Sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Nisan 2020 Pazar

İki Piyano

Huyumdur, kriz dönemlerinde büyük harcamalar yaparım. Aslında huyum olduğunu söylemek tam anlamıyla doğru değil. Çünkü böyle bir alışkanlığım yok. Büyük bir harcama yapmak için kendimi zorluyor da değilim. Elimde olmayan gelişmelerin ve ihtiyaçların etkisi büyük. Bunların üstüne maddiyata olan nefretim ve karakterim de eklenince ortaya bu sonuç çıkıyor. Ancak huyumdur dememin de bir sebebi var.

Defalarca izlediğim için Baba-2 filminin hemen hemen her sahnesini bilirim. Özellikle birkaç sahnesi vardır ki aklıma kazınmış, duygularımı ve davranışlarımı şekillendirmiştir. Onlardan birinde genç Vito işten çıkarılır. Zaten çok fakirdir ve bakmak zorunda olduğu bir ailesi vardır. Cebinde kalan her kuruş altın kadar değerlidir. Çıkarıldığı işten eve döner. Kapıyı açar. Arkasında gazete kağıdına sarılı bir şey saklamaktadır. Yemek vaktidir ve eşi mutfaktadır. Arkasında sakladığı şeyi sarılı olduğu gazete kağıdından çıkarır. Çok lezzetli görünen güzel bir armuttur bu. Meyveyi yemek masasına koyar. Eşi mutfaktan döndüğünde meyveyi görür, sevinçten yüzü parlar ve ne kadar güzel olduğunu söyler. Böylece birlikte sofraya otururlar. Genç Vito gurur ve mutluluk içindedir. Her kuruşun hesabını yapmak zorunda olduğu halde, işini kaybetmiş olmasına rağmen o meyveyi almıştır. Çünkü sevdiği insanın mutluluğu, evindeki huzur onun için her türlü hesaptan daha değerlidir.

Savaştan yeni çıkmış fakir Türk halkı ve yeni kurulan Cumhuriyet ilk yıllarda birçok zorlukla mücadele etmek zorunda kalmıştı. Bu zorluklar içinde Atatürk 1925 yılında bir ilkokulu ziyaret eder. Okula bir Kur'an'ı Kerim hadiye eder ve kendi yazısıyla "dikkatle okunmak için" diye bir not düşer. Atatürk'ün Kur'an'ı Kerim ile birlikte o okula hediye ettiği bir şey daha vardır. Nedir biliyor musunuz? Bir piyano. Sefalet içindeki halk aydınlansın, öğrensin, anlasın, gelişsin diye dikkatli okunması için bir Kur'an...ve bir piyano. Yaptığı her şeyde bir bilgelik, bir zarafet var. İnanın, yazarken gözlerim doluyor [1].

Baba filmlerini mi yoksa Atatürk'ü mü çok sevdiğim için böyleyim bilmiyorum. Belki sadece kendi karakterim böyledir de bu örneklerle haklılığımı kanıtlamaya çalışıyorumdur. Belki de savurganın tekiyimdir ve bunu itiraf etmektense bahane buluyorumdur. Ancak şu bir gerçek ki, özellikle kriz dönemlerinde kendimi büyük bir harcama yaparken buluyorum.

On yıl çalıştığım Turkcell'de işten çıkarıldığımda yeni evliydim. Evlilik harcamalarıyla dünya kadar borca girmiştim. Ev kredisi ödemeye devam ediyordum. Bana verilen tazminat ücretiyle ilk evlilik yıl dönümümüzde eşime bir piyano aldım. İki yıl çalıştığım Huawei'de işten çıkarıldığımda sadece iki ay önce baba olmuştum. Öncesinde ve sonrasında bebek odası eşyaları, puset, araba koltuğu, giysiler, oyuncaklar, ne lazımsa hepsini aldım. Biraz cebimde kalsın demeden en iyileri neyse onları seçtim. Türkiye'deki son işimden ayrılmak zorunda kaldığımda ise eşim ikinci bebeğimize hamileydi. Bebek masraflarının yükü altında gittim temiz olsun diye sıfır araba aldım (öncesinde şirket arabası kullanıyordum). O arabayla alışverişlerimizi yaptık, ailece gezilere çıktık.

Japonya'ya taşınırken eşimin piyanosu maalesef Türkiye'de kaldı. Buraya getirmek mümkün değildi. Zaten elektrik aksamlı olduğu için iki ülke arasındaki volt farkı burada kullanmasına engel olacaktı. Şu sıralar tüm dünyada olduğu gibi Japonya'da da virüs sebebiyle ekonomik zorluklar var. İşsiz kalanlar, dükkanlarını kapatmak zorunda kalanlar, ücretsiz izne çıkarılanlar. Şu an benim için bir tehlike yok gibi görünüyor ama ne olacağını kestirmek mümkün değil. 

Yine de...

Eşimi daha fazla piyanosuz bırakmak istemedim.

Tıpkı birincide olduğu gibi on birinci yıl dönümümüzde de bir piyano aldım.

Eğer böylesine zorlu bir dönemde olmasaydım almaya kalkar mıydım bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa...ben sevdiklerimin mutlu olmasıyla mutlu oluyorum. Belki de esas huyum budur ve yazıya huyumdur diye başlamam bundan dolayıdır. Genç Vito gibi huzur bulma çabasıyla.. Büyük Atatürk gibi çocukların eğitimine katkı vermesi amacıyla..
_____________________________________________________________________________
[1] Okulun adı Gazi Kız Numune Mektebi'dir. Atatürk bunun gibi birçok okula Kur'an'ı Kerim hediye etmiştir. Ayrıntılar için bkz. El Cevap, Sinan Meydan. İnternette araştırdığınız takdirde de birçok bilgiye ulaşabilirsiniz.

13 Ocak 2020 Pazartesi

Uyanmaya Değer Sabahlar


Sabahın erken saatlerinde çektim bu fotoğrafları. Çöpleri atmak için evden çıktığımda günün ilk ışıklarının bulutlarda yansıyan renkleri olağanüstüydü. Hemen eve dönüp fotoğraf makinemi kaptığım gibi arabama atlayıp sahile sürdüm. Geçen o birkaç dakika bile gördüğüm o renkleri kaçırmama yetmişti. Zamanın ne kadar hızlı geçtiğinin bir başka kanıtıydı işte bu. Yine de ortaya çıkan yeni renkler, yer değiştiren bulutlar, yükselmekte olan güneş, hareket eden tekne, denizdeki dalgalar, kumsalda yürüyen yaşlı adam, kısaca gördüğüm her şey beni büyülemeye yetmişti.

Fotoğraflardaki sükunet sizi aldatmasın. Bulunduğumuz yer, Japonya'nın hemen hemen her yeri gibi bir deprem bölgesi. Önümüzdeki zamanda burada da büyük bir deprem bekleniyor. Beklendiği kadar veya beklenenden daha büyük bir depremde bu sakin sular tsunami denen dev dalgalara dönüşecek. Yaklaşık 10-12 metreyi bulacak olan dalgalar gördüğünüz bu sahili altına alacak. Bu fotoğrafları çekmek için üzerine çıktığım güvenlik duvarını aşacak ve aralarında bizim yaşadığımız evin de bulunduğu yüzlerce evi sular altında bırakacak. İncelemeler yapılıyor, önlemler alınıyor, eğitimler veriliyor, çalışmalar devam ediyor. Ama insan eliyle dengesi altüst edilmiş doğanın öfkesine karşı koyacak bir insan gücü yok.

