar

LigTv Morartmaca

Bu sabah saat 10:15'te Digitürk müşteri hizmetlerinden aradılar. Malum, akşam FB-GS derbisi var, üye yapacak adam arıyorlar. Kızcağız kendini tanıttı, özel bir LigTv kampanyası olduğunu söyleyip dinler miyim diye sordu. Dinlerim, dedim. Görüşmemizin kayıt altında olduğunu söyleyip anlatmaya başladı.

- Eğer 12 ay boyunca üyelik taahhüdünde bulunursanız ilk üç ay sadece şu kadar ödeyeceksiniz, sonra bu kadar ödeyeceksiniz, filanca paketleri de bedava vereceğiz.
- Güzel. Yalnız siz seyircinin sesini kısıyormuşsunuz. Yani ben üye olacaksam seyircinin sesini de duymak isterim.
- Efendim, görüşmelerimiz kayıt altında.
- Biliyorum. Eğer 12 ay boyunca seyircinin sesini kısmama taahhüdünde bulunursanız üye olacağım. Çünkü ben 34. dakikada "her yer Taksim, her yer direniş" tezahüratını duymak istiyorum.
- Sormam lazım.
- Tamam siz sorun. Eğer bu mümkünse ben üye olmaya hazırım. Bekliyorum.
- Anlıyorum iyi günler.

İçimin yağları eridi.
Söylediklerimde de son derece ciddiydim. Benden taahhüt istiyorsan ben de senden istiyorum. Senden hizmet satın alacaksam, tam almak istiyorum. Müşteri bensem, parayı ben ödüyorsam, benim taleplerimi dikkate alacaksınız. Ha yok biz AKPnin dediğini yaparız derseniz, paranızı onlardan isteyin, onlar size müşteri olsun. O an aklıma gelseydi, "milletvekillerini sizin kanalda değil mecliste görmek istiyorum" da derdim ama artık bir dahaki sefere.

1 Haziran 2013 Cumartesi

Direniş ve Devrim

Tarihe tanıklık ettiğim ve elimden geldiği kadarıyla bizzat içinde olduğum şu günler, milletimin kaderine razı olmadığını ispat etmek için her türlü devlet zulmüne rağmen başkaldırdığı, harekete geçtiği günlerdir. Hiçbir siyasî ve sosyal kurumun örgütlendiremediği halk, inanılmaz bir şekilde kendi kendini örgütleyerek direnişe geçti. Bu satırları yazmakta olduğum şu sıralarda gelen haber şu: "polis geri çekilmek zorunda kaldı, halk gezi parkını geri aldı."

Halkın zaferidir bu.

Badem ise hâlâ ısrarla "o ağaçlar kesilecek, ve oraya Topçu Kışlası tekrar inşa edilecek", diyor.
Peki nedir bu Topçu Kışlası meselesi?

Tarihimizde 31 Mart Olayı diye bilinen(1909) gerici ayaklanmanın başladığı ve bittiği yerdir Topçu Kışlası. Cübbeli, sarıklı katiller "allahu ekber" diye haykırarak önlerine gelen mekteplileri katlediyorlardı. Selanik'ten yola çıkan Hareket Ordusu bu ayaklanmayı bastırmak üzere İstanbul'a geldi ve bu irticacıların isyanını, karargahları olan Topçu Kışlasını topa tutarak bastırdı. Bademgiller için o kışlanın yeniden inşa edilmesinin önemi budur. Alnı secdeli katil dedelerinin geberdiği yerdir orası. Ama işler onlar için yolunda gitmedi, gitmiyor. Türk halkı, yani tabir yerindeyse İkinci Hareket Ordusu, vur emri almış Badem polislerle canları pahasına savaşarak kışlanın bugün yerinde olan Gezi Parkı'nı tekrar ele geçirdi. Ağaçları, geleceği kurtardı.

Atatürk'ün bize verdiği birinci görevi yerine getiriyoruz.



Bu yazımı fazla uzun tutmayacağım çünkü yazacak çok şey var ve hepsini yazarak bu satırları uzatmak da istemiyorum, bir kısmını yazıp diğer kısımlara haksızlık etmek de istemiyorum. Halkın uyanış günleri henüz bitmedi. Ben bu satırları yazarken birçok şehirden polis şiddeti ve halkın direniş sesleri geliyor. Ama Atatürk'ün Nutuk'ta yazdığı şu ölümsüz satırları aktarmak istiyorum:

"Dinî düşüncelere ve inançlara saygılıdır ilkesini bayrak olarak eline almış bu parti, memlekette suikastçıların, gericilerin sığınağı ve ümitlerinin dayanağı oldu. Dış düşmanların, Türk devletini, Türk cumhuriyetini yıkmayı hedef alan planların kolaylıkla uygulanmasına yardım etmeye çalıştı. Bu partinin programı en hain kafaların ürünüdür."* Atarük'ün bu satırlarda bahsettiği parti Terakkiperver Cumhuriyet Partisi'dir. Bu sözlerin 2013'te söylenmiş olduğunu varsayın, aklınıza hangi parti geliyor?

