25 Mart 2012 Pazar

Bir Hatır Kaç Nema Eder?

Dosttan teşekkür değil yakınlık beklersin.
*
Teşekkür beklemeden dosta el uzatırsın ki ödülünü Allah'tan alasın.
Teşekkür gelmese de için rahat olur. Dostun gene dost kalır.
*
Hasta oldun mu da dosttan şifa beklemezsin.
Ama
bir geçmiş olsun gelmedi miydi için rahat olmaz.
Dost mu değil mi o zaman düşünürsün.
*
Yakınlık; bir teşekkür değil, bir geçmiş olsundur.
**
Bir dosta tutumunu düzeltmesi için gereğinden fazla şans tanıdım.
Dün bu ip koptu.

**
Gereği kadar değil de gereğinden fazla iltimas geçmemin sebebi de ortak çevremizin hatırı.
O hatır ki ona o hatırı kazandıran kapıyı da ben açtım.
*
Kızı doğdu gittim.
Eşim hasta yatarken gidip onu askere uğurladım, eşine Allah kavuştursuna gittim.
Seve seve gittim.
Yıllar geçti.
O geçen yıllarda dostluğumuz, sohbetimiz devam etti.
*
Ama
eşim çok çok hasta olduğunda telefon bile edip geçmiş olsun diyemedi.
*
Ses çıkarmadım. Ama düşündüm.
Bir yıl geçti.
*
Ben düşünürken
ta Japonya'dan geçmiş olsuna gelen arkadaşımız oldu.
*
Ben düşünürken
bu 'dost' her türlü davette de boy gösterdi,
sıra ona geldi, buyurun bize gelin diyemedi,
kendisi geldi de geldi.
*
Düşünürken düşünürken
dün gördüm!
*
'Dost' o hatırdan nemalanmaya gelip gitmiş meğer.
Meğer eşim değil de neması hasta olsaydı ararmış.
Nihayet neması meyve de vermiş.
Yüzü gülüyor, ruhu şenlenmiş.
*
Allah güldürsün.
Ama ben o hatırdan kendi payımı çekiyorum.
Zaten nema cinsinden değeri yok.

21 Mart 2012 Çarşamba

Kızımın Doğum Günü

Aşağıda yazdıklarım hayatımın en hüzünlü anılarından birinin hikayesidir.
Yarın doğum günü olan kızımın hikayesi.

Herşeyden önce kayıt altında olan bu satırların ulaştığı herkese, arkadaşlarıma, akrabalarıma ama en başta aileme ve benden sonra gelecek olan aile fertlerine bir iz, bir hatıra kalacağını düşünerek yazıyorum.

4 Kasım 2010
Eşim günlerce normal seviyelerine inmeyen hafif yüksek bir ateşten şikayetçiydi. Evimize yakın olan Kozyatağı Florance Nightingale Hastanesi’nden randevu aldık. Doktor ultrasonla yaptığı muayene sonrasında eşimin 5 haftalık hamile olduğunu söyledi. Bu haber bizde büyük bir sevinç ve bir o kadar da şaşkınlık yarattı. Daha önce tatmadığım bir şaşkınlıktı bu. Yeni iş değiştirdiğim için sigortamız doğum sürecindeki masrafları karşılamayacaktı. Bu durum bize hastaneden bağımsız bir doktor seçebilme imkanı vermişti ve biz de tavsiyeler üzerine, sonraki süreç içinde çok iyi bir doktor olduğuna kendim de şahit olduğum Ercüment beyi seçmiştik.

Zamanla yakınlarımızla, dostlarımızla paylaştığımız bu hamilelik dönemi neşeli, heyecanlı ve yaşamımızın sonraki dönemine ilişkin kurduğumuz güzel hayallerle geçti. Eşimle birbirimize anne-baba şakaları yapıyorduk, geleceğe ilişkin neler yapmamız gerektiği hakkında fikirler yürütüyorduk.

