Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Eylül 2020 Cumartesi

Kumandanı Öldürmek

Haruki Murakami'nin 850 sayfalık Kumandanı Öldürmek adlı kitabı için uzun bir kitap demek kesinlikle haksızlık olur. Sayfa sayısı söz konusu edilecekse yapılabilecek en doğru tanım zengin bir kitap olduğudur.

Hayatını portre resimleri yaparak kazanan bir ressam, karısının kendisinden ayrılmasının ardından yaşadığı şehirden uzaklaşmaya karar verir. Menajerliğini de yapan arkadaşı ona babasının evinde kalmasını önerir. Babası Japonya'nın en tanınmış ressamlarından biridir. Yaşlı ve bilincini kaybetmiş biri olarak bakım evinde kaldığı için ev boştur. Sağlığında o evi aynı zamanda atölye olarak kullanmıştır. En yakın evden ulaşılması için bile taşıtın gerektireceği kadar ıssız, ormanlık ve tepelik bir alanda olan bu ev inzivaya çekilmek isteyen bir sanatçı için biçilmez kaftandır. 

Ressamımızın macerası işte bu eve olan yolculuğuyla başlar. Eve yerleşmesinin ardından ev sahibinin, çatı katına itina ile sakladığı, kimse tarafından bilinmeyen bir tablosunu bulmasıyla devam eder. Her gece aynı saatte duyduğu çan sesiyle gizemli bir hal alır. Portresini yapmak için yüksek ücret aldığı sıra dışı yeni arkadaşıyla birlikte bu sesi araştırmaya koyulur. Böylece kendisini gizemli olduğu kadar ürpertici olayların içinde bulur.

Kitabın gerçek dışı öyküsüne gerçek hayattan birçok tarihi olay, sanat eserleri ve kültürel argümanlar eşlik ediyor. Okurken, bir ressamın sanatını ortaya çıkarırken şekillendirdiği düşüncelere ve sarf ettiği emeğe şahit olacaksınız. Japon ve Budist kültürüne ait ilginç ögelerle karşılaşacaksınız. Mozart'ın Don Giovanni operasını, R. Strauss'un Rosenkavalier adlı eserini dinlemek isteyeceksiniz. Auschwitz ve Nanking gibi insanlık tarihini sarsan olayları hatırlayacaksınız. Tüm bunların öyküyle nasıl harmanlandığını görerek yazarın dehasını takdir edeceksiniz.

Koşmasaydım Yazamazdım adlı kitabında Murakami yazarlığa nasıl başladığını anlatır. Buna göre Murakami kendisini tatmin eden özgün bir üslup arayışı içindedir. Öyküsünü anlatmak için önce İngilizce yazmayı dener. İngilizcesinin iyi derecede olmaması onu kısa kısa cümlelerle anlatmaya zorlar. Japonca'ya çevirirken bu kısa cümleleri olduğu gibi tutar ve üslubunu böylece keşfettiğini söyler. Bu kısa cümleli anlatımları, özellikle Karanlıktan Sonra gibi yazarın ilk kitaplarında fark etmek mümkün. Ancak 1Q84 ve Kumandanı Öldürmek gibi sonradan yazdığı kitaplarda pek hissedilmez. Yine de uzun uzun cümleler yoktur. Çünkü yazarın edebiyatını cümlelerin uzunluğu değil, öykülerin zenginliği, özgünlüğü ve anlatımındaki ustalık oluşturur. Yoksa Murakami de pekala kimsede iz bırakmayacak, hatırlanmayacak öyküler yazan Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk gibi, kitaplarını sırf edebi eserler gibi göstermek için birkaç cümlede anlatılabilecek bir şeyi birkaç paragraf tutacak kadar uzun cümleler ile doldurur, o da yetmezmiş gibi o cümleleri bir de parantez içi açıklamalara boğup iyice uzatarak daha da anlamsızlaştırabilirdi (gördüğünüz gibi ben de uzun cümle kurabiliyorum; parantez içi açıklama bile ekledim). Ama, Nasreddin Hoca'nın dediği gibi, keramet kavukta değil.

Murakami'nin adı hemen hemen her yıl Nobel edebiyat ödülünde geçer. Bana sorarsanız çoktan alması gerekirdi ancak siyasi faktörler buna engel oldu. Kendi ülkesini eleştirmesi en önemli sebep. Evet, kendi ülkesini eleştiren Orhan Pamuk'a edebiyat Nobeli, kendi rejimini eleştiren Çinli yazar Liu Şiaobo'ya barış Nobel'i verildi ama kriter eleştirdiğinin kendi ülkesi olması değil, kendi ülkesinin dünya siyasetindeki konumu. Nobel ödülleri açıklandıktan sonra gündemi yazarın yazdıkları veya edebiyatı değil, siyasi fikirleri meşgul ediyor. Murakami kendi ülkesini İkinci Dünya Savaşı sırasında Çin'de ve Kore'de yaptığı insanlık suçlarından ötürü birçok kez eleştirmiş, kurbanlar ikna olana dek Japonya'nın tekrar tekrar özür dilemesi gerektiğini söylemişti. Bu bağlamda Kumandanı Öldürmek adlı kitabında Nanking'e yer vermesi tesadüf değil. 

Bir kitapseverin, her kitabını okuduğum Murakami'ye hayran olmamasına ihtimal dahi vermiyorum. Japonca çalışmalarım hâlâ istediğim seviyede olmadığı için Murakami kitaplarını bir de orijinal Japoncasından okuma hayalimi yine ertelemek zorundayım. Ama hedefimi değiştirmiş değilim. Kitaplarda olsun, filmlerde olsun, Türkiye'nin hâlâ gurur duyduğum çeviri becerisi şimdilik bana yetiyor. Sizin de aynı keyfi almanız dileğimle. 

24 Haziran 2016 Cuma

Yaşar Nuri Öztürk

Ölüm haberini aldığım iki gün öncesinden beri büyük bir üzüntü içindeyim. Öğretmenimi kaybettim. Beni hiç görmeyen, varlığımdan haberi bile olmayan ama bana çok şey öğreten, yol göstericimi kaybettim. Kitapçıya her girdiğimde yeni çıkanlar arasında onun kitaplarını aradım. Onun kitaplarıyla aydınlandım, bilmediğim gerçekleri, yanlış bildiklerimin doğrularını ondan öğrendim. İşyerinde insanlar çalışırken kulaklıklarını takıp müzik dinler ya, ben çoğu zaman onun konuk olduğu programları bulur dinlerdim. Konuşması, sözcükleri, üslubu, vurguları, her şeyiyle dinlemekten büyük zevk aldığım bir insandı. Yazılarındaki üslup, edebiyat ve kullandığı şahane Türkçesi ile bana ayrıca yol gösterici olmuş, karınca kararınca kendi yazdıklarımda örnek aldığım kişilerin başında gelmiştir.

Gitgide karanlığa gömülmekte olan Türkiye, en parlak ışığını kaybetti. Türkiye, en zor dönemine, son yarım yüzyılda yetiştirdiği en önemli ilim adamlarından birinden mahrum bir şekilde girmek zorunda. Cumhuriyet tarihinin yetiştirdiği en büyük İslam aydınlatıcısı hayata veda etti. Türk insanını, saplanmış olduğu hurafe batağından çekip çıkarmak için var gücüyle çalıştı. Tanımını kendisinin koyduğu Dincilik belasından Türk insanını kurtarmak için didindi durdu.

Çıkacağını söylediği, benim dört gözle beklediğim üç ciltlik Kurtuluş Savaşının Kur'anî Boyutları ve Atatürk İle Aldatmak kitapları raflarda yerini alamadan hayata gözlerini yumdu. Kitaplığım öksüz kaldı. O kadar üzgünüm ki anlatamam.

"Yobazın olmadığı her yer cennettir" derdin. İşte eminim ki sen artık yobazın olmadığı yerdesin. Işığınla bize de oranın yolunu açtın; ne kadar vaktimiz kaldıysa, inşallah bizler de orayı hak edenlerden oluruz.

21 Şubat 2016 Pazar

Kaiken

Kitapçıda geçirdiğim dakikalar boyunca kasaya götürmek için beş kitap seçmiştim ve bunların tamamı tarih ve siyasetle ilgiliydi. Roman okumayalı epey olmuştu ve son çıkanları da pek takip edememiştim. Bu yüzden bir tane de roman okumalıyım diye karar verip, Fransız yazar Jean-Christophe Grange'ın Kaiken isimli kitabını aldım. Yazarın kitaplarından hiçbirini daha önce okumamıştım. Seçmemin tek nedeni, kişisel merakım olan Japon kültürüyle ilgili oluşuydu.

Kitaptan bahsetmeden önce biraz ön bilgi vereyim. Kaiken (懐剣), kabaca hançerin Japoncası olarak tanımlanabilir. Özgün yazımdaki 懐:'kai'[1] ve 剣:'ken' hecelerinin birleşimiyle 'cep kılıcı' anlamına gelir. Yaklaşık 20-25 cm uzunluğunda, tek ya da çift keskin kenarlı, samuray dönemine ait bir hançerdir. Kısa olması iç mekan savunması için uygunluk sağlar. Ancak daha çok bilinen özelliği kadınların kullanımına yöneliktir. Kadınlar kaikenlerini kimonolarının içinde saklar, kendilerini korumak ya da intihar etmek için kullanırlardı. Samurayların seppuku (切腹), veya daha çok bilinen adıyla harakiri (腹切り)[2] yaparak intihar etme yönteminden farklı olarak, karınlarını keserek değil, boyunlarının sol yanındaki damarları keserek çok daha kanlı bir yöntemle intihar ederlerdi. Kimi zaman samuraylar, ölecek olurlarsa eşlerine kendilerini takip etmelerini tembihler ve kadınlar  hayatlarına böyle son verirdi. İlla böyle bir tembih olmaksızın, hatta aksi yönde uyarı almış olsalar bile, ölümden sonra eşlerine kavuşmak isteyen kadınların da intihar ettikleri olurdu. Kitapta da kaikenin bu özelliğine atıf yapılıyor.

Kitap için, Amerikalıların 'crime fiction / thriller' filan dedikleri bir cinayet romanı diyebiliriz. Polisiye kategorisine de sokabiliriz, her ne kadar beni pek germediyse de kapağında yazdığı gibi gerilim/macera kategorisine de sokabiliriz. Kalıp olarak da fazlasıyla Amerikanvari bir kitap. Bu standarda uygun olarak kısa kısa yüze yakın bölümden oluşuyor. Farkı şu ki, yazar Fransız, karakterler Fransız, konusu da Fransa'da geçiyor. Kaiken adının hakkını verme gerekliliğinden, yazar son bölümleri Japonya'ya kaydırmış ve bazı karakterleri Japon olarak yaratmış.

