İş hayatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İş hayatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Aralık 2018 Cumartesi

Obentou

Eşim her sabah hepimizden önce kalkıp çocuklara kahvaltı hazırlıyor. Kahvaltıyı hazırlamak çok zaman almıyor ama hem kendisi hem de benim için obentou (お弁当) hazırlaması biraz zaman alıyor. Obentou bir Japon geleneği diyebiliriz. Eğer şirketin öğle yemeği servisi yoksa, çalışanlar ya dışarıda yemek yiyorlar ya da evde hazırlayıp getirdikleri yemekleri yiyorlar. İşte evde hazırladıkları yemeğe obentou deniyor.

Mağazalarda çeşit çeşit obentou kutuları satılıyor. Yaşa göre, kapasitesine göre resimlisi, şekillisi, küçüğü, büyüğü birçok çeşidi var. Eşim hepimiz için birer kutu almıştı. Çocuklar okulda, biz de işte onun hazırladığı obentouları öğle yemeğinde yiyoruz.

İşte bu kısa yazıyı da aslında bunun için yazıyorum.

Eşim, sadece karnımız doysun diye değil gözümüz doysun diye de özene bezene hazırlıyor. Hatta üstüne bir de kalorisini, proteinini, vitaminini, mineralini hesaplayarak hazırlıyor. Öncesinde de haftalık alışverişini bu hesaplara göre yapıyor. İş yorgunluğunun ardından aç karnına obentou kutumu açınca da işte böyle manzaralarla karşılaşıyorum. Perşembe ve cuma günkü öğle yemeklerimin, yani afiyetle yediğim obentoularımı siz de görün istedim.

27 Mayıs 2018 Pazar

Happy Sensei

Japonya'daki öğretmenlik kariyerimin ilk haftasını tamamlamış bulunuyorum. Zaten özel dersler vererek bu işi kısmen yapıyordum ama bir okul çatısı altında öğretmen sıfatını resmî olarak yeni elde ettim. Ne öğretmenliği diye soracak olursanız; İngilizce öğretmenliği. Sizin anlayacağınız, bir Türk olarak Japonlara İngilizce öğretiyorum. İki üniversite mezunu, on beş yıllık bilişim teknolojileri kariyerine sahip bir bilgisayar yüksek mühendisi olarak Japonya'ya taşınıp İngilizce öğretmeni olarak yeni bir kariyere başlamak epey ilginç bir deneyim olacak.

Yaklaşık bir ay önce bu iş bana ilk teklif edildiğinde geri çevirmiştim. Çünkü öğrencilerin yaşları 3 ile 12 arasında değişiyordu. 10 yaşın üzerinde olanlara ders vermek sorun değildi ama söz konusu 3-4 yaşındakiler olunca, bu işin öğretmenlikten çok çocuk bakıcılığı olduğunu düşünmüştüm. Eşimin ısrarıyla fikrimi değiştirip denemeye karar verdim. Bir ay önce teklifini geri çevirdiğim okul müdürünü çekinerek arayıp henüz birini bulmadıysa ve benden henüz vazgeçmediyse denemek istediğimi söyledim. Beklediğimden çok daha sıcak karşıladı. Böylece birkaç gün sonra işe başladım ve ilk haftamı tamamladım.

Çalışma arkadaşlarım, yani okulda benimle birlikte çalışan diğer öğretmenlerden biri Amerikalı, biri Filipinli, diğeri Fransız. Henüz tanışmadığım iki de Japon öğretmen var. Fransız öğretmen hanımın çok iyi bir İngilizcesi var. Konuşması neredeyse hiç Fransız aksanına kaymıyor. Ayrıca, belki şaşıracaksınız ama, son derece cana yakın, samimi, yardımsever, hoş sohbet ve mütevazi biri. Yani normal bir Fransız değil! Bana çok yardımcı oluyor ve sonraki günlerde de ondan çok şey öğreneceğimi düşünüyorum.

İsmimin telaffuzu Japonlar için, özellikle de çocuklar için zor olduğundan söylerken biraz güçlük çekiyorlardı. Muru, Muturu, Muraru, Matturu gibi şeyler söylüyorlardı. Bu yüzden hepsi için kolay ve akılda kalıcı bir rumuz kullanmak gerekliliği doğdu. Çinlilerin yaptığı şekilde William, John, Michael gibi özenti isimler kullanmak istemiyordum. Çocuklarla konuşmam sırasında ismimin İngilizce karşılığının 'happy' olduğunu söyleyince adım Happy Sensei [1] olarak çıktı. Artık teacher Happy ya da Happy sensei diyorlar. Böylelikle hem anlamsal olarak temelde adım değişmemiş oldu, hem çocuklar için söylenmesi kolay bir ad ortaya çıktı, hem de onlarla yakınlaşmam ve samimiyet kurmam kolaylaştı.

Geçtiğimiz senenin sonunda Japonca ilerletmek için ara verdiğim çalışma hayatına böylece farklı bir kulvardan geri dönmüş oldum. Evde Türkçe, işte de İngilizce konuşunca Japonca kullanma imkanım maalesef azaldı. Bu durumu telafi etmek için kendimi biraz kitaplara veririm artık. 2020 yılında Japonya eğitim sisteminde İngilizce daha fazla ağırlık kazanacak. Bakalım Happy Sensei olarak ben bu sistemde nasıl yer alacağım.
_________________________________________________________________________________
[1] 'Sensei' (先生) kelimesi Japonya'da öğretmenlerin yanı sıra doktorlar, avukatlar, savcılar ve yargıçlar için de kullanılır. Usta/hoca anlamındadır. Kelimeyi oluşturan ideogramlardan ilki ön, ikincisi ise yaşam anlamındadır. Bir başka değişle, Japon kültüründe hocalar, doktorlar ve hukukçular toplumun önünde yaşayan saygın insanlardır.

15 Ekim 2017 Pazar

İşi Bırakıp Öğrenci Olmak

Japonya'ya geleli bir yıldan fazla oldu ama Japoncaya hâlâ yeterince hakim olduğumu söyleyemem. Bunun iki ana nedeni var. Birincisi, evde hâlâ Türkçe konuşuyoruz, ki bundan bir şikayetim yok çünkü her iki oğlumun da dilimizi iyi bilmelerini istiyorum. Şimdi beş yaşında olan büyük oğlumun iki ana dile sahip olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Hem Japoncayı hem Türkçeyi çok iyi konuşuyor. Dört yaşına kadar Türkiye'de kalmasının ve bunun son iki yılında anaokula gitmesinin büyük katkısı oldu. Burada da birbirimizle Türkçe konuşmak istememdeki asıl amaç hem onun Türkçeyi unutmaması hem de daha yeni yeni dil becerisi kazanmaya başlayan iki yaşındaki kardeşinin, kendisi gibi çift lisana sahip olarak büyümesi. İkinci sebep, yaklaşık on ay çalıştığım işte hemen hemen hiç konuşma imkânı olmamasıydı. Ben dahil herkes mesai boyunca önündeki işi yapmakla meşgul oluyor ve laflamak gibi herhangi bir fırsat neredeyse hiç olmuyordu.

Bu iki etkenden ilkini değiştirmeden amaca ulaşmanın tek çıkar yolu kalıyordu, o da ikinci etkeni değiştirmek. Bu sebeple, çalıştığım işten iki hafta önce, Eylül sonunda ayrıldım. Baştan sona kadar gerçekten sıkı çalıştığımı söyleyebilirim. Öyle ki, beni şirkete öneren aracı şirkete benim gibi birini daha bulmaları için talep gelmişti. Ayrılacağımı bildirdiğimde ise kalmam için epey ikna etmeye çalıştılar, kararlı olduğumu kabul etmek zorunda kaldıklarında ise kurs sonunda tekrar çalışmaya başlamamı istediler. Bunu övünmek için değil şunun için yazıyorum: dört farklı şirkette yaklaşık on beş sene çalıştığım kendi ülkemde, ki çok daha önemli şirketlerde çok daha önemli işlere imza attım, asla böyle bir övgüye nail olmadım. Gerçi aynı işe tekrar dönmek niyetinde değilim. Zaten dili geliştirmek istememdeki sebeplerden biri de daha iyi işlere adım atacak donanımı elde edebilmek. Ama şöyle bir düşününce, filancanın oğlu, falancanın yeğeni, şu cemaat üyesi, bu tarikatın müridi gibi sıfatlarımın olmaması sebebiyle ağzımla kuş tutsam yaranamayacağımı anladığım kendi ülkemdeki çalışma hayatı ile, bırakın kimin nesi olduğumu, dillerini bile henüz iyi konuşamadığım halde, sadece ortaya koyduğum işe bakarak el üstünde tutulduğum Japonya'daki çalışma hayatı arasındaki fark bile aslında Japonların neden bizden daha ileri olduğu sorusunun cevaplarından birini rahatlıkla verir.

Gitmekte olduğum dil kursu Japonya Sağlık, Çalışma Ve Sosyal Yardımlaşma Bakanlığı tarafından finanse ediliyor. Bundaki amaç, ülkede yaşayan yabancı uyruklu kişilerin çalışma hayatına kazandırılması. Dolayısıyla sadece lisan değil, çalışma hayatındaki davranış şekilleri de öğretiliyor. Her öğrenciye dağıtılan, bugünkü kurla yaklaşık 200TL değerinde olan kitaplar, öğretmenlerin ücretleri, okula ait harcamalar bakanlık tarafından ödeniyor. Yani milletin vergilerinden karşılanıyor. Ben kurs için cebimden bir kuruş bile harcamıyorum. Sadece yol ve yemek masraflarını kendim karşılıyorum.

Öğrencilerin çoğunluğunu Brezilyalılar oluşturuyor, ki Japonya genelinde çalışan yabancı uyrukluların çoğu Brezilyalı. Yerinde bir ifadeyle, Almanya'daki Türk işçiler ne ise Japonya'daki Brezilyalı işçiler o. Bu yüzden Japonya'nın resmî ve eğlence mekânlarında bulunan duyuru ve uyarı levhalarında Japonca ve İngilizcenin yanı sıra Portekizce de yer alıyor. Öğrencilerin anadillerine göre dağıtılan ders kitaplarının Portekizce, İspanyolca, Çince anlatımlı olanları mevcut. Türkçe bulunmadığı için ben İngilizce olanı aldım. On dört kişilik sınıftaki tek Türk benim. Sınıftaki diğer öğrenciler Çin, Vietnam, Filipinler ve Peru'dan geliyor.

