29 Temmuz 2010 Perşembe

Mobil Operatör Çağrı Merkezi

Size daha önce çalıştığım cep telefonu operatörünün müşteri hizmetleriyle yaşadığım olayı anlatayım. Artık o şirketin bir çalışanı değil bir müşterisiyim. Ve çalışırken memnun edemedikleri beni artık müşterileri olarak memnun etmek durumundalar.

Tarih 29.06.2010. Bir ay önce. Sabah saatleri. Yurtdışından yeni geldim ve yurtdışında kaldığım iki haftaya yakın bir zaman boyunca hattım çalışmadı. Gerektiğinde eşimin hattını kullandım. Telefonum yurtdışı kullanımına da açık. Daha doğrusu hattı alırken öyle talep ettim ve hatta ait formu tekrar incelediğimde bu özelliğin olumlu olarak işaretlenmiş olduğunu tekrar teyit ettim. Ayrıca telefonum Japonya ağ yapısını da destekliyor. Zira daha önce aynı telefonda başka bir hat kullanarak gittiğimde hattım açıktı ve kullanabiliyordum. Ancak şimdiki hattım orada çalışmadı ve işin garibi Türkiye’ye döndüğüm zaman da arama yapamadım. Yapmam gereken işlerim vardı, dışarıya çıkmak zorundaydım ve telefona ihtiyacım vardı.

Bunun üzerine müşteri hizmetlerini aradım. Özetle konuşulanları anlatayım.

Hatun bana dedi ki
- Efendim hattınız borcu yüzünden kapanmış
- Peki ne zamana kadar ödemem gerekiyordu.
- 22.06 son ödeme tarihi.
- Yani arada bir hafta var. 1 hafta içinde fatura ödemeyince her hat kapanıyor mu?
- Her hattın durumuna göre değişiyor.
- Peki bakar mısınız benim hattın durumu neymiş?
- Şu an bilgilerinize ulaşmaya çalışıyorum. Biraz bekleteceğim.
- Beklerken şunu da belirteyim. Ben yaklaşık 2 haftadır yurt dışındaydım. Bugün döndüm. Hattımın roaming’e açılmasını istemiş olmama rağmen telefonumu orada kullanamadım.
- anlıyorum
- Hattımın roaminge açık olup olmadığını da öğrenebilir miyim?
- Bilgilerinize ulaştığım zaman görebileceğim.
- Faturalarımı ödemek için internet bankacılığını kullanıyorum. Ve internet bankacılığını kullanmak için her defasında telefona şifre içerikli bir mesaj geliyor biliyosunuz.
- Evet
- Benim hattım kapalı olduğu için mesaj da alamıyordum ve internet bankacılığına girip borcumu ödememe de imkan yoktu.
- Mağdur olmuşsunuz. Bu arada sistem çok yavaş bilgilerinize bir türlü ulaşamadım. Tekrar deniyorum.
- Dolayısıyla borcumun ödenmemesine hem siz sebep oluyorsunuz hem de ödenmedi diye hattı kapatıyorsunuz.
- Haklısınız
- Hattımın hemen açılmasını istiyorum.
- Bu bizim elimizde değil maalesef. Borcun ödenmesi lazım.
- Tamam. Şimdi ödeyeceğim borcum neyse. Ne zaman açılır?
- Borç ödendi bilgisi gelince 24 saat içinde açılır.
- 24 saat uzun bir süre. Birazdan dışarı çıkacağım, işlerim var ve telefonu kullanmam lazım.
- anlıyorum ama bizim elimizde değil.
- O zaman siz hattı açın 24 saat süre koyun. Bu süre içinde borç ödendi bilgisini alamazsanız tekrar kapatırsınız. Şimdi ödeyeceğim diyorum. Telefon lazım bana.
- Maalesef elimizde olan bir şey değil. Bu işlemler otomatik oluyor. Biz yapamıyoruz. Bu arada bilgilerinize hala ulaşamadım. Sistemde bir sorun var sanırım.
- Neyse benim gitmem lazım. Daha sonra sizi tekrar arar öğrenirim.

Bir daha aramadım tabi. Ama Allah’tan hattım da borcu ödedikten hemen sonra açıldı.

