28 Eylül 2011 Çarşamba

Preveze

Bir Preveze’dir gidiyor.
İlk Türk savaş gemimizi yapmışız ve bunu da “Preveze Savaşı’nın yıldönümünde denize bırakmışız”.
Badem bıyıklıların başkanı geminin reklamını bu şekilde yaptı.

Pardon..

Preveze Savaşı 1538’de oldu.
Preveze'yi kazanan komutan Barbaros Hayreddin Paşa.
Avrupa'nın kendisine taktığı lakap 'Barbaros(sa)', Kızıl Sakal anlamına gelir.
Bu savaş sonunda Akdeniz Türk gölü haline geldi.
Dünya karadan sonra denizdeki üstünlüğümüzü de kabul etti.
Barbaros Hayreddin’in savaş taktikleri yüzlerce yıl denizcilik derslerinde okutuldu.

Ha bir de..
Gemilerin hepsi Türk yapımıydı.

Gelelim 1926’ya.
Yeni cumhuriyet 1 Temmuz’daki Kabotaj Kanunu ile üç yanı denizlerle çevrili ülkemizin, yabancıların elinde bulunan limanlarını tamamen millileştirdi.

Buna göre:
Türk limanları ve sahilleri arasında yük ve yolcu taşıması, kılavuz ve römork hizmetlerinin Türk vatandaşları ve Türk Bayrağı taşıyan gemilerce yapılması hükmü getirildi.
Kanunda belirtilen tüm hizmetlerin sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları tarafından verilmesi kararlaştırıldı.
Her sene 1 Temmuz'da Kabotaj Bayramı kutlanır.

Şimdi 2011.
Artık Kızıl Sakal yok, Badem Bıyık var.
Badem Bıyık millileştirilen limanları teker teker, özelleştirme adı altında tekrar yabancılara devretti.
Halen satılma sırasını bekleyen limanlarımız var.
Yılmaz Özdil’in yazdığı gibi, Mustafa Kemal Samsun’a bugün çıkacak olsaydı ayak basacak bir Türk limanı bulamazdı.
Amiraller desen, terörist diye içeriye attılar.

Preveze'ye gelince, 100 yıldır Yunanistan'a ait.

Artık gemiye binip tek beşına Preveze’ye sefere çıkarsın.
Al gel de Badem Bıyık olarak namın yürüsün.

20 Eylül 2011 Salı

Müthiş Gündem

Haber kanallarını seyrediyorum ve yer verilen haberler müthiş. İşte bugünün müthiş gündemi:

Yıldırım Demirören Klüpler Birliği Başkanı oldu.
Fener maçına bayanlar beleş girecek. Bilet kuyruğu taaa oraya kadar.
Dolar bilmemkaç yılın zirvesinde.. yok yok.. müdahale geldi..düştü şimdi.
M.Ali Erbil hüngür hündür ağladı. Ah canııım.
Özel yayın.. flaş flaş flaş! Erdoğan-Obama görüşmesi canlı aktarım.
İbrahim Tatlıses'e takacaklar: Robot kol. Bilmemnereden ithal. Son Teknoloji.
Akdeniz'de sondaj başlıyor.. 2 gay evlendi.
Kadirizmin omzuna hamam böceği kondu.

Hal böyle olunca Ankara'daki bombalı saldırıya fazla yer kalmıyor.
Allah uyutulan milletime güzel rüyalar nasip etsin.

16 Eylül 2011 Cuma

Abuzer

Abuzer kelimesini birçok yerde birisine ait bir isim olarak duymuşuzdur. Anlam olarak incelendiğinde bazı kaynalarda “inci baba” anlamında, bazı kaynaklarda da “altın suyu” anlamında olduğunu görürüz. Bazı kaynaklar ise bu kelimenin Ebu Zer isminin fonetik değişime uğramasıyla oluştuğunu belirtir.

Peki bu Ebu Zer kimdir?

Ebu Zer islamı ilk kabul edenlerden biridir. Kimine göre dördüncü, kimine göre beşincidir. Peygamberimiz Ebu Zer hakkında kaynaklarda yer alan şu iki sözü söylemiştir:

“Güneş dünya üzerinde Ebu Zer’den daha dürüst birinin üzerine doğmamıştır.”

Peygamberimizin etrafında bulunan onca sahabiyi, akrabalarını, dostlarını, evlatlarını, o ilk müslümanları düşünün ve tüm o insanlar duruken, hatta söylemine bakıldığında kendisini de dahil ederek, dürüstlükte en öne çıkardığı şu kişinin nasıl bir doğruluğa sahip olduğuna kanaat getirmeye çalışın. Hatta ve hatta “güneş üzerine doğmamıştır” derken o güne kadar yaşamış tüm insanlığı da dahil ettiği sonucunu çıkartabilirsiniz. İşte böyle bir adama ikinci olarak da şöyle demiştir:

“Ey Ebu Zer, sen yalnız yaşar yalnız ölürsün.”