Güzel halini takdir etmem doğanın umurunda olmayacak. Fotoğraflarını çekmem onu şımartmayacak. Günü geldiğinde mutlaka çatacak olan öfkesinden hiçbir şey eksiltmeyecek. Bana iltimas geçmeyecek. O günün gelip çatmasına daha kaç sabah var bilemem. Ama böyle sabahlar uyanmaya değer.

_______________________________________________________________________________
Mutlu Sayar'dan daha fazla fotoğraf için instgrammuusensei

28 Aralık 2019 Cumartesi

İzlediklerim-2

Önceki bölüm: İzlediklerim-1

İkinci olarak güzel bir diziden bahsetmek istiyorum. Türkçe çevirisi Çıplak Yönetmen olan Naked Director (全裸監督) sekiz bölümden oluşan bir Japon dizisi. Diziye değinmeden önce konusuyla ilintili Japon kültürü hakkında biraz bilgi vermeliyim. Japonya'da cinsellik bir tabu değil. Geleneksel veya dinsel bir engelleme bulunmuyor. Dünyanın belki de en onurlu insanları olan Japonlar onurlarını uzuvlarında, mahallenin kızlarının etek boyunda filan aramıyor. İki sevgilinin birlikte sinemaya gitmesiyle otele gitmesi arasında hiçbir fark yok. Bununla birlikte Japonlar gösterişten tamamen uzak bir toplum. Özellikle özel hayatın dışa vurulmaması çok önemli. Hele hele özel hayatın, mahremiyetin gösteriş malzemesi yapılması hoş karşılanamaz. Sevgili olan iki gencin birbirine sarılmış yürürken görmeniz çok zor. Öpüşürken görmenize imkan yok. Evli bir çifti bile el ele göremezsiniz. Tüm bunların yapılması ne kadar doğalsa, görünmesi de o kadar ayıp. Özel hayatlar özel sınırlar içinde kalıyor.

Bu durum erotik ve porno filmlere de yansıyor. Japonya'da 1980lere kadar bu tür filmlerde cinsel organlar sansürlenirdi. Oyuncuların çekimde gerçekten cinsel ilişkiye girmesi kabul edilmezdi. Bu durum sonraki yıllarda değişti. Her şeyin açıkça gösterildiği filmler yapılmaya başlandı. Ancak bugün bile bazı Japon porno filmlerinde buzlama ile sansür uygulaması yapılıyor. Yapımcı firmanın, oyuncuların ve izleyicilerin tercihleri doğrultusunda, yasak olmamasına rağmen bu sansürleme kullanılabiliyor.

Çıplak Yönetmen işte Japonya'nın 1980'lerdeki erotik ve porno film sektöründeki bu geçiş dönemini, gerçek hikayeye dayandırarak anlatıyor. Dizide cinsel ögeler fazlasıyla bulunmasına rağmen erotik bir yapım olarak değerlendirmenize imkan yok. Komedinin ağır bastığı müthiş eğlenceli bir yapım. Dizide ihanet var, dostluk var, dayanışma, vefa, inanç, azim ve hayata dair daha birçok şey var. Kurgu, çekimler, oyunculuk çok iyi. Ülkenin tanınmış oyuncuları oynuyor. Örneğin, Son Samuray filminden hatırlayacağınız Koyuki dizide rol alıyor. İzlemekten büyük keyif alacağınıza inandığım, yer yer "demek Japonya'da böyleymiş" diyeceğiniz, yer yer garipseyeceğiniz ama bol bol güleceğiniz bir yapım. Benim gibi eğlenceye daha çok para bayılmayı seven biriyseniz diziyi 4K kalitesinde izleyebilirsiniz.

Gelelim diğerlerine. Netflix'te izlediğim, izlemekte olduğum diğer dizi ve filmlere kısaca değinip bu yazıyı bitireyim. Hepsini tek tek yazmak yerine en iyileri ve en kötüleri sıralayacağım.

Altered Carbon: İzlediklerim arasında en iyilerden biri. İkinci sezonunu merakla bekliyorum.
River: Bir başka müthiş dizi. Gürültü, patırtı olmayan ama çok heyecanlı bir yapım.
Witcher: PS4 oyununu da oynadığım için uzun süre yayınlanmasını bekledim. Beklediğim kadar olmasa da çok iyi bir dizi. Devam sezonları için sabırsızlanıyorum.
Peaky Blinders: Fena değil. Şimdilik takip ediyorum. Klasiğin asaletini seven biri olarak erkek kostümleri harika. Ama saç modelleri felaket.
Kakegurui: Animeden uyarlanmış bir Japon dizisi. Çekimler, kostümler gayet iyi. Ara ara açıp bir bölüm izliyorum.
Titans: Pek de hoşlanacağım bir tür olmayan süper kahraman temalı olmasına rağmen gayet hoşuma gitti. İkinci sezonu geliyor. Mutlaka izleyeceğim.
The Haunting Of The Hill House: Netflix'teki en iyi gerilim yapımı. Tüm diziyi kısa sürede bitirdim.
Svaha: The Sixth Finger: İyi bir Kore filmi. Kore filmlerini oldum olası sevdim. Ancak Japonya'da bulunmam sebebiyle İngilizce altyazılı bulmakta zorluk çekiyorum. İşte bu film ender olanlardan biri.
The Ballad of Buster Scruggs: Amerika'nın vahşi batı yıllarında geçen 6 küçük hikayeden oluşan bir film. Özellikle kervan yolculuğunda geçen hikaye beni epey etkiledi.Devam sezonu yapım aşamasında. Merakla bekliyorum.
Murder Mistery: Netflix'in en iyi komedilerinden biri. Mutlaka izlenmeli.
Diğer iyiler: Baby Driver, I Am Mother, Shaft, Polar, The Outsider, Umbrella Academy, Alienist, Bird Box, The Highwayman, Hitman's Bodyguard, Otherlife, Run All Night, Imitation Game, Looper, Last Vegas.

Stranger Things: İlk sezon kendini izletti. İkinci sezon kötü başladı. İlk sezonun hatırına biraz devam ettim. Gitgide deli saçmasına döndü. Bıraktım. Tekrar açmam.
Lucifer: Batılıların gökten dünyaya inen meleklerle aşk yaşama fantazisinin şeytan versiyonu. Bölümler çoğaldıkça saçmalığın dozu arttı. Artık izlemiyorum.
The Cloverfield Paradox: İzlenmese de olur ama bitirdiğime göre fena değilmiş diyebilirim.
Blacklist: Kuzuların Sessizliği'nin çakması. Bir süre izledim. Artık ne olacak merakımı yitirince bıraktım. Devam etmem.
Diğer kötüler: Sabrina, Lost In Space, Meyerowitz Stories, Apostle, I Am Wrath, Tau, diğer kötüleri hatırlamıyorum bile.

İzlediklerim-1

Hayatımıza çocukların girmesiyle birlikte sinemaya gidip film izlemek tarihe karıştı. Neyse ki Netflix diye bir şey girdi hayatımıza. Önceleri abone olmakta epey tereddüt etmiştim ama girdiğimden bu yana geçen üç yıl boyunca aboneliğimi sürdürüyorum. Böylece film ve dizi izleme eğlencemi evde yaşıyorum.