İşte böyle sevgili arkadaşlar. Ulaşma yetkisine sahip olan şirket çalışanı arkadaşlar benim bu konuşmama ulaşabilirler. Aslını dinleyince eminim daha ilginç gelecektir. Görüldüğü gibi adamlar çözüm üretemedikleri gibi müşterinin ürettiği çözümleri de uygulayamıyorlar. Müşteri ile temasta olan kişinin hiç bir şey yapmaya yetkisi yok. Hatta bilgilere bile ulaşamıyor. Ben ve arkadaşlarım bunun gibi müşteri memnuniyetine hitap eden pek çok çözüm önerilerisini bu şirkette çalıştığımız sırada da yapıyorduk ama ya es geçiliyordu ya başkası tarafından sahipleniliyordu ya da fikir sahibi kıymete binmesin diye üstü örtülüyordu. MMS projesinin ilk zamanlarında çoklu gönderim fikrini ortaya koyduğum zaman yöneticim konumunda olan şahsın nasıl bir dehşete kapılıp fikre karşı çıktığını çok iyi hatırlarım. Tabi bu fikrin ortaya çıkmasına sebep olan problemin o zamanki CEO tarafından yaşanmış olması bahsettiğim şahsı daha da fazla dehşete düşürdü. Zira çözümü üreten kişinin ben olduğumu CEOnun öğrenmesi hiç işine gelmezdi. Elbette bu fikir uygulamaya alındı ama onun yüzünden bu fikrin gündeme alınıp çoklu gönderim uygulamasının hizmete sunulması benim ortaya koymamdan 4 ay kadar sonra yapılabildi ve tabi işin kaymağını kendisi dahil başkaları yedi. Ben şimdi başka bir şirkette çalışıyorum ve o şahıs hala aynı o şirkette yönetici(!). Artık mevki olarak da daha iyi bir işte olduğuma seviniyorum.

27 Temmuz 2010 Salı

27.07.2010

Bugün işim karşıdaydı. Böyle zamanlarda saat 7den önce yola çıkıyorum. Bu yüzden işe de normal mesai saatinden çok önce geliyorum. Köprü trafiğinden kaçmak için erken uyanmaya değer.

Bu Çinliler değişik insanlar. Birinci yöneticim 2 haftadır izindeydi ve bu aradan sonra ilk defa bu sabah karşılaştık. Adam gelir gelmez benim önümden geçip kendi odasına gitti. Belki görmemiştir dedim. Hemen sonra yine önümden geçip tuvalete gitti. Bir süre sonra da arkamdan geçip tekrar yerine gitti. Artık görmemiş olduğuna ihtimal vermedim. Ya arkadaş insan bir selam vermez mi? Hal hatır sormaz mı? Durum böyle olunca insanın aklına bir sürü şey geliyor. Yaptığımız iş müşteri odaklı olduğu için insan ilişkileri, iyi iletişim kurmak çok önemli ve bu her zaman vurgulanıyor. E kendi içimizde böyle küçük iletişimlerden kaçarsak başkalarına karşı nasıl rahat olabileceğiz? Demek ki Çinliler böyle diye düşünüyorsun. E böyle düşünmek doğru olmuyor. Demek ki iş ve sonuçlarına çok önem verilmiyor diye düşünüyorsun. O da çok yakın gelmiyor. Daha bir sürü şey düşünüyorsun. Yani bir hareket insanı bin türlü düşünmeye itiyor.

Aynı adamla daha sonra toplantı yaptık ve hem yakınlık gösterdi hem de fikirlerinin ne kadar net ve yerinde olduğunu görünce bulunduğu mevkiye boşuna gelmemiş olduğu anlaşıldı. E o zaman daha önceki davranışın ne manası vardı? Hani ‘komple’ diye bir yabancı bir kelime kullanırlar ya. Komple futbolcu derler mesela. Bu işin de biraz öyle olması lazım. Biraz oradan biraz buradan olmuyor. Gerçi bundan da fazla şikayet etmemek lazım. Zira daha önce çalıştığım şirkette biraz oradan biraz buradan olan bir yönetici bile yoktu. Çalıştıklarımın hepsi ve tanıdıklarımın çoğu yönetemeyiciydi; al gülüm ver gülümcüydü. Hayatında koyun görmemiş adamı köyün çobanı yaparlar mı? İşte eski şirket aynen böyleydi. Bir işi bilen yapar bilmeyen yönetirdi.

