8 Kasım 2020 Pazar

Fuji Dağı'nın Eteklerinde Bir Taş Müzesi

Salgından, ev hapsinden, yoğun iş ve okul temposundan biraz olsun fırsat yaratıp ailece bir sonbahar gezisine çıkalım istedik. Biraz ferahlamak, gündemden uzaklaşmak hepimize iyi gelecekti. Fuji'ye bir gece iki günlük bir gezi planladık. Arabaya atlayıp 300km yol katederek ulaştığımız Fuji'de gidecek başka yer kalmamış gibi niye bir taş müzesine gittiğimizi soracak olursanız, onun cevabını bir önceki yazım olan Pembe Taşın Hikayesi'nde anlatmıştım. Henüz okumadıysanız, bu satırlara devam etmeden önce mutlaka okumanızı tavsiye ederim. 

Geceyi geçirdiğimiz şehir merkezindeki otelden müzeye ulaşmak yaklaşık 40 dakikamızı aldı. Deniz seviyesine yakın bir rakımdan Fuji Dağı'nın eteklerine doğru yol aldığımız için bu 40 dakika boyunca yokuş yukarı sürdük. Birkaç küçük ve tenha kasabadan geçtik. Sonrasında, sık ağaçlardan gökyüzünü bile zor gördüğümüz ormanlık, dar ve kıvrımlı bir yolda sürmeye devam ettik ve böylece müzeye ulaştık. 

Anlaşılacağı üzere, turistleri çekmek için kurulmuş bir yer değil Kiseki Dünya Taşları Müzesi [1] . Yakın çevrede yaşayanlar için alternatif bir uğrak yeri, çocuklar için bir eğlence alanı ve sadece meraklıların geleceği bir yer olmak dışında fazla bir anlam taşımıyor. Ancak taşıdığı anlamlar, 300km uzaktan gelen bizler için yeterince geçerli sebepleri oluşturuyordu. 

Müze deyince, sergilenen nesnelerin olduğu bölümlerden oluşan bir bina aklınıza gelmesin. Böyle bir bina da var elbette ama o bina müzeyi oluşturan parkın içinde bulunan yapılardan sadece biri. Kabaca 20 dönümlük bir araziyi kaplayan parkın çevresi tamamen ormanlık alan. 360 derece boyunca nereye bakarsanız ağaçları görüyorsunuz. Yere sırt üstü uzanacak olsanız, yemyeşil çerçeveli koca bir pencereden gökyüzünü izlediğiniz hissine kapılırsınız. Yer değiştiren bulutlar ve arada uçuşan kuşlar dışında mavinin üzerinde olan tek görüntü, kuzeydoğudaki ağaçların üzerinde yükselen görkemli Fuji Dağı. 

Pembe Taşın Hikayesi'nde de anlattığım gibi, bizi buraya getiren en önemli sebep, hiç kuşkusuz, oğlum Eren'in taş merakı. Özellikle de, burada yapmak istediği taş avı. Parkta bulunan bölümlerden birinde yer alan bu taş avı oyununda, ziyaretçiler su ile doldurulmuş küçük kanallar içine yığılı taşların arasından, kendilerine verilen el küreklerini kullanarak özel taşları bulmaya çalışıyorlar. Taşların her biri sadece birkaç milimetreküp büyüklüğünde. El küreğini yüzlercesi dolduruyor. Oyun, eski Hollywood filmlerinde gördüğümüz altın avcılarının, ellerinde eleklerle nehir suyundan çıkardıkları taşlar arasında altın araması gibi bir his veriyor. Yığınların içinde kırkın üzerinde özel taş çeşidi bulunuyor. Herkese 30 dakikalık bir süre veriliyor. Bu süre içinde bir kişinin toplayabileceği toplam özel taş miktarının bile kırkı bulamayabileceği düşünülürse, tüm çeşitleri bulmak oldukça zor. Dört kişilik bir aile olarak bizim gayet iyi bir iş çıkardığımızı söyleyebilirim. 

Taş avının sonunda, eve götürecek epey bir taşımız olmuştu. Ancak, hiç kuşkusuz, günün en büyük ödülü, taş avında Eren'in kazandığı yakut idi. Taş yığınları arasında göze çarpası bile imkansıza yakın, belki milyonda birden bile daha az bulunma olasılığına sahip özel zarı bulan Eren, bunun karşılığında verilen yakutun sahibi oldu.  Bu da hem Eren'in hem bizim eğlencemizi daha da artırdı. Çocukların gözündeki sevinç pırıltıları, gittiğimize değdiğinin ispatıydı. 

Minerallerin, fosillerin ve ender bulunan taşların sergilendiği kısımda geçirdiğimiz vakit de bir o kadar eğlenceli ve öğreticiydi. Taşlar, sadece özelliklerinin yazılı olduğu plakalarla değil, güncel, ünlü ve kültürel verilerle de birleştirilerek sergileniyordu. Örneğin, Minecraft oyunundaki maketleriyle birlikte sergilenen taşlar vardı. Diğer bir bölümde, Japon çizgi romanı mangalarda yer almış taşlar, kitaplarıyla birlikte sergileniyordu. 

Vitrindekiler arasında turkuaz da vardı. Japonya'da bu taşa 'torukoişi' (トルコ石), yani tam çevirisiyle Türk Taşı dendiğini böylece öğrendim. Oynadığımız bir başka oyunda Eren bir de turkuaz kazandı. Daha doğrusu, kazandığı oyunun ödülü olarak alabileceği taş çeşitleri içinden turkuazı seçti. Bu da benim için küçük bir mutluluk oldu. 