Yaklaşık iki buçuk ay sürecek olan kurs sonunda hemen iş arayışına geçmeyip bir üst seviyedeki kursa da katılmak niyetindeyim. Bu, aradaki boşluklarla en az altı ay işsiz kalacağım anlamına geliyor. Ekonomik olarak zor bir süreç bekliyor ama bu sıkıntıyı çekmenin gerekli olduğunu düşünerek önceden hazırlıklarımı yapmıştım ve süreç sonunda değeceğinden eminim. Bu öğrencilik günlerinin en iyi tarafı, ders bitip öğleden sonra döndüğüm zaman evde kimsenin olmaması. Epeyce yılların ardından ilk defa evde kendimle baş başa kalıp kendi keyfime göre hareket edebileceğim birkaç saat elde etmiş oluyorum.

26 Şubat 2017 Pazar

Japonya'da İşe Başlamam Üzerine Küçük Bir Not

Bu yazıyı 7 Şubatta LinkedIn'de yayınlamıştım. 
Bugüne kadar 1200 kez okundu, 150 kişi tarafından 
beğenildi ve birçok kez paylaşıldı. Bunun üzerinde 
blogumda da kayıt altında tutmak için aynı şekilde 
buraya da aktarıyorum:

Türkiye'de yaşadıklarımdan sonra tekrar bir işe başlamak gibi bir niyetim yoktu, hâlâ da yok, ama Nisan döneminde küçük oğlumu iyi bir kreşe yazdırma hakkı elde edebilmek için ayda en az 60 saat çalışıyor olduğumu Japonya resmî makamlarına göstermem gerekiyordu.

Şehrin iş bulma kurumuna gittim, bana bir iş önerdiler, olur dedim, ertesi gün işe kabul edildim!

Böylece saat ücretli bir işte çalışmaya başladım.

İşin ilginç tarafı, Türkiye'de 15 yıl deneyimli, İngiltere yüksek lisanslı bir bilgisayar yüksek mühendisi olarak aldığım maaşa neredeyse denk ücret alıyorum.

İşin daha da ilginç tarafı, Türkiye'de, yöneticim seviyesindeki şahsiyetler bana "senin maaşını verdiğimiz birinden daha çok şey bekliyoruz" diyerek maaş verirlerdi (örneğin, kendisine adamlık payesi vermekten çekinmeyen birinci yöneticimin bile bu fiyata satılmaz dediği, sadace lisansı 600k Euro olan bir ürünü satmamı beklerlerdi). Japonya'da ise, "bizim için çok çaba gösterdiğiniz için teşekkür ederiz" deyip, yerlere kadar eğilip selam vererek maaş veriyorlar.

Aradaki farkın sadece bir kültür farkı değil, ahlâk farkı da olduğunu düşünüyorum. Daha önceki bir yazımda da belirttiğim gibi Japonya'daki iş hayatı incelemelerim devam ediyor ve gerekli notları paylaşmak üzere biriktiriyorum. Ama kim bilir; belki Türkiye'de kaybettiğim meslek hayatıma dönme motivasyonumu burada tekrar kazanabilirim.
______________________________________________________________________________
Orijinal yazı: https://www.linkedin.com/pulse/japonyada-i%C5%9Fe-ba%C5%9Flamam-%C3%BCzerine-bir-mutlu-sayar-msc-it

18 Eylül 2016 Pazar

Koç Vuruşu

Koçluk mesleği ülkemizde iyice yaygınlaşmaya başladı. Birçok yerde adı anılır oldu. Bu meslek erbapları arasında işini hakkıyla yapanlar mutlaka vardır, ancak gözlemlerimiz ve duyumlarımız ters giden bir şeyler olduğu yönünde şüphe duymamıza yol açıyor.

İstenilen ücretler korkunç. Örnek vermeden önce koçluğun tanımını aktaralım. Uluslararası Koçluk Federasyonu (ICF) koçluk tanımını şöyle veriyor: "Koç'un müşterilerinin kendi kişisel ve profesyonel potansiyellerini düşündürücü ve yaratıcı bir süreçte fark etmelerini ve kullanmalarını, bu sayede bulundukları belirsiz ve karmaşık durumlardan çıkmalarını sağlayan ortaklık"[1]. Daha kısa bir tanımla şöyle deniyor:"müşterilerin bireysel ve profesyonel potansiyellerini en üst seviyeye çıkarmalarını sağlamaları için ilham veren, düşündürücü ve yaratıcı müşterek bir süreç"[2]. Sanırım en özet tanım olarak GORA filminde Garavel'in Arif'e söylediklerini kullanabiliriz: "sende olanı sana koyacağız".

Geniş verilen ilk tanımı ele alırsak, bir kişinin koçun potansiyel müşterisi olabilmesi için "belirsiz ve karmaşık durumlar içinde" olması gerekir. Diğer tanım bu şartı ortadan kaldırıyor. Böylelikle daha geniş bir kitle hedefe oturtuluyor ve müşterinin gurur yapıp karmaşık ve belirsiz durumlar içinde olduğunu kabul etmeme riskini ortadan kaldırıyor. Bireysel ve profesyonel potansiyellerini en üst seviyeye çıkarmalarını sağlamak için bir koçun öncelikle müşterisinin potansiyelini tespit edecek bilgiye ve donanıma sahip olması gerekir. Bugüne kadar, "siz zaten potansiyelinizin en üst seviyesinde bulunuyorsunuz, benim yapabileceğim bir şey yok" deyip işi geri çevirmiş bir koç olmuş mudur diye merak ediyorum. Ya da tüm müşterilerini potansiyel seviyelerinin altında olduklarına ve kendilerinden destek almadan en üst seviyeye asla çıkamayacaklarına mı inandırıyorlar bilemiyorum.

İşin biraz daha temeline girip koç kavramının kökenine inelim. Koç (İng.:coach) kelimesi Fransızca kökenlidir ve "bir yerden diğerine taşıyan araç" anlamına gelir. Batı ülkelerinden birinde birisine havalimanına nasıl gideceğinizi sorduğunuzda size bir koç tutmanızı söylerse şaşırmayın. Koç derken bir otobüsten bahsetmektedir, sizi kalkış noktasından havalimanına götürür. Bir nevi Havaş yani. Sizi içinde olduğunuz belirsiz durumdan alıp, potansiyelinizin en üstüne götüren koçların tanımı da bu köke dayanır. Eğer koç kelimesi yabancı dillere Türkçe'den  geçmiş olsaydı taşımacılıkta değil hayvancılıkta kullanılırdı. O zaman da burada tartışmakta olduğumuz meslek kendisine başka bir ad bulmak zorunda kalırdı.

Şimdi örneği verelim:
Bir arkadaşım kızı için bir eğitim koçu ile konuşmuş. Eğitim koçu vereceği hizmet karşılığında 40.000 TL ücret istemiş.
- Harvard Üniversitesi'ni mi garanti ediyorsunuz?
- Hayır.
- Oxford garanti mi?
- Değil.
- Boğaziçi?
- Kısmet.
- Herhangi bir üniversite?
- Hayırlısı.
- Hayatını kazanacak bir meslek?
- Kendine kalmış.
- Meslek sahibi olursa iş bulması garanti mi?
- Allah büyük.
- Peki siz ne yapacaksınız?
- Ben 40.000 TL alacağım. [3]

Lisansüstü eğitimleriyle iş bulamayanlar varken, üniversite diploması olmayan imamların ülke yönettiği bir devirde, karşılığı 40.000 lira olan bir eğitim koçluğunun nasıl bir sonuca ulaştıracağını merak ediyorum.

Her malın, hizmetin, emeğin bir bedeli vardır. Alışverişin özü budur: ödediğinin karşılığını almak. İnsanın hayatta en kıymetli varlıkları olan evlatlarının belki birkaç yıllık okul ücretini talep eden bir kişi neyin garantisi karşılığında 40.000 lira ücret isteyebilir? Psikolog Doğan Cüceloğlu şöyle diyor:

"Ailenin çocukla kurduğu ilişkinin türü, çocuğun okul başarısını etkileyen en önemli ve en can alıcı nokta olarak karşımıza çıkıyor."[4]
"Çocuğunuzun seçimlerini kendisinin yapmasına özen gösterin. Siz onun yerine seçimler yapmayın, o seçimler yaparken sizi bir danışman, bir rehber olarak kullansın."[5]
"Sizin başarı anlayışınız ve o anlayışın altında yatan inanç, isteseniz de istemeseniz de, farkında olsanız da olmasanız da, çocuğunuzla ilişkinizin temelini oluşturur."[6]

Kendilerinin de zaten bu sözler temelindeki fikirleri verdiğini iddia eden eğitim koçları olabilir. Öyleyse, Cüceloğlu'nun kitabı 12 lira 50 kuruşken sana niye 40.000 lira verelim?

Senelerce eğitim alıp bu işin ilmini yapmış kişiler dururken, birkaç haftalık sertifika programıyla "koç" olmuş kişilere binlerce lira vermeyi tercih ederseniz siz bilirsiniz. Ama şunu bilin, koçluk eğitiminin bizzat kendisini alsanız daha ucuza gelir. Böylece hem kendi kendinizin koçu olursunuz, hem de bir mesleğiniz daha olur. Atalarımızın dediği gibi; koç vuruşuna koç dayanır. 40.000 lira verecek müşteriler de bulursanız yaşadınız.

Cüceloğlu, Başarıya Götüren Aile adlı eserinin ikinci bölümünde Başarı'dan ne anlanması gerektiğine değiniyor ve ders, okul, meslek, iş, evlilik ve yaşam başarısı diye bölümlerle ele alıp bunların birinde elde edilmiş başarının bir diğerinde de başarı garantisi vermediğini belirtiyor. İşin ilginç olan tarafı, evlilik, eğitim, yaşam, vs. gibi tüm bu olguların her biri için bir koç bulmak mümkün. Bunların birkaçını aşağıda örneklendirelim.

