30 Aralık 2019 Pazartesi

Bir Söz Üzerine

Aşağıda yazdığım her şey aslında tek bir sözden yola çıkılarak yazılmıştır.

Bir buçuk yıl önce, oturduğumuz mahalledeki tapınakta Japonların Bonodori (盆踊り) dedikleri törene katıldık. Kelime olarak Tepsi Dansı anlamına gelen bu küçük festival ülke genelinde her mahallede her sene düzenlenir. Geleneksel müzikler eşliğinde katılımcılar daire şeklinde sıra olup küçük adımlarla yürüyerek dans ederler. Artık hayatta olmayan atalarını anmak ve onurlandırmak yaptıkları bir danstır bu.

Festivalde çeşitli etkinlikler düzenlenir. Bunlardan biri de içinde Japon balıklarının (kingyou 金魚) bulunduğu küçük bir küvette balık yakalama oyunudur. Kağıttan yapılma küçük bir fileyle yakalayabildiğiniz kadar balığı küçük bir kaba alırsınız. Suyu yavaş yavaş emen kağıt nihayet parçalanınca süre bitmiş olur ve yakaladığınız balıklar sizin olur. İşte bu oyunu oğlum Eren büyük bir hevesle oynamak istedi. Ücretini ödeyip bir file aldım. Ancak hızlı hızlı suya daldırınca bir tane bile balık yakalayamadan file paramparça oldu. Mahalleden komşumuz olan oyun görevlisi her çocuğa yaptığı gibi Eren'e de torpil geçti ve elindeki gerçek fileyi çorbaya kepçe daldırır gibi daldırıp birkaç balık çıkardı. İçine su doldurduğu torbaya koyup Eren'e verdi. Bu sayede tam yedi tane Japon balığımız oluverdi.

Eğlence bitince balıklarla birlikte eve döndük. Balıkları geçici olarak kovaya koyduk. Balıklardan biri hemen ertesi gün, diğer biri de birkaç gün sonra öldü. Kalan beş balıktan ikisi bir iki hafta yaşayabildi. Aldığım akvaryumda kala kala üç balık kaldı ve o üçü de epey bir badire atlattı. İlk haftalarda renkleri yavaş yavaş siyaha döndü. Doğal renkleri olan turuncu tonlardan eser kalmadı. Balıklardan biri işte bu siyah haldeyken öldü. Diğer ikisinin renkleri yavaş yavaş eski doğal hallerine kavuştu ve bu ikisi aylarca evimizin birer üyeleri oldular. Geçtiğimiz günlerde bu iki üyeden iri olanı hastalandı. Üzerinde beliren lekeler yüzgeçlerini ve kuyruğunu eritmeye başladı. Nihayet yüzemez duruma geldi ve dibe çöktü. Bir süre sonra o da öldü.

Şimdi bir yılı aşkın süredir bizimle olan tek balığımız kaldı akvaryumda. Bu akşam yem verdikten sonra fark ettim ki onun da kuyruğunda lekeler belirmiş. İçimden eyvah diye geçirdim. Birlikte olduğu son arkadaşıyla aynı kaderi paylaşacağından endişe ettim. Eşime durumu söyleyip şöyle dedim: "Diğeri ile aynı hastalığa yakalanmış gibi görünüyor. Sanırım bu da ölecek."

Eşim şöyle cevap verdi: "Öyle söyleme. Öyle dersen olur. Sözlerin de ruhu var."

Son cümlesi çok hoşuma gitti. Eşim bu sözü söylerken bir lafı şu kadar söylersen olur söylemindeki anlama yakın bir anlamda söylemişti. Veya bana şom ağızlılık etmememi kendi sözleriyle söylemeye çalışmıştı. Hiçbir batıl inanca sahip olmadığım için cümlenin bu anlamı üzerinde durmadım bile. Söz tek başına o kadar güzel bir tınısı vardı ki olumsuz anlamlar yüklemek kesinlikle haksızlık olurdu.

Sözlerin ruhu var.

Okuduğumuz her kitapta bizi etkileyen sözler var. İzlediğimiz bir filmde duyduğumuz sözlerin üzerimizde etkileri var. Annemizin çocukken verdiği nasihatlerin, öğretmenimizin azarının bizde bıraktığı izler var. Sözler bizi cesaretlendiriyor, pişman ettiriyor, hırslandırıyor, sakinleştiriyor, kızdırıyor, üzüyor, sevindiriyor, duygulandırıyor. Bir tür büyü gibi sözler. Yaşadığımız sürece karakterimizi şekillendiriyor. Bizi huylarımızdan vazgeçiriyor, yeni huylar edindiriyor. Düşünürken sözcüklerle düşünüyoruz. Anlatırken sözcükler kullanıyoruz.

Sözlerin ruhu var.