Amerikan muadilleri ile karşılaştırınca kitabı pek başarılı bulmadım. Kıyaslama açısından, çok severek okuduğum David Baldacci romanlarını örnek vereyim. Baldacci romanlarının genelinde karakterler başlarda tanıtılır, bölümden bölüme olaylar gelişirken suçlunun kim olduğuna dair okuyucunun şüpheleri birinden diğerine çekilir, en son bölümlere kadar heyecan korunur ve "vay canına" dedirten sürprizler ve sonuçlar olur, en sonunda noktaları birleştirince mantıklı bir dizilim ortaya çıkar. Kaiken'de durum öyle değil. Önce karakterler kısmen tanıtılıyor ve olaylar sıralanmaya başlıyor. Okuyucu olarak siz bu yapboz parçalarını birleştirerek resmi elde etmeye çalışıyorsunuz. Ancak kitabın yarısına gelince resmin çözümü size veriliyor. Elinizdeki parçaları çözüme uygulayınca görüyorsunuz ki, size resme ait olmayan birçok fazladan parça verilmiş. O zaman bunlar niye verildi diye sorunca tamamlanması gereken başka bir resim daha olduğu ve o parçaların diğer resme ait olduğu söyleniyor.

Başlarda, iç içe geçmiş iki konu tek konuymuş gibi anlatılarak saçma bir şaşırtmaca yaratılıyor ve kitabın ortasında biri çözülünce diğeri devam ediyor. İkinci olaydaki suçlu hangisi olabilir diye düşünürken, kitabın baştan itibaren hiçbir yerinde olmayan bir karakter en son bölümlerde konuya dahil olup suçlu olarak tanıtılıyor. Yine yapboz örneğini vereyim: yazar size 'al bu parçaları birleştir resmi çöz' diyor, uğraşıyorsunuz uğraşıyorsunuz, sonra 'şaka şaka, bir parça saklamıştım, bunu da koy, şimdi olacak' diyor. Yani ilk konu için fazladan parçalar verip, ikinci konu için eksik parçalar veriyor. Bu durumu, yazarın ne kadar Fransız olduğunun bir kanıtı olarak kabul edebilir miyiz acaba?

Kitap, konu bütünlüğünden uzak, heyecansız ve zevksiz. Anlatıma alışınca, artık yeni bir olay olduğunda 'faili kesin yeni biridir' diye düşünüyorsunuz. Ana karakterin Japon karısı ve iki oğlu olması, yabancı ülkede yaşamanın getirdiği zorlukların ve mücadelenin doğru analizlerle anlatılması olmasaydı, ortada bir yerde kitabı okumayı bırakabilirdim. Aynı durumu birebir kendi hayatımda yaşadığım, hatta yaşamakta olduğum için empati kurmakta güçlük çekmedim. Bu da kitabın sonunu getirmemde etkili oldu. Yazarın anlatım deneyimi sayesinde de okuru çok fazla bıktırmadığını söyleyebilirim. Yazarı sadece bir kitabı ile sınıflandırmak doğru olmaz. Yine de, tekrar bir roman almak istersem bu yazarın başka bir kitabını seçeceğimi sanmıyorum.
_________________________________________________________________________________
[1] 懐 kanjisi tek başına kullanıldığında 'futokoro' olarak okunabilir. 'Cep' anlamı yükleyerek biraz modernleştirmiş sayılabiliriz. Zira samuray döneminde kullanılan kimono adlı giysilerde cep yoktur. Ancak birbirinin üzerine örterek kuşakla birleştirdikleri yakaların iç kısmını cep gibi kullanırlar, örneğin, para keselerini de burada bulundururlardı. Bu yüzden, kullanım amaçları gözetildiğinde 'kai' kanjisi için cep tanımlaması doğru sayılmalıdır.
[2] Dikkat edilirse, seppuku ve harakiri kelimelerinin özgün yazımdaki ideogramları yani kanji karakterleri aynıdır ancak ters dizilmiştir. Harakiri için ayrıca Ri:'' karakteri eklenmiştir. Okunuşları farklıdır. Her ikisinde de kelime anlamı "karın kesmek" olmaktadır. Seppuku samuraylar tarafından söylenir ve daha saygın, törensel olayı ifade eder. Harakiri ise nispeten kaba bir anlam taşır, sıradan halk tarafından kullanılır.
[3] Kaiken fotoğrafı şu siteden alınmıştır: http://www.yamana1zoku.org/uploads/photos/45.jpg

14 Eylül 2015 Pazartesi

Dalgaların Sesi

İş hayatından kopmamın en büyük faydalarından biri kitaplara daha çok zaman ayırabilmem oldu. İkinci oğlumun hayatımıza girmesiyle ev mesaim daha fazla artmasaydı daha çok okuyabilirdim. Örneğin, sadece ilk oğlumun hayatımızda olduğu dönemde hem daha fazla okuyabiliyor hem de bu satırlarda kitaplardan daha fazla bahsedebiliyordum. Tarih, araştırma ve siyaset ağırlıklı kitapları daha çok okumam, bu satırlarda fazla bahsetmememde önemli bir sebep aslında. Ne de olsa, yapılmış bir incelemenin tekrarını aktarmak gibi olur. Ancak, az sayıda okuduğum romanlardan birini, kendi yaşamımdan birkaç parçayla ve edindiğim bilgilerle biraz olsun zenginleştirip ilgi çekebileceğini düşünerek bu satırlara taşımaya karar verdim.

Japon yazar Yukio Mişima'nın Dalgaların Sesi adlı eserini okumaya başlayana kadar, bu kadar temiz ve içten bir aşk hikayesiyle karşılaşacağım aklıma gelmemişti. Zaten kütüphanemin az sayıdaki romanları arasına bir yenisini eklemek istesem, aşk romanı son tercihim olur. Aslına bakarsanız Dalgaların Sesi de zengin içeriği ile sadece bir aşk romanı olarak nitelenemez. Ancak bu kitabı okurken beni ilk cezbeden şey, konunun, neredeyse her sene gittiğim Japonya'nın Tsu () şehri yakınlarında bir bölgede geçiyor olmasıydı.

Mie Bölgesi'nin (三重県) başkenti olmasına rağmen, yakınında bulunan Osaka ve Nagoya gibi büyük şehirlerle kıyaslayınca kasabayı daha çok andıran Tsu'nun 300.000 civarında bir nüfusu var. Eşimin annesi, babası ve diğer akrabaları da bu nüfusa dahiller. Böylece niye Tokyo'ya, Kyoto'ya değil de Tsu'ya daha çok gittiğimin sebebi anlaşılmış olur.

Konunun geçtiği Uta-Jima (Şarkı Adası) gerçekte olmayan hayalî bir ada. Ancak tarif edilen diğer tüm coğrafi yerler gerçekle örtüşüyor. Uta-Jima'nın  yeri kitapta şu şekilde tarif ediliyor:
"[...] Kuzeybatı mevsim rüzgarları Tsu şehrinden bu yana aralıksız estiği için hava, manzaranın keyfine varılamayacak kadar soğuk.[...] İse Körfezi ile Pasifik Okyanusu arasındaki İrako Geçidi, rüzgarlı günlerde sayısız girdaba yataklık eder. Atsumi Yarımadası'nın ucu bu geçide kadar uzanır ve kayalık ıssız kıyısındaki İrako Burnu'ndan Uta-Jima'nın fener kulesi görülür. Uta-Jima fener kulesinden bakıldı mı, güneydoğuda Pasifik Okyanusu, kuzeydoğuda Atsumi Körfezi, körfezin öbür tarafındaki sıradağların ardında da, yalnız gün doğarken ve sert batı rüzgarı estiğinde görülebilen Fuji Dağı göze çarpar."(s.10).

Dalgaların Sesi, 1954 yılında yayımlanmış bir eser. Konu da aşağı yukarı bu zamanda geçiyor. Uta-Jima'nın aynı zamanda bir balıkçı köyüne ev sahipliği yaptığını belirtelim. Yazar, İkinci Dünya Savaşı sonrasının zorluklarını yaşayan o günlerin Japonya'sının birçok yerinde varlığını sürdüren balıkçı kasabalarının çok iyi bir betimlemesini Uta-Jima'da gözler önüne seriyor. Köyün, yani adanın tüm erkekleri gibi, genç bir delikanlı olan Şinji balıkçılık yapıyor, annesi ise köyün pek çok diğer kadını gibi yaz aylarında dalgıçlık yapıyor.

Kitapta kullanılan "dalgıç kadınlar" nitelemesinin Japonca orijinali Ama (海女) olarak geçer. Tam anlam karşılığı 'deniz kadını'dır. Ama'lar yaklaşık 2000, bazı kaynaklara göre 3000 senelik geçmişe sahip bir Japon kültürüdür. Derin sulara dalıp dakikalarca nefes tutarak deniz dibinden yosun, ıstakoz, ahtapot, deniz kestanesi, deniz kulağı ve içinde inci bulunan istiridyeler çıkartılan bu zor iş, evet, Japon kültüründe kadınlara özgülenmiş bir meslektir.
"Erkekler balığa çıkıyor, gemilere binip birçok limana sürüyle yük götürüyorlardı. Denizaşırı yerlerle işleri olmayan, uzaklara gidemeyen kadınlar da pirinç haşlayıp su taşıyor, yosun topluyor ve yaz gelince denizin derinliklerine dalıyorlardı. Dalgıç kadınlar içinde en deneyimlilerden biri olan Şinji'nin anası deniz dibindeki karanlık dünyanın kadınların dünyası olduğunu çok iyi biliyordu."(s.68)

1960'lara kadar Ama'lar üstleri çıplak olarak dalış yaparlar ve kıyıda da bu halde boy gösterirlerdi. Şu cümle de kitaptan: "Kahkahayla gülen dalgıç kadınlar, vücutlarının belden yukarısını öne doğru geriyor, memelerini gururla gözler önüne seriyorlardı."(s.132). Dalarken kendilerini bellerinden iple bağladıkları duba, aynı zamanda topladıklarını koydukları sepet görevi görürdü. Saçlarını toplamak için başlarına bandana olarak sardıkları tenugui (手拭い)[1] ise aynı zamanda derinliklerdeki kötü ruhlardan kendilerini koruyan bir tılsımdır. Tenugui dışında üzerilerine giydikleri tek şey eski model tanga diye niteleyebileceğimiz fundoşi'dir (). Yanlarında bir de, kayalardan istiridyeleri sökmek için kullandıkları ıspatula benzeri bir levye taşırlar, hepsi o. 1970'lerde dalgıç kıyafetleriyle tanışan ülkenin, modernleştikçe uygulamaları da değişmiştir. Yoşiyuki İvase adlı bir fotoğrafçının Çiba bölgesindeki bir balıkçı kasabasında 1950'lerde çektiği fotoğraflar ile o günler hakkında fikir sahibi olabiliyoruz. Bugün de Japonya'nın bazı yerlerinde varlığını sürdürmekte olan Ama'lar var ve yaşlarının yetmişleri geçmesine rağmen dalmaya devam ettiklerini bilmek şaşılacak bir durum olmaz. Birkaç yerde "gerçek denizkızları"(İng:mermaid) ifadelerine rastladığım halde tüm dünyaya ilham olan denizkızı kavramının kaynağının ama'lar olduğu bilgisine ulaşamadım ancak bunu teyit edecek bilgilere ulaşmak beni çok şaşırtmayacaktır.