Yaşam koçu var. Öyle bir ücret talep ediyor ki, sanki bugüne kadar bitkisel hayattaydık da bundan sonra Angelina Jolie-Brad Pitt hayatı yaşayacağız. Evlilik koçu var; birkaç görüşmeden sonra eşinizi sizden daha iyi tanıdığını anlarsanız bozulmaca yok. İş koçu var; "yaptığınız işten keyif almanız, daha başarılı olmanız için" size destek veriyor. Patronun yeğeni mezun olup da sizin yerinize işe alınırsa ödediğiniz parayı geri alamıyorsunuz. Diyet koçu var; güzelim tereyağlı iskenderi yasaklayıp buharda pişmiş brokoli öneriyor, siz de mutluluktan uçuyorsunuz! Spor koçu, fitness koçu, yoga koçu, oyuncu koçu, satış koçu, audition koçu, eczane koçu, işletme koçu var...var oğlu var. Bir de Reşat Ekrem Koçu var ama onun konuyla ilgisi yok.

Yine siz bilirsiniz ama, hangi konuda olursa olsun, ben yine de size işin ilmini yapmış olan kişilerden destek almanızın en doğrusu olacağını tavsiye ederim. Senelerin verdiği birikimleri kitaplarıyla önümüze getirirler, özel olarak destek almak istediğinizde ise 40.000 liranıza göz koymazlar.
_________________________________________________________________________________
[1] http://www.perfectmindcoachacademy.com/koccedilluk-hakkinda.html
[2] http://www.icfturkey.org/index.php/icf-hakknda
[3] Diyalog metni, verilen-verilmeyen taahhütler gerçeğine uygun olarak mübalağa edilmiştir. Ücret tamamen gerçektir.
[4] Başarıya Götüren Aile, s.100
[5] age, s.111
[6] age, s.27  

29 Mart 2016 Salı

İş Hayatında Yaşanan Seviye Düşüklüğü

Son zamanlarda LinkedIn'in Facebook gibi kullanılması yönünde eleştirel paylaşımlar artmaya başladı. Laubaliliğe kaçmadığı sürece bu eleştirel yaklaşımların özünde haklı olduğunu kabul etmek gerekir. Ancak eleştiri sahiplerinin maalesef çok az bir kısmı düşüncelerinde samimi. Öyle ki, eleştirilerinin asıl muhatapları aslında bizzat kendileri. Bazıları ne kadar profesyonel olduklarını reklam etme fırsatı yakaladığını düşünerek hareket ediyor. Ukalâlıklarını ortaya koyan yeni yetmeleri de ayrıca unutmamak gerek. İşin ilginç tarafı, LinkedIn ile terk edin kafiyesini kullanarak paylaşımda bulunan bir kişi, çalıştığı şirketin reklamını Facebook'ta yayınlamaktan çekinmiyor; bunu bizzat tespitime dayanarak aktarıyorum.

Hem Facebook'u hem de LinkedIn'i sıkça kullanan ve faydalarını gören kişiler her iki sitenin paylaşımlarındaki farklılaşmayı açık bir şekilde görebilir. Hatta Facebook paylaşımlarındaki seviyenin eskiye oranla daha yüksek olduğunu kolayca fark edebilir. İnsanların Facebook'taki deneyimleri arttıkça daha kaliteli, fikir beyan eden, hoşa giden, anlamlı paylaşımlarda bulunuyorlar. Ancak LinkedIn'deki seviyenin gerçekten de zamanla çok düştüğünü ve düşmeye devam ettiğini fark etmek güç değil. LinkedIn'in Facebook gibi kullanılması, sebeplerden değil, sonuçlardan biri. Gerçek sebep, Türkiye'nin çalışma hayatındaki insan kalitesinin düşüşü. İşlerin başına ehil insanların getirilmemesi, ilişkilere dayalı terfiler, cemaatleşme/cemiyetleşme, akrabalık, sorgulama yerine itaate özendirme, başarının farklı kişilerce sahiplenilmesi, başarısızlıklardan ders almak yerine üstünün örtülmesi, eğitimlerin yatırım değil masraf olarak görülmesi gibi birçok örnek sayılabilir. Bu gibi örnekler elbette her zaman vardı ama çalışma hayatında bugün olduğu kadar egemen değildi.

Hayatımda yaptığım ilk iş görüşmesinde bana sorulan sorulardan biri, o şirkette akrabam olup olmadığıydı. Kurumsal veya kurumsal olmaya aday şirketler akrabaları, eşleri istihdam etmemekte hassas davranırlardı. O ilk iş görüşmemden on küsur yıl sonra yaptığım görüşmelerden birinde ise tablo şöyleydi: Şirket ortaklarından biri ablasını, diğeri abisini, diğeri hem abisini hem yengesini istihdam etmiş, sonuncusu ise İK bölümündeki bayanı kendine sevgili yapmıştı (veya sevgilisini İK'na almıştı). Görüşme yaptığım kişi şirketteki kurumsal olmayan uygulamalardan bazı örnekler verdi ve benden beklentisinin deneyimlerimi kullanarak bunları düzeltmede yardımcı olmam olduğunu söyledi. Gelin görün ki, birkaç ay sonra çalışanlardan birinin kocasını da işe aldılar.

Yalan ve aldatmanın ise tartışılmaz bir hakimiyeti olduğunu, itiraf etme cesaretini gösteremeseler de sanırım herkes kabul edecektir. Çalışma hayatımın son beş yılını satışla ilgili işlerde geçirdiğim için bunun birçok örneği ile bizzat karşılaştım. Sonuncusunu aktarayım: İstifamı vermeden hemen önce son işimi tamamlamak istiyordum. Müşterimle özel bir görüşme yapıp işi tüm gerçekliğiyle anlattım. Zaten şirketten ayrılacak olduğumu, şahsî bir kazancımın olmadığını, anlaşma olursa imzayı bile benim atmayacağımı, kendilerine yapılan önerilerin ve önerileri yapanların niyetlerini ve yetkinliklerini tüm çıplaklığıyla aktardım. Söylediklerim o kadar doğruydu ki müşteriye inandırıcı gelmedi. Sonradan haber aldım ki, kendilerine en yüksek fiyatı verip isteklerinin en azını karşılayan seçenekle devam etme kararı almışlar. Hayatları yalanlar üzerine oturtulmuş insanlara doğruyu anlatmak, doğuştan gözleri görmeyen birine kırmızıyı anlatmaktan daha zordur.

Şirketlerin, çalışanların, yöneticilerin, insan kaynaklarının seviyesi bu derece düşükken, LinkedIn'de yapılan paylaşımları tartışmak çok yersiz.

Önümüzdeki aylardan itibaren yaşamımı büyük oranda Japonya'ya taşıyacağım. Bugüne kadar dışarıdan gözlemlediğim ve takdir ettiğim Japon sosyal ve çalışma hayatını yerinde inceleyeceğim, çalışmalar yapacağım. İşimin bir parçası bu olacak. Her ne kadar örnek alınacağını düşünmesem de, elde ettiğim bilgileri ve deneyimleri yine bu satırlardan sizlerle paylaşacağım.

21 Ekim 2015 Çarşamba

IN&VAS Buluşması

2000 yılında ilk işime başladığım zaman, hem o şirkette uzun süre çalışacağımı, hem de iş arkadaşlarımla uzun süreli dostluklarımız olacağını düşünmemiştim. On sene çalıştım. İlk çalışma arkadaşlarımın bir kısmı hâlâ en iyi dostlarım. Çalıştığım bölüme tepeden inip ortalığı karıştıran sahtekâr müdürler olmasaydı daha uzun süre çalışırdım ve mevki budalası olup zenginleştikçe ilişkisini kesenler, zengin koca için yurtdışına gidenler olmasaydı şu an daha çok kişiyle görüşüyor olurdum. Zaten dün akşamki buluşmamıza bu kişilerden katılan kimse olmadı.

Uzun açılımı lazım değil, IN&VAS biriminin ilk kurulduğu zamanki müdürü, yani çalıştığım ilk birimin müdürü İsmail abimiz de nihayet şirketten ayrılmış. Cuma akşamı onun için bir veda yemeğinde yaklaşık 30 kişilik bir buluşma gerçekleştirdik. Sürekli görüştüklerimiz ve yıllardır görüşmediklerimizle beraber kahkaha dolu bir akşam geçirdik. Her zaman güzel sürprizlerin başrolünde yer alan Hayriye ablamızın hazırladığı, hatıralarla dolu eski resimlerimizin yer aldığı sunumda o kadar çok güldük ki çene kaslarımıza ağrılar girdi.

Yeni mühendisler olarak hemen hemen hepimizin ilk işiydi. Üniversitelerimizden yeni mezun olmuş ve çalışmaya başlamıştık. Şöyle bir düşününce, IN&VAS çatısı altında, üniversiteyle neredeyse aynı ortamı yakalamıştık. Bu durum çalışmalarımıza da yansımış, başarılı işler çıkartmıştık. Hepimiz bekardık. İşten çıkar akşamları gezer, yer içerdik. Piknikler organize eder, arabalarla konvoy yapar giderdik. Birkaç sene boyunca şirketin en başarılı operasyon birimi olarak anılır olduk. Farklı bölümlerde veya şirketlerde olup, şunun bunun torpiliyle yöneticiliğe getirilen kişiler, burası oturmuş bir bölüm, çok bir şey yapmana gerek yok denilerek tepemize konulan iş bilmez vasıfsız müdürlerle arkadaşlarımız bölüm veya şirket değiştirmeye başladı. En büyük darbe ise, belki bizden bir şeyler öğrenirler de adam olurlar diye farklı bir operasyon bölümünün birimimize monte edilmesiyle geldi. Üstelik o bölümün yöneticisini daha sonra birimin de başına getirip tamamen yok ettiler. Ara ara dilini dışarı çıkardığı için kendisine Komodo Ejderi lakabını takmıştık. Numarası bile telefonumda Komodo adıyla kayıtlıydı. Elbette o ve bölümü perişan eden diğer kişiler, başta da söylediğim gibi cuma akşamı aramızda değildi.