Müzeden ayrıldıktan sonra gezimizin son durağı olan Shiraito Şelaleleri'ne doğru yola çıktık. Karnımız iyice acıkmıştı. Geldiğimiz ormanlık yoldan dönerken karşımıza şirin mi şirin bir restoran çıktı. Böyle şirin bir yeri gelirken nasıl görmediğimize şaşırmıştık. Ağaçların ardına gizlenmiş gibiydi. Sanki karnı sadece bizim gibi acıkmış olanlara görünen bir büyü vardı üzerinde. İçerisi de bir o kadar şirindi. Sütunlar ve kirişler ağaçtan yapılmıştı. Duvarlar, masalar, iskemleler tamamen ahşaptı. Eski bir zamana ait gibiydi. O kadar temiz ve düzenliydi ki, eski bir restorana girdiğinizi değil, zamanda geriye yolculuk ettiğiniz ve yeni açılan bir restorana girdiğinizi hissettiren bir yerdi. Yemekleri de, benim gibi yemek seçen biri için bile oldukça lezzetliydi. Bir de şarabının tadına bakmak gerekirdi ama araba kullanacak olmam buna engel oldu. Güzel bir içkinin keyfini, gün sonunda yorgun olarak eve döndüğümde çıkaracaktım. 
________________________________________________________________________________
[1] http://www.kiseki-jp.com/english/e-index.html
Mutlu Sayar'dan daha fazla fotoğraf için instagram: muusensei

4 Kasım 2020 Çarşamba

Pembe Taşın Hikayesi

Geçtiğimiz hafta sonu Fuji'ye kısa bir gezi yaptık. Bu gezinin ikinci günü olan pazar sabahı taş müzesine gittik. Ender bulunan taşların, minerallerin ve fosillerin sergilendiği, nasıl ve nerede çıkarıldıklarının, ne için kullanıldıklarının anlatıldığı bu müzeyi görmeyi en çok oğlum Eren istedi ve orada bulunduğumuz süre içinde en çok o eğlendi. Gitmek için bu kadar can atmasının sebebine gelince, onun sırrı işte şimdi anlatacağım pembe taşta saklı. Fuji'ye yaptığımız geziyi ve müze ziyaretimizi de bu satırlarda yazacağım ama öncelikle 13 yıl öncesine uzanan bu pembe taşın kısa hikayesini anlatmam gerek.

2007 yılının mayıs ayıydı. İstanbul'da yaşıyordum. 32 yaşındaydım. Babam hayattaydı. Corona sadece bir bira markasıydı. Teröriste hâlâ "hoca efendi" diyorlardı. İlk iPhone henüz piyasaya çıkmamıştı. Dolar 1.35 liraydı. Evlenmeme 2, Eren'in doğmasına 5, Japonya'ya taşınmama 9 yıl vardı. Çalıştığım şirket tarafından iş için Oslo'ya gönderilmiştim. 3 gün süren çalışmadan sonra dönmeden önceki son günümü şehirde gezmeye ayırmıştım. 

Turistlerin mutlaka görmek isteyeceği yerler yerine, şehrin sokaklarında, parklarında, bahçelerinde vakit geçirmiş, müzelerine gitmiştim. Gittiğim müzeler de zooloji müzesi, doğal tarih müzesi ve jeoloji müzesiydi. Oslo'ya giden bir yabancı niye jeoloji, zooloji müzesine gider ki? sorusunun anlamını yitirdiği az sayıda kişiden biri olduğumu beni iyi tanıyan herkes bilir sanırım. Norveç'in çeşitli yerlerinde yapılan araştırmalarda ve kazılarda bulunan değerli taşlar, fosiller ve mineraller jeoloji müzesinde [1] sergileniyordu. Müzenin mağazasından satın aldıklarım arasında pembe bir taş vardı. 

O dönemde şimdiki eşimle birbirimizden binlerce mil uzakta yaşayan iki mektup arkadaşıydık. Aramızda daha öte bir ilişki olması mümkün olmadığı gibi, benim zaten bir kız arkadaşım vardı. Pembe rengi sevdiğini yazışmalarımızdan biliyordum. Norveç'in ulusal taşı olarak bilinen ve Thulit olarak isimlendirilen bu taşı mağazada gördüğümde Norveç'ten bir hatıra olarak alıp ona yollamaya karar vermiştim.

Şimdi diyeceksiniz ki,

Norveç'e gitmişsin. Gezmek için bir günün var. O günde de parklara, bahçelere, müzelere gidiyorsun. Gittiğin müze de ola ola taşın, fosilin sergilendiği bir müze. Mektup arkadaşına hatıra hediyesi alacaksın. Ala ala müzeden bir taş alıp gönderiyorsun.

Öyleyse şimdi dikkatli okuyun.

Ben Oslo'dan döndükten bir yıl sonra mektup arkadaşım dil öğrenimi için Türkiye'ye geldi. Kısa süre sonra ilişkimiz başladı. 2009'da evlendik. 2012'de Eren doğdu. 2015'te Kayra doğdu. 2016'da Japonya'ya yerleştik. Eren anaokula başladı. Biz işten çıkıp alana kadar hafta içi her gün okuldan dedesinin evine gidip orada oynuyordu. 

Ve o günlerden birinde annesinin eski odasını karıştırırken çekmecelerden birinde o pembe taşı buldu. 

Norveç'in kim bilir neresinde çıkarılmış, Oslo'daki müzeye konmuş, Türkiye'den iş için giden babası tarafından satın alınıp İstanbul'a getirilmiş, hatıra hediyesi olarak Japonya'ya gönderilmiş, annesi tarafından özenle saklanmış, ve nihayetinde tüm bunlardan haberi bile olmayan Eren'in eline geçmişti.

Eren'in sevdiği kitaplardan biri Pamuk Prenses idi. Değerli taşların varlığını bu kitaptan öğrendi. Kitapta, Pamuk Prenses ormanın derinliklerinde karşısına çıkan eve sığındığı sırada, evin sahibi olan yedi cüceler mağarada kazmalarla elmas çıkarmaktadır. Bu yüzden Eren, ömründe ilk kez gördüğü pembe taşı bulup eline aldığında onun bir elmas olduğunu sanmış, bize gösterirken "elmas buldum" demişti. Belki o kadar maddi değeri yok ama bizim için anlamı ve değeri elmastan daha fazla. 