Ama'lar kitap ve filmlere de konu olmuştur. Örneğin, Ian Fleming'in James Bond serisinin Japonya'da geçen İnsan İki Kere Yaşar adlı kitabındaki Kissy Suzuki karakteri bir ama'dır. Sean Connery'nin oynadığı 1967 yapımı film versiyonundaki Kissy Suzuki karakteri kitaptakinden biraz farklıdır. Elbette, Bond kızı sıfatıyla fantastik ve cinsel bir obje olmaktan fazla öteye gidemeyecek olan Kissy'nin, hem kitapta hem de filmde gösterildiği şekliyle akıllarda kalması, ailesinin geçimine destek olabilmek için hayatını tehlikeye atarak tüm hayatını çalışmakla geçiren tertemiz çilekeş köylü kadını kimliğindeki gerçek ama'lara büyük bir haksızlık olur.

Kitapta önemli bir hata bulunuyor. Elimde orijinal Japoncası da bulunduğu için eşimin de desteği ile rahatça karşılaştırma yapma imkanı buldum. Türkçe çevirisinde dalgıç kadınlar sanki birer sünger avcılarıymış gibi gösteriliyor ve sünger avına vurgular yapılıyor. On üçüncü bölümde, denizden en çok sayıda süngeri kimin çıkaracağı ile ilgili bir anlatım var. 'Sünger' olarak kullanılan çeviri tamamen yanlıştır. Dalgıç kadınlar en çok sayıda deniz kulağı çıkarmak üzere dalış yapmışlardır. Orijinalinde de awabi () kelimesi kullanılmıştır ve tam karşılığı deniz kulağıdır. Deniz kulağı, adını kulağa olan şekil benzerliğinden alan kabuklu bir deniz yumuşakçasıdır. İç yüzeyi sedef tabakası ile örtülü, yassı ve az spiralli bir kabuğu vardır. Kalamarınki gibi sert bir eti vardır, lezzetlidir ve epeyce pahalıdır. Çeviride sünger ifadesinin kullanılmasının bir bilgisizlikten kaynaklandığını düşünmüyorum. Bu şekilde tercih yapıldığını zannediyorum. Konunun bütünlüğünden çok şey eksiltmemiş olsa da kesinlikle yersiz, anlamsız olduğunu ve hayal kırıklığı yarattığını söyleyebilirim. Her şeyden önce ama'lara karşı büyük bir saygısızlıktır.

Hangi tür kitap seviyor olursanız olun, Dalgaların Sesi'ni okurken büyük haz duyacaksınız. Henüz okumadıysanız, yazmış olduğum bilgiler ışığında daha çok keyif alacağınızı umuyorum.
________________________________________________________________________________
[1] Tenugui (手拭い), 'El'() ve 'silmek' () kanjilerinin birleşmesinden oluşur ve aslında havlu anlamındadır. Yani aslında başlarına havlu sarmaktadırlar.
James Bond kitap kapağı: http://www.beautifulbookcovers.com/james-bond-pin-up-cover-art-by-michael-gillette/
Film görüntüsü: http://www.nydailynews.com/entertainment/tv-movies/sean-connery-refuses-promote-james-bond-box-set-franchise-50th-anniversary-week-article-1.1162057
Yoşiyuki İvase resimleri: http://anthonylukephotography.blogspot.com.tr/2011/10/photographer-iwase-yoshiyukis-ama.html
Deniz Kulağı fotoğrafı: http://item.rakuten.co.jp/junjun/20070810/#20070810

29 Eylül 2014 Pazartesi

Prenses Masako

Başlık, son bitirdiğim kitabın adını taşımaktadır. Ben Hills'in yazmış olduğu biyografi/inceleme tarzı olan bu kitap, halen Japonya İmparatorluğu'nun veliaht prensesi olan Masako'yu incelemektedir. Eşim Japon olmasaydı böyle bir kitabı alıp okur muydum bilmiyorum. Ama okuduğuma hiç pişman olmadığımı söyleyebilirim. Bir yandan Prenses Masako'nun yaşamak zorunda kaldıklarına üzülürken, diğer yandan Japonya ve Japonlar hakkında şaşırtıcı ve yeni şeyler de öğrendim.

Prenses denince birçoğumuzun aklına ilk olarak Diana gelir. Çünkü Diana, güzelliğiyle, şıklığıyla, hal ve tavırlarıyla gerçek bir prensesin masallarda okuduklarımıza en yakın olanıydı. Yaşamının son yılları ve ölümü ise bir prensesin gerçek hayattaki yaşamının toz pembe masallarda anlatılanın aksine ne kadar büyük bir dram ve trajedi olabileceğini gözler önüne sermişti. Oysa Prenses Masako'nun yaşamı, kitabı okudukça doğruluğu ortaya çıkan ilk bölümdeki şu sözlerle ifade edilmiştir: "..Prenses Diana'nın yaşadıkları Masako'ya eğlenceli bir piknik gibi gelecekti."(s.19)

Masako Ovada [1], babasının diplomat görevleri sebebiyle çocukluğunu ve gençliğini farklı ülkelerde geçirmek durumda kalmış. Bu durumun fırsatından yararlanıp keskin zekasının da katkısıyla birçok dil öğrenmiş, dünya görüşü artmış. Gittiği her okulda, katıldığı her etkinlikte zekası ve başarısıyla ön sıralarda yer almış, sosyal, çok yönlü, renkli bir kişiliğe sahip olmuş.

Masako Ovada, 1985'te Harvard'dan üstün başarı derecesiyle mezun olmuş. Tez danışmanlığını yapmış olan isim çok ilginç: Jeffrey Sachs. Time'ın seçtiği 'dünyanın en etkili insanları' listesine defalarca girmiş olan Sachs, şu an BM başkanı Ban Ki Mun'un ekonomi danışmanlığını da yürütüyor. Herhangi bir öğrencinin, kendisine tez danışmanlığı yapsın diye varını yoğunu vermeye razı olabileceği böyle birinin, prenseslik gibi bir kavramla o zamanlar yakından uzaktan ilgisi olmayan bir kişiye bu ayrıcalığı tanımış olması, Masako Ovada'nın, masal kitaplarındaki süslü püslü, cicili bicili prenses algısından ne kadar uzak, zekasıyla, bilgisiyle, çalışkanlığıyla ne kadar ayrıcalıklı bir kadın olduğunun ispatı niteliğindedir. Ancak, bizim medyamızda yer alan ve Türkiye ekonomisinin son yıllarından övgüyle bahseden söylemlerinden dolayı Sachs'a benim bir hayranlık duymadığımı söylemek zorundayım. Zira kitapta, yazarın ona yönelttiği bir soruya "diplomatik ve cevap olmayan cevap" verdiğini aktarması (s.94), benim için hangi politik dengeleri koruyor olduğunun bir başka ispatı niteliğindeydi. Hatta hiçbir lafı bir kerede anlayamayan Bilal'in bile Harvard mezunu olduğunu düşünürsek, Üniversitenin güvenilirliğini de sorgulamak gerekir. Ama Masako Ovada'nın tüm hayat çizgisine baktığımız zaman, onun, tüm  bu olumsuzluklardan ayrı tutulması gerektiğini kabul etmemiz gerekir. Sadece şu ayrıntı bile son sözümüzü doğrulamaya yetecektir: Masako Ovada, üniversiteden mezun olduğu 21 yaşındayken, anadili Japonca haricinde İngilizce, Fransızca, Rusça, Almanca ve İspanyolca biliyordu.

Masako Ovada, böylesine başarılı bir eğitim hayatından sonra iş hayatında da başarıyı yakalamıştı. Japonya Dış İşlerinde çalışarak yakalamış olduğu başarı belki de daha önemliydi çünkü Japonya'da kadınların iş hayatında yükselmelerine ve önemli görevlere atanmalarına pek olanak verilmez. Evet, böylesine çağdaş bildiğimiz bir toplumun kadınlara bakışı çok da çağdaş değildir. Türkiye'de bile gördüğümüz bayan şirket genel müdürleri, bayan politikacılar, bakanlar Japonya'da pek olası değildir. Yine de Türkiye'de olduğu gibi kızlar 13 yaşında evlendirilmez, eğitimlerinden alıkonulmaz, ne giymeleri gerektiği söylenmez, kocaları tarafından öldüresiye dövülüp tekrar o kocanın kucağına verilmez, namus cinayeti denen lanete kurban edilmez. "Japonya'da işyerlerinde kadınlara, diğer Asya ülkelerinden, hatta Endonezya ve Kore'den bile daha kötü davranılmaktadır" (s.97). Buna benzer şeyleri kendi arkadaş çevremden de duymuştum ve çok şaşırmıştım. "Japonya'da daha az kadın çalışmakta ve erkeklerin aldığının 2/3 oranında ücret almaktadırlar" (s.98).

Kitabın en ilginç karakterleri, bence hiç şüphesiz İmparatorluk Yönetim Ajansı Kunaiço idi. Kunaiçolar imparatorluğun işlerini yürüten devlet görevlileridir. İmparatorun ve ailesinin ne yapması, yapmaması, nereye gitmesi, kimi görmesi, kısaca attığı her adımı, söyleyeceği her kelimeyi belirleyen memurlardan oluşuyor. "Kunaiço, imparatoru bile dinlemez"(s.164). Zaten, imparatorluğa bir erkek evlat, yani bir veliaht prens doğurması için yapılan baskıların ve diğer birçok baskının Prenses Masako'yu hasta etmesindeki en önemli, belki de tek sebebi olarak görülmektedirler. Yani Monarşilerde imparatorun, hanın, emirin, beyin, kralın ne derse yapıldığı, ne isterse olduğu bir monarşi değil Japonya. Gerçi günümüzde öyle bir monarşi kalmadı, en azından çağdaş sayılabilecek ülkelerde. Ancak kitapta anlatıldığına göre, Japon imparatorluk ailesi tamamen Kunaiço'nun yönettiği bir kurum konumunda.

Kitabı okuduğumdan bahsettiğim Japon arkadaşım Chie'den Prenses Masako hakkında Japonya'da ne düşünüldüğüne ve kendisinin neler hissettiğine dair bir soru sordum. Onun söylediklerini sizlere de aktarıyorum: "O çok yetenekli bir insan ve eğer veliaht prens ile evlenmeyip Dışişleri Bakanlığında çalışmaya devam etseydi birçok Japon kadın için rol model olabilirdi. O hastalığa yakalanmaz ve prenses olarak da daha aktif olabilirdi. Diplomat olarak müthiş bir kariyeri vardı. Ruhsal bir hastalığa yakalanmış olması büyük bir talihsizlik. Bence veliaht prens ile evlenmek için kariyerinden vazgeçmiş olduğuna çok pişmandır. Çünkü insanlar için onun görevi bir erkek bebek dünyaya getirmek olmuştu. Bazıları gazete ve dergide yayınladıkları makalelerde hâlâ onu bir erkek çocuk doğurmadığı için ve yıllardır hasta olduğu için suçlamaya devam ediyorlar. Onun için üzülüyorum."

Bugün bekar Japon bayanlar arasında bir anket yapsanız, belki de hiçbiri imparatorluğa gelin olmak, yani prenses olmak istemez. Yazarın röportaj yaptığı ve Masako Ovada ile yakınlığı olanların tamamı, onun prenses olmayı kabul etmesine şaşırmış ve üzülmüş olduklarını ifade ediyorlar. Peki Masako Ovada birçok şeyden vazgeçip neden veliaht prensin karısı olmayı kabul etti? Bu karar elbette çok zor verilmiş bir karardı ama hem bunun nedenlerini hem de sonrasındaki gelişmeleri öğrenmek için kitabı okumanızı tavsiye ederek bu yazıyı sonlandırıyorum.
_________________________________________________________________________________
[1] Evlenip imparatorluk ailesine katılmadan önceki zamanı belirtmek için bazı kısımlarda adı ve soyadını kullandım.