26 Şubat 2011
Kendimizi yeni hayatımıza alıştırmaya çalıştığımız o heyecan verici dönem, ultrason muayenesi sırasında, doktorumuzun şu sorusuyla yerini endişeye bıraktı:
Yakın zamanda bir sıvı kaybı yaşadınız mı?
Olumsuz yanıt vermemiz üzerine muayenesine devam eden doktor, uzun dakikalar sonra şöyle dedi:
Bir problem var gibi görünüyor.

1 Mart 2011
Doktor, daha detaylı bir inceleme yapmak üzere hastanesinde randevu verdi. Muayenehanesindekinden daha iyi bir ultrason makinesiyle uzun uzun yaptığı incelemelerden sonra bebeğin böbreklerinde ciddi bir problem olduğunu ve bunun bizi bebeği kaybetme noktasına kadar götüreceğini söyledi. Eşimin gözyaşları yüreğime damladı. Bundan sonrası ise bizim için bir kabusun başlangıcıydı.

3 Mart 2011
Doktorun olabildiğince açık verdiği bilgiler doğrultusunda bebeğin artık yaşayamayacağını, ya dünyaya gelmeden önce anne karnında ya da doğumdan sonra öleceğini öğrenmiştik. Bunun raporlarla tescil edilmesi gerekiyordu ve bunu sadece İstanbul’da ÇAPA Hastanesi yapabiliyordu. Doktorun yönlendirmesiyle ÇAPA’ya gittik. Hamileliğin geç safhalarında olduğumuz için hamileliği sonlandırma kararını vermek bizim elimizde değildi. Bunu istemiyorduk da çünkü içimizde hâlâ bir umut var gibi hissediyorduk. Her yeni tetkik yapıldığında doktorun ağzından belki olumlu bir şey çıkabilir diye bekliyorduk. Umutlarımız boşunaydı. Artık annenin sağlığı söz konusuydu ve sonraki hamilelikleri engelleyecek bir sağlık sorunuyla karşılaşmamak gerekiyordu.

Bunlarla boğuşurken bir yandan da çalışmakta olduğum şirkette benim kariyerimin ilerleyişini nasıl durduracaklarının hesaplarını yapan ahlaksız bir yönetici ve onun yakın dostu olan ucuz bir satış müdürü ile uğraşıyordum.

ÇAPA’da bizi sırayla bir oraya bir buraya gönderip durdular. Sabahtan akşama kadar deyim yerindeyse süründük:
Önce, zaten daha önce tespit edilmiş olan, hamilelikte bir sorun olduğu teyit edildi; iki farklı ultrason muayenesi ile ayrı ayrı. Bunun raporu tutuldu.

Sıra geldi bu hamileliğin sonlandırılması kararının alınabilmesi için gerekli olan diğer testlere.

Başta genetik testi istendi. Genetik bölümüne gittik. Rahimden sıvı alınırsa sonuç 3 ayda çıkarmış, parça alınırsa 2-3 haftada çıkarmış. Zaman kazanmak için daha eziyetli olan ikinciyi seçtik. Parça alınacak, diye kağıt verdiler, tekrar kadın doğum bölümüne gönderdiler. Eşimin karnını delip plasentadan parça aldılar. Bu parçayı bize verdiler. Tekrar genetik bölümüne gidip parçayı teslim ettik.

Genetik bölümünün başındaki doktor sıfatlı kadın, Disney masallarındaki cadılardan farksızdı. İlk hafta kromozom bozukluğu olup olmadığının sonucu çıkarmış, sonra da genetik sonucu. Sonra bu sonuçlar yetkili doktorlar tarafından konseyde değerlendirilip nihai sonuç çıkarmış. Yani hamileliğin âkıbetinin ne olması gerektiğine resmî olarak karar verilene kadar hamile halde haftalarca beklemekten söz ediliyor. Doktor hanım(!) ise hamilelik sonlanınca bebeği alıp ona getirmemizi istedi. İnceleyecekmiş, sonra Avrupaya gönderip orada inceletecekmiş, bunun için bilmem kaç Euro ödememiz lazımmış, 3 ay sonra bir rapor gelirmiş falan. Kendine iş arıyor.

