26 Aralık 2011 Pazartesi

Japonya'dan Gelen Ailemiz

23 Aralık Cuma günü eşimin annesi ve babası İstanbul’a geldi.

Onları kendi evimizde ağırlamayı çok isterdik ancak turla geldikleri için mümkün olmuyor. Havaalanında, sadece birkaç dakika görebildiğimiz anne ve babamız, eşimin büyük bir sabırsızlıkla beklediği bir bavul dolusu yemek malzemelerini de bize teslim ettiler. Sonra hemen otobüse binip Topkapı Sarayı'na doğru hareket ettiler.

Eve döndüğümüzde bavuldan çıkanlar elbette eşimi çok sevindirdi:) Beni de düşünüp getirdikleri kokteyller ve çikolatalar da beni çok sevindirdi:)



Ertesi gün, Cumartesi sabahı 8’de Truva’dan başladıkları tura Pamukkale, Konya, Kapadokya gibi turistik yerlemizi ziyaret ile devam edecekler ve Perşembe günü tekrar İstanbul’a dönecekler. Görüşebilmek için çok az zamanımız olduğu için Cumartesi sabahını da değerlendirmek istedik ve sabah 5:30da yola çıkarak evimize 55km uzakta olan Kaya Ramada Oteli’ne gittik. İki saate yakın bir süre daha hasret giderme imkanımız oldu. Saat 8’de tur otobüsü hareket etti ve biz de eve döndük.

Şu anda gezileri devam ediyor. Perşembe akşamı son kez görüşme imkanına sahip olacağız. Dün eşimle birlikte Japonya’daki yeğenlerimiz için birkaç giysi aldık. Biri 2, biri 5, biri 10 yaşında olan ve sonuncusu 5 aylık olan yeğenlerimize hediye seçmek eğlenceli olduğu kadar yorucu ve zordu. Beğeneceklerini ve üzerilerine olacağını umarak Perşembe günü anne ve babamıza teslim edeceğiz.

22 Aralık 2011 Perşembe

Büyük Büyükbabamın Katledilişi

Babam, Ali olan ilk adını katledilen büyükbabasından almıştır. Rahmetli babamın bizlere aktardığı olay, onun cümleleriyle kısaca şöyledir:

Büyük büyükbabam, Abozade Ali Bey, memleketimiz olan Çukurova’da Ermeniler’in uyguladığı katliamların arttığı dönemde çalışmak üzere bağa gitmek istemiş. (Ali Bey, onun oğlu büyükbabam İsmail Hakkı Bey ve babam o topraklarda çiftçilik yaptılar. Şimdi bendeniz ve kuzenlerim halen devam ettirmeye çalışıyoruz). Kendisini uyarmışlar, şu sıralar bunlar azıttı gitmen tehlikeli olur, demişler. Ali Bey, çalışması lazım geldiği için ikna edilememiş ve tek başına gitmiş. Bağda çalışırken Ermeniler tarafından farkedilmiş. Zorla tutup götürmüşler. Camiye sokmuşlar ve başına kurşun sıkıp öldürmüşler. Büyükbabam İsmail Hakkı Bey daha sonra bu işin peşinden çok koşmuş ama katillerin bulunmasında ve yakalanmasında başarılı olamamış.

Babamın büyükbabasını, o zaman Fransızlar’ın ve onların kışkırttığı, silahlandırdığı Ermeniler'in işgali altında bulunan Adana’da Ermeniler öldürmüştür.

Tarihinde, Dünya'nın bir çok yerinde olduğu gibi, doğrudan ve dolaylı olarak insan katliamlarının başını çeken birkaç milletten biri olan Fransızlar bugün “Ermeni Soykırımı” oylaması yaptı ve 577 kişilik meclisin 38 üyesi tarafından onaylanan tasarı kabul edildi. Demokrasiye bakın! Büyük büyükbabam Ali Bey gibi pek çok Türk’ün katlediği o dönemlerde, Fransa, Ermeniler’e Türk topraklarının sözünü vermiş ama Mustafa Kemal Atatürk gibi tarihin en büyük kahramanlarından birinin sahneye çıkmasıyla rezil olup tırıs tırıs geri dönmüştü.