Öyle de olmuştur. Ebu Zer, halife Osman’ın valiliklere kendi yakınlarını getirip, akrabalarına mali imkanlar kazandıran siyasetinin dine aykırı olduğunu söylemiş ve en nihayet halife Osman tarafından sürgüne gönderilerek yalnız başına hayatını kaybetmiştir. Oradan geçen bir kervanın farketmesiyle cesedi tesadüfen bulunup defnedilmiştir. Ebu Zer bugünün RTE Türkiye'sinde yaşasaydı Ergenekon'dan içerideydi.

Peygamber efendimiz kimin ne kadar dürüst olduğunu, kimin yalnız yaşayıp öleceğini elbet bilir ama dürüstlükle dünyada yer edinilemeyeceğini bilmek için peygamber olmak gerekmez.

Abuzer’in gerçek hikayesi budur.

10 Eylül 2011 Cumartesi

Yeniden Tokyo ve Nilüfer Çiçekleri

(4/4 son bölüm)

Tsu’ya döndüğümüz zaman, Japonya’da kaldığım süre boyunca yeni doğan yeğenimizi kucağıma alma fırsatı bulamadım. Anlaşılamayan bir sebepten ötürü sindirim sisteminde bir bozukluk varmış ve incelenmek üzere hastanede kalması gerekmişti. O sıralarda aklımıza kötü şeyler geliyordu ve evde hüzünlü bir hava vardı. Çok şükür, aradan geçen süre içinde kötü bir şey olmadığı anlaşıldı. Bugün çok daha iyi olduğu haberleriyle seviniyoruz. Tek üzüntüm, biraz da onun doğumuna şahit olmak ve onu kucaklayabilmek için gittiğim Japonya’dan bu isteğimi elde edememiş olarak dönmüş olmamdır.

Ailemle vedalaştıktan sonra eşimle birlikte son iki günümü geçireceğim Tokyo’ya hareket ettik. 2009 Nisan ayında gittiğimde pespembe kiraz çiçekleriyle bezenmiş olarak gördüğüm Ueno Parkı artık yemyeşildi. Tekrar ziyaret ettiğimiz hayvanat bahçesinde Çin’den gelen iki pandayı gördük. Parkta daha önce görmediğim ve hayran kaldığım bir şey daha vardı: nilüfer çiçekleri. Gölün üzerinden insan boyuna kadar yükselmiş olan geniş yeşil yapraklarının arasında; bazıları yeni açmaya başlamış, bazıları açmış, bazıları da yapraklarını dökmekte olan pembe nilüfer çiçeklerini seyretmeye doyamadım.


Hem doğanın hem tarihin hem de teknolojinin bütünleştiği Tokyo’da Akihabara’yı ziyaret etmemek olmazdı. Alış verişimizin çoğunu orada yaptık. Daha önce İstanbul’da ziyaretimize gelen eşimin arkadaşıyla da orada görüşme fırsatı bulabildik. Kaldığımız otelden inşası devam etmekte olan Yeni Tokyo Kulesi çok güzel görünüyordu. Sevgili eşim hem bu görüntüye şahit olmak hem de Akihabara’ya yakınlığı dolayısıyla bu oteli seçmişti. Evimizin vitrininin bir köşesini süslemek üzere en sevdiğim bilgisayar oyunu serisi olan Final Fantasy’ye ait bir kaç figür alıp alış verişimi tamamladım. Yeni Tokyo Kulesi’ni ziyaret etmek ise artık sonraki seneye kaldı. Eşim, iki hafta daha kalacağı ailesinin yanına dönerken ben de havaalanına gitmek üzere yola koyuldum. Dördüncü kez gittiğim Japonya maceramız da böylece sona ermiş oldu.

7 Eylül 2011 Çarşamba

Kobe

(bölüm 3/4)

Fukuoka’dan gece hareket eden otobüsle sabah erken saatlerde Kobe’ye vardım. Eşimle buluştuktan sonra bu şehirdeki gezimize başladık. 1995 yılında büyük bir deprem felaketiyle sarsılan Kobe şehri tamamen yeniden inşa edilmiş, çağdaş ve huzur dolu bir görünüme kavuşmuştu. Sahile harika bir park alanı yapılmış ve yeni inşa edilen iskelenin hemen yanında 1995’teki depremde yıkılıp kısmen suların altında bulunan eski iskeleyi, bu felaketi unutmamak için olduğu gibi bırakmışlar. Bu yıkıntını yanında ise o günden bu güne gelinen durumu resimlerle anlatan yazılı plakalar bulunmaktaydı.

İki gün geçirdiğimiz Kobe’de, eşimin panda şeklinde yapılmış özel bir tatlı yediği Çin Mahallesi’ni gezdik. Daha sonra teleferikle ulaşılan tepenin yamacında bulunan Nunobiki bahçesi, görme fırsatı bulduğum en güzel yerlerden biriydi. Şehrin tepe üzerinden görüntüsü harikaydı. Rengarenk çiçeklerin yanı sıra şimdiye kadar sadece manav tezgahlarında gördüğüm meyveleri dalları üzerinde görmek gezimize ayrı bir renk kattı. Aşağı inerken dinlenmek için durduğumuz yerde, bir Okinawa meyvesi olan ‘shikwase’ aromalı ‘kakigori’ yedim. Kakigori denilen şey bizim karsambaç dediğimiz şey ile aynı. Eşim bu kar makinesinin Japonya’da çok satıldığını söyleyince hemen alış veriş listeme dahil ettim.