Sonraki yıllarda küçük aletlerle kumu, toprağı kazıp bir şeyler aramayı huy edindi. Bulduğu değişik taşları, seramik kırıklarını, metal parçalarını saklamaya başladı. Minecraft diye bir bilgisayar oyununa merak sardı. Oyunda mağaralara, madenlere giriliyor, kazmalarla kayalar kırılarak değerli taşlar çıkarılıyordu. İşte hafta sonu Fuji'ye yaptığımız gezide, Eren'in heyecanla istemesiyle kendimizi taş müzesinde bulmamızın hikayesi 2007'de pembe taşı almamla başlıyor. Bu serüvenin daha ne kadar devam edeceğini bilemem ama serüvenin şu ana kadarki son parçası olan Fuji'deki Kiseki Dünya Taşları Müzesi'ne yaptığımız ziyareti sonraki yazımda aktaracağım.
_________________________________________________________________________________


19 Eylül 2020 Cumartesi

Kumandanı Öldürmek

Haruki Murakami'nin 850 sayfalık Kumandanı Öldürmek adlı kitabı için uzun bir kitap demek kesinlikle haksızlık olur. Sayfa sayısı söz konusu edilecekse yapılabilecek en doğru tanım zengin bir kitap olduğudur.

Hayatını portre resimleri yaparak kazanan bir ressam, karısının kendisinden ayrılmasının ardından yaşadığı şehirden uzaklaşmaya karar verir. Menajerliğini de yapan arkadaşı ona babasının evinde kalmasını önerir. Babası Japonya'nın en tanınmış ressamlarından biridir. Yaşlı ve bilincini kaybetmiş biri olarak bakım evinde kaldığı için ev boştur. Sağlığında o evi aynı zamanda atölye olarak kullanmıştır. En yakın evden ulaşılması için bile taşıtın gerektireceği kadar ıssız, ormanlık ve tepelik bir alanda olan bu ev inzivaya çekilmek isteyen bir sanatçı için biçilmez kaftandır. 

Ressamımızın macerası işte bu eve olan yolculuğuyla başlar. Eve yerleşmesinin ardından ev sahibinin, çatı katına itina ile sakladığı, kimse tarafından bilinmeyen bir tablosunu bulmasıyla devam eder. Her gece aynı saatte duyduğu çan sesiyle gizemli bir hal alır. Portresini yapmak için yüksek ücret aldığı sıra dışı yeni arkadaşıyla birlikte bu sesi araştırmaya koyulur. Böylece kendisini gizemli olduğu kadar ürpertici olayların içinde bulur.

Kitabın gerçek dışı öyküsüne gerçek hayattan birçok tarihi olay, sanat eserleri ve kültürel argümanlar eşlik ediyor. Okurken, bir ressamın sanatını ortaya çıkarırken şekillendirdiği düşüncelere ve sarf ettiği emeğe şahit olacaksınız. Japon ve Budist kültürüne ait ilginç ögelerle karşılaşacaksınız. Mozart'ın Don Giovanni operasını, R. Strauss'un Rosenkavalier adlı eserini dinlemek isteyeceksiniz. Auschwitz ve Nanking gibi insanlık tarihini sarsan olayları hatırlayacaksınız. Tüm bunların öyküyle nasıl harmanlandığını görerek yazarın dehasını takdir edeceksiniz.

Koşmasaydım Yazamazdım adlı kitabında Murakami yazarlığa nasıl başladığını anlatır. Buna göre Murakami kendisini tatmin eden özgün bir üslup arayışı içindedir. Öyküsünü anlatmak için önce İngilizce yazmayı dener. İngilizcesinin iyi derecede olmaması onu kısa kısa cümlelerle anlatmaya zorlar. Japonca'ya çevirirken bu kısa cümleleri olduğu gibi tutar ve üslubunu böylece keşfettiğini söyler. Bu kısa cümleli anlatımları, özellikle Karanlıktan Sonra gibi yazarın ilk kitaplarında fark etmek mümkün. Ancak 1Q84 ve Kumandanı Öldürmek gibi sonradan yazdığı kitaplarda pek hissedilmez. Yine de uzun uzun cümleler yoktur. Çünkü yazarın edebiyatını cümlelerin uzunluğu değil, öykülerin zenginliği, özgünlüğü ve anlatımındaki ustalık oluşturur. Yoksa Murakami de pekala kimsede iz bırakmayacak, hatırlanmayacak öyküler yazan Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk gibi, kitaplarını sırf edebi eserler gibi göstermek için birkaç cümlede anlatılabilecek bir şeyi birkaç paragraf tutacak kadar uzun cümleler ile doldurur, o da yetmezmiş gibi o cümleleri bir de parantez içi açıklamalara boğup iyice uzatarak daha da anlamsızlaştırabilirdi (gördüğünüz gibi ben de uzun cümle kurabiliyorum; parantez içi açıklama bile ekledim). Ama, Nasreddin Hoca'nın dediği gibi, keramet kavukta değil.

Murakami'nin adı hemen hemen her yıl Nobel edebiyat ödülünde geçer. Bana sorarsanız çoktan alması gerekirdi ancak siyasi faktörler buna engel oldu. Kendi ülkesini eleştirmesi en önemli sebep. Evet, kendi ülkesini eleştiren Orhan Pamuk'a edebiyat Nobeli, kendi rejimini eleştiren Çinli yazar Liu Şiaobo'ya barış Nobel'i verildi ama kriter eleştirdiğinin kendi ülkesi olması değil, kendi ülkesinin dünya siyasetindeki konumu. Nobel ödülleri açıklandıktan sonra gündemi yazarın yazdıkları veya edebiyatı değil, siyasi fikirleri meşgul ediyor. Murakami kendi ülkesini İkinci Dünya Savaşı sırasında Çin'de ve Kore'de yaptığı insanlık suçlarından ötürü birçok kez eleştirmiş, kurbanlar ikna olana dek Japonya'nın tekrar tekrar özür dilemesi gerektiğini söylemişti. Bu bağlamda Kumandanı Öldürmek adlı kitabında Nanking'e yer vermesi tesadüf değil. 

Bir kitapseverin, her kitabını okuduğum Murakami'ye hayran olmamasına ihtimal dahi vermiyorum. Japonca çalışmalarım hâlâ istediğim seviyede olmadığı için Murakami kitaplarını bir de orijinal Japoncasından okuma hayalimi yine ertelemek zorundayım. Ama hedefimi değiştirmiş değilim. Kitaplarda olsun, filmlerde olsun, Türkiye'nin hâlâ gurur duyduğum çeviri becerisi şimdilik bana yetiyor. Sizin de aynı keyfi almanız dileğimle. 