Atatürk ve eşi Latife Hanım Adana'ya geldiğinde onları karşılayanlar arasında Milli Mücadele kahramanı büyükbabam Abozade İsmail Hakkı Bey (Sayar) de var. Bu resmi başka kaynaklarda bulamazsınız.

İlk planlı isyanlarını 1909’da yaparak Adana şehrini tamamen yakıp binlerce Türk’ü katleden Ermeniler, Fransa’nın kendilerine vadettiği Çukurova’da devlet kurma sözü ile ileriki yıllarda bölgeyi Türklerden temizlemek için katliamlarını artırmışlardı. Topraklarımızı işgale gelen Fransa’nın bölgede yeterince askeri gücü olmadığı için kendilerini kullandığına akıl erdiremeyecek kadar beyinsiz olan bu hain Ermeniler, 1921’de yapılan Ankara Antlaşması gereğince bölgeyi terkeden Fransızlar tarafından yüzüstü bırakıldılar. Hayalini kurdukları devlet tam bir hayal olmuştu. Her şeye rağmen Türk Devleti’nin çıkardığı affa ve verdiği bütün garantilere rağmen Adana’dan kaçtılar. Yıllardır katlettikleri Türklerle tekrar birlikte yaşamaya cesaretleri yoktu.

Muhtemelen aralarında büyük büyükbabamı katledenlerin de bulunduğu işte bu kaçan Ermenilerin uzantıları, şimdi aynı işbirliği içinde, kendilerine 100 sene önce verilen sözlerin tazmini için farklı oyunlarla ülkemize saldırmaya, iftiralarla şeytana hizmet etmeye devam ediyorlar. Ama biz başkalarını suçlamak yerine kendimize bakalım: Eğer bugün Türkiye, cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi güçlü, sözü dinlenen bir durumda olsaydı bunlar kesinlikle olmazdı. Atatürk'ün ölümünün hemen sonrasından başlayarak, en acizi bu dönem olmak üzere ülkenin başına geçen tüm yönetimler bu güçsüzleştirmeye/ihanete az, çok, bilinçli, bilinçsiz hizmet etmişlerdir.

Atatürk’e olan minnetimi bu satırların sonunda bir kez daha belirtmeyi borç bilirim.

20 Aralık 2011 Salı

Aimi Kobayashi

Çocukluğumun en sevdiğim televizyon programlarından biri olan Pazar Konseri’nde merhum Hikmet Şimşek’in İdil Biret hakkında anlattıklarını iyi hatırlarım. Hikmet Şimşek, katıldığı bir konser programında İdil Biret’in anons edildiğini ve sonrasında piyanonun başına 4 yaşında küçük bir kızın geçmesi karşısındaki şaşkınlığını anlatmıştı. Sonra ise o küçük kızın piyano çalışını “taburede oturup o küçücük parmaklarıyla, yerden yüksekte kalan ayaklarını havada sallaya sallaya piyano çalıyordu” diye anlatmış, sonra ise o ‘harika çocuğun’ nasıl büyük, dünya çapında bir piyanist olduğunu gururla söylemişti.

Sonraki senelerde, benim de büyük bir gurur ve hayranlık duyduğum İdil Biret’in iki konserine bizzat dinleyici olarak katılma fırsatı bulmam ise benim için bir çocukluk hayalimin gerçekleşmesi gibiydi.

Konser salonlarını kapalı tutan, “kim dinliyor ki” diyerek klasik müzik yayını yapan radyoları kapatan mevcut hükümet zihniyeti içinde, Türkiye’nin yeniden böyle sanatçılar yetiştirmesinin çok zor olduğunu düşünüyorum. Ancak ümidimi kaybetmiş değilim.

Bu satırlarda esas olarak bahsedeceğim şey İdil Biret’e çok benzeyen yeni bir sanatçının yetişiyor olduğunu görmek. Tamamen tesadüfen karşıma çıkan bu kız 1995 doğumlu ve tıpkı İdil Biret gibi 4 yaşında konser salonlarında müzik icra etmiş bir sanatçı. Aimi Kobayashi Japon bir piyanist ve bugün 16 yaşında. 4 yaşındayken ve sonraki erken yaşlarında verdiği konserleri Youtube’dan izlemiştim. Chopin’in 20 numaralı Nocturn yorumu hala hafızamdadır. Bu sene Japonya’ya gittiğimde ise onun bugüne kadar çıkmış olan iki CDsini de alma imkanım oldu.