17 Temmuz 2014 Perşembe

Koşmasaydım Yazamazdım ve Semerkant

Bir kitap hakkında yazmayalı epey zaman oldu ama bu süre içinde kitap okumaktan vazgeçmiş olduğum anlamı çıkarılmasın. Bitirmiş olduğum kitapların ikisini ve hissettirdiklerini bu satırlara taşıyarak bu boşluğu doldurayım istedim.

Hakkında ilk yazacağım kitap Haruki Murakami'nin Türkçeye çevrilen son kitabı Koşmasaydım Yazamazdım, benim için çok özel bir yere sahip oldu. Çünkü birçok yerinde kendimden bir şeyler buldum, daha doğrusu kendi hayatımda yapmak istediklerime, hayallerime yakın buldum. Yazar, koşmaya olan tutkusu etrafında yaşadıklarını bir günlük tutmuşçasına yazıya dökmüş. Gerçek yaşamından kesitler aktardığı için ve ben diğer kitaplarını okumuş olduğum için romanlarına ilham kaynağı olan bazı olayları ve kişileri sezinledim. Örneğin, 1Q84'teki Aomame karakterini yaratırken esinlendiği kişi, tahminimce, yazara esneme hareketlerinde yardımcı olan bayan antrenör idi. Fazla ayrıntıya girmeyeyim.

Kitabın orijinal adının tam tercümesi Koşmaktan Sözettiğimizde Sözünü Ettiklerimiz. Murakami, kitabın sonunda, bu adı koyarken Raymond Carver'ın Aşktan Sözettiğimizde Sözünü Ettiklerimiz adlı eserinden esinlendiğini ve kullanmak için Carver'ın eşinden izin aldığını belirtmiş. Carver'ın kitabı Türkiye'de aynı adla yayınlanırken Murakami'nin kitabının neden Koşmasaydım Yazamazdım gibi bir adla yayınlandığına anlam veremiyorum. Orijinal Japoncasının toplam on bir kelimeden oluştuğu ve kitabın Japonya'da bu yüzden eleştiriler aldığını da not olarak düşelim.

Her ne kadar benim asıl ilgimi çeken kısım kendisinin yazar olmaya nasıl karar verdiğini ve sonrasındaki gelişmeleri anlattığı bölüm idiyse de, koşu tutkusunu hayatına ekleyerek kendisini disiplin altına alması ve yaşamını şekillendirmesi hayranlık vericiydi. Bu kitabın, benim adıma da bir motivasyon kaynağı olduğunu söyleyebilirim. Bundan sonra yapmak istediklerim, daha doğrusu hayata geçirmenin hayalini kurduğum yaşam için beni cesaretlendiren bu kitabı birkaç kez daha okuyacağımı sanıyorum.


Burada yer vereceğim diğer kitap, Amin Maalouf'un Semerkant adlı kitabı olacak. Birçok kişi kitabın adını ve kapağındaki resmi görünce eserin bir şehrin hikayesi olduğu yanılgısına düşebilir. Tıpkı benim gibi. Kitabın yaklaşık yarısına kadar geldiğinde ise Ömer Hayyam'ın yaşamının anlatıldığını sanabilir. Ama o da değil. Evet, anlatılan hikaye Ömer Hayyam ile yakından ilgili ama onun yaşamının değil, Semerkant Yazması olarak isimlendirilen Rubaiyat'ının, yani rubailerini yazdığı kitabın hikayesi. Kitabın isminin neden Semerkant Yazması konmadığı benim için de bir soru işareti.

Ünlü sanatçımız Fazıl Say'ın başına dert açmak için de bahane edilen Ömer Hayyam rubailerinin hikayesi 1072'de, Hayyam 24 yaşındayken Semerkant'a gelişiyle başlar. Tarihsel olaylarla harmanlanarak anlatılan hikaye, Haşşaşinlerden Selçuklulara, Hasan Sabbah'tan Cemaleddin Afganî'ye, Tahran'dan Londra'ya hatta Titanik'e kadar uzanan büyük bir serüveni içine alarak romanlaştırılmış.

Benim gibi bir tarihsever için bu kitap isabetli bir seçimdi ve beni hayal kırıklığına uğratmadı. Aynı zamanda bir oyunsever olan bendeniz, Haşşaşinlerin anlatıldığı bölümü okurken, severek oynadığım Assassin's Creed adlı oyundaki Altair karakterinin yaratılmasında bu kitaptan esinlenilmiş olduğunu düşünmeden edemedim. Kitabın ilk basımının 1993 olduğu göz önüne alındığında bu durum daha da akla yatkın geliyor.

Her zaman yaptığım gibi, bu kitabı da okurken kenarlarına not düştüğüm ve altını çizdiğim yerler oldu. En çok etkilendiğim yerlerden birini aktararak yazıma son veriyorum:

Hayyam, Cihan isimli kadını görüp ona aşık olduğunda ağzından şu sözler dökülüyor:
"Zamanın iki yüzü, boyutu var; uzunluğunu güneşin seyri belirliyor, kalınlığını ise tutkular."

4 Şubat 2014 Salı

Zemberekkuşu'nun Güncesi

Başlık, Haruki Murakami'nin aynı adlı eserinden alınmıştır. Yeni bitirdiğim bu kitabı, bir kitap kurdu olan kuzenim çok methetmişti. Ayrıca bir başka arkadaşım da bu kitabı, Murakami kitapları arasında en sevdiği olarak nitelediğini söylemişti. Hal böyle olunca, tüm eserlerini büyük bir zevkle okuduğum yazarın bu kitabını, diğer kitaplarını bitirdikten sonra okumak üzere sona ayırdım. Bu benim genel bir huyumdur aslında; örneğin, tabaktaki yemeğin en sevdiğim kısmını en son yerim ki ağzımda onun tadı kalsın. Zemberekkuşu'nun Güncesi'ni de methiyeler üzerine sona bıraktım, çok da zevk alarak okudum ama benim en favori Murakami kitabım olmayı başardığını söyleyemem. Yazarın 1Q84, Sahilde Kafka ve İmkânsızın Şarkısı adlı eserleri, benim sıralamamda daha yukarıda yer alır.

Kitap, yazarın diğer eserleriyle de yer yer benzerlikler taşıyordu. Örneğin, kaybolan bir kedi ve onun bulunması için özel birisinden yardım istenmesi Sahilde Kafka kitabında da işlenmişti. Fikrimce, yazar bu fikri kafasında geliştirirken ortaya iki farklı konu çıkmış ve ikisini ayrı ayrı kitaplaştırmış. Ancak Zemberekkuşun Güncesi'nin ilk basımının 1995 iken Sahilde Kafka'nın 2002 olduğunu gözardı etmemek gerekir. Bu durumda sonraki kitabını yazarken, aynı kavramı önceki kitabından alıp kullanmak istemiş olabilir.

Ayrıca 'Kafka', Sahilde Kafka kitabının başkahramanın kullandığı takma isim iken, Zemberekkuşu'nun Güncesi'nde 'Malta' ve 'Girit' takma adlarını kullanan karakterler var. Şunu da belirtelim ki, Japonca dili bu kelimelerin doğru telaffuz edilmesine ve yazılmasına olanak vermez. Kafka ka-fu-ka olarak yazılır ve söylenirken, Malta ma-ru-ta olarak yazılır ve söylenir. İngilizcesi Cretan olan Gitit ise,  Ku-re-ta şeklini alır. Japonca'da L telaffuzu yoktur, R olarak söylenir ve -sadece N harfi istisna olmak suretiyle- tüm heceler sesli harfle bitmek zorundadır. Yazarın kitaplarında kullandığı bu tür seçimler haliyle dikkat çekici bir nitelik kazanıyor.

Kitap; işinden ayrılıp, üzerine bir de karısı tarafından terkedilmesiyle yön bulma arayışına giren bir adamın etrafında geçiyor. Değişik kişilikli insanlarla tanışıp, onlarla birlikte hayatı yönlenmeye başlayan bu adam tüm çabasını, terkedildiği karısının aslında büyük bir tehlikede olduğunun farkına vararak onu tekrar bulmak ve ait olduğu yere, evine dönmesine harcamaya başlıyor. Sanırım bu kitabı, kuzenimin ve arkadaşımın en favori kitabı yapan işte tam da bu temaydı. İnsanlar kendilerini kitaplardaki, filmlerdeki karakterlerle özdeşleştirirler, veya hayatlarında o gibi karakterle karşılaşma özlemini duyarlar. Kuzenim ve arkadaşım bayan oldukları için -ve sanırım henüz evli olmadıkları için- kendisini terk eden karısını aramak için büyük bir mücadeleye giren böyle bir adamın hayatlarına girmesinden büyük bir memnuniyet duyacaklardır. Oysa bir erkek için, aldatılmış ve terk edilmiş bir adam hiç de imrenilecek bir karakter olmaz.

Henüz okumamış olanlar için kitabın daha fazla ayrıntısına girmeyeyim. Ancak son olarak bu satırlara kitaptaki şu sözleri taşımak istiyorum: "Bu ülkede bir insanın anlayışı ne denli kıtsa, ulaşabileceği iktidar derecesi o denli yüksek oluyor"(s.686). Bu cümle bir Rus subay karakteri tarafından, 1940'lardaki Sovyetler Birliği için söyleniyor. Benim ilgimi çekmesinin ve bu satırlara taşıma isteği doğurmasının asıl nedeni ise, bu tanımlamanın, bugünün Türkiye'si için gayet rahat yapılabilir olması.

Zemberekkuşu'nun Güncesi, yaklaşık 750 sayfasının her biri heyecan ve sürprizlere dolu çok güzel bir eser. Yazarın geçen sene çıkan son kitabı da nihayet tercüme edilerek Türkiye'deki kitapçılarda yerini aldı. Geçtiğimiz Nobel Edebiyat Ödülü'ne aday olmasına rağmen verilmemesinin hayal kırıklığını duyduğum Murakami'nin yeni kitabını bitirdiğim zaman, onun hakkında da yazacağım.

3 Aralık 2013 Salı

Tatar İbrahim Japonya'da

Tatar İbrahim, Japonya'ya gittiğinde sokakların temiz olmasına çok şaşırmış. Onu daha da şaşırtan şey ise, sokakları temizleyenler olmuş. İnsanların sadece evlerini değil, sokakları da temizlediğini görüp imrenmiş ve bunu hatıralarına yazmış.

Bahsettiğimiz kişi, tarih sayfalarına "Japonya'ya islamı getiren kişi" olarak geçen, 1857-1944 yılları arasında yaşamış olan Abdürreşid İbrahim Efendi'dir. Tatar Türklerinden olup, Sibirya'nın Tobolsk ilinde doğmuştur. Kendisi hakkında çok sayıda bilgiye erişmek mümkün, ancak benim burada aktaracaklarımı bulmanız pek mümkün olmayabilir çünkü Japonca yayınlanan bir kitaptan alıntılar vereceğim ve kendi deneyimlerimi ekleyeceğim. Türkçe'de yayınlanmamış olan bu kitap, kendisinin hatıralarını, gözlemlerini ve öne sürdüğü bazı fikirleri içeriyor.