4 Temmuz 2020 Cumartesi

Japon Komşu

Japonlar gerçekten şaşırtıcı insanlar.
Çocuklarla dışarıda mantar aramaya çıktık. Bir kadın yanımıza geldi. Oturduğumuz mahalleye yeni taşınmış. Siz Türksünüz değil mi, diye sordu. Yani taşınınca araştırmış konuyu komşuyu. Benden başka da Türk olmadığı için çevrede lafım dolaşıyor anlaşılan. Japon olmadığımı görünce de soluğu yanımızda alıp sorusunu sordu. Olumlu cevap alınca hemen eğilip selam verdi. Tanıştığına memnun olduğunu söyleyip, 1985'te Türkiye'nin Japonları hava saldırısından kurtardığını ve bunun için her zaman minnettar olduklarını söyledi.
Sonra bana teşekkür edip tekrar eğilerek selam verdi! Artık kurtarma olayını zaten biliyor muydu, yoksa benden dolayı mı araştırdı çözemedim. Ama hangisi olursa olsun gurur duydum.
Ben de ne diyeyim, Ertuğrul kazasında Japonlar yardım ettikleri için biz de size minnettarız filan dedim. Sonra evimi işaret ettim, şurada oturuyoruz diye. Kadın zaten biliyormuş. Kırmızıyı çok sevdiği için beni kırmızı arabamdan da tanıyormuş. (Çevredeki tek kırmızı araba benim). Yani Japon olmadığımı gördüğünden değil, resmen tanıdığı için yanıma gelmiş. Neyse, selamlaşıp ayrıldık. Hakkımda daha neler biliyordu, biraz daha konuşsak daha neler ortaya çıkardı meraklanmadan edemedim. Artık gurur duymaya devam mı edeyim yoksa tırsayım mı ona karar vereceğim.

26 Nisan 2020 Pazar

Virüs Tehdidi Altında Japon Baharı

Daha fazla fotoğraf için instagram/muusensei
Virüs tehdidinin gölgesinde girdik bu yıl bahara. Japonya'da bahar demek kiraz çiçekleri demek. Kiraz çiçeklerinin açmasıyla başlıyor her şey. Okullar, ligler, şirketlerin yeni mali yılları, sözleşme yenilemeler, aklınıza gelen gelmeyen her şey.

Japonlar bir yıl boyunca bekliyor kiraz çiçeklerinin açmasını, yani sakura dönemini. Televizyon kanallarında haberler ve hava durumu ile birlikte sakura durumu veriliyor. Böylece kiraz çiçekleri ülkenin hangi şehirlerinde açmış veya ne zaman açacak haber ediliyor. İnsanlar buna göre nereye gezi planları yapıyorlar.

İşte bu yıl böyle olmadı. Virüs tehdidiyle insanlar evlerinden çıkamadılar. Pembeye bürünmüş o güzelim parklara gidemediler. Ağaçların altına serilip piknik yapamadılar. Maalesef biz de aynı durumdaydık. Ama bizim şanslı olduğumuz bir şey vardı.

Japonya'ya taşınalı yaklaşık dört yıl olacak. Türkiye'de yaşarken Japonya ziyaretlerimizi birkaç kez sakura dönemine denk getirmiştik. Yaşamaya başladıktan sonra ise bu keyfi her yıl sürmeye başladık. Bu yıl dördüncüsü olacaktı. Ülkedeki yaşama alışmakta olduğumuz ilk iki sakura dönemini kendi şehrimizin parklarında geçirmiştik. Geçen yıl ise, büyük oğlumun ilkokula, kardeşinin de anaokula başlayacak olmasıyla özel bir gezi olsun istemiş ve Nara'ya gitmiştik. Bu günübirlik geziyi henüz yazıya dökmedim ama Instagram'a birkaç fotoğraf yükledim (bkz. Mutlu Sayar).

Oturduğumuz ev Mie Üniversitesi'ne çok yakın. Üniversitenin kampüsünü yıllardır park olarak kullanıyoruz desem yeridir. Çocuklarla koşmaya, futbol oynamaya, ailece dondurma yemeye, bir şeyler içmeye gidiyoruz. Kampüste yeterince yıl almış kiraz ağaçları var. Bu yıl bu ağaçların yoğun çiçek açtığı birkaç gün hafta sonuna denk geldi. O hafta sonu da hava açık olunca, virüs kısıtlamaları altında olduğumuz bu yılki sakura döneminde bile Japon baharının keyfini çıkarma imkanı bulabildik.

Koştuk, eğlendik. Dinlendik. Sohbet ettik. Oyunlar oynadık. Resimler çektik. Tertemiz bir hava soluduk.

Virüs kısıtlamaları sebebiyle kampüs neredeyse boştu. Öğrenciler belki yurtlarından dışarı çıkamıyorlar ya da kendi şehirlerinde aileleriyle birlikte kalıyorlardır. Eğitim farklı şekillerde devam ettirilmeye çalışılıyor ama ülke genelinde okullarda ders işlenmiyor. Üniversite kampüsünde bulunan küçük marketler kapalı. Meşrubat otomatlarının fişleri çekilmiş.

Seneye durum ne olur bilinmez ama bu yıl bu şartlar altında gerçekten çok şanslıydık.

5 Nisan 2020 Pazar

İki Piyano

Huyumdur, kriz dönemlerinde büyük harcamalar yaparım. Aslında huyum olduğunu söylemek tam anlamıyla doğru değil. Çünkü böyle bir alışkanlığım yok. Büyük bir harcama yapmak için kendimi zorluyor da değilim. Elimde olmayan gelişmelerin ve ihtiyaçların etkisi büyük. Bunların üstüne maddiyata olan nefretim ve karakterim de eklenince ortaya bu sonuç çıkıyor. Ancak huyumdur dememin de bir sebebi var.