Aimi Kobayashi CDlerim

Bu genç yeteneği takip etmeye devam edeceğim. İleride çok daha fazla adından söz ettirecek, büyük bir piyanist olacağını ümit ediyor ve bekliyorum. Umarım bir gün onun konserlerine gitme şansını da elde edebilirim.

19 Aralık 2011 Pazartesi

Banu Avar İmza Günü

Malum yeni yıl geliyor. Bu sebeple haftasonumun büyük bir kısmını alışverişe ayırdım. Hem ben hem eşim çok yorulduk ama yine de alışveriş açısından pek verimli geçtiğini söyleyemem.

Japonya’daki çok sevdiğim bir arkadaşıma, her sene olduğu gibi bu sene de yeni yıl hediyesi almak istedim. İstediğim gibi olmasa da bir şeyler bulabildim. Ancak arkadaşımın Japonya’daki adresinin değiştiği ve adresi henüz almamış olduğum geç aklıma geldi. Hem sürprizi kalmadı hem de biraz garip kaçtı ama ona sormaktan başka çarem yoktu. Bugün akşama doğru hediyelerimi gönderdim. Umarım kısa zamanda, hasarsız yerine ulaşır ve kendisi de beğenir.

Cuma günü, üzerimde neyin ağırlığı var idiyse uykum çok uzun oldu. Gördüğüm garip rüyalar da cabası. Haftasonunun en rahatsızlık verici tarafı ise annemin hasta olmasıydı. Dün telefonda sesi çok kötü geliyordu. Kadıncağız Adana’daki işleri takip etme mecruriyetiyle kendine hastalık davet ediyor. Neyse ki bu sabah tekrar aradığımda sesi daha iyi geliyordu.

Banu Avar'a kitabımı imzalatırken

Haftasonunun güzel tarafları da vardı elbette. En başta eşimle birlikte geçirdik. Birlikte yedik, birlikte gezdik ve bol bol konuştuk. Ne zamandır istediğim kitaplardan birini aldım. En kayda değer tarafı ise, takipçilerinden biri olarak Facebook’tan haberini aldığım Banu Avar’ın imza günü vardı. Evime yürüyüş mesafesinde olan CKM’ne (Caddebostan Kültür Merkezi) konuk olmuş ve gün sonu kitapları için imza dağıtmıştı. Ben de sıraya girenlerden biriydim ve kendisiyle çok kısa bir konuşma etme imkanı ile birlikte ‘Böl ve Yut’ adlı kitabı imzalatma şansı bulabildim.

Uykumu alamadığım bir gecenin sonrasında ise şirkette yeni bir haftaya başladım. Bakalım bu hafta nelere gebe..

12 Aralık 2011 Pazartesi

Legion Melekleri

Deli saçması diye bir söz vardır. Geçende televizyonda seyrettiğim film için kullanmak yerinde olur.

Legion’ diye bir film.
Kadının teki birinden hamile kalmış, karnındaki bebek ileride insanlığın tek umudu olacakmış.
İnsan suretinde şeytanlar gelip kadına saldırıyor. Tavanda yürüyorlar falan.

Bu arada melek Mikail arabasıyla onları ve insanlığın geleceğini kurtarmaya geliyor.
Arabada tabanca, tüfek falan var!
Bir tane de adam var, çocuğun babası değil ama anasına aşık.
Bu adamın aşkı Mikail’e ilham olmuş, insanlıkta hala ümit var demiş, bebeği kurtarmaya o yüzden gelmiş.

Sonra Cebrail de geliyor, Tanrı’ya karşı çıktı diye o da Mikail’e saldırıyor.
Bu iki melek birbiriyle dövüşüyor yani! Dinlerin bu kutsal, yüce varlıkları birbirine saldırıyor!
Mikail’in silahı da topuz. O, Tanrı’ya karşı gelmediği için kanatlar hala var; mermi işlemiyor.