Örneğin:

Japonlar neden kısa boylu

"Japon kadınlar hemen hemen her sene doğum yapıyor ve sırtlarında çocuklarıyla tarlada çalışmaya devam ediyorlar. Yeni bebeklerini 8-10 yaşındaki diğer çocuklarının himayesine veriyorlar ve kendileriyle birlikte 8-10 yaşındaki çocukları da sırtlarında bebek taşıyarak oyun oynuyorlar. Küçük yaşlardan beri çocuk taşıdıkları için bu ağırlık boylarının uzamasına engel oluyor ve olgunluk yaşlarında bu yüzden kısa boylu kalıyorlar. Ayrıca bebekler, sırta şal ile sıkıştırılarak bağlandıkları için de kemikleri uzamıyor."

Anlaşılan, Abdürreşid İbrahim Efendi, Darwin yerine Lamarck'ın evrim teorisini benimsemiş!

Daha önce kısa bir süreliğine uğradığı Japonya'ya 1902'de tekrar giden Abdürreşid İbrahim, Rusya ve Japonya ilişkilerini inceleyip İstanbul'a aktarır. Japonların Müslümanlığa yatkın olduklarını Padişaha bildirir ve Müslümanlığın yayılması için yardım ister. Rus karşıtı faaliyetleri nedeniyle Rusya'nın ricasıyla İstanbul'a geri çağırılır ve 1903'te döner. Rusya'da yaşayan Müslümanlara yönelik kitapları bahane eden Rusya'nın İstanbul üzerindeki baskılarının devam etmesi ile nihayet 1904'te sınır dışı edilerek Rusya'ya teslim edilir. Ancak Rusyalı Türklerin baskısı sonucu, iki hafta hapiste kaldıktan sonra serbest bırakılır.

Tahliye olduktan sonra Petersburg'a yerleşip kurduğu matbaa ile dinî ve siyasî eserler yayımlar. Sırasıyla kapatılan, Ülfet adlı Türkçe dergi, Tilmiz adlı Arapça dergi, Serke adlı Kazak şiveli dergi yayımlar. Rus egemenliği altındaki Türklerin birlik olması için mücadele veren Abdürreşid İbrahim Efendi, başka eserler de yayımlar, toplantılar yapar ve hepsinde de Rus otoritelerin engelleriyle karşılaşır ve 1906'da Rusya'dan ayrılmak zorunda kalır.

1910'a kadar tekrar seyahatlere başlar ve Japonya'yı 1908'de tekrar ziyaret eder. 1911'de, Mustafa Kemal'in Derne Komutanı olarak görev yaptığı Trablusgarp Savaşı'na katılır. 1918'e kadar savaşlarda görevler alır ve tekrar seyahate çıkar. Sibirya, Ukrayna, Almanya, Litvanya, Doğu Türkistan ve Rusya'yı dolaştıktan sonra Konya'ya yerleşir. 1925'ten itibaren tekrar yollara düşer. 1933 yılında son kez Japonya'ya gider ve Tokyo'da hayatını kaybettiği 1944'e kadar orada kalır.

Eşimin çevirisi ile aktardığım ve aktaracağım alıntıların yer aldığı kitap, Ayako isimli bir arkadaşımıza ait. Ayako-san, Japonya'da Osmanlı Tarihi Ve Kültürü üzerine üniversite tahsili görmüş. Kendisinin hocalıklarını da yapmış olan Kaori Komatsu ve Hisao Komatsu isimli karı-koca bilim adamları tarafından kaleme alınan kitap, esas olarak Abdürreşid İbrahim'in Osmanlıca yayınlanan Âlem-i İslâm ve Japonya'da İntişar-i İslâmiyet adlı kitabının incelemesini oluşturuyor. Komatsular, kendi eserlerini yazarken, bu kitabı orjinal dilinde incelemişler. Kendilerine Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinden Selçuk Esenbel ve Selim Deringil destek olmuş. Kitabı Türkçe de yayınlamak istemişler ancak Abdürreşid İbrahim'in adı geçen eserinin çevirisi zaten yayınlanmış olduğu için vazgeçilmiş ve sadece Japonca yayınlanmış. Yazarlar, o yıllardaki Japonya'nın bir yabancı gözüyle aktarımlarını inceleyerek, irdeleyerek ve eleştirerek kendi kitaplarını oluşturmuşlar. İlk basımı 1991'de yapılan eseri de, Türkçe telaffuz ile 'Japonya' olarak adlandırmışlar [1].

Abdürreşid İbrahim Efendi'nin başka bir gözlemiyle devam edelim:

İnsan arabası

"Osmanlı'da öküz arabaları var, öküzler araba çekiyor; Avrupa'da at arabaları var, atlar araba çekiyor; Japonya'da ise arabaları insanlar çekiyor."

Şu an bile Japonya'da bu tür arabaları görmek mümkün. Ancak şimdilerde turistik amaçlı olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Ya da geleneksel düğün törenlerinde gelin ve damat bu arabada taşınıyor. Bahsi geçen taşıt, iki tekerlek üzerine oturtulmuş, yarım fayton şeklinde, iki kişilik bir araba. Binildikten sonra sürücü kişi, arabaya bağlı iki çubuğun arasına girip, el arabasını tersten tutup çeker misali yolcularını taşıyor. Bu işi yapmak o kadar güç ki, yapanların tamamını kan ter içinde kalmış görüyorsunuz. Orjinal adı Jinrikişa olan taşıt, kelime anlamı olarak 'insan gücü ile çalışan taşıt' anlamına geliyor: jin (insan/kişi) + riki(güç) + şa(taşıt). Meselâ, elektrik ve taşıt kelimelerinin birleşmesinden oluşan Denşa, tren demek. Günümüzde, pedallı veya motorlu hatta güneş enerjili olan üç tekerlekli taşıtlara verilen İngilizce Rickshaw kelimesinin kökeni budur. Japonya'ya ilk kez gittiğimde ben de bu jinrikişaları görmüştüm ama Abdürreşid İbrahim'in bakış açısıyla düşünmemiştim.

Sunay Akın'ın çok güzel anlatımıyla, "Dünyanın en doğusunda, sabah ezanının ilk okunduğu camiyi Mustafa Kemal Atatürk yaptırmıştır." Bu bilgiye itiraz edenlerin de olmasının yanısıra, tarihçi Sinan Meydan, bu tezleri tam olarak doğrulayacak belgelere ulaşmak üzere olduğunu belirtiyor [2]. Atatürk'ün katkılarıyla 1938'de tamamlanan işte bu Tokyo Camii'nin ilk imamı Abdürreşid İbrahim Efendidir [3]. Tokyo Camii 1986 yılında maalesef yıkılmıştır. Tekrar cami yapılması şartıyla, arazisi Türkiye'ye hibe edilmiştir ve bugünkü Tokyo Camii 2000 yılından bu yana hizmet vermektedir.

Japon kadınların göğüsleri neden küçük

"Kadınlar, çocuklarını bir şal ile vücutlarına bağlayarak sırtlarında taşıyor. Bu şal göğüslerine baskı yaptığı için kadınların göğüsleri küçük kalıyor."

Sumo Güreşçisinin Bebeği

Abdürreşid İbrahim, "çok iri" diyerek Japon Sumo güreşçilerinden de bahsediyor. Bir arkadaşının söylediklerinden aktararak, bir Sumo güreşçisinin bir bebeği olmuş ve bebek henüz 6 aylıkken 39 kiloya ulaşmış! A.İbrahim, buna inanmış olacak ki notlarına almadan edememiş. 2011 senesinde Nagoya'ya gittiğim zaman Sumo güreşleri orada yapılıyordu. Güreşleri izleme şansım olmadı çünkü hem planlamış olduğum başka bir işim vardı, hem de çok arka sıralarda, yani izlenmeye değmeyecek kadar arkalarda yer vardı. Önlerdeki yerler tamamen doluydu ama boş olsaydı bile abartılı derecede çok pahalıydı. Bu durum bir bakıma Japonların kendi millî sporlarına ne kadar sahip çıktıklarının da bir göstergesidir. Müsabakaların yapılıyor olması sebebiyle Sumo güreşçilerini etrafta görmek mümkün oldu. Sokakta yürürken bile geleneksel kıyafetleri giyme zorunluluğu olan Sumo güreşçilerine rastgelmiş olmak, benim için de ilginç bir hatıradır. Gelecek seferki gidişlerimde fırsat bulursam (ve paraya kıyarsam) güreşleri izlemeyi umuyorum.

Japonya'nın güvenli bir yer olması

Abdürreşid İbrahim, Japonya'ya gemi ile gelir. Tokyo'ya giden trene binmeden önce valizlerini bir görevliye teslim etmek durumunda kalır. Kendisinin kandırıldığını, valizini bir daha göremeyeceğini düşünür çünkü çalınmaması için Rusya'da iple bağlamak gerekmektedir. Ama Tokyo'da indiği zaman valizi tekrar kendisine teslim edilince çok şaşırır. Görevliye bahşiş vermek ister ama kabul edilmez, bunu yapmanın görevleri olduğu söylenir. (Japonya'da bugün de hiçbir yerde bahşiş kabul edilmez, hatta vermeye kalkışmak ayıp karşılanır. İlk gittiğim zaman beni en çok şaşırtan şeylerden biri bu idi. Çok saygılı, kusursuz hizmet alıyorsunuz ve bu, bahşiş almak için değil müşteriyi memnun etmeyi görev kabul ettikleri için yapılıyor.MS).

A.İbrahim Efendi, bir gün postaneye gider ve bazı eşyaları paketleyip göndermek istediğini söyler. Görevli, eşyaları açık bir şekilde ondan alır ve kendisinin paketlemesi gerektiğini söyler. Abdürreşid İbrahim Efendi kabul etmek zorunda kalıp eşyaları bırakarak oradan ayrılır. Daha sonra eksiksiz ve sağ salim olarak yerine ulaştığını öğrenince Japonya'nın güvenli bir yer olduğuna olan inancı pekişir.

Keşke bu kitap Türkçe de yayınlansaydı da tamamını kendi lisanımda okuyabilseydim. Abdürreşid İbrahim'in çevirisi yapılan kitabının iki cilt olarak yayınlandığı bilgisine ulaştım ama kitapçılarda bulamadım. Elime geçirebildiğim zaman çok sevineceğim.
_______________________________________________________________________________
[1] Japonya'nın Japoncası 'Nihon'dur. Kitabın adı ise katakana alfabesiyle ジャポンヤ, yani 'Japonya'dır.
[2] bkz. http://sinanmeydan.com.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=363:atatuerkuen-camileri-paristeki-ve-japonyadaki-ezanlarn-srr&catid=62:yazlar&Itemid=228
[3] Bazı kaynaklarda ilk imamın Abdülhay Kurban Ali olduğu belirtilmektedir.
Diğer kaynaklar:
* http://tr.wikipedia.org/wiki/Abd%C3%BCrre%C5%9Fid_%C4%B0brahim#Japonya_Y.C4.B1llar.C4.B1
* http://www.oldphotosjapan.com/
* http://www.baxleystamps.com/litho/ogawa/ogawa_customs_manners.shtml
http://tr.wikipedia.org/wiki/Dosya:Tokyo_Camii_2009.jpg

29 Eylül 2013 Pazar

Şu Çılgın Türkler

Şu Çılgın Türkler kitabı piyasaya çıktığında o kadar çok medyada bahsi geçmişti ki almak içimden gelmemişti. Çünkü bizim medyamızın bir şeyden sürekli bahsetmesi değersiz bir şeyin reklamını yapmakta olduğuna delalet eder. Ancak bir süre sonra çok saygı duyduğum köşe yazarları, sanatçılar ve ilim adamları da bahsetmeye başlamışlardı ki nihayet kitabı almıştım. Okuduğumda ise, hayatımda beni en çok etkileyen kitaplardan birini bitirmiş olmanın yanı sıra, hem çok önemli tarihî bilgiler edinmiştim hem de kitaplarını her daim takip edeceğim muhteşem bir tarihçi-yazarı tanımış olmuştum.