Biz, biz bizeydik. Sonraki buluşmada da biz bize olacağız.

20 Nisan 2015 Pazartesi

Patron Şirketleri Kurumsal Kimlik Kazanabilir Mi?

Patron şirketlerinin, kurumsal olduklarını iddia etmek gibi bir özellikleri vardır. Elbette benim gibi 15 yıllık iş hayatı deneyimine sahip kişiler için bu konuda anlatılabilecek çok şey vardır ama ben, bu yazıyı yazmak istememi sağlayan son olay çerçevesinde konuyu ele almak istiyorum. Böylece hem yazıyı bir makale kalıbından kısmen uzak tutmayı hem de okuyuculara bu deneyimden kendileri için bir fikir çıkarabilmelerini amaçlıyorum.

Sene başında işten ayrılınca, daha önce planladığım şeyleri geçekleştirmek için bir fırsat yakaladığımı düşünerek bunları gerçekleştirmeye ağırlık verdim. Yine de tatmin edici bir teklif gelirse değerlendirebileceğimi göz ardı etmeden açık bir kapı bıraktım. Bu bağlamda müracaatlarım ve görüşmelerim oldu. Nasıl sonuçlanacakları şu anki hayat düzenimi ve planlarımı fazla etkilemeyeceği için görüşmelerimde çok rahatım ve karşımdaki insanları ve şirketleri daha kolay değerlendirebilme şansına sahip oluyorum.

En son görüşme yaptığım şirket 25 kişilik bir patron şirketiydi. Toplam üç kez çağırdılar, altı kişiyle dört ayrı iş görüşmesi yaptım. Bu altı kişinin en çok vurguladıkları konu şirketin "küçük olmasına rağmen son derece kurumsal" olduğu idi. Bunu değişik örnekler vererek desteklemek istediler. Örneğin, her şeyin yazılı olduğunu belirttiler. 

Şimdi sürecin kısa bir özetini vereyim ve şirketin ne kadar kurumsal olduğu değerlendirmesini size bırakayım.

Sırasıyla, yaptığım dört görüşme ve görüştüğüm altı kişinin unvanları şöyle: 
1- İK ve Finans Müdürü + Satış ve Pazarlama Grup Müdürü 
2- Genel Müdür + Genel Müdür Vekili
3- CEO
4- CFO. 
Unvanlara göre bir hiyerarşi kurmayı deneyin. Şirketin 25 kişi olduğunu unutmayın. 6 kişi ile yani şirketin %24'ü ile iş görüşmesi yapmış olduğumu da göz ardı etmeyin.

İlk görüşme çok olumlu geçti. Aracı olan İK şirketi de bana bu yönde geribildirim verdi ve ikinci görüşme ayarlandı. Bu görüşme de çok olumlu geçti. Hatta son aşamada, istemiş olduğum ücretin pazarlığını bile yaptık. Ertesi gün aracı İK şirketi durumun çok olumlu olduğunu, CEO ve CFO ile de tanıştırılmak istendiğimi iletti. Onu da kabul ettim. Bu arada, olumlu olarak nitelendirirken bunun tek taraflı değil karşılıklı olduğunun altını çizmek isterim. Görüştüğüm kişilerin yaklaşımları, tavırları ve samimiyetlerinden hoşlanmıştım ve onlarla çalışabileceğime kanaat getirmiştim. 

Ta ki CEO ve CFO resme dahil olana kadar.

Karı-koca kurdukları şirkette yönetim kurulu üyesi/CFO ve yönetim kurulu başkanı/CEO sıfatlarıyla her ikisiyle de aynı gün ayrı ayrı görüştüm. (Bu bağlamda aile şirketi nitelemesini yapmak da yanlış olmayacaktır). İki görüşmenin toplamı diğerlerinin her birinden daha kısa sürdü. Önce CEO olan bey geldi ve CV'mi görünce beni niye seçmeyebileceğini izah etti. Patron olarak kendisinin kağıtta bizzat gördükleri, maaş ödediği müdürlerin edindiği fikirlerden daha önemli. O çıktıktan sonra CFO olan hanım geldi ve kimseden bilgi almamış gibi sil baştan iş görüşmesine başladı, özgeçmişim üzerinden geçip 'niye öyle', 'niye böyle' soruları sordu. Kendisi biraz daha insaflı davranıp müdürlerinin benim hakkımda "çok güzel" şeyler ilettiğini söyledi. "Ama" diye başlayan ikinci bir cümle ekleyecek gibiydi, sustu. 

Detayları anlatmayayım ama özet olarak demeye çalıştıkları şey şu idi: Biz patronlar olarak aslında başkasında karar kıldık ama seninle görüşenler seni çok beğenmişler. Onlara seni istemediğimizi söylemenin meşru zeminini oluşturmak için de mecburen seni tekrar çağırmamız lazımdı.

Son görüşmeden iki gün sonra aracı İK firması fikrimi destekleyen şu bilgiyi gönderdi: "CEO ile tanışan bir diğer aday" tercih edilmiş. Patronların her dediği olan "son derece kurumsal" şirketle yaptığım süreç böylece son buldu. Fırsatım olsaydı işe alım sürecinin bu şekilde olduğu da yazılı mı diye sormak isterdim. 

Şimdi bir empati yapın: Genel müdürsünüz. Açık bir pozisyon var. Pozisyonun yöneticisi kendi ekibi için birini seçiyor, İK bu kişiye onay veriyor. Bir görüşme de siz yapıyorsunuz ve siz de onay veriyorsunuz. Teklif aşamasına geçilmesi gerekirken patronlar gelip hayır o olmasın şu olsun diyor. Ve siz de hâlâ kendinizi o şirketin Genel Müdürü sanıyorsunuz! Ekibinizden birinden memnun olmayıp işten çıkarmak isteseniz ve patron kalsın dese mecburen onunla çalışacaksınız. Peki bu halde onu yönetebilecek misiniz veya kendi motivasyonunuzu koruyabilecek misiniz? Unvanınız var yetkiniz yok.

Güven sorunu, patron şirketlerinin bir başka tipik özelliği. Bir genel müdürün iki veya daha alt mevkideki bir işe alıma onay verirken, bir de patronlar baksın demesinde bir güvensizlik vardır. Veya genel müdürün onayladığı işe alım için patronların bir de biz bakalım demesinde bir güvensizlik vardır. Yani ya müdürlerin özgüven eksikliği, ya da patronların karşı güven eksikliği vardır.

Bu kadar yazının sonunda sizlerde "kedi ulaşamadığı ciğere mundar der" izlenimi yaratmış olmak istemem. Hatta bunu algıyı yıkmak için sürecin olumsuz sona ermesinin bende hayal kırıklığı yarattığını söyleyebilirim. Çünkü CEO ve CFO dışında konuştuğum dört kişi için de dürüst, işlerinin ehli, samimi ve birlikte çalışmaktan zevk alacağım insanlar olduğuna kanaat getirmiştim. Demek ki, ben de boş bulunup kurumsal olduklarına kendileri kadar inanmışım.

Madalyonun bir de öteki yüzü var. Birçok arkadaşımdan duyduğum kadarıyla, küçük şirketlerin gitgide kurumsal kimliğe bürünmesi süreci de çalışan memnuniyetinde olumsuz etkiler yaratıyormuş. Ancak biz bunun değerlendirmesini yapmayı kendilerine bırakalım ya da tecrübe etmeyi bekleyelim.

28 Aralık 2014 Pazar

Dost Kazığı

Bu yazı, Başarının Cezası başlıklı yazımın tamamlayıcısı niteliğindedir. İlk olarak Başarının Cezası okununca bu yazı daha anlaşılır bir hal alır ve taşlar daha çok yerine oturur. Daha önceden okumuş olanların da, yazının en başına eklediğim açıklamayı göz önüne almalarını rica ederim. Çünkü o yazıyı yazmamın ardından, konuya dahil olan birçok kişiden gelen itiraflar ve açıklamalar bazı şeylerin aslını ve bazı kişilerin gerçek yüzlerini ortaya çıkardı. Zaman geçtikçe yeni itiraflar eklendi. Vicdanları rahatsız olanlar, perde arkasında neler yaşandığını ve söylendiğini anlatıverdiler. Anlatılanları farklı kaynaklardan doğrulatmak istedim çünkü inanasım gelmedi. Ama sonuç değişmedi. Hâlâ bile söylenmemiş şeyler var mı, ortaya çıkar mı, diye merak ediyorum.

Başarının Cezası'nı yazdıktan hemen sonra, hemen hemen tamamı olumlu olmak üzere eleştiriler aldım. Ancak olumsuz olarak eleştirilen iki şey dikkat çekiciydi. Biri, her şeyi bilmeden yazdığım eleştirisi; diğeri de, bir kişiye çok fazla yüklenip "arkadaşım" olarak bahsettiğim kişiye daha az yüklendiğim eleştirisi idi. Zaman gösterdi ki, her iki eleştiri de haklıymış. Hatta öğrendim ki, asıl baş rol oyuncularından biri, hatta birincisi "20 senelik arkadaşım" olarak bahsettiğim bu kişiymiş. Bu yazıma Dost Kazığı başlığı atmamın sebebi budur. Ayrıntılarını ise aşağıdaki satırlarda yazıyorum. Kendisini ismiyle anma gereği duymadığımdan 'Arkadaşım(!)' diye adlandırarak yazıyorum.

*

Arkadaşım(!) 2014 ocak ayında bana gelip şöyle demişti:
"Mutlu, yönetim kurulu seni işten çıkartmaya karar verdi. Benim maaşımı yarıya düşürdüler. Eğer bölümüm için ayda 10.000 liralık gelir bulamazsam filancayı da işten çıkartacaklar ve belki bölümü de kapatacaklar."
Ben de ona şu cevabı verdim:
"Arkadaşım(!), ben 12 sene çalıştığım sektörden, bir sene sonra bırakıp gideyim diye ayrılmadım. Sen bu işe inandın, bana da güvendin. Ben seni bu zor durumda yarı yolda bırakmak istemem. Madem senin maaşını yarıya indirdiler, söyle onlara, tazminat ödeyeceklerine benim maaşımı da yarıya indirsinler."