Oturup da bu satırlarda bir film ya da dizi hakkında yeniden bir şeyler yazma isteği duyacağımı sanmıyordum. Ancak son izlediğim The Irishman filmi ve film için yapılan eleştiriler içimdeki tepkisel duyguları biraz ateşledi. Bu duygularla birlikte film hakkındaki düşüncelerim aklımda cümlelere döküldü. Cümleleri şu an okumakta olduğunuz satırlara aktarırken sadece The Irishman filmini değil, izlediğim ve izlemekte olduğum diğer film ve diziler hakkındaki fikirlerimi de yazayım dedim. Böylece topyekun bir eleştiri yapmış olmak ve okuyuculara fikirlerimi aktarmak istedim.

Madem The Irishman (İrlandalı) filmine yapılan olumsuz eleştiriler benim bu yazıya başlamama sebep oldu, film için uzun, anlaşılmaz, sıkıcı gibi eleştiriler yapanlara cevap vererek başlayayım: Ejderha pışpışlayan kadın memelerini açacak diye yıllarca dizi takip eden bir izleyici güruhunun The Irishman filmini doğru değerlendirebilmesi mümkün değildir. Film başlı başına bir sanat eseri. Tek başına değerlendirildiğinde de sanat eseri, parçalara ayırmaya kalksanız da sanat eseri. Senaryosu, kurgusu, efektleri, kostümleri, oyunculukları, neresinden bakarsanız bakın muhteşem bir film. Al Pacino bence oyunculuğunun zirvesinde. Şahsi fikrimce, Pacino bu filmdeki performansıyla ilk defa Robert De Niro'nun -ki o da filmde muhteşem- oyunculuğunun üzerine çıkıyor. Ancak olur da Joker'deki performansıyla Joaquin Phoenix'e en iyi erkek oyuncu Oscarını vermekte ısrar etmezlerse, belki bu filmdeki rolüyle Joe Pesci'ye verebilirler diye düşünüyorum. Harvey Keitel'ın ise en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscarını alacağına kesin gözüyle bakıyorum. Oyuncuların özellikle duygular ifade edilirken kullandıkları jestler ve mimikler sözle yapılan anlatımlardan çok daha güçlü.

Farklı yıllar sahnelenirken ayrıntılara çok önem verilmiş. Yıl farklılıklarına göre giysilere, dekorlara, arabalara, evlere, evin içindeki televizyona, kafeteryadaki kahvaltıya kadar her ayrıntıya dikkat edilmiş. Eski yılların anlatıldığı hissini vermek için renk soldurması gibi efektler kullanılmamış. Böylece görsel bütünlük bozulmamış. Ayrıca yeni kullanılan kamera teknolojisiyle karakterler de yıllara göre gençleştirilmiş ve yaşlandırılmış. Buraya da bir Oscar yazar diye düşünüyorum.

Filmi izlemeden önce biraz tarih bilgileri karıştırmanızda yarar var. İnternete girip Hoffa, JF Kennedy ve Küba meselesi gibi konuları biraz incelemeniz iyi olacaktır. Film, ABD'nin ünlü isimlerinden J. Hoffa'nın birden bire ortadan kaybolması ve şimdiye kadar hâlâ akıbetinin öğrenilememiş olmasını bir mafya hesaplaşmasına bağlıyor. Bu yorumda haklılık payı olabileceğini kabul etmekle beraber, ben şahsen, tıpkı John Lennon, Marlyn Monroe gibi isimlerde olduğu gibi işin içinde CIA'in parmağı olmadığına kesinlikle inanmıyorum.

Devamı: İzlediklerim-2

28 Eylül 2019 Cumartesi

Tokyo Oyun Fuarı'nda Kostüm Oyuncuları

Hayatımda ilk kez katıldığım Tokyo Oyun Fuarı'nda (Tokyo Game Show) yine hayatımda ilk kez kostüm oyuncularının etkinliğine şahit oldum. Fuar hem Japonya'da hem de bilgisayar oyunları fuarı olunca, modern Japon kültürünün bir parçası olan kostüm oyunu, yani cosplay de fuarda yer alıyor. Fuarla ilgili izlenimlerimi yazarken kostüm oyunu ile ilgili kısmın biraz uzaması gerektiğini anlayınca bu konuyu şu an okuduğunuz satırlarda ayrı bir başlık altında aktarmayı uygun buldum.

Cosplay, Japon icadı olmasına rağmen İngilizce costume (kostüm) ve play (oyun) kelimelerinin birleştirilmesiyle ortaya çıkıyor. Tıpkı tamamen Japon yapımı olan Pokemon'un pocket ve monster kelimelerinden türetilmesi gibi. Kostüm oyunculuğu tüm dünyaya aynı isimle yayılmış durumda. Eğlence için yapıldığı gibi meslek olarak da yapılıyor.

Kostüm oyuncuları (cosplayer) çizgi filmlerdeki, manga ve animelerdeki, filmlerdeki, dizilerdeki karakterleri kullanarak, giysileriyle, makyajlarıyla, peruklarıyla, lensleriyle, takılarıyla, mimikleriyle kendilerini onlara benzetiyorlar. Bir anlamda onları canlandırıyorlar. Tokyo Oyun Fuarı'na katılanlar ise doğal olarak bilgisayar oyunlarındaki karakterleri kullanıyorlar. Kostüm oyuncusu olarak fuara katılmak için önceden kayıt yaptırmak ve bir dizi şartları kabul etmiş olmak gerekiyor. Hazırlıklarını yapmaları için özel olarak ayrılmış soyunma odaları bulunuyor. Kendilerine tahsis edilen açık alanlarda yerlerini alıyorlar ve fotoğraflarını çekmek için gelen ziyaretçilere poz veriyorlar.

Dergilerden, gazetelerden, veya diğer medya kuruluşlarından sadece kostüm oyuncuları için gelen fotoğrafçılar bulunuyor. Boyunlarında asılı akreditasyon kartları oluyor ve sıra kendilerine geldiğinde bunları göstererek kostüm oyuncularına ne için fotoğraf çekecekleri, nerede yayınlayacakları gibi açıklamalar yapıyorlar. Resimlerini çekmek istedikleri her bir kostüm oyuncusu için dakikalarca sıra bekliyorlar. Talimatlarla istedikleri gibi pozdan poza sokup, ellerindeki yüksek donanımlı makinelerle dakikalarca ve defalarca fotoğraf çekiyorlar.

Kostüm oyuncularının hemen yanlarında twitter, instagram gibi sosyal medya kullanıcı adlarının yazılı olduğu kartlar bulunuyor. Fotoğrafçılar en son bu kartın resmini çekiyorlar. Medyada veya sosyal medyada resimleri yayınlandığı zaman tanınırlıkları artıyor. Kullanıcı adlarından birkaçını kontrol ettiğimde bazılarının yüz binlerce takipçisi olduğunu gördüm. Yani farkında bile olmadan epey ünlü kostüm oyuncularıyla karşılaşmışım.

Aralarında benim de çok iyi bildiğim oyun karakterleri olduğu için kostüm oyuncularının bazılarının çok başarılı iş çıkarmış olduklarını söyleyebilirim. Birçoğunun fotoğrafını çektim, bazılarıyla da birlikte çekildim. Bu fuara katılan veya katılmayan profesyonel kostüm oyuncuları elbette hep aynı kostümü giymiyor, hep aynı karaktere bürünmüyorlar. Farklı yerlerde, fuarlarda, organizasyonlarda farklı karakterlerle boy gösteriyorlar. Giysilerini, makyajlarını, peruklarını, takılarını kendileri hazırlıyorlar veya özel olarak hazırlatıyorlar. Seçtikleri karaktere bürünebilmek için ciddi bir zaman, para ve mesai harcıyorlar.