Bu sözün kesinlikle bir ruhu var.
_________________________________________________________________________________
Mutlu Sayar'dan daha fazla fotoğraf içinmuusensei

28 Aralık 2019 Cumartesi

İzlediklerim-2

Önceki bölüm: İzlediklerim-1

İkinci olarak güzel bir diziden bahsetmek istiyorum. Türkçe çevirisi Çıplak Yönetmen olan Naked Director (全裸監督) sekiz bölümden oluşan bir Japon dizisi. Diziye değinmeden önce konusuyla ilintili Japon kültürü hakkında biraz bilgi vermeliyim. Japonya'da cinsellik bir tabu değil. Geleneksel veya dinsel bir engelleme bulunmuyor. Dünyanın belki de en onurlu insanları olan Japonlar onurlarını uzuvlarında, mahallenin kızlarının etek boyunda filan aramıyor. İki sevgilinin birlikte sinemaya gitmesiyle otele gitmesi arasında hiçbir fark yok. Bununla birlikte Japonlar gösterişten tamamen uzak bir toplum. Özellikle özel hayatın dışa vurulmaması çok önemli. Hele hele özel hayatın, mahremiyetin gösteriş malzemesi yapılması hoş karşılanamaz. Sevgili olan iki gencin birbirine sarılmış yürürken görmeniz çok zor. Öpüşürken görmenize imkan yok. Evli bir çifti bile el ele göremezsiniz. Tüm bunların yapılması ne kadar doğalsa, görünmesi de o kadar ayıp. Özel hayatlar özel sınırlar içinde kalıyor.

Bu durum erotik ve porno filmlere de yansıyor. Japonya'da 1980lere kadar bu tür filmlerde cinsel organlar sansürlenirdi. Oyuncuların çekimde gerçekten cinsel ilişkiye girmesi kabul edilmezdi. Bu durum sonraki yıllarda değişti. Her şeyin açıkça gösterildiği filmler yapılmaya başlandı. Ancak bugün bile bazı Japon porno filmlerinde buzlama ile sansür uygulaması yapılıyor. Yapımcı firmanın, oyuncuların ve izleyicilerin tercihleri doğrultusunda, yasak olmamasına rağmen bu sansürleme kullanılabiliyor.

Çıplak Yönetmen işte Japonya'nın 1980'lerdeki erotik ve porno film sektöründeki bu geçiş dönemini, gerçek hikayeye dayandırarak anlatıyor. Dizide cinsel ögeler fazlasıyla bulunmasına rağmen erotik bir yapım olarak değerlendirmenize imkan yok. Komedinin ağır bastığı müthiş eğlenceli bir yapım. Dizide ihanet var, dostluk var, dayanışma, vefa, inanç, azim ve hayata dair daha birçok şey var. Kurgu, çekimler, oyunculuk çok iyi. Ülkenin tanınmış oyuncuları oynuyor. Örneğin, Son Samuray filminden hatırlayacağınız Koyuki dizide rol alıyor. İzlemekten büyük keyif alacağınıza inandığım, yer yer "demek Japonya'da böyleymiş" diyeceğiniz, yer yer garipseyeceğiniz ama bol bol güleceğiniz bir yapım. Benim gibi eğlenceye daha çok para bayılmayı seven biriyseniz diziyi 4K kalitesinde izleyebilirsiniz.

Gelelim diğerlerine. Netflix'te izlediğim, izlemekte olduğum diğer dizi ve filmlere kısaca değinip bu yazıyı bitireyim. Hepsini tek tek yazmak yerine en iyileri ve en kötüleri sıralayacağım.

Altered Carbon: İzlediklerim arasında en iyilerden biri. İkinci sezonunu merakla bekliyorum.
River: Bir başka müthiş dizi. Gürültü, patırtı olmayan ama çok heyecanlı bir yapım.
Witcher: PS4 oyununu da oynadığım için uzun süre yayınlanmasını bekledim. Beklediğim kadar olmasa da çok iyi bir dizi. Devam sezonları için sabırsızlanıyorum.
Peaky Blinders: Fena değil. Şimdilik takip ediyorum. Klasiğin asaletini seven biri olarak erkek kostümleri harika. Ama saç modelleri felaket.
Kakegurui: Animeden uyarlanmış bir Japon dizisi. Çekimler, kostümler gayet iyi. Ara ara açıp bir bölüm izliyorum.
Titans: Pek de hoşlanacağım bir tür olmayan süper kahraman temalı olmasına rağmen gayet hoşuma gitti. İkinci sezonu geliyor. Mutlaka izleyeceğim.
The Haunting Of The Hill House: Netflix'teki en iyi gerilim yapımı. Tüm diziyi kısa sürede bitirdim.
Svaha: The Sixth Finger: İyi bir Kore filmi. Kore filmlerini oldum olası sevdim. Ancak Japonya'da bulunmam sebebiyle İngilizce altyazılı bulmakta zorluk çekiyorum. İşte bu film ender olanlardan biri.
The Ballad of Buster Scruggs: Amerika'nın vahşi batı yıllarında geçen 6 küçük hikayeden oluşan bir film. Özellikle kervan yolculuğunda geçen hikaye beni epey etkiledi.Devam sezonu yapım aşamasında. Merakla bekliyorum.
Murder Mistery: Netflix'in en iyi komedilerinden biri. Mutlaka izlenmeli.
Diğer iyiler: Baby Driver, I Am Mother, Shaft, Polar, The Outsider, Umbrella Academy, Alienist, Bird Box, The Highwayman, Hitman's Bodyguard, Otherlife, Run All Night, Imitation Game, Looper, Last Vegas.