Akşam kuzenimle güzel bir yemek yedik. Uzun zamandır görüşme şansımız olmamıştı. Hem onun geçmiş doğum gününü kutladık hem de benim yeni işimi. Şimdi evde günün yorgunluğunu atmaya çalışıyorum.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

İlk Evlilik Yıldönümü

Dün resmi olarak evliliğimizin ilk senesini doldurduk. Ancak esas kutlamamızı 4 Nisan’da yaptık. Zira Japonya’daki evliliğimiz bu tarihte oldu. Geçirmiş olduğumuz bu süre inişli, çıkışlı zamanlarıyla birlikte güzel bir süreç oldu. Bu yüzden çok memnunum. İnşallah daha sonraki seneler daha güzel günleri beraberinde getirir.

Hafta sonumuz biraz yoğun geçti. Cumartesi çok sevdiğim arkadaşlarımla keyifli bir sabah ve öğlen geçirdik. Denizin yanı başında, yeşillikler arasında sevdiğimiz insanlarla birlikte olmak bir günün iyi geçmesi için fazlasıyla yeterli sebepler. Diğer arkadaşlarımız bu buluşma günü bize katılamadılar ama en kısa zamanda onlarla da birlikte olmayı dört gözle bekliyorum. Günün geri kalan zamanını ise evde geçirdik ve akşam üzeri, artık dayanılmaz bir hal almaya başlayan sıcaklara önlem olarak aldığımız klima salonumuza kuruldu. Bu, misafirlerimizi iyi ağırlayabilmek endişemizi de biraz olsun hafifletmiş oldu.

Pazar günü ise alış-veriş günümüzdü. Bulunduğumuz yakadaki 4 büyük alış-veriş merkezini sırayla ziyaret ettik ve ihtiyaç listemizde bulunan herşeyi aldık. Bir süredir aklımda bulunan şaraplığın montajını yaptıktan sonra orkide çiçeğimizi yeni saksısına naklettik. Artık günün yorgunluğundan mı, sıcaklardan mı, yediklerimden mi yoksa hepsinden biraz mı dersiniz; uzun zamandır tutmayan migren nihayet beni yakaladı. İyi geleceğini umarak şu ametist taşından kolye de aldık ama şimdilik işe yaradığını göremedik.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Nagaşima ve Iga Ueno Ninja Müzesi

Japonya gezimin geri kalanını özetler halinde yazıp bitiriyorum. (önceki bölümler: birinci kısım ve ikinci kısım)

Nagaşima'da gittiğim 'theme park'ta hayatımın en eğlenceli günlerinden birini geçirdim. Bu parkın resmi ismi Nagashima Spa Land. Hafta içi gittiğimiz için hiç kalabalık yoktu ve tüm eğlence araçlarına hiç sıra beklemeden binme imkanı bulabildik. Bu sayede toplam 19 kez değişik araçlara binmişim:) Birkaç tanesi gerçekten çok eğlenceliydi. Aynı araca bindiğimiz kızların korku ve heyecan çığlıkları bunları benim için daha eğlenceli hale getirdi.



Hafif yağmurlu bir günde ise İga Ueno'daki Ninja Müzesi'ni gezme fırsatı bulabildik. Bu sayade gerçek ninjalar hakkında bilgi sahibi olma şansı da yakalamış oldum. Bir başka gün Türkiye'de tanıştığımız ve doğum için Japonya'ya dönen bir arkadaşımızla buluştuk. Bebeği artık 4 aylık olmuştu ve çok tatlıydı.


Tekrar Türkiye'ye dönmeden bir gün önce eşimin ve kardeşinin doğum günlerini birlikte kutladık. En son akşamımızın bu kadar güzel geçmesi ile birlikte seyahatimizin tüm günlerini tamamlamış olduk. Eşimin ailesi bizim için son bir kez daha yoruldular ve bizi Osaka Havaalanı'na kadar getirdiler. Son akşam yemeğimizi birlikte yedik ve ayrıldık.