Kadın karakterlerin daha çok ilgi çekmesi elbette kaçınılmaz. Öyle ki, erkek kostüm oyuncuları bile bazen kadın karakterlere bürünmeyi tercih ediyor. Bu durum onların cinsel tercihlerini değil işlerindeki başarılarını yansıtıyor. Fuara bireysel olarak katılan kostüm oyuncularının yanı sıra oyun firmalarının önceden anlaşarak kendi bölümlerinde yer verdikleri de oluyor. Firmalar kendi oyunlarının tanıtımını bu şekilde de yapıyor. Öyle ki, bazen sevilmeyen bir oyunun sevilen bir karakteri olabiliyor, oyun bu karakter için alınıp oynanabiliyor. Bazı karakterler oyunun kendisinden daha ünlü olabiliyor. Her yıl onlarca yeni oyun, manga ve anime çıkıyor. Yeni karakterler ortaya çıkıyor. Böylece kostüm oyunları yenilik, farklılık ve çeşitlilik kazanıyor.

Bu arada esas sanatçıları da unutmamak gerek. Yani bu karakterlerin gerçek yaratıcıları olan çizerleri. Kostüm oyuncuları onların çizgilerini hayata geçiriyor. Oyun, anime ve manga firmalarının bünyelerinde bulundurduğu bu sanatçılar karakterlerin giysilerinden takılarına, saç renklerinden yüz ifadelerine kadar kostüm oyuncularının başlangıç noktasını oluşturuyor.

Japonya'da sadece kostüm oyunlarına özel fuarlar, organizasyonlar bile yapılıyor. Bunlar arasına, örneğin Comiket gibi, katılmayı çok istediğim etkinlikler bulunuyor. Olur da katılırsam, artık manga ve anime takipçisi olmadığımdan karakterlerin çoğunu tanımayacağım ama renkli ve eğlenceli etkinliklerde yer almış olacağım. Bir de fotoğraf makinemi yenileyebilirsem harika olur.

24 Eylül 2019 Salı

Tokyo'da Akşamüzeri

Tokyo Oyun Fuarı için gittiğim Tokyo'da arkadaşımla buluşmak üzere Ginza'ya geçmeden hemen önce çektiğim bu resmi sizlerle paylaşmak istiyorum. Gün batımına kısa bir süre var. Güneş son ışıklarını yansıtıyor Tokyo'nun binalarında. Yerdeki su birikintisi aralıklarla çalıştırılan fıskiyelerden kalma. Biraz daha vaktim olsaydı fıskiyeler açıkken de fotoğraflamak isterdim burayı. Günün her saati, havanın her durumunda hareketli bir şehir Tokyo.

Şehirde geçirdiğim tek akşamüzeri, çektiğim en güzel fotoğraf. Oyun fuarıyla ilgili yazımı tamamlayıp yayınlamama az kaldı. Bu yazıyı beklerken şehrin bu güzel manzarasıyla baş başa bırakıyorum sizleri.


Japonya'dan ve Mutlu Sayar'dan daha 
fazla fotoğraf için instagram adresi:      muusensei

25 Şubat 2018 Pazar

Momotaro

Okulunun yıl sonu etkinliğinde oğlumun bir tiyatro gösterisinde rol alacağı haberini almıştık. Okulun günlük programları devam ederken provalar için de vakit ayrılmış, haftalarca çalışma yapılmıştı. Öğretmeni tarafından düzenli olarak bize bilgi veriliyordu; Eren'in stresli bir çalışma altında olduğu, bazı davranışlarına anlayış göstermemiz gerektiği gibi telkinler iletiliyordu. Niye bu kadar stres yaratıldığına pek anlam veremiyordum. Klasik Japon titizliği deyip geçiyordum.

Eren'in doğum haberini alır almaz Japonya'ya geldiğim 2012 yılında Okayama'ya da gitmiştim. Yeni doğum yapmış olan eşimin sitemlerine maruz kalmak pahasına, Japonya'ya kadar gelmişken hem arkadaşımı görmek hem de biraz olsun evden ve Türkiye'de bıraktığım iş stresinden uzaklaşıp nefes almak için iki günlük kısa bir seyahat yapmıştım. Yeni yeni blog yazmaya başladığım o sıralarda yaptığım bu geziyi acemi satırlarımda yazmıştım (bkz. Okayama).

Tiyatro oyununda oğlum, Momotaro rolünü oynayacaktı. Karşılaştığımız diğer velilerle sohbet ederken onun bu rolü aldığı cevabını verdiğimizde tavırlarında, sözlerinde bazen hayranlık, bazen kıskançlık hissediyorduk. Elbette Momotaro rolü baş roldü ama 5-6 yaş grubunun sene sonu gösterisinde kimin ne rol aldığı bu kadar büyütülecek bir şey miydi? Sonuçta hepsi sahnede eşit süreler alıyordu. Öğretmenler anne babaların burukluk hissetmesine sebep olmamak için olabildiğince eşit olmaya çabalıyordu. Oyunu bile her rolü birkaç kişinin canlandıracağı şekilde sahneye koymuşlardı. Örneğin Momotaro rolünde oğlumla birlikte beş çocuk daha vardı. Oğlumun bu rolü alması tabii ki benim için de bir gurur kaynağıydı ama diğer velilerin verdiği tepkiler kadar büyütülecek bir durum değildi. Oğlumun Momotaro rolünde olmasının benim için başka bir anlamı vardı..

Okayama'ya ulaştığım zaman istasyondaki bir mağazada tanesi 2000 Yen (şimdiki parayla yaklaşık 70TL) olan şeftali satıldığını görmüştüm. Daha sonra da şehrin çeşitli yerlerinde bu pahalı şeftalileri satan mağazalara sıkça rastlamıştım. Anlaşılan bu meyvenin şehre özel bir anlamı vardı. İşte bu anlamı veren hikayeyi Okayama'nın bir kasabası olan Kuraşiki'de öğrenmiştim. Yöreye ait olan bu hikaye tüm Japonya'nın en ünlü, en bilinen hikayelerinden biriydi ve hikayenin kahramanı Momotaro idi. Efsaneye göre yaşlı bir karı koca nehirde buldukları şeftaliyi eve götürüp yemek için kestiklerinde içinden bir oğlan çocuğu çıkar. 'Şeftali çocuk' anlamına gelen Momotaro ismini verdikleri bu çocuğu evlat edinirler ve o çocuk büyüyünce bir kahraman olur (bkz. Kibi-dango).

O ziyaretimin ardından, yani Eren'in doğumunun üzerinden 6 yıla yakın bir süre geçti. Onun doğum haberini alıp Japonya'ya gelmem, onu ilk kez görmem, ilk kez kollarıma almamla aynı günlerde öğrendiğim hikayenin kahramanı olan Momotaro'yu oğlum tarafından canlandırılırken sahnede izlemek değişik bir duygu, büyük bir hazdı. İşte onun bu rolde olmasının benim için en büyük anlamı buydu.

Önümüzdeki yıllarda fırsat yaratıp tekrar Okayama'yı ve Kuraşiki'yi ziyaret etmek istiyorum. Bu kez yanımda ailem de olacak. Yürüdüğüm sokakları bir de onlarla gezip, Momotaro'nun hikayesini onlarla tekrar dinleyeceğiz. Geçen sefer vazgeçmiştim ama, eşimin sitemlerine yine maruz kalmak pahasına, gelecek sefer şu 70 Liralık şeftaliyi de alıp tadarım herhalde.