Tüm bu olan bitenler içinde beni değil eşimin durumunu gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Japon bir kadın; medeniyetin, ahlâkın zirvesindeki bir ülkeden kocası için Türkiye’de yaşamayı seçip gelmiş, karnında bir bebek var, bir ur gibi taşıyor, bilmediği bir hastane ortamında, bir oraya bir buraya koşturuluyor, konuşmalarını tam olarak anlayamadığı doktorlara muayene oluyor, ama onların hâl ve tavırlarından, anlayabildiği kadarıyla konuşmalarından saygısızlığın ve edepsizliğin günlük yaşamın bir parçası olduğu bir ülkede olduğu hissettiriliyordu. Sanki bu hastalık hâli bizim tercihimizdi de derdi onlar çekiyorlardı. Bedensel ve ruhsal olarak büyük bir travma yaşatılıyordu.

O gün nihayet eve döndüğümüzde bir karar çıkması için haftalarca daha beklemek durumunda kalmıştık. Ben ise hem fiziksel açıdan hem duygusal açıdan, ne kadar empati kurmaya çalışırsam çalışayım, derdin büyüğünü çekmekte olan eşime çaresizlik içinde destek vermeye çalışıyordum.

11 MART 2011
Bu sıkıntılı dönemde, bir büyük sarsıntı daha yaşadık. Eşimin ülkesi Japonya’da çok büyük bir deprem meydana gelmişti. Haberler ve televizyon görüntüleri geldikçe dehşete düşüyorduk. On binlerle ifade edilen insanların hayatlarını yitirmeleri, evsiz kalmaları ve bunların üstüne yaşanan Fukuşima faciası morallerimizi altüst etmişti. Her gün bu konuyla ilgili üzüntü verici haberler alarak bekleme sürecimiz devam etti.

Bir süre sonra bize telefonla kromozomsal bir problemin olmadığı bilgisi geldi. Beklemeye devam ettik ama günler geçip haber alamayınca telefon ettik. Doktor denen kadın telefonda beni şöyle azarlama gafletine düştü: “Sonuç çıkınca biz ararız sizi, bunu sormak için sizin aramanıza gerek yok”. Ben de onun ağzının payını kendi ahlâkımın izin verdiği sınırlar içinde verdim. Daha sonraki konuşmamızda benimle terbiyesini takınmış bir şekilde konuşmak zorunda kaldı. Sanki hasta olan kendisi ve ben onun karnındaki bebeği zorla almaya çalışıyorum.

Bu belirsiz bekleme süreci bizi doğal olarak alternatifler aramaya da itti. Çünkü bebeğimiz annesinin karnında hastalıklı olarak büyümeye devam ediyor ve büyüdükçe eşimin sağlığını tehdit ediyordu. Japonya’da 5 aylık hamileliğe kadar anne baba isteğiyle hamilelik sonlandırılabileceği için oraya gitmeyi bile düşündük. Eşimin annesi oradaki doktorlara durumu ağlayarak anlatmış. Ancak hamilelik durumunda uçağa binmesi için de doktor raporu almamız gerekiyordu. Beşinci ay da neredeyse dolmak üzereydi. İşte tam bu sıralarda ÇAPA’dan haber geldi ve hamileliğin sonlandırılmasına yönelik rapor çıktı.

18 Mart 2011
Mâlumun ilanı olan ve bizi biraz olsun rahatlatır diye beklediğimiz bu haber bizi rahatlatamadı. Tam tersine çok üzdü çünkü artık bebeğimizin yaşama şansı bulamadan annesinden koparılacağı kesinleşmişti. Bu haberi alana kadar hâlâ içimizde bir umut beslemiş olduğumuzu fark etmiştik. Zira ilk hamilelik haberini aldığımız günden hasta olduğunu öğrendiğimiz güne kadar geçen haftalarda çok güzel hayaller kurmuştuk, yaşamımızı yeniden yönlendireceğimiz planlar yapmıştık. O hayallerin, planların hepsi işte bugün gerçekten yıkılmıştı. Eşim, benim işte olduğum bugün, konsey raporunu almak üzere annemle birlikte ÇAPA’ya tekrar gitti.