Turgut Özakman'ın okumadığım kitabı yok sayılır. Şu Çılgın Türkler'in Japonca çevirisinin de yayınlandığını duyduğum zaman, hem bu okuma zevkini tatsın hem de biz Türkler ve tarihimiz hakkında daha çok bilgiyi kendi dilinde okuyarak öğrensin diye hemen eşime aldırdım. Kitabın Japonca çevirisini yapan Aya Suzuki, Tokyo Waseda Üniversitesi'nde Çin Edebiyatı üzerine eğitim almış, 2001'de Özbekçe-Japonca deyişler kitabı çıkarmış, 2005'te İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde Türkçe bölümünü bitirmiş. Aya Suzuki'nin kitapta yer alan sözlerini eşime tercüme ettirdim ve bu satırlarda size aktarmak istiyorum:

Türkiye'de en çok satan kitap olması üzerine çevirisini yapmaya karar veren Aya Suzuki, bir ülkede en çok ilgi gören şeylerin o ülke insanları hakkında en doğru bilgileri verdiği düşüncesini ifade ediyor. Türkiye'de en çok satan kitabın hayalî bir roman ya da bir biyografi değilken bir tarih kitabı olması ona ilginç geliyor. Aya Suzuki, Japonya'da İngiltere'den dost ülke olarak bahsedilirken bu kitapta düşman olarak anlatılmasına dikkat çekiyor ve Japonların tarihe ABD ve İngiltere perspektifinden baktıklarını, ancak bu kitabın gerçek dünya tarihini göz önüne getirmesi bakımından önemli olduğunu belirtiyor. Türk arkadaşlarının 'bizim gurur duyduğumuz tarih budur' dediklerini ve bu büyük savaşları kazanan Türklerin her zaman kendileriyle gurur duymalarının sebebinin bu kitaptan öğrenilebileceğini aktaran Aya Suzuki, tarih seven Japonlara bu kitabı mutlaka okumalarını tavsiye ediyor.

Aya Suzuki, yazardan bahsederken de şunları söylüyor: "Türkler her zaman beni utandıracak kadar nazik insanlar ama Turgut Özakman hepsinden daha da nazikti. Ne zaman kendisinden yardım istesem her zaman, derhal, doğru ve sabırlı bir şekilde bana yardım etti. Çevirirken bana destek oldu. Onunla uzun süre mesajlarla da irtibat kurdum ve mesajlarının sonunda bana her zaman şöyle söyledi: 'Her şey gönlünce olsun' (A.Suzuki bu sözleri Türkçe olarak Japon Katakana alfabesiyle yazmış ve sonra tercümesini vermiş [M.S]). Japonya'da da birbirimize 'ganbare' (haydi/çok çalış/dayan gibi anlamları birleştiren bir destekleme sözcüğü, Japonya'da sık kullanılır [M.S.]) gibi bizi strese sokan bir sözcük kullanmak yerine, her şey gönlünce olsun desek ne güzel olur." Bu muhteşem eseri kendi halkına sunmuş olan bir yabancıdan bu sözleri duymak ne kadar gurur verici.

O yazarın, o güzel insanın dün vefat ettiğini öğrenmiş olmanın üzüntüsü içindeyim. Bir öğretmenimi kaybetmiş gibi hissediyorum kendimi. Öğrenmek istediğim o kadar çok şey varken, Turgut Özakman da bu dünyadan ayrıldıktan sonra nasıl öğrenebileceğimin endişesi içindeyim. Mekânın cennet olsun. Yazmış olduğun o Çılgın Türkler'in arasındasın artık. Bize kazandırdıkların ve öğrettiklerin için sana minnettarız.

27 Eylül 2013 Cuma

King ve Maxwell 3&4

Simple Genious, King ve Maxwell serisinin üçüncü kitabı. Bu kitapta alışageldiğimiz maceranın ve heyecanın yanı sıra ikiliye ait daha duygusal ve içsel kişilikleri de yer buluyor. Ayrıca, önce kişisel bir problemin çözümü için yardımcı olan, daha sonra ise maceranın içine dahil olan yeni bir karakter tanıtılıyor. Horatio Barnes isimli bu karakter bir psikolog olarak karşımıza çıkıyor. İlginç bir karakter olması bakımından sonraki kitapta da yer alacağını düşünmüştüm ama o kitapta sadece iki yerde bahsi geçiyor.

Önemli bir bilim kompleksinde çalışan bir bilim adamının, bu kompleksin yanında bulunan CIA'e ait bölgedeki ölümünü aydınlatmak üzere, hem CIA'i hem de FBI'ı karşısına alan ikili, çetin bir mücadeleye giriyor. Ölen bilim adamının yaptığı araştırmalar, Charles Babbage isimli gerçek bir bilim adamının buluşlarının günümüz teknolojileriyle geliştirilmesi yönünde. 1791-1871 yılları arasında yaşamış olan Charles Babbage, yapmış olduğu çalışmalar ile dünyanın ilk mekanik bilgisayarının mucidi ve bilgisayarın babası olarak kabul edilir. Yazarın, kitabı yazarken satırlarına taşıdığı bu alandaki bilgileri titizlikle araştırmış olduğunu söyleyebilirim.


*

Serinin dördüncü kitabı First Family, adından da anlaşılacağı üzere ABD başkanının ailesiyle ilgili. Her zaman 'fazla Amerikanvari' olarak nitelediğim Baldacci, bu kitabında Amerikanvariliğin artık zirvesine çıkıyor. Başkanlık seçimleri öncesinde başkanın kayınbiraderinin karısının öldürülmesi ve kızının kaçırılması ile tüm yetkili birimler seferber oluyor ve bu birimlerin hoşlarına gitmese de başkanın karısının özel talimatı doğrultusunda konuya dahil edildikleri için itiraz edemedikleri King ve Maxwell olayı çözmeye çalışıyor. Önceki kitaptaki gibi, ana konudan farklı ikinci bir olayın aydınlatılması da kitaba işlenmiş ama bu sefer çok daha karakter özelinde bir mesele olarak.

Kitaptaki ilginç bilgilerden biri de saç analizi konusundaki bulgulardı. Olay yeri incelemesi sırasında bulunan saç analiziyle, failin, çocukluğundan beri ne tür besinlerle beslenmiş olduğu ortaya çıkartılıyor ve böylece nerede yaşamakta olduğuna dair bilgilere ulaşılıyor.

Bugüne kadar olan yazılarımda, Baldacci'nin kitaplarındaki kurgusal ustalıktan bahsettim ama edebî yanından bahsetmedim. Bugün bu eksiğimi gidereyim. Kitaplarında önemli sayılacak felsefî sözler de karakterlerin duygularından satırlara aktarıyor yazar. Ben de yazımı, First Family kitabından benimsediğim bir sözle bitireyim:
Yalnız ölmekten daha berbat bir şey varsa o da amaçladığın işi yapamadan ölmektir.

6 Eylül 2013 Cuma

Mişima, Mazzantini, Baldacci

Son dönemde biri İngilizce olmak üzere üç kitap bitirdim:
Denizi Yitiren Denizci, Yukio Mişima
Sakın Kımıldama, Margaret Mazzantini
Split Second, David Baldacci

Üç kez Nobel edebiyat ödülüne aday gösterilen ve Japonya'daki başarısız darbe girişiminden sonra harakiri* yaparak 1970'te intihar eden Yukio Mişima, ülkesinin en saygın edebiyatçılarından biri. Yazarlığın yanı sıra film yönetmenliği, aktörlük ve şairlik de yapmış.

Kitap iki ana bölüme ayrılıyor. Noboru adlı bir çocuğun dul annesinin üç gün süren bir aşk birlikteliğinin yer verildiği ilk bölümden sonra dört aylık yolculuk sonrası tekrar kavuşmalarıyla başlayan beraberliklerinin yer aldığı ikinci bölüm geliyor. Anlatım çok sade ve akıcı. Bizim Nobel ödüllü yazarımız O.Pamuk kitapları gibi, edebî olsun diye sakız gibi uzatılan cümleler yok. Siyasî görüşü sebebiyle ödül alan O.Pamuk'un aksine, Mişima'nın da siyasî görüşü yüzünden bu ödülü alamadığını belirtelim. Her sabah bugün kimle savaşsam, kimleri katletsem, diye uyanan ABD başkanına Barış Nobel'i verilmesi, ödülün bugün bile ne durumda olduğunu zaten anlatıyor.


Şu ayrılık konusuna biraz değineyim:
Tanıştıktan üç gün sonra birbirlerinden uzak kalacaklarını bildikleri halde bir ilişkiye başlayıp, ayrı kalınan dört ay süresince kavuşmayı hasretle bekleyen iki kişinin aşkına yer veriyor kitap. Üç günlük bir aşkın dört aylık hasreti.. Yazarın sözleriyle soralım: "İlişkilerini bıraktıkları noktadan sürdürmek, dört ay giyilmeyen bir ceketi sırta geçirivermek kadar kolay olacak mıydı?"

Aşk hasreti çekmek kolay değildir. Bunun sebebi birlikteyken yapılan şeylere özlem duymak değil de, birlikte henüz yapılmayan ya da yapılamayanları yerine getirme arzusudur. İnsanın en büyük yanılgısı, o son noktaya bir ulaşılsa bütün bir kalan ömrün o şekilde geçebileceğini sanmasıdır. Oysa yenilik katılmayan her ilişki bitmeye mahkûmdur. Ya ilişkiye yeni şeyler katmak gerekir, ya da yeni ilişkiye geçmek gerekir.

Hasret, ilişkide henüz yaşanmamış bir şeyler kalmışsa çekilebilir. Ya da yapmaya doyulmamış şeyler varsa. Hayaller yoksa hasret olmaz. Hayaller bitince ya da doyuma ulaşma evresinden sonra sıkıntı evresi başlar. Bu evreden sonra bıkkınlık gelir ve yeni arayışlara geçilir. Kitabın iki âşık karakterinin henüz üç günlük birliktelikleri, elbette hiçe yakın bir doyum verir. Ama hayalleri vardır ve bunları birbirlerine yazdığı mektuplarla anlatırlar. Mektuplarda yazamadıklarını ise kavuşunca açıklarlar. Sahibini hatırlayamadığım şu sözler çok yerindedir:
"Ben sana, senin hasretini çekmeyecek kadar yakın olmak istemem."