Defalarca izlediğim için Baba-2 filminin hemen hemen her sahnesini bilirim. Özellikle birkaç sahnesi vardır ki aklıma kazınmış, duygularımı ve davranışlarımı şekillendirmiştir. Onlardan birinde genç Vito işten çıkarılır. Zaten çok fakirdir ve bakmak zorunda olduğu bir ailesi vardır. Cebinde kalan her kuruş altın kadar değerlidir. Çıkarıldığı işten eve döner. Kapıyı açar. Arkasında gazete kağıdına sarılı bir şey saklamaktadır. Yemek vaktidir ve eşi mutfaktadır. Arkasında sakladığı şeyi sarılı olduğu gazete kağıdından çıkarır. Çok lezzetli görünen güzel bir armuttur bu. Meyveyi yemek masasına koyar. Eşi mutfaktan döndüğünde meyveyi görür, sevinçten yüzü parlar ve ne kadar güzel olduğunu söyler. Böylece birlikte sofraya otururlar. Genç Vito gurur ve mutluluk içindedir. Her kuruşun hesabını yapmak zorunda olduğu halde, işini kaybetmiş olmasına rağmen o meyveyi almıştır. Çünkü sevdiği insanın mutluluğu, evindeki huzur onun için her türlü hesaptan daha değerlidir.

Savaştan yeni çıkmış fakir Türk halkı ve yeni kurulan Cumhuriyet ilk yıllarda birçok zorlukla mücadele etmek zorunda kalmıştı. Bu zorluklar içinde Atatürk 1925 yılında bir ilkokulu ziyaret eder. Okula bir Kur'an'ı Kerim hadiye eder ve kendi yazısıyla "dikkatle okunmak için" diye bir not düşer. Atatürk'ün Kur'an'ı Kerim ile birlikte o okula hediye ettiği bir şey daha vardır. Nedir biliyor musunuz? Bir piyano. Sefalet içindeki halk aydınlansın, öğrensin, anlasın, gelişsin diye dikkatli okunması için bir Kur'an...ve bir piyano. Yaptığı her şeyde bir bilgelik, bir zarafet var. İnanın, yazarken gözlerim doluyor [1].

Baba filmlerini mi yoksa Atatürk'ü mü çok sevdiğim için böyleyim bilmiyorum. Belki sadece kendi karakterim böyledir de bu örneklerle haklılığımı kanıtlamaya çalışıyorumdur. Belki de savurganın tekiyimdir ve bunu itiraf etmektense bahane buluyorumdur. Ancak şu bir gerçek ki, özellikle kriz dönemlerinde kendimi büyük bir harcama yaparken buluyorum.

On yıl çalıştığım Turkcell'de işten çıkarıldığımda yeni evliydim. Evlilik harcamalarıyla dünya kadar borca girmiştim. Ev kredisi ödemeye devam ediyordum. Bana verilen tazminat ücretiyle ilk evlilik yıl dönümümüzde eşime bir piyano aldım. İki yıl çalıştığım Huawei'de işten çıkarıldığımda sadece iki ay önce baba olmuştum. Öncesinde ve sonrasında bebek odası eşyaları, puset, araba koltuğu, giysiler, oyuncaklar, ne lazımsa hepsini aldım. Biraz cebimde kalsın demeden en iyileri neyse onları seçtim. Türkiye'deki son işimden ayrılmak zorunda kaldığımda ise eşim ikinci bebeğimize hamileydi. Bebek masraflarının yükü altında gittim temiz olsun diye sıfır araba aldım (öncesinde şirket arabası kullanıyordum). O arabayla alışverişlerimizi yaptık, ailece gezilere çıktık.

Japonya'ya taşınırken eşimin piyanosu maalesef Türkiye'de kaldı. Buraya getirmek mümkün değildi. Zaten elektrik aksamlı olduğu için iki ülke arasındaki volt farkı burada kullanmasına engel olacaktı. Şu sıralar tüm dünyada olduğu gibi Japonya'da da virüs sebebiyle ekonomik zorluklar var. İşsiz kalanlar, dükkanlarını kapatmak zorunda kalanlar, ücretsiz izne çıkarılanlar. Şu an benim için bir tehlike yok gibi görünüyor ama ne olacağını kestirmek mümkün değil. 

Yine de...

Eşimi daha fazla piyanosuz bırakmak istemedim.

Tıpkı birincide olduğu gibi on birinci yıl dönümümüzde de bir piyano aldım.

Eğer böylesine zorlu bir dönemde olmasaydım almaya kalkar mıydım bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa...ben sevdiklerimin mutlu olmasıyla mutlu oluyorum. Belki de esas huyum budur ve yazıya huyumdur diye başlamam bundan dolayıdır. Genç Vito gibi huzur bulma çabasıyla.. Büyük Atatürk gibi çocukların eğitimine katkı vermesi amacıyla..
_____________________________________________________________________________
[1] Okulun adı Gazi Kız Numune Mektebi'dir. Atatürk bunun gibi birçok okula Kur'an'ı Kerim hediye etmiştir. Ayrıntılar için bkz. El Cevap, Sinan Meydan. İnternette araştırdığınız takdirde de birçok bilgiye ulaşabilirsiniz.

29 Mart 2020 Pazar

Kediyi Kim Yedi

Evlenmeden önce eşim yaklaşık beş yıl Çin'de öğretmenlik yaptı. Ben 2010-2012 yılları arasında İstanbul'da bir Çin şirketinde çalıştım. Yani Çinlileri, karakterlerini, huylarını, alışkanlıklarını iyi biliyoruz. Şu sıralar gündemi meşgul eden ve tepkilere konu olan yemek kültürleri de dahil.

Tüm dünyayı kasıp kavuran Covid-19 virüsü ilk kez Çin'de ortaya çıktığı zaman belki bazılarının aklına "acaba bu sefer ne yediler?" sorusu gelmiştir. Oysa bu soru, bizim gibi onları yakından tanıyanların aklına ilk gelen soruydu. Önceleri basında pangolin gibi bir iki hayvandan bahsedilmişti ama nihayetinde virüsü yarasa yiyerek kapmış oldukları haberi öne çıkmaya başladı. Eşimin aktardığına göre, tıpkı bizdeki denizden babam çıksa yerim söylemi gibi Çinlilerin de iskemle hariç ayakları olan her şey yerim diye bir söylemi var [1].

2010'un Ekim ayında bir haftalık bir eğitim için şirket benimle birlikte bir çalışma arkadaşımı Çin'e gönderdi. Gün içinde eğitime gidiyor, akşamları şehirde geziyorduk. Arkadaş pek aldırmıyordu ama normalde bile fazlasıyla yemek seçen biri olarak benim oradaki yerel yemekleri yememe imkân yoktu. Yarasa yiyen görmedik ama yılan, akrep yeniyordu. Ben neredeyse tüm öğünlerimi Pizza Hut'ta yiyordum. İçim dışım pizza olmuştu ve bundan hiçbir şikayetim yoktu.