2 Ekim 2014 Perşembe

Yağmurlu Haftasonu

Geçtiğimiz haftasonu, hem cumartesi hem de pazar günleri yağmurlu geçti. Cumartesi günü buluşmak için arkadaşlarla önceden plan yapmıştık. Yeşilvadi'de bildikleri bir yere gidip mangal yapmak üzere sözleşmiştik. Yağmur sebebiyle iptal etmeyi düşünüyorduk ama iptal etmemek çok isabetli bir karar olmuştu. Çünkü yağmur, gittiğimiz yere ayrı bir güzellik katmıştı. Ayrıca bizden başka hiç kimsenin gelmemesiyle çok daha samimi bir ortam yakaladık.

Ayşe Teyze'nin Has Bahçesi adlı yerde bizi Ayşe Teyze'nin bizzat kendisi karşıladı. Eşiyle birlikte işlettikleri bu küçük şirin mekanda, hem iki aile müşteri olarak giden biz, hem de onlar hep beraber güzel bir gün geçirdik. Salonun ortasındaki odun sobasıyda hem ısındık hem üzerinde kestane pişirdik, çay demledik ve kahve yaptık. Mangalda pişirdiğimiz etleri, çay bardağında içtiğimiz rakı eşliğinde afiyetle yedik. Doğayla baş başa kaldığımız bu mekan, arka bahçesindeki kümesi, etrafta dolaşıp mangal etinden nasiplenmeyi bekleyen köpekleriyle çocuklarımızın da fazlasıyla eğlendiği, hatta oğlumun öğle uykusundan bile vazgeçtiği güzel bir gün geçirmemize vesile oldu. Kümesten toplanan taze yumurtaları hediye olarak aldık.

Ertesi gün, yani pazar günü bu kez farklı arkadaşlarımızla buluştuk. Bağdat Caddesi'nde buluştuğumuz için bu sefer araba kullanmak zorunda değildim ama yağmurlu havada çocukları gözeterek yürümek pek de kolay olmadı. Yemekten sonra uğradığımız kafede bizi güzel bir sürpriz bekliyordu ve günün en kayda değer ayrıntılarından biri de buydu. Öğrenci olduğunu sandığım çok güzel genç bir kız kafede viyolonsel çalıyordu. Bach'ın Viyolonsel Süitlerini icra ediyor olması ise benim için ayrı bir şanstı. Ara verdiği sırada onunla kısaca sohbet ettim. Çalmakta olduğu eseri bildiğime çok şaşırdı ve gözleri parladı. Aradan sonra tekrar çalmaya başladığında daha dikkatli ve şevkli olduğunu gözlemledim. Ne de olsa, müşteriler arasında daha bilinçli bir klasik müzik dinleyicisinin olduğunu artık biliyordu. Eve dönme vakti geldiği için, verdiği diğer arada ona teşekkür edip ayrıldık. Çok sevdiğim Beşinci Süit'in ilk bölümünü dinleyemeden ayrılmak zorunda kaldığımıza biraz üzüldüm ama yine bir pazar günü bu genç kızla tekrar karşılaşacağımı ve bu sefer daha uzun sohbet etme fırsatı yakalayacağımı ümit ediyorum.

Şimdi önümüzde, bayram sebebiyle beş günlük bir tatil var. İkinci gün annemin Adana'ya dönüyor olmasından dolayı onunla daha çok vakit geçirmek için şehir dışına çıkma planı yapmadık. Ama yine de bu beş günü dolu dolu geçirmek istiyoruz. Umarım yine bu satırlara yazmaya değer güzel günler geçirme şansına sahip oluruz

Instagram

16 Ocak 2014 Perşembe

Mozart M..

Aslında aşağıdaki konu hakkında yazmaya başlamamın nedeni tamamen farklıydı. Ama konuya giriş yaptıktan sonra yazının gidişatı beni ayrı bir başlık olarak yazmaya yöneltti. Üstüne bir de oğlumla ilgili gelişmeler eklenince, uzun zamandır açık olan taslak değişti.

Bilen bilir benim klasik müziğe olan düşkünlüğümü. Adana gibi bir yerde, ortaokuldayken başlayan bu sevda bana çok şey katmıştır. Adana gibi bir yer derken yanlış anlaşılmasın; Türkiye’de sanatın zirvede olan isimleri Adana’dan çıkmıştır, Türkiye’nin dördüncü senfoni orkestrası Adana’da kurulmuştur. Sadece, benim içinde bulunduğum okul ve arkadaş ortamı bu durumu hep yadırgamış, alay ve espiri konusu yapmıştır. Öyle ki, ortaokul ve lise hayatımda bana takılan isim ‘Mozart Mutlu’ idi.

Bu merak nasıl başladı önce onu anlatayım.
13 yaşındaydım. Türkiye’de o zaman sadece TRT kanalı vardı. Her pazar günü, Hikmet Şimşek tarafından hazırlanan Pazar Konseri adlı bir program yayınlanırdı. Uzun yıllar devam eden bu programda klasik müzik konserleri yer alırdı. Bizim televizyon, evde birileri olduğu sürece hep açık olurdu. Ya biz evde yokken ya da seyretmeye değmeyen bir program olduğu zaman kapatılırdı. Bir de uyurken tabii. Pazar Konseri de genelde televizyonu kapattıran bir programdı.

Bir gün bu programda Beethoven’in Beşinci Senfonisi verildi. Odamdaydım, ders çalışmaya başlamak üzereydim. Çok tanıdık bir müzik olunca kulak kabarttım. Televizyonun başına geçip o çok ünlü temasının olduğu birinci bölüm bitene kadar hayranlıkla dinledim. Çok beğenmiştim. İkinci bölüm tanıdık gelmeyen bir müzikti ve konserin geri kalanını dinlemeden, zihnimde birinci bölümün müziğini tekrarlayarak odama çekildim.

Aklımda bu müzik hep kalmıştı ve bir şekilde kasetini bulmak istiyordum. Daha sonraki günlerden birinde annem ve babamla eve dönerken Gazi Paşa Bulvarı'nın başındaki kasetçiye sormak istedim. Babam kasetçinin önünde arabayı durdurdu. O zamanın parasıyla 500 lira verdi. Aradığımı bulmuştum. Kasetin 800 lira olduğunu öğrenince tekrar arabaya dönüp 300 lira daha istedim ve nihayet kaseti aldım.

Evdeki teybimde o ilk bölümü, sanki yeni çıkan 'hit' bir pop müzik şarkısıymış gibi, başa sarıp tekrar tekrar dinledim. Günlerce dinleyince hem ezberlemiştim hem sıkılmıştım. Bir gün başa sarmaya üşenip ilk yüzün sonuna kadar dinledim. Diğer müzikler ilgimi çekmemişti. Sonra kasetin diğer yüzünü çevirdim. Diğer yüzünde Beethoven’in Yedinci Senfonisi vardı. Dinlemeye başladım. Bir yandan önümdeki ders kitabıyla ilgileniyordum ki senfoninin ikinci bölümü başladı. Bu muhteşem müzik, ilk dinlediğimin üzerinden bunca sene geçmesine rağmen, halen beni etkilemeyi başaran nadir eserlerden biridir. Sahip olduğum kasetteki kayıt, Herbert von Karajan tarafından yönetilmiş ve Berlin Filarmoni Orkestrası tarafından icra edilmişti. Her ikisinin de ne kadar ünlü ve ününü hak eden erbaplar olduklarını sonraki yıllarda daha da iyi anlayacaktım. Karajan, benim için halen önüne geçilememiş bir orkestra şefidir.