Stranger Things: İlk sezon kendini izletti. İkinci sezon kötü başladı. İlk sezonun hatırına biraz devam ettim. Gitgide deli saçmasına döndü. Bıraktım. Tekrar açmam.
Lucifer: Batılıların gökten dünyaya inen meleklerle aşk yaşama fantazisinin şeytan versiyonu. Bölümler çoğaldıkça saçmalığın dozu arttı. Artık izlemiyorum.
The Cloverfield Paradox: İzlenmese de olur ama bitirdiğime göre fena değilmiş diyebilirim.
Blacklist: Kuzuların Sessizliği'nin çakması. Bir süre izledim. Artık ne olacak merakımı yitirince bıraktım. Devam etmem.
Diğer kötüler: Sabrina, Lost In Space, Meyerowitz Stories, Apostle, I Am Wrath, Tau, diğer kötüleri hatırlamıyorum bile.

İzlediklerim-1

Hayatımıza çocukların girmesiyle birlikte sinemaya gidip film izlemek tarihe karıştı. Neyse ki Netflix diye bir şey girdi hayatımıza. Önceleri abone olmakta epey tereddüt etmiştim ama girdiğimden bu yana geçen üç yıl boyunca aboneliğimi sürdürüyorum. Böylece film ve dizi izleme eğlencemi evde yaşıyorum.

Oturup da bu satırlarda bir film ya da dizi hakkında yeniden bir şeyler yazma isteği duyacağımı sanmıyordum. Ancak son izlediğim The Irishman filmi ve film için yapılan eleştiriler içimdeki tepkisel duyguları biraz ateşledi. Bu duygularla birlikte film hakkındaki düşüncelerim aklımda cümlelere döküldü. Cümleleri şu an okumakta olduğunuz satırlara aktarırken sadece The Irishman filmini değil, izlediğim ve izlemekte olduğum diğer film ve diziler hakkındaki fikirlerimi de yazayım dedim. Böylece topyekun bir eleştiri yapmış olmak ve okuyuculara fikirlerimi aktarmak istedim.

Madem The Irishman (İrlandalı) filmine yapılan olumsuz eleştiriler benim bu yazıya başlamama sebep oldu, film için uzun, anlaşılmaz, sıkıcı gibi eleştiriler yapanlara cevap vererek başlayayım: Ejderha pışpışlayan kadın memelerini açacak diye yıllarca dizi takip eden bir izleyici güruhunun The Irishman filmini doğru değerlendirebilmesi mümkün değildir. Film başlı başına bir sanat eseri. Tek başına değerlendirildiğinde de sanat eseri, parçalara ayırmaya kalksanız da sanat eseri. Senaryosu, kurgusu, efektleri, kostümleri, oyunculukları, neresinden bakarsanız bakın muhteşem bir film. Al Pacino bence oyunculuğunun zirvesinde. Şahsi fikrimce, Pacino bu filmdeki performansıyla ilk defa Robert De Niro'nun -ki o da filmde muhteşem- oyunculuğunun üzerine çıkıyor. Ancak olur da Joker'deki performansıyla Joaquin Phoenix'e en iyi erkek oyuncu Oscarını vermekte ısrar etmezlerse, belki bu filmdeki rolüyle Joe Pesci'ye verebilirler diye düşünüyorum. Harvey Keitel'ın ise en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscarını alacağına kesin gözüyle bakıyorum. Oyuncuların özellikle duygular ifade edilirken kullandıkları jestler ve mimikler sözle yapılan anlatımlardan çok daha güçlü.

Farklı yıllar sahnelenirken ayrıntılara çok önem verilmiş. Yıl farklılıklarına göre giysilere, dekorlara, arabalara, evlere, evin içindeki televizyona, kafeteryadaki kahvaltıya kadar her ayrıntıya dikkat edilmiş. Eski yılların anlatıldığı hissini vermek için renk soldurması gibi efektler kullanılmamış. Böylece görsel bütünlük bozulmamış. Ayrıca yeni kullanılan kamera teknolojisiyle karakterler de yıllara göre gençleştirilmiş ve yaşlandırılmış. Buraya da bir Oscar yazar diye düşünüyorum.

Filmi izlemeden önce biraz tarih bilgileri karıştırmanızda yarar var. İnternete girip Hoffa, JF Kennedy ve Küba meselesi gibi konuları biraz incelemeniz iyi olacaktır. Film, ABD'nin ünlü isimlerinden J. Hoffa'nın birden bire ortadan kaybolması ve şimdiye kadar hâlâ akıbetinin öğrenilememiş olmasını bir mafya hesaplaşmasına bağlıyor. Bu yorumda haklılık payı olabileceğini kabul etmekle beraber, ben şahsen, tıpkı John Lennon, Marlyn Monroe gibi isimlerde olduğu gibi işin içinde CIA'in parmağı olmadığına kesinlikle inanmıyorum.

Devamı: İzlediklerim-2