Arkadaşım bir akşam yorgunluktan uyuyakalıp yemek yiyemediği için şehri gezmeye başlamadan önce otelin yanındaki Çin restoranında girdik. Menüde balık çorbası olduğunu görünce, en azından bildiği bir şey olduğunu düşünerek sipariş etti. Balık çorbası diye gelen şeyi görünce gözlerimize inanamadık. Masaya büyükçe bir kâse kondu, kâsenin içinde su, suyun içinde de koca bir balık bir bütün halde duruyordu. Önce canlı zannettik. Bir süre gözlemleyip hareket etmediğine şahit olunca canlı olmadığına kanaat getirdik. Kâsenin sıcak olduğunu sonradan anladık. Anlaşılan, balığı olduğu gibi suda kaynatmışlar, suyuyla birlikte de çorba diye önümüze koymuşlardı. Arkadaş yemek çubuklarını kullanarak onu bir güzel parçalara ayıra ayıra yedi.

Bir haftalık bu Çin deneyimimiz sona erip ülkemize döndükten yaklaşık bir yıl sonra basında bizim şirketle ilgili bir haber çıktı. Yalçın Bayer'in kendi köşesinden aktardığı habere göre bizim şirketin Ankara ofisinde çalışan Çinlileri mahalledeki kedi ve köpekleri toplayıp yiyormuş. Balkonda iple bağlı bir kedinin bir süre sonra içeri alındığı, durumu haber verdikleri polisin eve geldiğinde içeride kedi olmadığı yazılmıştı [2]. Birlikte çalıştığımız Çinlileri gayet iyi tanıdığımız, neler yediklerini bizzat gözlerimizle gördüğümüz için şirketin Türk çalışanları olarak haberin doğruluğundan şüphe duymadık. Aramızda muhabbet ve espri konusu yapmaya başladık. Ancak haber şirketin özellikle Çinli üst yönetiminde büyük bir infiale yol açtı. Toplantılar yapıldı. Kararlar alındı. Basına bildiri gönderildi. Bizlere dışarıdan tanıdıklarımız tarafından sorulduğu takdirde ne cevap vermemiz gerektiği iletildi.

Sonuçta şirket haberin doğru olmadığını açıkladı. Yalçın Bayer bir gün sonraki köşe yazısında şirketin açıklamasına yer verdi. Yazıya göre bizim Çinliler bahsi geçen kediyi yememiş, aksine tedavi için veterinere götürmüşler [3]. Okuyunca bizler hiç mi hiç inanmadık. Hele hele kediye miyav sesini çağrıştıran Çince Miao adını vermiş olduklarını epey gülünç bulduk [4]. Cevap yazısında kedi-köpek eti yemenin Çin geleneğinde bulunduğuna yer verilmiş olması bile bizim için yeterliydi. Çinliler ilk yazının yalan bir kurgu olduğunu açıklamıştı, biz ise ikincisinin öyle olduğunu düşünüyorduk. Hatta bundan gayet emindik. Gözleriyle görmediği için Tanrı'ya inanmayan ateist arkadaş bile kimse görmediği halde bizimkilerin kedileri mideye indirdiğinden şüphe duymuyordu.

Pangolin, yarasa, akrep, akla gelen gelmeyen birçok yaratığı Çinlilerin sofrasında görmek mümkün. Pişmiş de olabilir canlı da. Ancak sanıldığının aksine bunların hepsi yokluktan yenen şeyler değil. Bazıları gayet nadir bulunan pahalı yemekler de olabilir. Zaten Çin artık dünyanın en zengin ülkelerinden biri. Yemesiyle, içmesiyle birçoğumuzun burun büktüğü ülke, virüse karşı verdiği akılcı, bilimsel ve disiplinli mücadele ile şu an sorunu aşmış görünürken, birçoğumuzun hayranlık duyduğu batılı ülkeler ne yapacaklarını şaşırmış bir görünümde can çekişmeye devam ediyor. Üstelik Türkiye de dahil bu ülkelerin birçoğuna Çin'den yardımlar gönderiliyor. Kim bilir belki de bu arada Çinli zenginler sofralarına oturmuş, batılı ülkelerin bu can çekişmelerini seyrederek en sevdikleri kedi yemeklerinin tadını çıkarıyorlardır.
_________________________________________________________________________________
[1] Şu sıralarda Çinliler hakkında ırkçılığa varan söylemler, kötülemeler yapılıyor. Ben de bu yazının bu tür bir algı yaratabileceğinin farkındayım. Bu algıyı yıkmak için yazının içinde benim de eşimin de görüşmekte olduğumuz, sevdiğimiz Çinli arkadaşlarımızdan bahsedebilirdim. Hatta bu yazıyı sizin gibi okumakta olduğunu düşündüğüm bir Ermeni arkadaşımın eşinin Çinli olduğunu söyler, ne kadar iyi insanlar olduklarına yer verebilirdim. Veya ırkçı biri olmadığımı kanıtlamaya kalkar, İngiltere'de öğrenciyken, ya da bizzat Çin şirketinde çalışırken bile maruz kaldığım olayları örnek verir, ırkçılığı zaten mağdur olarak deneyimlediğimi örnekleyebilirdim. Ancak bu kez de yazıyı bir intikam yazısı olduğu algısından kurtarmam gerekirdi. Hangisini eklersem ekleyeyim, yazı dallanıp budaklanır, uzar, konu bütünlüğünden uzaklaşmış olurdu. Bu yüzden, kim ne isterse öyle düşünsün diyerek yazıyı olduğu gibi bırakmaya karar verdim.
[2] https://www.hurriyet.com.tr/bu-yasalar-neden-cikti-18796364
[3] https://www.hurriyet.com.tr/yu-xiao-miao-yenmedi-bakildi-18805479
[4] Gerçi kedinin Çincesi miyav/miao seslerine yakın olan mao'dur (). 
[***] Yedi yıl önce kaleme aldığım yazıyı da okumanızı öneririm: http://www.hayatinbencesi.com/2013/08/dan-brownn-dante-kitab.html