Bu iki melek Bakara suresi 98de şöyle geçiyor: “Kim Allah'a, O'nun meleklerine, resullerine, Cebrail'e, Mikail'e düşman kesilirse, Allah da bu tür inkarcılara düşman kesilir.
Bu filmi seyredenin pardon demesi lazım.

Filmi kesik kesik seyrettim, sonunu da getiremedim.

Ancak bu film beni düşündüren bir şeyler vermeyi başardı. Tüm bu saçmalıklar içinde aklıma gelen şey şu oldu:
Hıristiyan inanışında veya Amerika kültüründeki dini inanışlar içinde; insanlar Tanrı’yı, melekleri nerede görüyorlar? Bir de bu felaket gelmesi korkusu nedir?

Benzer temalar üzerine kurulu aklıma bir çok film geliyor. Mesela Terminator filminde buna benzer bir kürtaj denemesi vardı. Yine insalığın gelecekte umudu olacak birini kurtarma çabası olmuştu. Herhalde batılılar dünyada başlarına gelecek bir felaketten çok korkuyorlar. Bu korkunun sebebi bence kurulu dünya düzenlerinin bozulacak olması. Mesela Deep Impact ve Armageddon filmlerinde dünyaya bir şey çarpacağı için kurtulma çabası vardır.

Amerikan filmlerinde melekler eğer insanları(Amerikalılar'ı) kurtarmak için gelmiyorlarsa aşk yaşamak için geliyorlar. Niyet o değil de sonuç o. Mesela Meet Joe Black ve City of Angels bu filmlere örnek. Hatun aradığı erkeği dünyada bulamayınca melekler dönüp ya da düşüp erkek oluyorlar ve dünya gözüyle aşklarına başlıyorlar. Bir de Axe deodorant reklamındaki melekler var. Deodorantı sıkıyorsun gökten kanatlı hatunlar düşüyor; Baygon sıkılmış sinekler gibi. Ha bu arada meleklerin ‘düşme’ olgusu sık kullanılıyor. Zira Hıristiyanlıkta da kötü olan melekler ‘fallen’ (düşmüş) olarak tanımlanıyor. İncil’e sonradan dahil edilen ‘Revelation’ kitabında Şeytan ve meleklerinin, Mikail ve melekleriyle yaptığı Cennet’teki savaşı kaybedince dünyaya düşürüldüğünden bahseder.

Ne diyelim, Allah bizi düşürmesin...

8 Aralık 2011 Perşembe

Mozart'ın Elvira'ya Olan Büyük Aşkı

Mozart’ın 21. Piyano Koncertosu vardır. Muhteşemdir.

Herkes Mozart’ın bu eseri Elvira Madigan isimli bir kadın için yazdığını sanır. Zira bir müzik mağazasına gidersiniz, bu konçertonun CDsini bulursunuz, üstünde "Mozart, Piano Concerto Nr:21, ‘Elvira Madigan’” yazar.

İnsanlar bunu görünce kafalarında büyük bir aşk hikayesi canlanır. Kimmiş bu Mozart’ın bu kadar sevdiği, adına konçerto yazdığı kadın diye merak ederler.

Elvira Madigan, Danimarkalı bir ip cambazıdır. Üvey babasının sirkinde gösteri yapmak için bulunduğu İsveç’te Sparre isimli bir subayla birbirlerine aşık olurlar. Ama Sparre evli ve iki çocuğu olan bir adamdır. Yine de aşkları devam eder. Bir yıl boyunca birbirlerine mektuplar yazarlar ve nihayet birlikte Danimarka’ya kaçarlar. Yaklaşık bir ay birlikte olurlar. Ama paraları bitmektedir. Bir piknik sepeti hazırlayıp Tasinge Adası’na giderler. Birlikte son yemeklerini yedikten sonra Sparre, dünyada sürdüremeyecekleri aşklarını ebediyette yaşamak düşüncesiyle, zimmetli tabancasıyla önce Elvira’yı sonra kendisini öldürür.

Mozart 1756-1791 yılları arasında yaşamıştır. Elvira ise, Mozart öldükten çok sonra doğmuş, 1867-1889 yılları arasında yaşamıştır.
Yani Mozart Elvira'yı asla tanımamıştır.