Şimdi burada bir virgül koyuyorum.

Bu konuşmadan beş ay sonra işten ayrılıp Başarının Cezası'nı yazdıktan sonra öğreniyorum ki işin bilmediğim kısmı aslında şöyleymiş:
Yönetim kurulundakiler Arkadaşım(!)'a demiş ki,
"Senin bölümden çok zarar ediyoruz ama sen 3-4 kişilik maaş alıyorsun. Sen bu maaşının üçte birinden vazgeç, yeni dönemde bu şekilde çalışalım."
Benim adım geçmemiş bile. Arkadaşım(!) da maaşının azalmasını kabul etmeyip, benim işten çıkarılmamı önermiş. Böylece bu karar onaylanmış.
Yani beni düşürdüğü duruma bakın: Onun maaşı yarıya indi diye, anca beraber kanca beraber, deyip ben de maaşım yarıya insin diyorum. O, yönetime gidip, Mutlu yarı maaşla çalışmaya bile razı, diye iletiyor!! 

Şimdi virgül koyduğum yerden itibaren devam ediyorum.

Yönetimle konuştuktan sonra Arkadaşım(!) bana gelip maaşımı yarıya indirmeyi kabul etmediklerini söyledi. Bana dedi ki,
"Ama sen merak etme, ben elimdeki yetkiyi olabildiğince zorlayarak sana iyi bir tazminat verilmesini sağlayacağım. Elimizde de sıcak projeler var. Bir ay iki ay sonra projeler gelince tekrar birlikte çalışırız."
Bendeki arkadaş güveni devam ediyor. Ne de olsa, öyle böyle değil 20 sene öncesinden tanışıyoruz, hâlâ görüştüğümüz, haberleştiğimiz ortak arkadaşlarımız var, eşi dahil. Dedim ki,
"Yahu siz şimdi bana belki üç-üç buçuk maaş tazminat ödeyeceksiniz. Olur da bir ay sonra proje gelirse tekrar işe alacaksınız. Yani işten çıkarmayıp maaş verseniz daha az ödemiş olacaksınız. Yazık değil mi şirketin parasına? Sen git onlarla konuş. Ben paralarını istemiyorum. Tazminat da maaş da vermesinler. Ücretsiz izin versinler. Proje gelince tekrar maaşımı alır çalışmaya devam ederim. Ayrıca, istifamı yazacağım, tarihi boş bırakıp imzalayacağım ve sana vereceğim. Ne zaman yönetim sana laf ederse tarihi koyup ver, 'Mutlu istifa etti, beş kuruşunuzu da istemiyor', de. Yok, illa Mutlu'yu çıkartalım derlerse, söyle onlara, beni çıkartamazlar. Çünkü ben işimi yaptım. Bitirdiğim projenin primini versinler, ben de ayrılayım."

Nihayetinde, ücretsiz izin talebi kabul edildi. Öğrendiklerim sonrasında, tazminat ödemekten de kurtuldukları için sevinerek bunu kabul ettiklerini düşünüyorum. Söz verdiğim gibi, istifamı imzalayıp istediği zaman versin diye Arkadaşım(!)'a iletmiştim. Başarının Cezası'nda da yazdığım gibi bunların proje satışı yapmalarını bekledim. Ama satış'ın s'sinin çeyreğini bile beceremeyen bu şahıslar, "3-4 kişilik maaşları" bir kuruş bile eksilmeden günlerini geçirirken, kendi beceriksizlerinin olumlu sonuç vermesini bekleyen ben, yaklaşık beş ayımı iş arayışına bile girmeden geçirmek zorunda kaldım. Arkadaşa vefa göstermek işte böyle bir şey.

Yani işin aslı, işin özü ve özeti şöyle:
Ben,
arkadaşıma ve bölüm arkadaşlarıma zarar gelmesin diye kendi maaşımın tamamını feda etmişken,
meğerse Arkadaşım(!),
kendi maaşı biraz bile eksilmesin diye beni satmış.

Acaba bunların hiç birinin asla ortaya çıkmayacağına gerçekten inanarak mı bunları yaptı? Bakın, bir yıl geride kaldı ve esas mağdurun kendisi olduğunu düşünmem için söylediği şeylerin hiçbiri başına gelmedi. Daha doğrusu tamamı yalan çıktı. Hatta duyduğuma göre, zarar etmeye devam ettiği halde maaşını bile artırmışlar, unvanını falan da yükseltmişler. Ben son dört senelik kariyerimin büyük kısmında satış ve ön satış ağırlıklı çalışmalar yaptım. Görüyorum ki, ürün veya hizmet satmaya çalışmak yerine insanları, hatta arkadaşlarımı satsaymışım çok daha kârlı çıkarmışım.

Altı aydır farklı bir şirkette çalışıyorum ve burada yazdıklarımın bir kısmını aylardır taslak halinde bekletiyordum. 2015 ve sonrası için hayata geçirmek istediğim farklı planlarım var ve ay sonu itibarı ile işimden ayrılacağım. Arkadaşlarıma bile güvenemeyeceğimi tecrübe ettiğim maaşlı eleman hayatına biraz ara veriyorum.

16 Haziran 2014 Pazartesi

Başarının Cezası

(05.07.2014: Yazmış olduğum bu yazıyı, yaklaşık bir hafta yayında kaldıktan sonra, aşağıda bahsettiğim arkadaşımın(!) şahsi ricası üzerine buradan kaldırmıştım. Virgülüne kadar her kelimesinin arkasında olduğumu, yazdıklarımı her ortamda savunacağımı ve bu ricanın arkasında başka bir sebep olduğunu hissettiğim anda yazıyı tekrar yerine koyacağımı belirtmiştim. Arkasında başka bir sebep olduğu ortaya çıktığından dolayı, üstelik de kendisinin tetiklediği bilgi erişimleri sonrasında, yazıyı aynı şekilde tekrar yayına aldım. Sadece ve sadece bir değişiklik yaptım: "20 senelik arkadaşım" olarak bahsettiğim kişinin dürüst olduğunu söylediğim kısımları kaldırdım. Orijinal halini bozmamak adına o sözlerin üstü çizilidir ve eklediğim cümle mor renkle yazılmıştır. Anlaşılan o ki, bu konuda bana itiraflar gelmeye devam edecek ve ben de yeni şeyler öğrenmeye devam edeceğim. Bu işin aslını da yine blogumda bir gün yazacağım. Yazının tarihi 16.06.2014tür.)

Burada yazdığım yaşanmış gerçekler, tipik bir "Satışçı proje satamadı, projeciyi cezalandıralım" olayıdır. Aslında çok daha fazlasıdır ama giriş böyle olsun, devamını aşağıda ayrıntılayalım. Yazdıklarımı, bireysel bir takım deneyimlerin aktarılması, ve okuyanların bireysel çıkarımlar elde etmesi esasına dayanarak yazdım. Şirket içinde yaşanan bir takım değişimler bu yazının konusu dışında kaldığından içeriğe dahil edilmemiştir.

20 senelik arkadaşımın isteğiyle ve desteğiyle, onun yöneticiliğinde ve verdiği bir takım güvencelerle, daha az maaşa ve imkâna razı olarak çalışmaya başladığım şirkette, beraber çalıştığım proje ekibinin gayretli çalışmalarıyla birlikte, önemli bir projeyi başarıyla tamamladık. Üzerine, müşterimizle senelik bakım anlaşması yaptık. O da yetmezmiş gibi, bir de başarı hikayesi aldık, medyada yayınlandı ve şirket, yeni proje satışları için bunu referans olarak gösteriyor ve gösterecek. Yani, bir projeci bundan daha başarılı olmalıydı, derseniz bunların altına ekleyecek bir satır bulamazsınız.

Ancak tüm bunlara rağmen satış ekibinin yöneticisi yeni bir proje satma becerisini gösteremedi. Bunun üzerine, bizim bölümün maliyetini düşürmek için başarılı olanları hedef seçti. Maliyetimin yüksek olması bahane edilerek işten çıkarılmamı yönetim kurulunda oylamaya sunup çoğunlukla kabul ettirdi.
Yani şirketin verdiği mesaj şu idi:
Sen ne kadar başarılı olursan ol, biz seni işten çıkarmak için gereken çoğunluğu sağlarız...

Karşılıklı konuşmalarımızda bana söylenen ve son cümlesi dışında samimi olduklarından emin olduğum sözler şunlardı: "Biz senin çalışmalarından da, şirket içindeki ilişkilerinden ve arkadaşlığından da çok memnunuz. Yollarımızı ayırmak istemeyiz. Ama şartlar böyle yapmamızı gerektiriyor". Yani yukarıdaki mesaja şu ekleme yapıldı:
...çünkü bizim için para, başarıdan ve arkadaşlıktan daha önemli.
Başarıyı hazırlayan altyapı nedir, diye sormak gerekir.

Kendisi şirket ortaklarından olduğu için ve aynı zamanda genel müdürlük görevini de yürüttüğü için [1] konumu sağlamdı. Başarısızlığı ne kadar aşikar olursa olsun itiraf edecek kimsenin çıkmayacağına güveniyordu. Oylama yapması ise başlı başına bir dalavere idi. Yeterli çoğunluğu başta sağlamamış olsa ya da sağlamayacağını bilse oylama yaptıramazdı. Oylama!! Benim değil, kurulun kararı, demeye getirip kendisinin hedef olmaktan kurtulacağını ve diğer çalışanların gözünde itibarını koruyacağını düşündü. Yani kendisi kurnaz, çalışanlar aptal(!). Anlaşılan o ki, seçim hileleri yapmak ve başkalarını aptal sanmak tüm dincilerin ortak özelliği. Bir diğer ortak özellikleri olan iftirayı arkamdan ne şekilde yapacaklar merak ediyorum. Aksi yönde oy kullanmış olanlar, haysiyetli kişiler olduklarını göstermişlerdir. Onlar, bu yazının birçok yerinde bahsedilenlerin kendileri olmadığını bilirler.