Artık Yedinci Senfoninin ikinci bölümünü tekrar tekrar dinler olmuştum. Klasik müzikte beni etkileyen bir şeyler vardı ve ben de üzerine gitmeye karar verdim. Her pazar günü Pazar Konseri programını, güzel bir şeyler daha  bulabilme heyecanıyla izlemeye başladım. Beğendiğim bir şey bulunca eserin bilgilerini bir kağıda not edip kasetini almaya başladım. Her defasında yeni bir besteci, yeni bir konser salonu, yeni bir virtüöz, yeni bir orkestra şefi izleye izleye, dinleye dinleye büyüdüm. Artık kaset alırken sadece eserleri değil, yorumcuları da sorar olmuştum. Yorumcular beni bestecilerle, besteciler beni yorumcularla tanıştırır olmuştu. Büyüdükçe daha çok öğrendim, öğrendikçe klasik müzik içimde daha çok yer etmeye başladı. Değişen hayatımla birlikte benim bir parçam oldu.

Benim bu ilgim arkadaşlarım tarafından pek umursanmıyordu ama okul öğretmenlerimin ilgisini çekmişti. Öğretmenlerimden Sevim hanım bana Nadir Nadi'nin Dostum Mozart adlı eserini önerdi, severek okudum. Üç sene boyunca okulun tiyatro çalışmalarında müzik düzenlemeleri yaptım. Bunlar her zaman beğeni topladı ve lisenin son yıllarında benden, elimdeki kasetlerden karma müzik kasetleri hazırlamam yönünde ricalar geldi[1]. Ben de seve seve yaptım, tanıdık tanımadık arkadaşlara verdim. Bir zamanlar Mozart Mutlu dedikleri kişi artık bu müziğe erişebilecekleri en iyi, hatta tek kaynaktı. Ukalâlık gibi olsun istemem ama mezun olduğum lisede, klasik müziğe olan ilginin başlaması ve artmasında benim katkılarımın olduğunu söyleme hakkına sahibim diye düşünüyorum.

Amcamın ve Ayla yengemin büyük bir klasik müzik hayranı olduklarını öğrenmem beni çok şaşırtmıştı. Çünkü 13 yaşıma gelene kadar bundan haberim olmamıştı. Amcamın bana verdiği, benden çok daha yaşlı olan plakların hatırası büyüktür. Çok istememe rağmen ailem keman dersleri almama engel oldu. Burada yazmak istemediğim sebeplerden ötürü bu isteğimi karşılamadılar.

İstanbul'a yerleştikten sonra çok sayıda konserlere gittim. Fazıl Say, İdil Biret konserleri unutamadıklarım arasında yerini almıştır. Opera ve bale gösterilerini izlediğim ve neredeyse abonesi haline gelmiş olduğum Atatürk Kültür Merkezi'nin, sanat düşmanı siyasî iktidar tarafından senelerdir kapalı tutuluyor olmasının ayıbı halen temizlenmiş değil. Ama fırsat buldukça konserlere katılımım devam ediyor. Eşim piyano çalıyor ve ilk evlilik yıl dönümümüzde ona bir piyano almıştım. Oğlumuzu kucağına oturtup piyano çalıyor.

Bu dinlemeler, anlaşılan oğlumu da etkilemiş ki, klasik müzik duyduğu zaman orkestra yönetmeye başlıyor! İki elini kaldırıyor, karşısında filarmoni orkestrası varmış da kendisi şefmiş gibi başlıyor yönetmeye. Onun müzik eğitimi almasını mutlaka istiyorum. Sanatçı olsun veya olmasın, müzik eğitimi alması için ve istediği bir enstrüman olursa öğrenmesi için ona destek olacağım.

_______________________________________________________________________________
[1] O zamanlar böyle bir kavram vardı. Biri bir kaset alır, iki kasetçalarlı teypte çoğaltılıp dağıtılırdı. Hatta kasetçiler karma kasetler hazırlayıp satarlardı.

29 Mart 2013 Cuma

Japon Dizileri

Bir dizi film takip etmeyeli yıllar oldu. Televizyonda yayınlanan ve senelerce sonu gelmeyen dizileri takip etmek ise benim için hiç cazip gelmiyor. Kendi kendime söz vermişim gibi bu dizileri takip etmedim, etmiyorum.

Geçenlerde baldızım eşime Japonya'daki bir diziden bahsetmiş. Öyle anlatmış ki, eşimde de bir merak uyanmış ve bunu benimle paylaştı. Ülkesinden, akrabalarından uzak olan eşim için yapabileceğim bir şey çıktığını düşünerek, Japonya'da yayınlanan bu dizinin bölümlerini buldum ve onunla birlikte ben de seyrettim.

Dizi o kadar hoşuma gitti ki, sanki seneler önce unuttuğum bir tadı tekrar almışım gibi hissettim. Bu hisler de beni yeni diziler bulup izelemeye sevketti ve Japonya'da yayınlanan iki farklı dizi daha aldım. Eşimle birlikte onları da seyrettik.

 
İlk seyrettiğimiz dizinin adı 'Kekkon Shinai' idi. Türkçesini 'Evlenmek Yok' diye tercüme etmek mümkün. Diğeri 'Kaseifu no Mita', Bakıcı Mita ve sonuncusu Jin (özel isim) idi. Bu dizilerin iyi tarafı ve ortak özellikleri her birinin on birer bölüm olması. Yani Japonya'da dizilerin bir başı, bir de sonu var. Bizdeki gibi tutarsa devamını çekeriz, 3 seneye yayarız yok. Her bölüm kırk dakika. Diğer taraftan, dizilerin tamamını almış olduğumuz için belirli bir gün ve saat beklemek durumunda kalmadık. Hemen hemen her akşam işimiz bittikten sonra kırk dakikamızı ayırıp, çay ve meyve eşliğinde bölümleri seyrettik. Şimdi bir süre, elimizde olup henüz seyredemediğimiz filmleri seyretmek niyetindeyiz. Üzerimideki işler bize pek fazla zaman bırakmıyor olsa da kendimize bu vakti ayırmak için çaba harcıyoruz.



***
Resimler DramaWiki sitesinden alınarak eklenmiştir.

8 Şubat 2013 Cuma

Kedi Kiralama

Sinema festivallerinin bana kazandırdığı en önemli şeylerin başında Uzakdoğu sinemasında çok ciddi çalışmalar yapıldığını öğretmesi oldu. Hollywood bile bu filmleri, bu yönetmenleri keşfetti ki, artan bir ivmeyle pek çok yönetmen film yapması için Hollywood'a çağrılıyor, pek çok Uzakdoğu filminin Hollywood versiyonları çekiliyor.*

Hollywood güdümlü Türkiye sinema salonlarında vizyona alınmayan pek çok Japonya, Kore, Çin, Hong Kong filmlerini kendi çabalarımla elde edip kendime izleme imkanı yarattım. Bu sayede birçok yönetmeni ve oyuncuyu tanıdım, takipçileri oldum.

Bu yönetmenlerden biri de Naoko Ogigami. Japonya'nın bayan yönetmenlerinden biri olan Ogigami, şimdiye kadar beni hiç hayalkırıklığına uğratmadı. İnsanın içini ısıtan filmleri çok sevimli karakterlerle, konular ve insanlar arasında farklı bağlantılar kurarak biraraya getiriyor ve çok güzel filmlere imza atıyor. İşte bu filmlerden biri olan Kedi Kiralama filmini (orj. Renta Neko), Japonya'daki arkadaşım Chie'nin doğum günü hediyesi olarak gönderdiği DVDden seyrettim.