Türkiye'ye sabahın ilk saatlerinde vardık. Eşyalarımızı eve bıraktık ve ben 2 gün sonrasında başlayacağım yeni işim için gerekli evrakları toplamak için evden ayrıldım. Planladığım gibi iki gün içinde tüm evraklarım hazır bir şekilde 1 Temmuz itibarı ile yeni işime başladım.

16 Temmuz 2010 Cuma

Dorokyo, Naçi, Kuşimoto ve Oşima

(Birinci kısım bu bağlantıda)

2 günlük gezimize ilk olarak harika bir nehir gezisiyle başladık. Her iki yanı ağaçlar ve şelalelerle kaplı nehirde uzun bir gezi teknesinde doğa ile başbaşa kaldığımız harika biz zaman geçirdik. Bulunduğumuz yerin adı Dorokyo idi.


Daha sonra yine doğa ile içiçe kalmış bir tapınağı ziyaret ettik. Bu tapınak çok yüksekten akan bir şelaleyi görmekteydi. Burası Naçi idi.


Daha sonra gece konaklayacağımız yer olan Kuşimoto'daki Uraşima Otel'e vardık. Japonların ‘onsen’ dedikleri kaplıcaları içerisinde barındıran bu otel Japonya’nın doğu denizi kıyısına bakan kayalık bir tepeye konuşlanmış, yapılışı uzun yıllar öncesine dayanan güzel bir mekandı. Bahsettiğim kaplıcalar bu otelin kendi alanı içinde bulunan mağaralarda yer alıyor. Otelin etrafı deniz, kaya ve orman olduğu için otele sadece deniz yoluyla ulaşılıyor. Otele ait tekneler müşterilerini kasabanın iskelesinden alıyor ve otelin kendi iskelesine, giriş kapısının bulunduğu yere getiriyor. Görevliler yeni misafirleri iskelede eğilip selam vererek karşılıyorlar.


Odamız, kasabanın etrafında konuşlandığı koya bakıyordu. Eşyalarımızı bırakıp üstümüzü değiştirdik. Daha doğrusu yanımıza havlularımızı alıp üzerimize ‘yukata’ diye adlandırılan, ince kumaştan giysileri giyip kaplıcalardan birinin yolunu tuttuk. Bu yukatalar Japonya’da kalınabilecek her otel ve diğer konaklama yerlerinde müşterilerine sunuluyor. Elbette hepsi farklı şekilde ve renkte. Kaldığımız oteldeki her kaplıcanın kendine has manzarası vardı. Bir taraftan mağaranın içindeki kaplıca suyunun içinde dinlenirken diğer taraftan mağara ağzından dışarı bakarak deniz manzarasını seyredebiliyorduk. İçinde bulunduğumuz kaplıca havuzu ile denizin arasında sadece 2-3 metrelik bir fark vardı. Böyle bir yerde kalmak için birkaç saatlik araba yolculuğu çekmeye değer.

Akşam yemeği açık büfe olarak hazırlanmıştı ve hemen hemen herkes yemeğe kaplıcalardan çıktıktan sonra geldikleri için üzerlerinde yukata vadı. Tabi biz de yemeğe bu şekilde geldik. Japonların en sevidiğim 2 yemeğine doydum diyebilirim: Sushi ve sashimi. Özellikle ‘maguro’adını verdikleri orkinosun taze taze kesilerek hazırlanışını görmek çok ilginçti. Ertesi sabah saat 04:00 gibi uyanarak otelin konuşlandığı tepenin en üst kısmına çıkıp güneşin doğuşunu izlemeye gittim. Güneşin, kuzey yarım kürenin en doğusuna bakan denizinden yükselişini görmek için sabırsızlanıyordum ama maalesef havanın kapalı olması güneşi doğarken görebilme şansını bana vermedi. Yine de gün ışıkları yavaş yavaş artarken gördüklerim beni erken uyandığıma hiç de pişman etmedi.

Diğerleri de uyanınca tekrar bir kaplıca sefası yapıp kahvaltı ettikten sonra yola yeniden koyulduk. Bu seferki durağımız Ertuğrul Fırkateyni’nin, açıklarındaki kayalıklara çarparak battığı ve 600e yakın şehit verdiğimiz Oşima Adası oldu. Ada anakaraya yakın olduğu için yoldan köprü ile ulaşılabiliyor. Batığa ait eşyalarla birlikte Türk kültürünün tanıtıldığı Türk Müzesi’ni ziyaret ettik. Müzenin üst katından geminin çarparak battığı kayalıkları görmek mümkün. Müzeyi gezdikten sonra şehitliğimizi de ziyaret ettik. Burayı görme fırsatı bulabildiğim için kendimi çok şanslı sayıyorum.