Ben iki noktada yanılgı yaşadım. İşe girmeme sebep olan ve uzun süre birlikte çalışacağımız üzere konuşma yaptığım arkadaşım bu şahıslar hakkında iyi şeyler söylemişti ve ben de onun sözlerine güvenip onları adam zannetmiştim. Birinci yanılgım bu idi. Başlarındaki kişi, bizim bölüm üzerinde baskı kurmaya başlayınca arkadaşımın yani yöneticimin tavırları da değişti. Son haftalara doğru dahil olmam gereken işleri vermeyip yapmakla yükümlü olmamam gereken işler verdi ve bunların hesabını sorar oldu. Teşbih yaparak anlatayım; yolcu uçağının kaptan pilotu yardımcı pilota şöyle der: "Bugün yolculara çayları, kahveleri sen dağıt. Uçak personelinin her işi yapabiliyor olması lazım. Yoksa kimse bizim uçağa binmez." Hostes işe alırsın, maaşını ona göre verirsin, ya da her işe koşturacak altyapıyı ve motivasyonu sağlarsın.
Geri çevirdiğim görüşme teklifleri. Birinin tarihinin 5 Kasım,
yani işten çıkarılmam oylanmadan birkaç hafta önce olduğuna
dikkat çekeri
m.
Ancak işin başında, altı ay sonra maaşımı artıracağını söyleyip, on üç ay sonra maaşsız bıraktı. Üstüne de, sana zaten filancadan falancadan daha fazla para veriyorum, diye laflar etmeye başladı. Bunları, beni şimdiye kadar aldıklarımdan daha az maaşa ve imkana razı olmam sırasında söyleseydi, ben de diğer teklifi değerlendirirdim. Uzun süre birlikte çalışacağımıza o kadar ikna edilmiştim ki, çalıştığım süre içinde gelen iki iş görüşmesi teklifini bile geri çevirmiştim. İkinci yanılgım, güvenmek idi. Yani suç bendedir!

Sonuçta bir şirket, kârlılığını korumak zorundadır ve bunun için gereken önlemleri almalıdır. Maliyet düşürmek de şirketin olağan tavırlarındandır. Gelinen noktada bizim bölümün elinde yeni bir proje geliri olmadığı için şirketin bölüme harcadığı para bölümün gelirinden daha fazla durumdaydı. Şirketin bir önlem alması gerekiyordu. Ancak, şirkete başarı kazandırıp bu başarının sektör medyasında yayınlanmasını sağlayan kişileri devre dışı bırakıp, görevi satış yapmak olan ve bunu beceremeyen kişiyi korumanın sonuçları gerçekten şirketin yararına mı olur? Sonuçta başarılı olan kişi değer katacağı farklı bir pozisyonda da değerlendirilebilir ki bana da bu teklif zaten yapılmıştı ve kabul etmiştim. Ancak birkaç gün içinde birilerinin oyunuyla bu da bozuldu.

İşin başında şirket deseydi ki, proje seneye biteceği için bir sene kontratlı olarak işe alacağız, o zaman ya ben kabul ederdim ya da kabul eden başkası alınırdı, proje bitiminde de yollar ayrılırdı. Ama şöyle yaptılar: biz bir aileyiz, başarımızı buna borçluyuz, birlikte uzun süre çalışmak istiyoruz, diyerek işe aldılar, başarı geldiği anda oylama yapıp işten çıkarmak istediler. Aynı kandırmacayla işe aldıkları birini de, başladıktan altı ay sonra işten çıkarmaya kalkmışlar, ki bu arkadaşın da iş hayatında başarılı olacağından kuşkum yok. Kendisinden önce satış müdürü olan ve bezdirilerek ayrılmasına sebep olunan diğer satışçı arkadaş ise şu an başka bir şirkette çalışıyor, çok başarılı, yüksek hacimli ve kıskandıracak ölçüde satışlar yapıyor. Böylesine başarı gösteren bir kişi, benzer işleri bu şirkette yapamadıysa bunun sebebi gerçekten kendisi olabilir mi!.. Ne demişler, at sahibine göre kişner.

Sonuçta benimle çalışmaya devam etmek isteyen arkadaşımın aracılığı ile, bana ödenmesi gereken tazminatı istemediğimi söyledim ve yeni proje alınana kadar ücretsiz izin talep ettim. Kabul edildi. Bu kadar uzun süreceğini tahmin etmeyerek ücretsiz izinli olduğum dönem içinde iki önemli proje satışının kaybedildiğini gördüm. Bunlardan birinde teklif verdiğimiz GSM şirketi, bizim yerimize, kendilerini 2005'te 50 milyon dolar zarara uğrattığı için o seneden beri kapıdan içeri sokmadığı rakibimizi tercih etti! [2]. Kime kaybedildiğini düşünebiliyor musunuz?! Diğeri daha da vahim: siyasî fikir yakınlığı sebebiyle uzun senelerden beri farklı projelerde iş yaptığı şirket bile başkasını tercih etti. Yani iş yaparken bizden mi koşulu arayan şirket, onlardan olmayanı olana tercih etti. Arkadaşım bu durumu savunurken, projenin, danışmanlık farkı yüzünden değil, üretici firmanın lisans fiyatı farkı yüzünden kaybedildiğini söyledi. İyi de, bir satışçının zaten orada devreye girmesi ve kendini göstermesi lazım değil mi? İki yönlü ilişkilerini kullanıp ikna kabiliyetini ve iş bitiriciliğini bu aşamada göstermesi lazım değil mi?

Bu iki büyük başarısızlıktan sonra, daha fazla beklemenin bir anlamı olmadığını, yeni proje alınsa bile şu ya da bu nedenle oylama ayağıyla iş sürekliliği sağlanmayacağını ve bu şirket çatısı altında bir gelecek görünmediğini düşünerek derhal yeni iş arayışına geçtim. Derhal, diyorum ama aslında geç kalınmış bir karardı; geç anladım. Şanslıydım; beni tanıyan, bana inanan bir arkadaşımın aracılığıyla kısa bir süre önce yeni bir işi kabul ettim.

Şunları da mutlaka söylemem gerekir: Yöneticim olan arkadaşım, yaklaşık 15 senedir içinde olduğum iş hayatımdaki, teknik bilgisi en iyi olan yöneticiydi. Elemanlarının yaptığı işi, teknik açıdan bile onlardan daha iyi bilen, yardım eden, yönlendiren bir başka yöneticim olmadı. Kendisi de dahil, birlikte çalıştığım ekip arkadaşlarım dürüst, özverili ve sorumluluk sahibilerdi. Onların başarıdaki payı benden çok daha yüksektir, ve hatta ben, kendi başarımdaki payımı bile onlara borçluyum. Birlikte çok iyi bir uyum yakalamıştık ve güzel işler çıkardık. Umarım ben ayrıldıktan sonra onlara hak ettikleri değer verilir. Ahlâk sahibi insanların başında olduğu bir şirkette bir araya gelip tekrar birlikte çalışabilmeyi çok isterdim.

Sonuçta bu anlatılanlardan çıkartılacak dersler var. Özellikle, bu şirkette kalan genç çalışma arkadaşlarımın ve bu satırlara bir şekilde ulaşan çalışanların bu tecrübeleri dikkate almalarını isterim. Bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
1- 20 senelik arkadaşın da olsa lafına güvenme. Zira o, sözlerinde samimi bile olsa dizginler onun elinde olmayabilir. Para için herkes her şeyi yapabilir.
2- Seçeneğin varsa daha az maaşa ve/veya daha düşük mevkiye razı olma. Daha iyiyi hedefle ve arayışını sürdür.
3- Şirketin başarısı için sevdiklerine ayırdığın vakitten çalma. Gayretin ve başarın karşılıksız kalırsa en çok o vakte üzülürsün.
4- Hiçbir iş görüşmesi teklifini geri çevirme. Şirketine bağlı olman, şirketin de sana bağlı olduğu anlamına gelmez.
5- Biz bir aileyiz, diyenlerin patron olduğu şirketten kaçın. Biz, dediği seni kapsamaz.
6- Namazlı niyazlı olduklarını görüp hakkını gasp etmeyeceklerini sanma. Namazına değil parayla ilişkisine bak, diyen hadisi hatırla. Zaten namazın değerlendirmesini yapmak senin değil Allah'ın işi. Sen kendi işine bak!
7- Kendinden verme. Örneğin, şehir dışı iş seyahatlerini kendi arabanla yapma. (Ben benzin paramı bile zor aldım). Sen önemsemesen de, şirket bir kuruşun bile hesabını yapar.
8- Dürüst ve ahlâklı bir çalışma ortamı istiyorsan dinci patronların şirketlerinden uzak dur. Zaten teknik olarak şirket kelimesi, Türkçe'de de kullanılan Arapça şirk kelimesinden gelir ve ortaklık demektir. Bazen duyduğunuz ortaklık kurmak tabiri şirket kurmak ile eş anlamlıdır. Dinî anlamda ise Allah'a ortak koşmak demektir. Kur'an'da defalarca geçer ve "çok büyük bir zulüm" olarak nitelenir (bkz. Lukman, 13). Şirke bulaşmış kişiye müşrik denir. Yani müşrik, dinî anlamda Allah'a ortak koşan, teknik anlamda da şirket ortağı demektir. Dinî anlamda müşriklerin temel özellikleri namaz, oruç, hac gibi dinin fotografik olan ibadetlerini yerine getirirken, ahlâkî ve kul hakkı ile ilişkili olanları ezip geçmektir. Bu maddeyi niye bu kadar uzun tutup konuyu farklı bir yere çektin, diye sorarsanız; bahsettiğim kişileri düşündüğümde, yazmasaydım eksik olurdu, diye cevaplarım.
9- Kayıplardan bile edinilecek kazanımlar vardır. Yukarıda yazdıklarımın tamamı, okuyanların kişiliklerine, bulundukları yere, bakış açılarına ve daha bir çok etkene göre; kimine isabetli kimine sapkın, kimine yerinde kimine abartılı, kimine müthiş kimine rezil gelebilir. Ancak belki de hiç birinin itiraz etmeyeceği tek madde budur. En kötü ortamda bile, en çok haksızlığa uğradığın ortamda bile çok iyi dostluklar edinebilir ve bu dostluklar sonraki hayatının kalıcı bir parçası olabilir. Ben, birkaçı yönetim kurulunda bile olmak üzere, güzel dostluklar elde ettim, erdemli insanlar tanıdım. Hatta bunlardan biriyle yeni işimde birlikte olacağım, ve diğerleriyle, aynı işte çalışma imkanı bulamasam bile hayat boyu irtibatımı koruyacağım.