 
Kedileriyle birlikte yaşıyan bir genç kızın, kedilerini kiraya vermesinin konu edildiği bu güzel filmde işlenen esas konu, insanların hayatlarındaki "boşlukları doldurması" üzerine kuruluyor. Kediler, her ne kadar bu amaç için bir araç olarak görünse de filmde çok güzel kullanılmış ve filmin çekim görüntülerini de seyrettiğim kadarıyla bunun için büyük bir emek harcanmış.
 
Ogigami'nin bende DVDsi olan diğer iki filmi, Tuvalet ve -İngilizce vizyon adıyla- Kamome Diner, izlediğim en güzel filmler arasındaydı. Henüz seyretmediğim ve sırada olan diğer filmi Megane de beni aynı ölçüde tatmin edecektir. Vizyona girmediği gibi maalesef medyası da çıkmayan bu ve bunun gibi değerli filmlerden Türkiye'nin mahrum bırakılmasının sanatsal açıdan bir kayıp olduğunu düşünüyorum.
 
 
 
* Örnekler: 2003 Kore yapımı Oldboy'un 2013 Hollywood versiyonunu Samuel L. Jackson oynayacak; Nicole Kidman'ın oynayacağı Stoker'ın (2013)yönetmeni Park Chan Wook (Kore), A.Schwarzenegger'in oynayacağı The Last Stand'in (2013) yönetmeni Jee Koon Kim (Kore), Chris Evans'ın oynayacağı Snowpiercer'ın (2013) yönetmeni Joon Ho Bong (Kore), vizyonda olan Life of Pi'nin yönetmeni Ang Lee (Tayvan), 7500 (2013) filminin yönetmeni Hollywood versiyonları da çekilem Halka ve Garez gibi gerilim filmleriyle tanınan Takashi Shimizu (Japonya).

30 Aralık 2012 Pazar

Kroyçer Sonat

2012'de okuduğum son kitap Tolstoy'un Kroyçer Sonat oldu. Tolstoy, kitabın ismini Beethoven'in aynı adlı eserinden almış. Bir tren yolculuğu sırasında aynı vagonu paylaşan kişilerin erkek-kadın ilişkileri üzerine yapmakta olduğu tartışma, tartışmaya sonradan dahil olan Pozdnişev adındaki adamın karısını öldürmesini söylemesiyle farklı bir boyuta geçiyor. Sonrasında ise kitap, adamın karısını öldürdüşünün hikayesini baştan sona anlatması üzerine kurgulanıyor. Kitabın sonuna bir ekleme yapılmış ve eklenen bu bölümü Tolstoy, kitabında neleri anlatmak istediği, öyküden çıkarılabilecek sonuçların neler olduğu yönünde birçok kimseden mektuplar alması üzerine kendisi yazmış. Bu bölüm Tolstoy dönemi Rusyasının toplumsal yapısı hakkında bilgi alabilmemiz açısından da ilginç.

Benim esas anlamaya çalıştığım nokta ise Tolstoy'un, eseri için neden bu ismi seçtiği.


Orjinal Almanca ismi Kreutzer (ok. kroyttser) olan bu Beethoven sonatı, bir piyano ve bir keman için bestelenmiş, beni en çok etkileyen eserlerden biridir. Eskiden sanatsal yayınlar yapan TRT2 kanalında ilk dinlediğimin üzerinden belki 20 seneden fazla geçmiştir. Eser genellikle "A-Majör piyano sonatı" olarak nitelenmesine rağmen, Beethoven asla böyle bir tanımlama vermediği için yanlış bir isimlendirmedir.

Beethoven bu sonatı dönemin ünlü kemancısı George Bridgetower'a dedike etmiştir ve kendisi piyano, Bridgetower da keman ile bu eseri ilk kez 1803'te icra etmişlerdir. Konser sonrasında ikisi içki içip sohbet ederken Bridgetower, Beethoven'in önemsediği bir kadının ahlâkî değerlerine dil uzatmış, öfkelenen Beethoven da -ki öfkesiyle de çok ünlüdür- bu eserini Bridgetower yerine dönemin en ünlü kemanisti olarak bilinen Rodolpho Kreutzer adına ithaf etmiştir.


Eserin Kreutzer adını almasının sebebi budur. Ancak ne var ki, R.Kreutzer eseri asla icra etmediği gibi "rezil derecede anlaşılmaz" olarak nitelemiştir. Tarih onu son derece haksız çıkarmasına rağmen eser kendi ismiyle anılmaya bugüne kadar devam etmiştir. Böyle bir hakareti Beethoven'in duyup da öfkelenmemesine elbetteki imkan yoktu ama demek ki, Bridgetower'a olan öfkesi daha ağır basmış ki bu isimde ısrar etmiş ve belki de Bridgetower'ı kıskandırmak, küçük düşürmek, diğer kemancıyı ondan üstün tutmak gibi düşüncelerle onu bir anlamda cezalandırmaya çalışmıştır.

Tolstoy'un eserinde Kreutzer sonatının geçtiği yer ise, öykünün ana karakteri olan Pozdnişev'in, piyano çalan karısı ve ona kemanla eşlik eden Truhaçevski'nin bu eseri icra etmesidir. Pozdnişev, karısını öldürmesine götüren öyküsünü anlatırken karısı ile Truhaçevski arasında bir ilişki olduğuna inanır.

Kitabın sonlarına doğru yer alan bu kısa bölümde Tolstoy, Pozdnişev'in ağzından sonata ve bestecisine övgüler düzer. Ancak bana kalırsa, Tolstoy gibi birinin, Beethoven'in Kreutzer Sonatı'nın hikayesini bir yerlerde okumamış olmasına imkan yok. Sadece bestenin ihtişamı sebebiyle değil, aynı zamanda Beethoven'in, ahlâkî değerlerine dil uzatılmış kadını korumasından da etkilenerek kitabı için bu ismi seçmiştir, hatta belki de bu olaydan ilham almıştır diye düşünüyorum. Zira kitap, bir kıskançlık cinayetini değil, bir pişmanlığı da anlattığı gibi ahlâkî değerleri de ön plana çıkarmaya ve bir kadının mağduriyetini anlatmaya çalışıyor. Kitabın okunmasını da bestenin dinlenmesini de şiddetle tavsiye ediyorum.

28 Kasım 2012 Çarşamba

Hac'da Trovatore

Paulo Coelho, ünlü eseri Simyacı'ya ilham kaynağı olan, Hıristiyanların 1000 yıldır yürüdükleri Pireneler'den Santiago'ya uzanan 700 kilometrelik kutsal hac yolundaki yürüyüşünü konu ettiği Hac kitabında, başından geçen olaylara ve edindiği deneyimlere yer veriyor. Kitabı okurken bana çok tanıdık gelen bir olayın anlatımına rastladım. Yazar, rehberi ile birlikte Estella kasabasına varıyor ve bir şeyler içmek için uğradıkları barda konuşurken onları dinlemekte olan bar sahibi ile atışmaya başlıyorlar.

Geçen konuşmada anlatılan olay şu ki, kasabanın meydanında bir çingene, büyücülük ve okunmuş ekmeğe sövmekle suçlanarak diri diri yakılmış. Çingene ölmeden önce, şeytanlarının köydeki en küçük çocuğa geçeceğini, o çocuk yaşlanıp ölünce de bir başka çocuğa geçeceğini, bunun yüzyıllar boyunca böyle sürüp gideceğini söyleyerek kasabayı lanetlemiş.