Peki nasıl olmuştur da Mozart, Elvira Madigan adını verdiği bir konçerto bestelemiştir?

Cevap basit: Bestelememiştir.
Konçertoyu bestelemiştir de bu ismi vermemiştir.
O konçerto Mozart’ın sadece 21inci Piyano Konçertosu’dur.

Elvira Madigan ve Sparre’ın mezarları halen öldükleri o adadadır ve halen aşıkların ziyaret ettikleri yerler arasındadır. Elvira Madigan’ın Sparre ile olan bu dramatik hikayesi 3 kez filmlere konu olmuştur. Bunlardan en bilineni 1967’de çevirilen İsveç yapımı bir filmdir. İşte bu filmde Mozart’ın 21inci Piyano Konçerto’sunun ikinci bölümü, o muhteşem, o duygu yüklü Andante bölümü kullanılmıştır. Konçerto’ya Elvira Madigan ismi bu filmden sonra, pazarlama uzmanı şahıslarca verilmiştir.

Çok kötü de olmamıştır çünkü her ikisi de birbirlerini yaşatmaktadır. Ben sadece işin aslı bilinsin istedim ;)

5 Aralık 2011 Pazartesi

5 Aralık Devrimi

Bugün 5 Aralık.

1934 yılının 5 Aralık tarihinde Atatürk, bugün uygar devletler arasında gösterilen tüm devletlere ve milletlere örnek olan, en büyük devrimlerinden birini gerçekleştirdi:

Türkiye'de Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkı verildi.

Bu hak, bugün Avrupa Birliği adı altında aralarına girmek için yırtındığımız İtalya ve Fransa’daki kadınlara bizden 12 yıl sonra, 1946’da verildi. Medeni toplumun örneği olarak en başta gösterilen İsviçre ise bu hakkı ancak 1971’de yasalaştırabildi.

Atatürk şöyle demişti: “Bir toplum, bir millet erkek ve kadından meydana gelir. Mümkün müdür ki, bir toplumun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça, diğer kısmı göklere yükselebilsin!”

2011’e, günümüze bakalım:koca şiddetinden kaçan kadınlar, sığınma evleri, sokak ortasında bıçaklanarak öldürülen kadınlar, dayaktan hastanelik edilen kadınlar, vb.

Yine Atatürk’ü dinleyelim: “Bizim dinimiz hiç bir vakit kadınların erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir! Allah'ın emrettiği şey erkek ve kadın müslümanların ilim ve irfan edinmeleridir. Kadın ve erkek bu ilim ve irfanı aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla mücehhez olmak mecburiyetindedir.”

Bu söylemin ispatı kolaydır: Kur’an’ı okursunuz, görürsünüz. Ve ayrıca şunu da görürsünüz: başınızı örtün diye bir ayet yoktur. Oysa bugün tesettürler içinde tutulmaya bırakılmış, dinimiz yalanlanarak ikna edilmiş ve ne yazık ki bunu benimsemiş kadınlar var. Tesettür kelimesinin sözlük anlamı “zorla, baskı ile örtünme” demektir. Bu konuyla ilgili Serbest başlıklı yazımı da okuyabilirsiniz.

Atatürk, soyadı kanunu çıktıktan sonra Gökçen soyadını verdiği Sabiha’yı 12 yaşındayken evlat edinmişti. Ama bugün Türkiye’de 12-13 yaşında tecavüze uğrayan kızlara “kendi rızası vardı” diyen mahkemeler var. Bugün, Atatürk’ü ve onun yaptıklarını hazmedemeyenlerin ismini silmek istediği Sabiha Gökçen dünyanın ilk kadın savaş pilotudur. Bence bu başlı başına, Türkiye'nin, Dünya tarihine vurduğu en önemli başarı damgalarından biridir.

“Dünyada hiçbir milletin kadını, “Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar hizmet gösterdim” diyemez” diyen Atatürk’ün kurduğu Türkiye’de kadınlarımıza Allah’tan kolayılık, güç, akıl ve sabır diliyorum.

Dünya milletleri Atatürk'ü örnek alarak medeni oldular ama biz Atatürk'ten uzaklaşarak medeniyetimizi kaybediyoruz.