*

Sakın Kımıldama adlı kitabı seçip almamın nedenlerinin başında almış olduğu belirtilen ödüller vardı. Aslında şişirme ödüllerine kanıp da kitap almak huyum değildir ama bu sefer kandım. Yazarın adını daha önce hiç duymamıştım ama kapak arkasındaki açıklamayı okuyunca ilgimi çekti. Ancak okuyunca biraz hayal kırıklığına uğradım. Bunun sebebi beklentimi biraz yüksek tutmuş olmamdan mı kaynaklanıyor bilemiyorum.

Kitapta bir kasvet vardı. Öyküyü saygın bir doktorun ağzından dinliyoruz. Kızı kaza geçirip ameliyat edilirkenki sürede, doktor kendi hayatına ilişkin itiraflarını zihninde karşısına koyduğu kızına anlatıyor. Belli bir saygınlığa ulaşmış olan bu doktorun, varoşlarda yaşayan fakir bir kadına tecavüz ettikten sonra ona âşık olup metres hayatına başlamasıyla gelişen olaylar, adamın duygularındaki gelgitler ve konu edilen diğer tüm bileşenlerde akıcılığı bir türlü yakalayamadım. Okunmasa da kayıp sayılmayacak bir kitap.

*

David Baldacci'nin Split Second kitabı, iki eski Gizli Servis ajanı King ve Maxwell serisinin ilk kitabı. Bu bilgiye sahip olmadan önce okumuş olduğum Hour Game isimli kitap ise serinin ikinci kitabı (ilgili yazı bu linkte). Yani ikincisini birincisinden önce okumuştum ama bağımsız konular işlendiği için bir kopukluk olmadı. Yine de baştan okuyayım diye bu kitabı da aldım ve okurken hiç hayal kırıklığına uğramadım.


Dedektiflik romanları yazan Baldacci için günümüzün Agatha Christie'si desek yerinde olur sanırım. Aslında Gizli Servis ajanları karakterleriyle ve olaylarıyla daha çok iç içe geçen konuları işlemesi, Baldacci için 'dedektiflik romanı yazarı' demek yerine daha farklı bir niteleme yapmayı gerektirir. Çok iyi bir kurgulamayla ve tahmini çok güç sonuçlarıyla yazdığı eserler çok sürükleyici ve türünü sevenler için kaçırılmamalı. Ancak çok Amerikanvari olduklarını da ekleyelim.

King ve Maxwell serisinin diğer kitaplarını da, okunmak üzere orjinal dildeki baskılarıyla kütüphaneme almış bulunuyorum. Ayrıca bu sene King ve Maxwell serisi televizyon dizisi olarak da gösterime girecek ki bunu da izlemek için sabırsızlanıyorum.
---
* Harakiri kelimesini daha bilinen bir kelime olduğu için kullandım. Harakiri'nin kelime anlamı karın deşmektir. Ancak bu intihar yöntemine esas olarak seppuku denir. Japon Kanji alfabesindeki yazım şekilleri aynıdır ama Japonlar en çok seppuku kelimesini kullanır.

25 Ağustos 2013 Pazar

Dan Brown'ın Dante Kitabı

İnsanlık bir yüzyıl daha hayatta kalamayacak.

Bu sözler Dan Brown'ın son kitabı Cehennem'in ana vurgusunu oluşturuyor. Ancak yeni bitirdiğim kitapta yer alan bu sözleri, bildiğim kadarıyla ilk dile getiren kişi Stephen Hawking olmuştu. Hawking, olayı farklı bir açıdan ele alarak, insanlığın kurtuluşunun dünyayı terk etmekte olduğunu açıklamıştı. Hawking şöyle diyor:
"İnsan ırkı uzaya taşınmadığı sürece gelecek yüzyılda soyu tükenecektir."
Hawking, şunu da ekliyor:
"Geleceğimiz uzaydadır."

İnsan ırkının kurtuluşunun başka gezene taşınmakta olduğunu söyleyen Hawking'in benzer ifadelerine Yaşar Nuri Öztürk de Küresel Afetler isimli kitabında yer vermişti. 2008 senesinde ilk basımı gerçekleşen kitapta, Öztürk, ilahiyatçı kimliği ile Kur'an'da kıyamet alametlerinden biri olarak yer alan Dabbetül Arz'ın Hawking'in ta kendisi olduğu yorumunu yapıyor.(s.131)

Kitaplarını hep aynı kurgu içinde yazan Dan Brown, yeni kitabında da bu uygulamasını değiştirmemiş: Erkek bir başkahraman, ona yardım eden bir kadın, kısa bir zaman dilimi içine sıkıştırılmış koşturmaca, kovalayanlardan kaçarken çözülmesi gereken bilmeceler, sırlar, vs. Kitabı elime aldığımda hem buna kendimi hazırlamış olduğum için hem de konu gerçekten sürükleyici olduğu için neredeyse yarısına kadar soluksuz okudum. Kitabın tanıtımı yapılırken, bazı olayların Türkiye'de geçtiği reklam edilmişti. Ama yarıya gelmeme rağmen Türkiye'den hiçbir bahis yoktu. Aynı kurguda yazılmış olmasının üzerine bu beklentim de yerine gelmeyince son yarısına geçerken okumaya biraz ara verdim. Ancak tekrar elime aldığımda, sürükleyiciliğine tekrar kapılıp kitabı severek tamamladım.


Romanın kahramanı Robert Langdon'ın bulması gereken her şey çözmesi gereken bir bilmece olarak veriliyor. Yazar, bilmece için sizi önce yönlendiriyor ama sonuçta farklı bir çözüme ulaştırıyor. Çoğu ilginç ve heyecan verici olmasına rağmen, bu pek olmamış, dedirten yerler de var. Örneğin, Langdon ve arkadaşı bir eserin üzerinde bir kelime keşfediyor, kelime bir anlam ifade etmiyor, sonra o kelimeyi oradan silmeleri gerektiğini anlayıp siliyorlar, kazı-kazan misali bu sefer anlamlı bir kelime ortaya çıkıyor, ama o da tek başına bir anlam ifade etmiyor, bir de bakıyorlar ki kelimenin sağında ve solunda başka kelimeler de var, biraz daha silince ortaya bir cümle çıkıyor, bakıyorlar ki olacak gibi değil bütün yüzeyi siliyorlar ve ortaya bir şiir çıkıyor, ve nihayet bu şiirle başka bir yere doğru yola çıkıyorlar. Ya da -kitabı henüz okumayanlara içerikten alıntı yapmadan mecazî örneklemeyle söyleyeyim-, romanın kahramanına bir tavuk veriliyor, adam hangi kümes olduğunu bulmaya çalışırken tavuk yumurtluyor, ipucunun aslında yumurta olduğu anlaşılınca kümeslerden vazgeçip restoranlara bakmaya başlıyor, en nihayet kendini pastanede bulup bilmeceyi çözüyor. Yazarın muhteşem eseri Da Vinçi Şifresi'nde benzer bir hisse kapılmamıştım. Belki de yazarın eserlerine ben çok fazla alıştım.

Kitabın adı olan Cehennem, Dante'nin ünlü eseri İlahi Komedya'dan alınmış. Dante ve eseri ve bu eserden ilham alınarak yaratılmış birçok eser, kitabın bilmecelerinin dayanak noktalarını oluşturuyor. Yazar, kendisine de ilham kaynağı olan bu esere olan saygısını kitabın önsözünde belirterek diğer örneklere de değiniyor. Türkiye'de eserin varlığının farkedilmesi ve ona gösterilen ilginin artmasının nedenlerinin başında ise 1995 yapımı Yedi (orj. 'Seven') filmi geliyor. Ancak Dante ve eseri hakkında birçok kişinin bilmediği bazı şeyler var. Şimdi bir alt başlıkla bunlara değineyim:

İlahi Komedya Hakkında

İlahi Komedya'da, Hz.Muhammed'in ve Hz.Ali'nin cehennemin en aşağı seviyelerinde yer aldığını kaçınız biliyordur?

Dante, eserinde peygamberimiz Hz.Muhammed'i cehennemin en alt kademelerinde gösterir. 'Sakatlanma' cezalarının verildiği Anlaşmazlık Ekenler (İng: 'Sowers of Discrod') bölümüne ulaşan Dante'ye ve rehberi Virgil'e, Hz.Muhammed'in yarılmış karnından kalbi görünmekte, bağırsakları bacaklarına kadar sarkmaktadır! Ayrıca 'oğlu' olarak bahsedilen Hz.Ali'nin yüzü, perçeminden çenesine kadar yarılmıştır (Cehennem, kanto 28). Cehaletini sanatına yansıtan Dante, peygamberimizi ve gerçekten de oğul gibi gördüğü Hz.Ali'yi bu cezalara layık görürken, büyük komutan Selahaddin Eyyubi de Dante'nin kininden payını alır.

Bilindiği gibi Katolik Kilisesi, Kudüs'ü fetheden Selahaddin'e karşı bir haçlı ordusu düzenlemiş, ordunun başına da 'Aslan Yürekli' diye lakap takılan İngiliz kralı Richard'ı getirmişti. Selahaddin, aslancığın ordusunu bozguna uğratmakla kalmamış, Richard dahil yaralı Hristiyan askerleri tedavi ettirip öyle ülkelerine göndermişti. Hatta bir rivayete göre Richard'ı bizzat kendisi tedavi etmiştir ve Richard döndüğünde Müslümanlardan insanlık öğrendim, demiştir. Bu durum elbette bozguna uğramış Hristiyanları daha da öfkelendirmiş, Dante de bu kinini eserine yansıtmıştır.


Eserde, Selahaddin'le aynı kaderi paylaşanlar arasında İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd de bulunmaktadır. Ancak bu bölümde Dante, bu kişilerin yeteneklerine bir saygı belirtisi göstermekle birlikte Hristiyan olmamalarını ön plana çıkarmakta ve cehennemin aynı bölümüne vaftiz olmadan ölen bebekleri de koymaktadır (Cehennem, kanto 4). Bilindiği gibi, Hristiyanlara göre her insan üzerine yapışmış bir günahla doğar. Hristiyanlar, Adem ve Havva'nın yasak meyveden yiyip dünyaya gönderilerek cezalandırılmalarına sebebiyet veren günahı tüm yeni doğanların taşıyor olduklarına inanırlar. Bundan kurtulmanın yolu da vaftiz edilmektir. Dante'ye göre, vaftiz edilme fırsatı bulamadan ölmüş bir bebek bile cehennemi boylamayı hak etmiştir. Şunu da belirtmek gerekir ki vaftiz, Hristiyanlığa sonradan sokulmuştur. Kelimenin kendisi de uygulaması gibi Yunan kökenlidir. Vaftiz olanların en ünlüsü Aşil'dir. Ölümsüz olması için Styx nehrinde 'vaftiz' edilen Aşil'in sadece bir topuğu suyla temas etmemiş ve bu yüzden oradan aldığı yarayla ölmüştür.