Peki benim hiç mi hatam yoktu, ben daha fazla ne yapabilirdim, yazdıklarımın şurasında burasında yanılmıyor muyum? Bunlara da onlar cevap versin, belki inananlar olur. Hatta belki beni bile ikna edebilirler.
_________________________________________________________________________________
[1] Sonradan genel müdürlük görevi değiştirilmiş. Acaba neden? Yoksa birileri bir şeylerin farkına mı vardı?..
[2] 2000-2010 yıllarında o GSM şirketinde çalışıyordum ve bahsettiğim olayları iyi biliyorum.

18 Ocak 2013 Cuma

Ankara Yeniden

Seneler sonra, iş seyahati için tekrar Ankara'daydım.

1999'da Polatlı Topçu ve Füze Okulu'nda geçirdiğim dört aylık yedek subay eğitim döneminde hafta sonları Ankara'da gezme iznimiz vardı. Cumartesi geceleri akrabalarımda kalır, 2 gün şehirde gezerdim. Ancak bu dört aylık dönemin ortalarında, bizim birlikten birileri arabayla kaza yapınca "ikinci bir emre kadar" tüm izinler iptal edildi. Böylece birlikteki herkes gibi eğitim döneminin son hafta sonlarını kışlada geçirdim. Daha sonra yedek subaylık görevimi yapmak üzere KKTC Gemikonağı'na gittim.


2000'de İstanbul'da işe başladım ve iş gereği en çok Ankara'ya gittiğim dönem de bu ilk işim sebebiyle oldu. En son 2006 senesinde, halen görüşmekte olduğum arkadaşımla gitmiştim. Şehir merkezinde bir otelde ilk ve tek kez o zaman kaldım.

Şirkete yakın olduğu için genelde Bilkent'te kalırdık. Yeni işyerimin Ankara ofisi de Bilkent'te olduğu için bu haftaki ziyaretimde de Bilkent'te kaldım. Bu kadar zaman geçmesine rağmen farkettiğim bir değişiklik neredeyse yoktu. Hele Ankuva denilen yer 1999'da gördüğümden bile daha kötü gibiydi; hiçbir yenilik yapılmamıştı. Ama, ancak göz atabilecek kadar gördüğüm kadarıyla Ankara silüetini kule vinçler oluşturuyordu.


Şehir içine gitmedim zira şu ilk dönemlerde sıkı çalışmamız lazım. İşin başında ne kadar sıkıntı çekersek sonunda o kadar rahat ederiz. Bu ilk aylarda birkaç kez daha Ankara'ya gideceğim gibi görünüyor.

İş gezisi olmasına rağmen seyahatin en güzel yanı çok eski arkadaşlarımı görme imkanı bulmuş olmamdı. 20 sene önce üniversitede birlikte olduğumuz bu arkadaşlarımdan biri ile zaten şu anda birlikte çalışıyoruz ama yine üniversiteden arkadaşımız olan eşini uzun zaman sonra ilk kez gördüm. Konuştuğumuz konular artık filancanın sevgilisi değil çocukların bakıcısı, ders geçme değil çocuklarımızın eğitimiydi.

Sayahatin diğer iyi tarafı yeni insanlarla da tanışmış olmanın yanı sıra beş saatlik otobüs yolculuğu süresinin eşsiz bir kitap okuma fırsatı olmasıydı. Eh, bir de zor tarafı var, o da ailemden uzak olmaktı. İki gün sonra tekrar gördüğümde oğlum biraz daha büyümüş gibi göründü gözüme. Meselâ, iki gün öncesine göre anlaşılmaz kelimeleriyle daha uzun cümleler kurmaya başlamış. Haftasonu da çalışmam gerek ama hiç olmazsa sesini duyabileceğim kadar yakın olacağız.

11 Ocak 2013 Cuma

İnsan Kaynakları ve Evlilik Programları

İş görüşmesinde, şirketteki insan kaynakları elemanının görüşmeye gelen kişiye sorduğu ilk soruyla, kendine eş bulmak için televizyondaki evlilik programına çıkan kişinin talibine ilk sorusu aynıdır, hiç değişmez:
"Biraz kendinizden bahseder misiniz?"

Aynı şirketin İnsan Kaynakları ekibinde çalışan üç bayan, yemek için verilen öğle arasında, bir alışveriş merkezinin yemek bölümünde toplanmış, yan masada yemek yiyorlardı. Bu bayanlardan en şişman olanı en fazla makyaj yapmış olanıydı, en kısa boylu olanı en hızlı konuşanıydı, en bakımlı ve şık görüneni de konuşurken İngilizce kelimeleri en çok kullananıydı. Bu üç bayanın yemekteki konuşamalarında hemfikir oldukları tartışma konusu ise evlilik programlarının "rezilliği", oraya çıkan insanların "aptallıkları, cahillikleri, basitlikleri" ve bunlar gibi şeylerdi. Yanlış hatırlamıyorsam konuyu şişman olan açmıştı, parmağında alyans yoktu.

Sanırım kendi işlerinin bir parçası olan işe alım sürecinin, evlilik programının işleyişiyle aynı olduğunun farkında değillerdi. Halbuki, her iki görüşmenin bütün soruları bile aşağı yukarı aynıdır.

Örneğin;
Evlilik programı:
"Biz canlı odaya geçip biraz daha konuşalım."
İnsan Kaynakları:
"Sizinle ikinci bir görüşme yapmak istiyoruz."

Evlilik programı:
"Geliriniz ne kadar?"
İK:
"Mevcut paketinizde ne kadar alıyorsunuz?"

Annem sağolsun, özellikle Esra Erol'un sunduğu evlilik programını sürekli seyreder. Kulakları artık iyi işitmediği için, bizim eve geldiğinde de bu programı seyrederken televizyonun sesini iyice yükseltir, böylece mecburen biz de seyrederiz. Son zamanlarda daha sık iş görüşmelerine gitmiş olduğum için, programı izlerken gördüğüm benzerlikler şaşırtıcı derecedeydi. Sadece kalıplarının, sorulan soruların neredeyse aynı olmalarının yanı sıra, koca bulmak için programa çıkan hanımların hal ve tavırları da -karşılaştıklarım genelinde- İK'ndaki hanımlarınkiyle aynı ölçüde yaratıcılıktan uzak, kendini tekrar eden, seçici konumunda olmanın verdiği sonradan görmüşlük havasındaydı. Öyle ki, bir ara bu hanımların eğitim ve görgü seviyelerinin de aynı olabileceği hissine kapıldım.

İK'nın işe alım süreci ile evlilik programındaki eş seçim sürecinin benzerlikleri, en başından itibaren şöyle:

1. Evlilik programında eş arayan kişi, kameranın karşısına geçip kendisine talip olacakların kriterlerini duyuruyor. / İK, pozisyon için başvuracakların kriterlerini belirleyip ilan veriyor.
2. O kişiye talip olan kişi evlilik programını arayıp telefonla bağlanıyor, konuşuyorlar, uygunsa programa davet ediliyor. / İK, başvuru sahibi ile telefon görüşmesi yapıyor, uygunsa şirkete davet ediyor.
3. Evlilik programında iki kişi önce paravanın arkasından, birbirlerini görmeden konuşuyorlar. / İş görüşmesi, nihaî kararı verecek olan yöneticinin katılımı olmadan yapılıyor. Tabii ki, her ikisinde de ilk soru: "biraz kendinizden bahseder misiniz".
4. Paravan açılmadan önce seçici kişi "Ahmet abiden ve Leyla abladan yorum almak istiyorum" diyerek onlardan görüş alıyor. / İK, "kendi içimizde değerlendirme yapacağız" diyerek ilk görüşme sonlanıyor. Burada fark olarak görülebilecek olan şey, birinicide yapılan yorumları talip olan kişinin de duymasıdır, ancak yine de program katılımcıları birbirleriyle program dışında da birlikte oldukları için (meselâ, bazıları oda arkadaşıymış) talip hakkındaki değerlendirmeler o olmadan da yapılıyor. Yani her ikisinde de iç değerlendirme meselesi aynı.
5. Evlilik programındaki "elektrik alma" kavramı yani paravan açılınca adayların birbirini ilk kez görmeleri ile iş görüşmesindeki ilk intiba kavramı aynı. Bu arada, her iki 'ilk görüşme'nin sonlarına doğru yine aynı soru soruluyor: "sizin sormak istediğiniz bir şey var mı".
6. Evlilik programında, paravan açıldıktan sonra seçici kişi uygun bulursa "canlı odaya" geçip görüşüyorlar. / İK, uygun bulursa başvuru sahibini ikinci görüşmeye çağırıyor.
7. "Canlı oda" görüşmesinden sonra seçici olan kişi görüşünü olumlu olarak bildirirse "çay içmeyi" teklif ederek birbirlerini daha yakından tanımak üzere sözleşiyorlar. / Bu olay da şirkette yeni işe başlayan elemanın, genelde iki ay olan deneme süresi(İngilizcesini daha çok seven bayanın tanımıyla 'probation period') ile aynı. Şirketin görüşü olumluysa teklif gidiyor, eleman işe başlıyor, iki aylık deneme süresi böylece başlıyor.
8. Çiftler anlaşırlarsa evleniyorlar. Programda bazen nişan bile takılıyor ve hatta bazen çiftler programa gelinlik-damatlıkla geliyorlar. / Şirkette de iki aylık deneme süresi sonunda her iki tarafın da görüşü olumluysa çalışma birlikteliği devam ediyor.