 
Bu olay Giuseppe Verdi'nin Il Trovatore operasında geçen olay ile neredeyse aynı. 11.yüzyılda, yine İspanya'da geçen bu hikayede, Kont, ikinci bir oğula sahip olur ve henüz bebekken bir çingene kadın onları görüp bebeğin yanına gelerek dualar eder. Amacı Konttan biraz para kopartabilmektir belki de, ancak çingene kadın oradan hemen uzaklaştırılır. Aynı akşam bebek hastalanmıştır ve Kontun ailesi çingene büyü yaptığı için bebeğin hastalandığı sonucuna varır. Çingeneyi yakalatırlar ve diri diri yakarlar. Ateşler içindeki çingene ölemden önce, kızına seslenerek intikamını almasını ister. Olaylar çok başka şekil alır ama gerisini bu satırlarda yazmayacağım.


Il Trovatore, en sevdiğim operalarından biridir. Hac kitabının da iyi bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Ancak bu benzerlik gerçekten bana şaşırtıcı geldi. Internette bu olayı çok araştırdım ama bir ize rastlamadım. Kitaba göre, İspanya İç Savaşı patlak verince olay unutulmuş ve sadece kasabada yaşayanlarca hatırlanıyormuş. Yıl olarak karşılaştırdığımda ise, Il Trovatore 1853 senesinde ilk kez sahnelendi, kitaba göre Estella'daki olay ise 1936 senesinde geçiyor.* Eğer -kitaptaki anlatıma göre öyle görünmüyor ama- olay yazarın kurmacasıysa Il Trovatore'den esinlenmiş olabileceği ihtimali kuvvetli görünüyor. Ama eğer gerçekse anlaşılan o ki, İspanya'da çingenelerin "kara büyüleri" ve onları diri diri yakmak, yaygın bir düşünce olsa gerek.**

* Yazar, yolculuğa 1986'da çıkmış ve olayın zamanı "50 sene önce" olarak belirtilmiş.
** Il Trovatore operası İtalyancadır, bestecisi G.Verdi ve libretto yazarları da İtalyandır. Ancak eserin esas hikayesi İspanyol yazar Antonio Garcia Gutierrez'in El Trovador isimli İspanyolca tiyatro oyunundan uyarlanmıştır.

20 Aralık 2011 Salı

Aimi Kobayashi

Çocukluğumun en sevdiğim televizyon programlarından biri olan Pazar Konseri’nde merhum Hikmet Şimşek’in İdil Biret hakkında anlattıklarını iyi hatırlarım. Hikmet Şimşek, katıldığı bir konser programında İdil Biret’in anons edildiğini ve sonrasında piyanonun başına 4 yaşında küçük bir kızın geçmesi karşısındaki şaşkınlığını anlatmıştı. Sonra ise o küçük kızın piyano çalışını “taburede oturup o küçücük parmaklarıyla, yerden yüksekte kalan ayaklarını havada sallaya sallaya piyano çalıyordu” diye anlatmış, sonra ise o ‘harika çocuğun’ nasıl büyük, dünya çapında bir piyanist olduğunu gururla söylemişti.

Sonraki senelerde, benim de büyük bir gurur ve hayranlık duyduğum İdil Biret’in iki konserine bizzat dinleyici olarak katılma fırsatı bulmam ise benim için bir çocukluk hayalimin gerçekleşmesi gibiydi.

Konser salonlarını kapalı tutan, “kim dinliyor ki” diyerek klasik müzik yayını yapan radyoları kapatan mevcut hükümet zihniyeti içinde, Türkiye’nin yeniden böyle sanatçılar yetiştirmesinin çok zor olduğunu düşünüyorum. Ancak ümidimi kaybetmiş değilim.

Bu satırlarda esas olarak bahsedeceğim şey İdil Biret’e çok benzeyen yeni bir sanatçının yetişiyor olduğunu görmek. Tamamen tesadüfen karşıma çıkan bu kız 1995 doğumlu ve tıpkı İdil Biret gibi 4 yaşında konser salonlarında müzik icra etmiş bir sanatçı. Aimi Kobayashi Japon bir piyanist ve bugün 16 yaşında. 4 yaşındayken ve sonraki erken yaşlarında verdiği konserleri Youtube’dan izlemiştim. Chopin’in 20 numaralı Nocturn yorumu hala hafızamdadır. Bu sene Japonya’ya gittiğimde ise onun bugüne kadar çıkmış olan iki CDsini de alma imkanım oldu.

Aimi Kobayashi CDlerim

Bu genç yeteneği takip etmeye devam edeceğim. İleride çok daha fazla adından söz ettirecek, büyük bir piyanist olacağını ümit ediyor ve bekliyorum. Umarım bir gün onun konserlerine gitme şansını da elde edebilirim.

8 Aralık 2011 Perşembe

Mozart'ın Elvira'ya Olan Büyük Aşkı

Mozart’ın 21. Piyano Koncertosu vardır. Muhteşemdir.

Herkes Mozart’ın bu eseri Elvira Madigan isimli bir kadın için yazdığını sanır. Zira bir müzik mağazasına gidersiniz, bu konçertonun CDsini bulursunuz, üstünde "Mozart, Piano Concerto Nr:21, ‘Elvira Madigan’” yazar.

İnsanlar bunu görünce kafalarında büyük bir aşk hikayesi canlanır. Kimmiş bu Mozart’ın bu kadar sevdiği, adına konçerto yazdığı kadın diye merak ederler.

Elvira Madigan, Danimarkalı bir ip cambazıdır. Üvey babasının sirkinde gösteri yapmak için bulunduğu İsveç’te Sparre isimli bir subayla birbirlerine aşık olurlar. Ama Sparre evli ve iki çocuğu olan bir adamdır. Yine de aşkları devam eder. Bir yıl boyunca birbirlerine mektuplar yazarlar ve nihayet birlikte Danimarka’ya kaçarlar. Yaklaşık bir ay birlikte olurlar. Ama paraları bitmektedir. Bir piknik sepeti hazırlayıp Tasinge Adası’na giderler. Birlikte son yemeklerini yedikten sonra Sparre, dünyada sürdüremeyecekleri aşklarını ebediyette yaşamak düşüncesiyle, zimmetli tabancasıyla önce Elvira’yı sonra kendisini öldürür.

Mozart 1756-1791 yılları arasında yaşamıştır. Elvira ise, Mozart öldükten çok sonra doğmuş, 1867-1889 yılları arasında yaşamıştır.
Yani Mozart Elvira'yı asla tanımamıştır.

Peki nasıl olmuştur da Mozart, Elvira Madigan adını verdiği bir konçerto bestelemiştir?

Cevap basit: Bestelememiştir.
Konçertoyu bestelemiştir de bu ismi vermemiştir.
O konçerto Mozart’ın sadece 21inci Piyano Konçertosu’dur.

Elvira Madigan ve Sparre’ın mezarları halen öldükleri o adadadır ve halen aşıkların ziyaret ettikleri yerler arasındadır. Elvira Madigan’ın Sparre ile olan bu dramatik hikayesi 3 kez filmlere konu olmuştur. Bunlardan en bilineni 1967’de çevirilen İsveç yapımı bir filmdir. İşte bu filmde Mozart’ın 21inci Piyano Konçerto’sunun ikinci bölümü, o muhteşem, o duygu yüklü Andante bölümü kullanılmıştır. Konçerto’ya Elvira Madigan ismi bu filmden sonra, pazarlama uzmanı şahıslarca verilmiştir.

Çok kötü de olmamıştır çünkü her ikisi de birbirlerini yaşatmaktadır. Ben sadece işin aslı bilinsin istedim ;)