Dönüş yolumuzun üzerinde bulunan eski bir feneri ziyaret ettikten sonra hemen yakınındaki su altı akvaryumunu gezdik. Daha önce hiç görmediğim ya da sadece ekranlarda gördüğüm deniz canlılarını olabildiğince doğal ortam yaratılarak hazırlanmış olan akvaryumarında görebildim. Hatta yavru bir su kaplumbağasını ellerimle tuttum.



Ziyaret ettiğimiz her yerde fazlasıyla resim ve video çektim. Bu resimlerin tamamını buradan aktarmak ne kadar zorsa yukarıda özet olarak yazdıklarımın tamamını buradan aktarmak da o kadar zor. Yukarıda yazdıklarım o 2 günün sadece kısa bir özeti. Dolu dolu geçirdiğim bu iki günlük gezi için eşimin ailesine için ne kadar teşekkür etsem azdır. Okaasan, otousan arigatou gozaimashita!

15 Temmuz 2010 Perşembe

Tokyo 2010

Kaldığım yerden yazmaya devam ediyorum. Bugüne yetişebilmek için daha uzun dönemleri yazacağım.

Amcamı defnettiğimiz gün müracaat ettiğim diğer şirketten de iş teklifi geldi. Hem mevki açısından hem şirketin hedefleri açısından değerlendirdiğimde benim için daha uygun olacağını düşünerek bu şirketi tercih etmeye karar verdim. Amcam işe gireceğimi öğrense ne kadar sevinirdi. Tekliften 3 gün sonra cevabımı ilettim. Teklif metninde işe başlama tarihi olarak 21.07.2010 yazıyordu. Öncelikle bunu onaylatmak için şirketi aradım. İki kez sordum ve “tarih ne yazıyorsa o şekildedir” diye cevap aldım. Tatil yapabilecek 1 ay kadar vaktim olması demekti bu. Evrakları bir an önce tamamlayıp, imzayı attıktan sonra tatile çıkabileceğimi ve biraz dinlenebileceğimi düşünmüştüm. Ancak daha sonra şirketten evrakları “işe başlama tarihi olan 21.06.2010da” getirmem gerektiği yönünde bir e-mektup aldım. Teklifi gönderen bayan öncekini hatalı yazmış. Yani bana 4 gün sonra işe başlamam gerektiği bildirilmişti. Tatil planlarım suya düştü tabi ama onları tekrar arayıp durumu bildirdim ve süre istedim. 1 Temmuz için anlaştık. Bu bana yaklaşık 2 hafta kazandırdı. Böylece derhal tatil planı hazırladım. Cuma günü 13:30da bileti ayarlayıp 18:30 uçağıyla eşimle beraber Tokyo’ya gittik.

Japonya’yı ve Japonları çok seviyorum. İnsanlar elbette şehirden şehire, kasabadan kasabaya değişiyor. Ancak hepsi çok renkli, çok hoş. Yaşlısı, genci, çocuğu, kadını, erkeği, köylüsü, şehirlisi, hepsi insana çok yakın.

İlk olarak elbette Akihabara’yı gezdik. Benim için Japonya’nın en önemli yerlerinden biri. Ancak ne yazık ki, aradıklarımı bulmama rağmen yakından bakınca çok beğenmediğim için almadım. Hem benim için hem eşim için Türkiye’de kullanabileceğimiz birkaç küçük şey alabildik. Ancak herşeye rağmen o caddede yürümek, değişik insanları izlemek, ilginç mağazalarda ilginç ürünler görmek ayrı bir keyifti. Intel şirketi yeni bilgisayar ürünlerini tanıttığı küçük bir alanda fuar açmıştı. Orayı gezdik. Final Fantasy 14 oyununun ilk tanıtım görüntülerini seyrettik. Artık her şey 3-boyuta dönmeye başlıyor. Japonya’da 3-boyut destekli televizyonlar, bilgisayar ekranları ve elbette bunlarla uyumlu oyunlar, filmler satışa çıkmaya başlamış. 3-boyutlu ‘street fighter 4’ oyununu izlemek çok eğlenceliydi. Yani 3-boyut artık ev teknolojisi olarak da hızla yayılıyor. Bunlara sahip olabilmek için sabırsızlanıyorum.