Ek bilgiler vermeyi bir yana bırakıp Dante'ye ve eserine dönelim.
Yukarıdaki cahillikleri sergileyen Dante'nin hakkını da teslim etmemiz gerekir. İçinde bulunduğu ortam, edindiği yanlış bilgiler, eserinde yedi ölümsüz günahtan biri olarak gösterdiği Gurur'una yenik düşmesi ve diğer pek çok etken sebebiyle başta peygamberimiz olmak üzere pek çok önemli şahsiyeti cehennemi hak etmişler olarak gösteren Dante, çok sevdiği Floransa'dan sürgün edilmek pahasına doğruluğuna inanmadığı yönetimin karşısında yer almıştır. Üstelik bu yönetim, dönemin papası tarafından destek alıyor olması sebebiyle Dante'nin bir anlamda papaya da karşı çıktığını gösterir. Karşı çıktığı yönetim onu sahtekarlık, gayrı resmî kazanç gibi suçlardan sürgün eder. Suçlarını kabul edip, kongre önünde sadece çuval giymiş olarak toplum tarafından aşağılanma cezasına razı geldiği takdirde Floransa'ya geri dönebileceği izni verilmesine rağmen buna riayet etmez. Sadece bunlarla bile saygı gösterilmeyi hak eder Dante. Ayrıca onun şu sözlerini hiç kimse tamamen gerçek dışı olarak niteleyemez: "Cehennemin en karanlık bölümleri, ahlâkî kriz dönemlerinde tarafsız kalmayı tercih edenler için ayrılmıştır." İlahi Komedya, içeriğindeki gerçek dışılıklar bir tarafa konduğunda, modern İtalyancanın temelini oluşturduğu tarih ve bilim önünde kabul edilmiştir.
---

Dan Brown'ın kitabına tekrar dönecek olursak..
Türkiye hakkında ilk bahis, Venedik'teki birçok hazinenin Haçlı seferleri sırasında İstanbul'dan yağmalanmış olduğu gerçeğini belirtilerek geçiyor. Ancak beni en çok memnun eden ise şu sözlerdi: "Eski ABD başkanı JF Kennedy, yıkılmış imparatorluğun küllerinden Türkiye Cumhuriyetini kuran Kemal Atatürk'ün büyük bir hayranıydı." İstanbul'un farklı insanlarını tasvir ederken onların ve şehrin çağdaş yüzlerini ön plana çıkarması da takdire değerdi. İlginç bilgilerden biri de, Sultanahmet Camii minarelerinin, Walt Disney'in ünlü masalı Külkedisi'ndeki şatonun çizimine ilham kaynağı olmasıydı. Dünyadaki tüm Disneylandlara inşa edilmiş olan bu şato, Disney Şatosu adıyla Disneylandların sembolü haline gelmiş durumdadır.
 

Yazarın ülkemiz ve kültürümüz hakkında olumlu yorumlarla verdiği bilgilerin gurur verici olmasının yanı sıra, bu gibi ilişkilendirmelerle yaptığı anlatımlar da, -kitaplarının dünyanın en çok okunanları olduğu göz önüne alındığında- ülkemize olan ilginin artmasına ve önyargıların olumlu yöne çevrilmesine yardımcı olacaktır. Ancak -umarız kasıtlı değildir- yanıldığı yerler de var. Bu sebeple yazara bir uyarıda bulunalım: Türkler Arap fistanı giymezler. Giyenler de burkalı kadınlarla birlikte klasik müzik konserlerine gitmezler. Kitabın bir bölümünde yer alan bu saçmalığı, yazarın sonraki olaya zemin hazırlamak için yazdığını belirtelim. Ama Arap turistlere atıf yapsaydı daha doğru olacaktı. Bu durumu bir hayal kırıklığı olarak not ediyoruz.

Genel olarak değerlendirdiğimizde, kitabın çok iyi bir eser olduğunu söyleyebiliriz. Yazarın önceki kitabı Kayıp Sembol'den çok daha iyi kurgulanmış, daha ilgi çekici ve sürükleyici. Da Vinçi Şifresi ayarında olmasa da Melekler Ve Şeytanlar ile boy ölçüşebilir. Okunmasını tavsiye ediyorum ve bu uzun yazımı sonuna kadar okuyabilmiş olanlara teşekkür ediyorum.

***
kaynaklar:
*http://www.telegraph.co.uk/science/space/7935505/Stephen-Hawking-mankind-must-move-to-outer-space-within-a-century.html
*İlahi Komedya, Dante
*Cehennem, Dan Brown
*Küresel Afetler, Y.N.Öztürk
*Vikipedi, Wikipedia
*http://www.terminartors.com/artworkprofile/Domenico_di_Michelino-Dante_and_the_Three_Kingdoms



3 Temmuz 2013 Çarşamba

Mücadeleye Devam

Halkın, yani bizlerin direnişiyle geçen son haftalar, yazacak çok şey olmasına rağmen beni, bloguma yeni bir yazı eklemekten mahrum bıraktı. Bu süre içinde duygularımı genellikle Facebook ve Twitter'da paylaştım. Bu süreç elbette beni kitap okumaktan mahrum bırakmadı ve okudukça, yaşamakta olduğumuz günlere en uygun olabilecek kitaplardan biri olduğunu fark ettiğim kitabı yeni bitirdim.

Kur'an Penceresinden Kurtuluş Savaşı'na Bir Bakış isimli kitap, satırlarına taşıdığı olayların sanki içinde olduğumuz günleri anlatıyor olmasının yanı sıra, Atatürk'ün 80 sene önce söylediği sözleri de sanki yeni söylenmişler gibi bugünkü mücadeleyi veren halka ışık tutması açısından önemli bir eser teşkil ediyor.

Yaşar Nuri Öztürk, kitabında şu sorunun cevabını arıyor:
"İslam ile Mustafa Kemal'in yaptıkları arasında bir çelişme var mıdır?"
Yazar, ayetleri ve belgeleri ortaya koyarak şu cevabı veriyor: "Cumhuriyet Devrimleri, İslam'a aykırılık şöyle dursun, İslam'ın bizzat talepleridir. Mustafa Kemal, yaptığı devrimlerle, özgün İslam'ın ve Hz. Muhammed'in hasretine cevap getirdiği inancındadır. Biz de o inançtayız."(s.45) Atatürk, Kuran'ın istediğini yaptı vurgusu kitabın özüne damga vurmuş. Yazar şunu da ekliyor: "Dinin, vahiy tarafından belirlenmiş hiçbir beyan ve tespitinin, Cumhuriyet devrimleri tarafından tacize uğradığı ispatlanamaz."(s.160)


Gezi Parkı Olayları diye dillendirilen ama esası itibarıyla siyasî yönetim tarafından zulme uğratılmış ve uğratılmakta olan halkın başkaldırmasıyla şekillenen halk hareketi, gençlerin dirilmesine, kendine gelmesine, içlerindeki ateşin ortaya çıkmasına, "muhtaç oldukları kudretin damarlarındaki asil kanda mevcut" olduğunu nihayet anlamasına yol açtığı gibi, tüm halkın birlik oldukları zaman ne kadar güçlü olduklarının farkına varmasına da sebep oldu. Bu hareket Türkiye'den dünya milletlerine yayıldı ve Türk Milleti bu haliyle dünyaya da örnek ve öncü oldu.

Tüm bu yaşananlar içinde direnen bizlerin, yani halkın, üstüne basarak tekrarladığımız, sloganlaştırdığımız bir şey vardı: Mücadeleye devam! Kitapta aktarılan, tam da yeri gelmişçesine Atatürk'ün 5 Şubat 1924 günü söylediği şu sözlere bakınız:
"Sultanların boğdukları zannolunan millet ruhu; saltanat, taht ve tacı parçalanarak yeniden canlandırıldı. Milletin teyakkuzuna, milletin ilerleme ve gelişme kabiliyetine güvenerek, milletin azminden asla şüphe etmeyerek cumhuriyetin bütün icaplarını yerine getireceğiz...Mücadele bitmemiştir." (ABE 16/209*)

Atatürk bu sözlerdeki mücadeleyi, cumhuriyeti kurduktan sonraki mücadele olarak veriyor. Biz ise şu anki mücadelemizi, cumhuriyeti, sultanlık hevesindeki emperyalizm kuklalarından geri almak aşamasında vermekteyiz. Cuma namazına milletin vergileriyle ödenen helikopterle giden hainlere karşı, hayatı boyunca bir kez harcırah bile almamış olan Atatürk'ün evlatları olarak mücadelemizi sürdürmeliyiz. Çünkü henüz tam netice alınamamıştır. Ve bu konuda herkesin yapacağı uğraşlar vardır, olmalıdır. "Neticesiz uğraşmak çalışma sayılmaz. Hiçbir şey yapmamak veyahut neticesiz, mânâsız şeyler yapmak, çalışma kanununa karşı büyük kabahattir." (ABE 23/64-67) "Allah'ın emri, çok çalışmaktır." (ABE 15/110)

10 küsur senedir iktidara doymayan ve bu süre içinde yapageldikleriyle halkın bugün direniş içine girmesine yol açan yöneticiler, başkanlık sistemini de getirerek resmî sultan haline gelmenin hesaplarını yapmaktalar. Oysa bu cumhuriyetin kurucusunun neler söylediğine bir bakalım: "Birçok yerden müracaatlar görüyorum. Yaşadığım müddetçe reisicumhurluğumu istiyorlar. Bu, bizim prensiplerimize aykırıdır." 2 Aralık 1925(ABE 18/127) "Uzun müddet iktidara sahip olmak üzere toplantı halinde kalacak olan mebuslar, yavaş yavaş kendilerini seçen milletin arzusundan, emellerinden, hislerinden ve fikirlerinden uzak kalır, arada bir ayrılık olur. Bir gün bakarsınız ki, millet başka türlü çalışıyor, millî emeller başkadır." 2 Şubat 1923 (ABE 15-76-83)

Atatürk'ün şu sözlerini tekrar hatırlayalım: "her millet, icraatına tahammül ettiği hükûmetin mesuliyetine ortak sayılır." Peygamberimiz ise 1400 sene öncesinden bize şu sözleri söylüyor: "Esas cihat, zalim sultan karşısında hakkı seslendirmektir."

Mücadeleye devam ilkesi içinde, Atatürk'ün şu sözlerini de zihnimize yazmamız gerekmektedir: "Asıl kurtuluşa ulaşmak, mücadeleyi tatil etmekle değil, ilelebet mücadeleyi devam ettirmekle mümkün olacaktır."(ABE 15/86-88) Bizler, bir bakıma, 1938'de mücadeleyi tatil ettiğimiz için bugünkü zulmü yaşamaktayız. Başımıza gelmiş olan ve gelmekte olan tüm musibetlerin birinci sorumlusu halktır. Yılanın başını küçükken ezmemeyi tercih etmiş olduğumuz içindir ki bugünkü mücadelemiz, olması gerektiğinden çok daha çetin olmaktadır. Ancak başka çaremiz olmadığını bilmeliyiz. Çünkü -yazarın sözleriyle ifadeye koyalım- "2000'li yıllarla birlikte 'küllî tahribat' sürecine geçilmiştir. Bu süreç başarıya ulaşırsa, Türkiye'nin 2023 yılında Cumhuriyet'in kuruluşunu kutlamasına değil, Müdafaai Hukuk Cumhuriyeti düşmanlarının 'Cumhuriyet'in çöküşü'nü kutlamalarına tanık olacağız."(s.431)

*ABE: Atatürk'ün Bütün Eserleri adlı, Atatürk'ün tüm söylemlerinin ve yazılarının toplandığı 30 ciltlik kitaplar dizisinin kısaltmasıdır.