Salgından, ev hapsinden, yoğun iş ve okul temposundan biraz olsun fırsat yaratıp ailece bir sonbahar gezisine çıkalım istedik. Biraz ferahlamak, gündemden uzaklaşmak hepimize iyi gelecekti. Fuji'ye bir gece iki günlük bir gezi planladık. Arabaya atlayıp 300km yol katederek ulaştığımız Fuji'de gidecek başka yer kalmamış gibi niye bir taş müzesine gittiğimizi soracak olursanız, onun cevabını bir önceki yazım olan Pembe Taşın Hikayesi'nde anlatmıştım. Henüz okumadıysanız, bu satırlara devam etmeden önce mutlaka okumanızı tavsiye ederim.
Geceyi geçirdiğimiz şehir merkezindeki otelden müzeye ulaşmak yaklaşık 40 dakikamızı aldı. Deniz seviyesine yakın bir rakımdan Fuji Dağı'nın eteklerine doğru yol aldığımız için bu 40 dakika boyunca yokuş yukarı sürdük. Birkaç küçük ve tenha kasabadan geçtik. Sonrasında, sık ağaçlardan gökyüzünü bile zor gördüğümüz ormanlık, dar ve kıvrımlı bir yolda sürmeye devam ettik ve böylece müzeye ulaştık.Anlaşılacağı üzere, turistleri çekmek için kurulmuş bir yer değil Kiseki Dünya Taşları Müzesi [1] . Yakın çevrede yaşayanlar için alternatif bir uğrak yeri, çocuklar için bir eğlence alanı ve sadece meraklıların geleceği bir yer olmak dışında fazla bir anlam taşımıyor. Ancak taşıdığı anlamlar, 300km uzaktan gelen bizler için yeterince geçerli sebepleri oluşturuyordu.
Müze deyince, sergilenen nesnelerin olduğu bölümlerden oluşan bir bina aklınıza gelmesin. Böyle bir bina da var elbette ama o bina müzeyi oluşturan parkın içinde bulunan yapılardan sadece biri. Kabaca 20 dönümlük bir araziyi kaplayan parkın çevresi tamamen ormanlık alan. 360 derece boyunca nereye bakarsanız ağaçları görüyorsunuz. Yere sırt üstü uzanacak olsanız, yemyeşil çerçeveli koca bir pencereden gökyüzünü izlediğiniz hissine kapılırsınız. Yer değiştiren bulutlar ve arada uçuşan kuşlar dışında mavinin üzerinde olan tek görüntü, kuzeydoğudaki ağaçların üzerinde yükselen görkemli Fuji Dağı.Pembe Taşın Hikayesi'nde de anlattığım gibi, bizi buraya getiren en önemli sebep, hiç kuşkusuz, oğlum Eren'in taş merakı. Özellikle de, burada yapmak istediği taş avı. Parkta bulunan bölümlerden birinde yer alan bu taş avı oyununda, ziyaretçiler su ile doldurulmuş küçük kanallar içine yığılı taşların arasından, kendilerine verilen el küreklerini kullanarak özel taşları bulmaya çalışıyorlar. Taşların her biri sadece birkaç milimetreküp büyüklüğünde. El küreğini yüzlercesi dolduruyor. Oyun, eski Hollywood filmlerinde gördüğümüz altın avcılarının, ellerinde eleklerle nehir suyundan çıkardıkları taşlar arasında altın araması gibi bir his veriyor. Yığınların içinde kırkın üzerinde özel taş çeşidi bulunuyor. Herkese 30 dakikalık bir süre veriliyor. Bu süre içinde bir kişinin toplayabileceği toplam özel taş miktarının bile kırkı bulamayabileceği düşünülürse, tüm çeşitleri bulmak oldukça zor. Dört kişilik bir aile olarak bizim gayet iyi bir iş çıkardığımızı söyleyebilirim.
Taş avının sonunda, eve götürecek epey bir taşımız olmuştu. Ancak, hiç kuşkusuz, günün en büyük ödülü, taş avında Eren'in kazandığı yakut idi. Taş yığınları arasında göze çarpası bile imkansıza yakın, belki milyonda birden bile daha az bulunma olasılığına sahip özel zarı bulan Eren, bunun karşılığında verilen yakutun sahibi oldu. Bu da hem Eren'in hem bizim eğlencemizi daha da artırdı. Çocukların gözündeki sevinç pırıltıları, gittiğimize değdiğinin ispatıydı.
Minerallerin, fosillerin ve ender bulunan taşların sergilendiği kısımda geçirdiğimiz vakit de bir o kadar eğlenceli ve öğreticiydi. Taşlar, sadece özelliklerinin yazılı olduğu plakalarla değil, güncel, ünlü ve kültürel verilerle de birleştirilerek sergileniyordu. Örneğin, Minecraft oyunundaki maketleriyle birlikte sergilenen taşlar vardı. Diğer bir bölümde, Japon çizgi romanı mangalarda yer almış taşlar, kitaplarıyla birlikte sergileniyordu.
________________________________________________________________________________
[1] http://www.kiseki-jp.com/english/e-index.html