Allah direnen milletime güç versin. O her zaman doğrunun yanında, zalimin karşısındadır.

 


* Bu satırlarla ilgili geniş yazı için Nutuk'un sonlarına doğru yer alan 'Terakkiperver Cumhuriyet Partisi ve En Hain Kafaların Ürünü Olan Programı' bölümüne bakılabilir.

20 Ekim 2011 Perşembe

Sözü Söyleyenler

Madem “sözün bittiği yerdeyiz”, benim de yüreğimdeki yangından ve içimdeki öfkeden söz söylemeye mecalim yok; söylenenleri aktarayım.

Kalın karakterle gösterilenler de orjinal yazıdan alıntıdır.


“Ve rastlantıya bakın ki, Habur ve açılım rezaleti o gün,19 Ekim 2009 günü başlatılmıştı...
Ne işe yaradığını hiç kimsenin anlamadığı güvenlik zirveleri her terör olayından sonra toplanır, sonra kamuoyuna dandik, tırıvırı, anlamsız açıklamalar yapılır. Bunlardan ilki “Kanları yerde kalmayacak”, ikincisi ise “Geniş kapsamlı operasyonlar başlatılmıştır” biçimindedir. Yiyen yer, yemeyen yemez...
Başbakan Yardımcısı, suikast mağduru(!)Bülent Arınç konuştu: “Bize bu acıları yaşatanları Allah en kısa zamanda helak etsin"...Demek ki işimiz Allah’a kaldı...Dua ve beddua ile devlet yönetilmez. Bunlar acizlik göstergesidir...
Ve Tayyip dün yaptığı açıklamada muhalefeti suçluyor, Silivri’de davası görülen internet andıcından söz ediyordu...
Tayyipgiller için varsa yoksa Filistin, Libyalı İslamcı isyancılar, varsa yoksa Suriye ve İsrail.Emin Çölaşan, Sözcü Gzt. 20.10.2011 tarihli yazısı.

**
“Genelkurmay Başkanlığından yapılan açıklamada, "Yurt içinde ve sınır ötesinde (Irak'ın kuzeyinde) toplam 5 ayrı bölgede, toplam 22 taburla geniş kapsamlı, hava destekli kara operasyonlarına başlanmıştır" ifadeleri kullanıldı.” Cumhuriyet Gzt. internet sitesi haber detayı, 20.10.2011

“Boş arazıleri bombalıyorlar. Milletin gazını alıyorlar.” Y.N.Öztürk, TV8’de yayınlanan Böyle bir şey var mı? programı, aktaran Milliyet internet sitesi 20.10.2011

**
“Cumhurbaşkanı, orasını “Norşin” ilan etmemiş miydi kardeşim?... Açılım yaparken Norşin. Açılım patlayınca Güroymak. Öyle mi?” Yılmaz Özdil, Hürriyet gazetesi, 20.10.2011

**
“”Erdoğan İran ve Suriye’ye gönderme yaptı.”” Hürriyet Gzt. İnternet sitesi haber başlığı, 20.10.2011

“Şam’a “Senin orada olanlar bizim iç işimiz sayılır” dendi.Şam da kendi dilinden, “O zaman sizin oralardakiler de benim iç işim” cevabını verdi.” Can Dündar, Milliyet, 20.10.2011

**
“Şehitlerimize Sessiz Veda!” Cumhuriyet Gzt. internet sitesi, haber başlığı, 20.10.2011

Çok Merak Ediyorum

Klüp başkanları şikeden içeri girince Facebook’tan sağa sola küfürler yağdıranlar şehitler için acaba niye bir şey yazmıyor?

Anayasa oylamasında evet demem gerektiğini, RTE’nin liderliğini öve öve bitiremediği sebeplerle anlatan kel müdürden acaba niye ses gelmiyor?

Apo enselenip de terör bitmişken ‘Türkiye güvenli değil’ diye buraya gelmeyen yabancı sanatçılar(!); siviller, çocuklar bile öldürülürken niye arka arkaya gelip konserler veriyor, filmler çekiyor, tatile geliyor?

Onlarca vatan evladı ölmüş bir ülkenin manşet haberi neden Kaddafi'nin ölümü oluyor?

İngiltere kraliçesinden madalya alan cumhurbaşkanı, teröriste ‘Kürt isyancı’ diyen İngiltere basınına(BBC) acaba neden tepki vermiyor?

Siyasete camide başlayanlar, şehit cenazesi olunca camiye niye giremiyor?

Demokrasi ülkelerinde basın toplantılarına tüm basın çağırılırken, “ileri demokrasi” ülkesinde bazı gazeteler neden çağırılmıyor?

Şehitlere çözüm üretemeyen başbakan, çözüm vermedi diye muhalefeti nasıl suçlayabiliyor?

Milli İstihbarat Teşkilatı İsrailli askerin kurtarılmasında rol alırken, Türk askerine 8 ayrı yerden eş zamanlı saldırı yapılmasının istihbaratını nasıl alamıyor?