19 Mart 2011
Kendi doktorumuza durumu bildirdik ve onun tavsiyesi üzerine Çağıner Hastanesi’ne gittik. Raporu verdiğimiz Timuçin bey kısa bir incelemeden sonra iki gün sonrasına doğum için randevu verdi. Neredeyse hiç sıvı kalmamış olan rahimdeki bebeğimizin hâlâ kalbi atıyordu. Bu baskı altında kesimli ameliyat yerine normal doğum üzerinde karar kıldık. Kuyumu kazmaya devam etmekte olan insanlık vasfını yitirmiş yöneticilerden üç gün izin aldım.

21 Mart 2011
Hastane odamıza yerleştik. Doğumu başlatmak için eşime iki saatte bir dil altı ilaç verildi. İlaç verildikten sonra her defasında eşimi dakikalar süren bir üşüme ve titreme aldı. Akşama kadar böyle devam etti ama beklenen doğum aşamasına bir türlü gelinemedi. Bu, geceyi orada geçireceğimiz anlamına geliyordu.

22 Mart 2011, Kızımın doğum günü
Sonraki sabah serum verildi. Kanamalar sürekli arttı ve plasenta parçaları dökülmeye başladı. Ara ara rahmin açılması için ayrıca ilaç verildi. Nihayet akşam saatlerine doğru beklenen doğum aşamasına gelindi. Eşim doğumhaneye götürülmek üzere sedyeye alındı. Saatler geçmiş gibi gelen ama sadece 20 dakika kadar süren çaresizlik dolu bekleyişim böylece başladı. Saniyelerin her atışı başıma bir çekiç gibi iniyordu. Bu sırada diğer odalardan sevinçli konuşmalar duyuyordum. Sonuçta doğum bölümündeydik ve insanlar kucaklarına aldıkları ya da alacakları bebeklerin sevincini yaşıyorlardı. Hemşireler yeni bir babaya eşinin doğumunun gerçekleştiğini ve birazdan odaya getirileceğini bildirdi. Ben artık daha fazla dayanamadım ve doğumhaneye indim.

Odalardan birinden bir doktor elinde telefonla çıktı ve telefondakine hastanın çok kan kaybettiğini söyledi. Bahsettiği kişi eşimdi. Daha sonra, kendine ne söylendiyse çıktığı odaya tekrar girdi. Biraz sonra odadan tek başına tekerlekli sedyeyi çekerek çıktı.

Sedyedeki eşimdi. Beyaz bir örtü ile örtülmüş bacaklarının üzerine siyah bir poşet konmuştu. Poşetin içini göremiyordum ama içinde bebeğimiz olduğunu anlamıştım. Sedyenin arkasına geçip ben de itmeye başladım. Eşimin şuuru yarı açıktı ve beni tanıyarak ismimi söyledi. Buradayım, dedim. Poşeti göremeyeceğini düşündüğüm bir açıya doğru çektim. Bir yandan sedyeyi itiyor, bir yandan ayaklarına dokunuyordum, beni hissedebilsin diye.

Odaya geldik ve eşimi tekrar yatağına yatırdık. Serum tekrar bağlandı. Birkaç saat sonra taburcu olabileceğimiz bildirildi. Eşim farkına varmadan poşet dışarı çıkarılmıştı. Ben de çıktım. Bebeğe otopsi yapılması gerekiyordu ve bunun için onay vermem lazımdı.

Bebeği görmek istedim.