21 Mart 2020 Cumartesi

Bir Rüya Üzerine

Eşimle birlikte evimizden çıkmış, sahilde yürüyorduk. Kumsal değildi. Normal deniz seviyesinden biraz yukarıda kıyı boyunca uzanan beton platformun üzerindeydik. Gerçekte yaşadığımız yerle ilgisi yoktu ama rüyaya göre yaşadığımız yer kesinlikle orasıydı. Denizde hiç tekne yoktu. Görünen bir kara parçası da yoktu. Üzeri bomboştu. Alabildiğine deniz ve gökyüzüydü görünen. Yağmur yağmıyordu ama gökyüzü griydi. Denizin mavisi ise koyu ve keskindi. Gökyüzüne denizin mavisi, denize de gökyüzünün grisi karışmıştı. Sanki ikisi karşılıklı durmuş renklerini birbirine yansıtıyordu. Sadece gökyüzü biraz daha gri, deniz biraz daha maviydi. Ufuk yoktu. Devasa dalgalar ufku görmeye engel oluyordu. Güneş o dalgaların ardında bir yerdeydi. Kendisi görünmüyordu ama ışığı dalgaların üzerinde parlıyordu. Kasırga olması gereken bir havaydı. Ne var ki esinti bile yoktu.

Manzara o kadar güzeldi ki eşime fotoğraf çekmek istediğimi söyledim. (Şu anki uyanık halimde bile o manzara çok net olarak zihnime kazınmış durumda. Eğer resim yapma yeteneğim olsaydı tüm ayrıntılarıyla çizebilirdim). Ancak dalgalar daha da yükselmeye ve bulunduğumuz kıyıyı tehdit etmeye başladı. Çaresiz, geri dönmeye karar verdik. Kıyı boyunca gerisin geri biraz yürüyüp yönümüzü eve doğru çevirdik. Deniz artık arkamızdaydı. Dalgaların tehditkar sesini işitiyorduk fakat dönüp bakmaya cesaretimiz yoktu. Bir an önce kendimizi güvenli bir uzaklığa ulaştırmamız gerekiyordu. Ne yazık ki başaramadık. Dev dalganın önce gölgesi belirdi ayaklarımızın altında. Hızla önümüze geçiverdi. Sonra tam tepemizde kendisi belirdi. Gökyüzüyle aramıza bir perde gibi girdi ve üzerimize doğru inmeye başladı. Işıklar açıkken yüzükoyun yatağa çömelip arkamızdan yorganı üzerimize örtmek gibiydi.

O anda inanılmaz bir şey oldu. Devasa dalga üzerimize değil, önümüze düştü. Bir koşucunun engeli atlaması gibi üstümüzden atlamıştı. Koca dalga düştüğü yerde kayboluverdi. Denizle bağı kopmuştu. Etrafa bir damla bile su sıçratmadan yok oldu. Fizik kuralları umurunda değildi. Kilometrelerce uzaktan sularını toplamış, yükseldikçe yükselmiş, dev bir dalgaya dönüşmüş, peşimize takılıp hızla bulunduğumuz yere kadar gelmiş, üzerimizden atlayıp ömrünü tamamlamıştı. Ona yüklenen görev bu kadardı. Yapması gereken başka bir şey kalmamıştı. Sadece, düştüğü yere koca bir yosun yığını bırakmıştı. Kalınlıklarına bakılınca birbirine dolanmış ağaç köklerini andırıyordu. Gerçekte olsa kimse yosun olduklarına inanmazdı. Ama o denizin bitkisi kesinlikle onlardı. Bir karıncanın gözünden spagetti tabağına bakıyor gibiydim. Üç tane araba lastiği, kesilmiş zeytin dilimleri gibi köklerin arasına sıkışmıştı.

Epey sıkıntılı bir şekilde uyandım. Benzer şekilde beni uyandıran bir rüyayı 1992'nin Aralık ayında görmüştüm. Rüyamda, bizim okuldan bir kız arkadaşımın yine aynı okulda okuyan erkek kardeşi ölmüştü. Uyandığımda babam ve annem henüz eve dönmemişti. Endişelenmiştim. Bir süre sonra kapı çaldı. Gelen dayımdı. Ablasını, yani annemi sordu. Henüz gelmediğini söyledim. İçeride beklemesi için davet ettiysem de sonra uğrayacağını söyleyip vedalaşarak ayrıldı. Dayımı son görüşüm oydu. Birkaç gün sonra vefat haberini aldık. Rüyamda sevdiğim bir kız arkadaşımın küçük erkek kardeşi ölmüştü, gerçekte ise annemin küçük erkek kardeşi.

Rüyaların bir anlamı olduğu kesin. Eminim benzer örnekler birçok kişinin başına gelmiştir. Bu yüzden birkaç gün önce gördüğüm o rüyaya ben bir anlam yüklemeye çalışmalı mıyım?

Hemen cevap vereyim:

Hiç sanmıyorum!

Ne o? Yoksa bu yazıyı evliya olduğumu ilan etmek için yazdığımı mı sandınız? Olağanüstü güçlere sahip olmadığım gibi bana Hz. Yusuf'un yetenekleri bahşedilmiş de değil. Yoksa içinde bulunduğumuz zorlu günleri göz önüne alarak rüyamın bana virüs salgınını atlatacağımı müjdelediğini söyleyebilirdim. Ama rüyaların tersi çıktığı yorumuyla hareket edince dalganın gerçek hayatta tam tepeme düşeceğini söylemek de mümkün. Hele hele beni atlayıp sevdiğim birinin üzerine düşmesindense tam tersini tercih ederim. Rüya belki de olacak bir şeyi haber vermektense haftalardır kafamı dolduran tüm sıkıntıların sonucu olarak ortaya çıkmış da olabilir. Ne de olsa Freud o meşhur kitabını mürit toplamak için yazmadı.

Rüyamda gerçeklik payı kesin olan bir şey var ki, eğer hayatta kalırsak, üzerimizden atlayan dalganın ardında bıraktığı yığın gibi hayatımızda kalıcı izler olacağı muhakkak. Ve bunu anlamak için rüya görmek de, özel güçlere sahip olmak da gerekmiyor. Murakami'nin dediği gibi: "Fırtına geçtikten sonra nasıl atlattığınızı hatırlamayacaksınız. Nasıl hayatta kaldığınızı da. Hatta fırtınanın dinip dinmediğinden bile emin olamayacaksınız. Ancak bir şey kesindir; fırtınadan çıktıktan sonra fırtınaya girenle aynı insan olmayacaksınız."