Elektrik parasını ödeyemeyen bir evin yoksul evladı vatan uğruna şehit olurken, yoksula yardım paralarını cebe indirenler mahkemece nasıl serbest bırakılabiliyor?

İsrail bir askeri için 1000 kişi serbest bırakırken, bir başbakan şehitlere nasıl kelle diyebiliyor?

Mirasının büyük bölümünü Mehmetçik Vakfı'na bağışlayan Zeki Müren'i erkekten saymayanlar, söz dinleyip üç çocuk yapanı nasıl adamdan sayıyor?

Bilen varsa söylesin.

14 Ekim 2011 Cuma

87 Sene Önce Bugün Atatürk Kayseri'de...

Sene 1924. 14 Ekim günü.
Tam 87 sene önce bugün.
Cumhuriyetimiz henüz birinci yılını doldurmak üzere.
Mustafa Kemal, Cumhurbaşkanı olarak heyetiyle birlikte Kayseri’de bir hastane açılışına katılıyor.
Kurdela kesilecek.
Atatürk’ün yanına bir dalkavuk yanaşıp kulağına fısıldıyor.
İzin verirseniz bir dua okusun” diyerek birisini işaret ediyor.
İşaret ettiği kişi ‘türbedar’ olarak nitelendirilen bir din adamı, Arapça dua okuyabiliyor, cübbeli bir hoca.
Yani herkesin içinde dua okumak için uygun tek kişi!
Atatürk’ün şu muhteşem cevabındaki ilme, şu büyüklüğe bakın:

“Hoca efendinin dua okumasına gerek yoktur. Alemlerin Rabbi benim lisanımı da bilir. Duayı ben yaparım.”
Duayı okur, kurdela kesilir.

Kur'an şöyle der:
“Biz, görevlendirdiğimiz her resulü ancak kendi toplumunun diliyle gönderdik ki, onlara açık-seçik beyanda bulunsun.” (İbrahim, 4)
Yani önemli olan beyanın ulaşması ve anlaşılması. Anlamsız bir şey kutsal ilan edilebilir mi?

Şimdi bugüne gelelim.
Dün gözümüzün içine yeni zamları dayayan İngiliz vatandaşı Malıye bakanı şöyle demişti:
Arap köklerimize dönmeliyiz.
Adama demezler mi, o zaman Arap vatandaşı olaydın, İngiliz vatandaşı niye oldun diye?
Demediler. Üstüne bir de bunlara oy verdiler.
Kur’an şöyle diyor:
“Allah, aklını işletmeyenler üzerine pislik bırakır.” (Yunus, 100)
“Ey iman edenler!‘Bizi davar sürüsü gibi güt’ demeyin’” (Bakara, 104)

87 sene önce bugün Türkiye daha Türk, dilimiz daha Türkçe, dinimiz daha islamdı.

28 Eylül 2011 Çarşamba

Preveze

Bir Preveze’dir gidiyor.
İlk Türk savaş gemimizi yapmışız ve bunu da “Preveze Savaşı’nın yıldönümünde denize bırakmışız”.
Badem bıyıklıların başkanı geminin reklamını bu şekilde yaptı.

Pardon..

Preveze Savaşı 1538’de oldu.
Preveze'yi kazanan komutan Barbaros Hayreddin Paşa.
Avrupa'nın kendisine taktığı lakap 'Barbaros(sa)', Kızıl Sakal anlamına gelir.
Bu savaş sonunda Akdeniz Türk gölü haline geldi.
Dünya karadan sonra denizdeki üstünlüğümüzü de kabul etti.
Barbaros Hayreddin’in savaş taktikleri yüzlerce yıl denizcilik derslerinde okutuldu.

Ha bir de..
Gemilerin hepsi Türk yapımıydı.

Gelelim 1926’ya.
Yeni cumhuriyet 1 Temmuz’daki Kabotaj Kanunu ile üç yanı denizlerle çevrili ülkemizin, yabancıların elinde bulunan limanlarını tamamen millileştirdi.

Buna göre:
Türk limanları ve sahilleri arasında yük ve yolcu taşıması, kılavuz ve römork hizmetlerinin Türk vatandaşları ve Türk Bayrağı taşıyan gemilerce yapılması hükmü getirildi.
Kanunda belirtilen tüm hizmetlerin sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları tarafından verilmesi kararlaştırıldı.
Her sene 1 Temmuz'da Kabotaj Bayramı kutlanır.

Şimdi 2011.
Artık Kızıl Sakal yok, Badem Bıyık var.
Badem Bıyık millileştirilen limanları teker teker, özelleştirme adı altında tekrar yabancılara devretti.
Halen satılma sırasını bekleyen limanlarımız var.
Yılmaz Özdil’in yazdığı gibi, Mustafa Kemal Samsun’a bugün çıkacak olsaydı ayak basacak bir Türk limanı bulamazdı.
Amiraller desen, terörist diye içeriye attılar.

Preveze'ye gelince, 100 yıldır Yunanistan'a ait.

Artık gemiye binip tek beşına Preveze’ye sefere çıkarsın.
Al gel de Badem Bıyık olarak namın yürüsün.