İlginç giysisiyle Akihabara'da bir genç kız.



Akihabara


Japonya kültürünün bir parçası olan yeşil çayı çikolatalarda bile görmek mümkün. Yeşil çaylı Kitkat'a ne dersiniz:)

Tokyo’da bir gece kaldıktan sonra ertesi gün akşam saatlerinde eşimin Tsu'daki evine gittik. Anne, baba, iki baldız, iki bacanak, üç yeğen, iki de biz; ailenin onbir kişisi bir araya geldik. Erika'yı ilk kez görmek benim için ayrı bir heyecandı. Sonraki sabah eşim, ben, anne ve baba uzun zamandır çıkma fırsatı bulamadığım güzel bir araba yolculuğuna çıktık. Bu yolculuk uzun bir zaman unutamayacağım, bir daha kolay kolay fırsat bulamayacağım güzel bir yolculuk oldu. Bu yolculuğun detaylarını daha sonra yazacağım.

9 Temmuz 2010 Cuma

Amcamı Kaybettim

En son yazdığımdan beri uzun zaman geçti ve bu zaman içerisinde olumlu, olumsuz çok şey oldu. Böyle bir girişin ardından genellikle “nereden başlayacağımı bilemiyorum” derler. Ama ben nereden başlayacağımı biliyorum. Amcamdan başlayacağım.

Babamı kaybettikten kısa bir süre sonra amcamın aramızdan ayrılması bizi çok üzdü. 17 yaşımdayken Ergüven dayımı, 3 ay sonra Selami dayımı ve 2 sene sonra Aydın dayımı kaybettiğim o dönemden sonraki en üzücü olay oldu. Amcamı hep iyi hatırlarım. Çok küçüktüm. Annemin dizinden uzun belinden kısaydım. Amcamlarla aynı binada otururduk. Kapı çalınır, annem açar, ben bacaklarının yanından kim geldi diye bakardım. Amcam iş seyahatine gidiyor olduğunu ve dönüşte bir şey isteyip istemediğimizi sorardı. Annem istemez, teşekkür eder, ben hemen atlar gelirken tavla getirmesini isterdim.Annem kızar; amcam güler, peki der giderdi. Sonra bir bakardık amcam dönmüş bana da küçük bir tavla getirmiş olurdu. Ben tabi tavla oynamayı o yaşımda nereden bileyim. Pullarla oynarım, çoğunu kaybederim ve birkaç gün sonra tavladan eser kalmazdı. Bir süre sonra amcam iş seyati öncesi bize gene kapıdan uğrar, bir şey isteyip istemediğimizi sorardı. Ben gene atlar tavla istediğimi söylerdim. Annem gene kızar, zaten sürekli kaybettiğimi ve amcama almamasını söylerdi. Amcamsa bana güler peki derdi. Birkaç gün sonra bir de bakarız amcam yine elinde küçük bir tavlayla gelmiş. Ben yine kısa bir süre içinde o tavladan eser bırakmazdım. Sonra amcam gene alırdı. Bu böyle kaç defa tekrar etti bilmem. Amcam hiç üşenmez, hiç sıkılmaz aynı tavlayı tekrar alır getirirdi.

Biraz büyüdük, evin içinde kuzenlerle futbol oynar olduk. Sünger toplarımız vardı. Amcam bazen bize katılır, bir şut da kendisi atardı. Sonra bize güler “bana eskiden Lefter Behzat derlerdi” diye şaka yapardı. Biz daha Lefter’in kim olduğunu bilmeden önce Lefter Behzat’ı bildik. Ailece geziye giderdik. Amcam bir klasik müzik radyo kanalı bulurdu. Durup park ettikten ve yemeğimizi yedikten sonra amcam arabanın anahtarını bana verir, radyoda klasik müzik dinlerdim. Söyleyecek çok şeyim var. Şimdilik bende kalsınlar.

Bu bölümü burada bitiriyorum. Diğer olanları sırayla yazarım.