Tokyo’ya gitmeden önceki bir kaç günümü ailemle geçirmek üzere Kobe’den ayrıldık. Tsu’da bizi üzücü bir sürpriz bekliyordu..

5 Eylül 2011 Pazartesi

Fukuoka

(bölüm 2/4)

Geldiğim Cumartesi gününü ve ertesi günü saymazsak Japonya’daki ilk haftasonumu geçirmek üzere Fukuoka’ya gittim. Yalnız gitmek durumundaydım çünkü eşim o gün doğum yapacak olan kardeşi için Tsu’da kalmak zorundaydı. Fukuoka dört büyük ada parçasından oluşan ülkenin en güneyindeki ada. Çok sevdiğim bir Japon arkadaşım da orada oturuyor ve onunla görüşmek de gitme sebeplerimin başında geliyordu.

Sabah erkenden Shinkansen dedikleri kurşun tren ile yola koyuldum. Yaklaşık 1000km olan yol bu hızlı trenle 3.5 saat sürüyor. Muhteşem yani. Oraya vardığımda anlaştığmız üzere arkadaşımla istasyonda buluştuk. Önce birlikte güzel bir yemek yedik, konuştuk, hasret giderdik. Sonra bulunduğumuz Kokura kasabasını gezmeye başladık.

Kokura çok güzel, çok şirin bir kasaba. Eski dönemlerden kalma kalesi, tapınağı ve bunların etrafına inşa edilmiş çağdaş binalarla süslü olan kasaba; insanların en çok gezindiği, etrafı yeşilliklerle bezenmiş nehrin çevresine inşa edilmiş durumda. Kokura, 1945’te, tarihi boyunca her zaman sivilleri katleden ABD’nin atom bombasını Hiroshima'dan sonra hedeflediği ikinci yerdi. Ancak bombanın atılacağı gün Kokura, daha önce ateş altına alınan komşusu Yahata’dan yükselen dumanlarla kaplı olduğundan ABD hedef değiştirerek atom bomasını Nagasaki halkının üstüne bırakmıştı. Haçlı batının tarih boyunca yaptıkları masum insan katliamlarını anlatmak bu satırlara sığmaz. Bu yüzden ben konuyu değiştirmeden gezimi anlatmaya devam edeyim.

Genellikle gittiğim yabancı ülkelerde değişik tesadüflerle karşılaşıyorum. Bu konuda şimdiye kadar çok şanslı oldum diyebilirim. İrlanda’ya gittiğimde ülke AB’ne kabul edilmişti ve onun hem kutlamalarına şahit olmuştum hem de protesto gösterilerinin içinde kendimi bulmuştum. Hong Kong’a gittiğim gün cadılar bayramıydı ve çok eğlenceli bir gece geçirmiştim. Kokura’yı gezdiğim o gün ise öğrencilerin dans festivali vardı. Onların gösterilerini izlemek çok eğlenceliydi.

Kaleyi, tapınağı ve bunların hemen yanında olan küçük parkı gezdik. Küçük park dediğim yer gerçekten küçük. Minyatür bir göl, gölün etrafı yemyeşil, içinde sadece bir tane altın renkli balık, göle bakan eski bir Japon evi.. Huzur dolu bir yer. Giriş ücretli ama geleneksel Japon seremonisiyle hazırlanan ve ikram edilen yeşil çay ücrete dahil. Çayımız hazırlanırken oradakilerle arkadaşımın tercümanlığı sayesinde güzel bir de sohbet ettik. Akşam üzeri ise güzel bir yemek ve tatlıyla biten o günkü gezimizi tamamladık.

Ertesi gün arkadaşımın yaşadığı kasabaya, Mojiko’ya gittim. Bir başka şirin olan bu kasabada arkadaşımla birlikte harika bir gün geçirdim. Japonya’nın en ünlü balık pazarlarından biri olarak bilinen yerde suşi yedim ve ilk defa balon balığı ile balina etini tatma fırsatı buldum. Her ikisini de çok beğendim. Şehrin akvaryum-müzesinde değişik balıkları görme, yunus ve fokların gösterilerini izleme fırsatı da bulabildim. Kıyı şeridindeki güzel bir gezinti ve alış verişten sonra şehrin tarihi fabrikasında üretilen Sakura Birası eşliğinde, yine bölgeye özel yeşil renkli ‘soba’ yemeği yedik. Hiç unutamayacağım bir hafta sonunu benimle birlikte geçiren arkadaşımla buruk bir vedalaşmadan sonra eşimle buluşacağımız Kobe’ye gitmek üzere yola koyuldum.