Yaşamımızı her anlamda etkilemekte olan bu virüs belasında elimizden gelmeyen birçok şey var. Ancak elimizden gelebilecek birçok şey de var. Bunun için de ilim dışında bir dayanağımız yok. Yatıp rüyaların bize ne haber getireceğini bekleyecek değiliz. Sadece yaptıkları değil, rüyaları da kayıtlara geçmiş, örneğin annesinin ölümünü rüyasından öğrenmiş olan Atatürk'ün dediği gibi ilim dışında bir yol aramak gaflettir, cehalettir.

Bu çetin mücadelede güçlü olmanızı, sağlıklı kalmanızı dilerim.
Ve eğer uyuyakalırsanız;
tatlı rüyalar.

15 Mart 2020 Pazar

Tiyatroda Corona

Ortaokuldayken bir etkinlik düzenlenmişti. Öğretmenler bizi tiyatroya götürmüşlerdi. Ama oyun ağır bir oyundu. Genç bir adamın dramı ve çaresizlik içindeki annesini konu alıyordu. Yani salonu dolduran 13,14,15 yaşındaki izleyicinin anlayabileceği bir oyun değildi.

Oyunun bir sahnesinde, ağır psikolojik sorunlarla boğuşan genç adam yaşlı annesinin dizlerine kapanmış cinsel açlığını gidermesi için ondan yardım istiyordu. Acı içindeki kadın gözlerinde yaşlarla, ben senin annenim, dedi. Genç adam tam da bu yüzden onun karşılaması gerektiğini söyledi. Sesi acıdan daha da titreyen kadın, seni ben doğurdum, dedi. Genç adam ısrarını sürdürerek, ne yani beni doğurman için sana ben mi yalvardım, diye cevap verdi.

Tam o anda en olmayacak şey oldu.

Son söyleneni espri olarak algılayan seyirci kahkahayı basıp salonu inletti. Sahnedeki oyuncular zıpkın yemiş ofroz gibi kalakaldı. Partisyon altüst oldu. Tekrar o duyguya dönebilmelerine imkan yoktu. Apar topar oyunu bitirip seyirci selamlamaya geçtiler. Alkışlamaya koyulan seyirci oyunun aslında bitmemiş olduğunu bile anlamadı. Genç adam rolündeki oyuncu bir adım öne çıkıp selamlayınca alkış daha da yükseldi. Ne de olsa müthiş bir espri patlatmıştı! Sinirden yüz kasları gerilen oyuncu işi iyice dalgaya vurup ellerini iki yana açarak hadi hadi diye işaret yaptı. Bu talebe karşılık veren seyirci alkışın dozunu daha da artırdı, tezahüratlar yükseldi.

Salonda tam bir felaket yaşanıyordu ama seyirci şenlikte gibiydi. Corona virüsü ile ilgili şu an tam olarak aynı durumdayız gibi bir his var içimde.

13 Ocak 2020 Pazartesi

Uyanmaya Değer Sabahlar


Sabahın erken saatlerinde çektim bu fotoğrafları. Çöpleri atmak için evden çıktığımda günün ilk ışıklarının bulutlarda yansıyan renkleri olağanüstüydü. Hemen eve dönüp fotoğraf makinemi kaptığım gibi arabama atlayıp sahile sürdüm. Geçen o birkaç dakika bile gördüğüm o renkleri kaçırmama yetmişti. Zamanın ne kadar hızlı geçtiğinin bir başka kanıtıydı işte bu. Yine de ortaya çıkan yeni renkler, yer değiştiren bulutlar, yükselmekte olan güneş, hareket eden tekne, denizdeki dalgalar, kumsalda yürüyen yaşlı adam, kısaca gördüğüm her şey beni büyülemeye yetmişti.

Fotoğraflardaki sükunet sizi aldatmasın. Bulunduğumuz yer, Japonya'nın hemen hemen her yeri gibi bir deprem bölgesi. Önümüzdeki zamanda burada da büyük bir deprem bekleniyor. Beklendiği kadar veya beklenenden daha büyük bir depremde bu sakin sular tsunami denen dev dalgalara dönüşecek. Yaklaşık 10-12 metreyi bulacak olan dalgalar gördüğünüz bu sahili altına alacak. Bu fotoğrafları çekmek için üzerine çıktığım güvenlik duvarını aşacak ve aralarında bizim yaşadığımız evin de bulunduğu yüzlerce evi sular altında bırakacak. İncelemeler yapılıyor, önlemler alınıyor, eğitimler veriliyor, çalışmalar devam ediyor. Ama insan eliyle dengesi altüst edilmiş doğanın öfkesine karşı koyacak bir insan gücü yok.

Güzel halini takdir etmem doğanın umurunda olmayacak. Fotoğraflarını çekmem onu şımartmayacak. Günü geldiğinde mutlaka çatacak olan öfkesinden hiçbir şey eksiltmeyecek. Bana iltimas geçmeyecek. O günün gelip çatmasına daha kaç sabah var bilemem. Ama böyle sabahlar uyanmaya değer.

_______________________________________________________________________________
Mutlu Sayar'dan daha fazla fotoğraf için instgrammuusensei

2 Ocak 2020 Perşembe

Fuji'yi Yakalamak

Tokyo'dan dönerken tam karşıma çıktı Fuji Dağı. Bir gün tırmanma hayalimi biliyormuş gibi tüm görkemiyle gösterdi kendini. Tokyo'ya giderken de karşıma çıkmıştı ama bu sefer bir başkaydı. Hava açıktı ve geçen birkaç günde üzerine daha fazla kar yağmış, kendini beyaza bürümüştü. Çıplak gözle bakınca fotoğraflarda göründüğünden daha heybetli, daha büyüleyiciydi. Ve tabii ki daha davetkârdı. Bu seferlik ben de sadece fotoğrafını çekmekle yetinmek zorunda kaldım; bir gün buluşacağımıza söz vererek.
____________________________________
Mutlu Sayar'dan daha fazla fotoğraf içinmuusensei