Kızımın anısına eşimin ördüğü patikler ve ona yazdığı not
Bebeğimiz siyah poşetin içindeki şeffaf bir başka poşetteydi ve eşimin kanları içindeydi. Avucumdan daha küçüktü. Ve...cansızdı. Sağ gözü açık, sol gözü kapalıydı. Açık olan tek gözüyle sanki bana, babasına bakıyordu. Kızım olduğunu o zaman öğrendim. Başını okşadım. Sonra hemşireye bırakıp odaya döndüm.

Elimden geldiğince eşime destek vermeye çalıştım. Eğer sormasaydı kız olduğunu da söylemeyecektim. İki saat kadar sonra doktorun onayıyla hastaneden ayrıldık ve evimize döndük. Anneme “kızmış” dediğimde dudaklarını ısırdı.

Kızımın anısına Japonya'daki
evimizin bahçesine diktiğimiz ağaç
Geçirmiş olduğumuz operasyonun sıkıntıları bir süre daha devam etti. Evlilik yıldönümümüz olan 4 Nisan günü moral depolama ve toparlanma sürecimizin vesilesi ve başlangıcı oldu. 22 Nisan’da eşimin arkadaşı Mamiko’nun Türkiye ziyareti bu sürece yardımcı oldu. İşten çıkarılmaya kendimi hazırladığım ve bunun da moral bozukluğunu yaşadığımız sırada başka bir bölümün beni istemesi üzerine transfer olmam, hem aşağılık yöneticilerimin kuyumu kazma planlarını başlarına geçirdi hem de evdeki moralimizi düzeltmeye katkı sağladı. Her ikisi de daha sonra benden önce şirketten ayrıldı.

22 Mayıs’ta Türkiye’de bir Japon şirketi eşimi iş görüşmesine çağırdı. Sonuçta olumsuz cevap almamıza rağmen görüşme öncesinde yaptığımız hazırlık telaşı hayatın devam ediyor olduğunu bize tekrar hatırlatmıştı. Haziran ayında arkadaşlarımızla birlikte katıldığımız Polonezköy ve adalar gezileri terapi dönemimizde bize destek oldu. 13 Haziran’da eşim, uzun süredir görmediği ailesini görmek, onlarla dertleşmek ve onların da desteğini almak üzere iki aylığına Japonya’ya gitti.

Haftalar sonra ben de ona bir sürpriz yaparak 2 haftalığına Japonya'ya gittim. (ilgili yazı: Sürpriz Nasıl Yapılır)

Aradan bir sene geçti. Hayat devam etti, ediyor. Yaşanması gereken yaşandı. Şimdi eşimle yeni bir bebek bekliyoruz. Mayıs sonunda kucağımıza almayı umduğumuz bebeğimizin sağlıklı gelmesini ve bu satırları okuma sabrını gösteren sizlerden de duacı olmanızı diliyorum.

11 Mart 2012 Pazar

Fukuşima ve Eşimin Duyguları

Kendisi de bir Japon olan ve şu an Japonya'da bulunan eşimin bana bugün, Fukushima Felaketi'nin yıldönümünde tanık olduklarını ve hislerini dile getirdiği satırların bir kısmını paylaşma ihtiyacı duydum. Ne de olsa bir olayı en iyi yaşayan bilir. Kendi Türkçesiyle, hiç bir ekleme, düzeltme yapmadan aktarıyorum:

"Bugün 11 mart, o büyük depremden tam bir sene oldu. Gün boyunca televizyonda bu deprem hakkında gösteriyordu. Kuzey Japonya'da durumu hala çok kötü, yeni şehir yapmak için plan bile yapamıyorlarmış. 15854 kişi ölmüş, 3155 kişi hala kayıp. Öğleden sonra Tokyo'da büyük tören vardı, deprem olduğu saat 14:46ta dua ettik.
Ben de çok üzgünüm, ama bir öğrencinin söylediklerinden duygulandım, o herkese çok moral verdi. 'Felaket verdi diye tanrıdan nefret etmeyelim, ölenler için de biz yaşamalıyız, tanrının verdiği çileyi çıkaralım, yapamayacağız işi tanrı vermez' bunun gibi şey söyledi.
...Ben burada kuzey Japonya'daki insanlar için hiç bir şey yapamıyorum, ama onlar için hep dua ediyorum, çok seven kişiyi ve kendi şehrini kaybetmek ne kadar zor...ama onlar da bir gün mutlaka tekrar gülmeye başlayabileceğine inanıyorum. Ailesini ya da çok seven kişiyi kaybeden bazılar dayanamadan intihar ediyorlar, onlar 'ölen kişiler için sadece ben yaşamaya devam edemem' diyorlarmış, çok yalnız hissetmiştir...ama sadece yaşayabilmek ne kadar güzel, özel şeyler hiç gerek yok, yaşayabilirsek yeter.
Bugün onlar için çok şey düşündüm. Moralim bozulmak üzereydi. Belki Japonya'daki herkes aynı gibi olmuştur. Ama kalan Japon olarak ben de güzel yaşamaya devam etmeye çalışacağım. Hukushima'daki arkadaşlarımı da unutamıyorum ama geleceğimize bakıp güzel yaşamaya çalışacağım."


Bu saf, temiz duygulara katılmamak mümkün değil. Benim de dualarım onlarla birlikte.

*

Gelişmiş toplumlar teker teker, planlarıyla birlikte nükleer enerjiden vazgeçtiklerini açıkladılar. Almanya, Japonya bu ülkelerin başında geliyor. Bu felâketlerin yaşanmış olmaması herkesin dileğiydi elbette. Ama yaşanandan ders almak da bir o kadar önemli.

Rant peşinde koşan, dünya mallarını artırma sevdasıyla yanıp tutuşan siyasetçilerin, iş adamlarının cenneti haline gelmiş olan Türkiye ise nükleer enerjiye geçeceğini açıkladı. Bu bağlamda Türkiye'yi gelişmiş ya da gelişmekte olan bir ülke olarak nitelemek doğru olamaz. Hatta Atatürk'ün "Yerinde saymak, geride kalmaktır" sözleriyle belirttiği yerinde sayan konumda bir ülke olmaktan bile çıktık. Çünkü dünyanın terkettiğini biz kabul ediyoruz, dolayısıyla da hızla geriye gidiyoruz.

Bugün kabul edilen 4+4+4 eğitim sistemi de çocuklarımızın geleceği, yani toplumun geleceği ile ilgili kaygılarımızı fazlasıyla artırdı.
Bir Kızılderili atasözünü hatırlatmadan edemeyeceğim:
"Biz Dünya'yı atalarımızdan miras almadık; çocuklarımızdan ödünç aldık."

7 Mart 2012 Çarşamba

Emanet Dolandırıcılığı

Bu yöntemi yeni duydum. Paylaşayım dedim ki siz de ben de yemeyelim.

Aile dostumuz bir hanımın dün başına gelmiş. Yaşlı kadıncağızın kapısı çalınmış. Elinde bir paketle bir adam.

-"Hanımefendi, ben üst katınızdaki Nezahat hanıma geldim ama evde yok. Onun siparişini size bıraksam, sonra kednisine verseniz olur mu?"
-"Olur tabii. Şuraya koy. Ne var pakette?"
-"Tereyağı, yumurta, bal var efendim. Yalnız parasını almam lazım. Siz Nezahat hanımdan sonra alsanız olmaz mı?"
-"E yok. Sonra gelirsin Nezahat evdeyken."
-"Efendim, taşıtmayın tekrar bana bunu. Çok uzak yerden geliyorum."
-"Tamam, ne kadar?"
-"67 lira."

Kadıncağız adama 100 lira vermiş. Adam da bozup gelmek üzere izin istemiş. Gidiş o gidiş. Kadın bakmış ki gelen giden yok, açmış paketi bakmış ki sadece yumurta var. Sonra üst kata çıkmış, bakmış ki Nezahat hanım da evinde oturuyor.

Bizim insanımız çalmaya, dolandırmaya çalıştırdığı kafasını üretmeye verse keşke.