Birçok güncel İK bildirimlerinde, okuduğum kaynaklarda, görüşmeye "kendinizden bahseder misiniz" sorusu ile başlamanın tercih edilmemesi gerektiği çünkü konunun odağından uzaklaşıldığı, görüşmeye gelen elemanın "enerjisini ve konsantrasyonunu düşürdüğü", bunun yerine yönlendirici ve görev tanımına yönelik sorularla görüşmenin şekillenmesi gerektiği belirtilmesine rağmen Türkiye'deki İK elemanları buna pek riayet etmiyorlar. Israrla bu soru ile başlamaya bayılıyorlar. Bunun benim gördüğüm nedenlerinin başında, İK elemanlarının seçici konumunda olmanın verdiği kibirle yenilikleri takip etmekten aciz olmaları, değişimden kaygı duymaları ve özellikle yapmakta oldukları işin gerektirdiği altyapıdan yoksun olmaları geliyor. Sözgelimi, bugüne kadar karşılaştığım ve aynı şirkette çalıştığım İK elemanlarının neredeyse hiçbiri sosyoloji, psikoloji eğitimlerine sahip değillerdi. Aralarında Şehir ve Bölge Planlama mezunu olan bile vardı. Sahip oldukları iş için gerekli altyapıları olmamalarına rağmen, kendilerini kimin hangi işe verilmesi gerektiği konusunda ehil görmeleri ilginçtir. Değişmez kuralmış gibi söylemek elbette yanlış olur, zira hangi kıyafetle hangi çantayı almaları gerektiğini bildikleri kadar, hangi pozisyona kimi almaları gerektiğini ya da terfi ettirmeleri gerektiğini bilenler de yok değildir.

İşte her iki görüşmedeki diğer benzer sorular:
"Ben neden sizi seçmeliyim?" / "Sizi neden işe almalıyız?"
"Kendinizi beni kaldırabilecek güçte hissediyor musunuz?" / "Stres altında çalışabilir misiniz?"
"Eşinizin ne yapmasından hoşlanmazsınız ?" / "Sizi en çok ne demotive eder?"
"Daha önce kaç evlilik yaptınız?" / "Daha önce hangi işlerde çalıştınız?"
"Çocuğunuz var mı?" / "Sektör deneyiminiz var mı?"
"Benim için neler yapabilirsiniz?" / "Başvurduğunuz pozisyona neler katabilirsiniz?"
"Önceki eşinizden neden ayrıldınız?" / "Önceki işinizden neden ayrıldınız?"
"Arabanız var mı?" / "Şirketiniz araba veriyor mu ya da yol yardımı yapıyor mu?"
"Bana talip olmanızın sebebi ne oldu?" / "Bu işe neden müraccat etmek istediniz?"

Evlendirme programının güzel yanlarından biri de stüdyoda canlı müzik yapan bir grubun olması. Bu grup aralarda şarkılarla eşlik etmenin yanı sıra, sorulara ya da cevaplara göre ünlem niteliğinde kısacık tınılar çalıyorlar. İş görüşmelerinde de İK'nın yersiz sorularında böyle efektler olsa yüz ifadelerini görmek çok eğlenceli olabilir.

12 Temmuz 2012 Perşembe

Çin Şirketinde İki Sene


2 yıl önce..
Yeni işe girdim, her şey güzel başladı.
Herkesten övgüler geliyor, örnek gösteriliyorum, Mutlu gibi yapın deniyor.
Derken..
Yöneticimle arama Çinli bir yönetici daha atadılar. Head yaptılar.
Ben böyle anlaşmamıştım dememe kalmadan dışarıdan bir de Türk alıp onu da araya koydular. Direktör yaptılar.
*
Sonra direktör benim işlerimle ilgili olan kendi yetkilerini gayr-ı resmi AM'a* devretti, kendisi kendi çıkarına olacak başka işleri kovalar oldu.
Bir baktım ilk 4 ay içinde 4 kişiye raporlar olmuşum.
*
Derken bir gün müşteriye sunuma gittim. Toplantı toplam 1 saat.
Toplantıya bu direktör, head ve AM 45 dakika geç geldi.
Kol kola, şakalaşa şakalaşa, güle oynaya!! 
Müşteri haliyle bu ne ciddiyetsizliktir der, şikayet eder.
Bir de baktım asıl suçlanan direktör, Head ve AM beni suçluyor. 
Sebep: müşteri sunumu beğenmemiş!
Tam g.tümle gülecektim HR geldi. Head, direktör ve AM sunumu beğenmemiş dedi.
Al imzala diye itiraf dilekçesi gibi bir şey verdi. 
Her kuşun eti yenmez.
İmzalamadım.
Üstüne üstlük head’in, direktörün ve AM’ın yaptıklarını bir bir anlattım.
HR vay be dedi, imzalamadığım kağıdı head’in önünde yırtıp attı.
Head, direktör ve AM muzları ellerinden alınmış maymunlara döndüler.
*
Ama yetki onlarda, işten atalım dediler.
Tam gidiyorum derken AM gitti.
Bu sefer de AM’ın bölümünden bana teklif geldi. Bu adamı biz istiyoruz dediler.
O bölüme geçtim.
Yeni AM ben oldum!
Head ve direktör de mor oldu.
*
Eski AM'ı gittiği yerden kovmuşlar. Sonra çaresizlikten bizim kapıya gelince -önceki marifetleri ortaya çıktığı için- bizim kapıdan da içeri almadılar. Nişanlısı da ayrılmış.
Kimsenin ahını almayacaksın kardeş!
Ben senin için de hakkında hayırlısını diliyorum.
*
Sonra direktör de gitti ama Çinli head'in içinde beni yollayamamak ukte kaldı.
Yeni bölümdeki bir başka Çinli, AM olmamı hazmedemedi.
Bir AM olacaksa ben olmalıyım dedi. Onu AM yaptılar. Üstüne bir AM da dışarıdan aldılar.
Bana da eski görevimi verdiler.
Benim eski işimi yaptığımı gören eski bölüm bu bizim işimiz biz karar veririz dedi.
Eski bölümün yeni Çinli direktörü kendini benim yöneticim ilan etti. Olmaz dedim.
Olur dedi. Olmaz dedim. Olacak dedi. Olmaz dedim.
O zaman ben de seni tepelerim dedi.
*
Adamın arkası sağlam olduğu için kimse takışmak istemeyince bölüm arayışına girdim. 
Üç bölümden ayrı ayrı teklif aldım ama bu Çinli engel oldu.
HR da bölüm buldu, el sıkıştık, bu sefer de eski head işi bozdu.
Böylece içinde kalan ukteyi atmış oldu.
Ben de nihayetinde ayrılmak durumunda bırakıldım.
Zaman bakalım kime ne getirecek..

*AM: Account Manager.)

20 Kasım 2011 Pazar

Bombalama Olayı

İsmi lazım değil,seneler önce çalıştığım şirkette bir yöneticim vardı.
Allah rahmet eylesin, öküzün tekiydi.

Bir akşam beni aradı.
“Mesaj sisteminde sorun mu var?”,dedi.
Ben de çalıştığım şirketin mesaj sistemlerinin operasyonundan sorumluydum.
Sorun varsa ben aranıyorum.
Rahmetli de o gün bir sorun olduğuna kanaat getirmiş, beni sınamak için bana tuzak soru soruyor!
Çok kurnazdı rahmetli!
“Sorun yok. Hayırdır?”, dedim.
Rahmetli başladı bana saydırmaya.

Rahmetli rahmetli diyoruz ama adam henüz ölmedi. Şirketten ayrılmak zorunda kalıp başımızdan gittiğinden beri biz kendisini rahmetle anarız. Rahmetli olması oradan geliyor.

Beni "sen ne biçim mühendissin, sisteme adam gibi bakmıyorsun, sorun çıkmış haberin yok, üst yönetime ne diyeceğiz şimdi“ falan gibi azarlamaya başladı.

Bizim cep telefonlarına haber mesajları gelirdi. TBMM tatile girdi, Şili’de deprem oldu, Yunan adası satılığa çıktı, vs. gibi güncel haberleri mesajla alırdık.
İşte ben bu sistemlerin operasyonunu yapıyordum.
O sene de Londra’da bir otobüste bomba patlamıştı. Ölenler, yaralananlar vardı.
O patlamadan 2 hafta sonra yine Londra’da bir patlama daha oldu.
İkisi de terör saldırısıydı.

İşte rahmetli beni bu ikinci bombalamanın akşamında aradı.
Dedim ki, yahu ne oldu, nerede sorun var?
Dedi ki,
“2 hafta önce Londra’yı bombalamışlardı haber mesajı daha yeni geldi.”
Rahmetli gündemi çok iyi takip ederdi!
Abi, dedim, o haber yeni; Londra’da bugün de patlama oldu; sistemde sorun yok.
Durdu, durdu, durdu..
Haaaaaaa, dedi.
“Yahu bu Londra da sürekli bombalanıyor, kehkeh” dedi.
Çok espiritüel adamdı rahmetli!
Erken kaybettik.

29 Temmuz 2010 Perşembe

Mobil Operatör Çağrı Merkezi

Size daha önce çalıştığım cep telefonu operatörünün müşteri hizmetleriyle yaşadığım olayı anlatayım. Artık o şirketin bir çalışanı değil bir müşterisiyim. Ve çalışırken memnun edemedikleri beni artık müşterileri olarak memnun etmek durumundalar.

Tarih 29.06.2010. Bir ay önce. Sabah saatleri. Yurtdışından yeni geldim ve yurtdışında kaldığım iki haftaya yakın bir zaman boyunca hattım çalışmadı. Gerektiğinde eşimin hattını kullandım. Telefonum yurtdışı kullanımına da açık. Daha doğrusu hattı alırken öyle talep ettim ve hatta ait formu tekrar incelediğimde bu özelliğin olumlu olarak işaretlenmiş olduğunu tekrar teyit ettim. Ayrıca telefonum Japonya ağ yapısını da destekliyor. Zira daha önce aynı telefonda başka bir hat kullanarak gittiğimde hattım açıktı ve kullanabiliyordum. Ancak şimdiki hattım orada çalışmadı ve işin garibi Türkiye’ye döndüğüm zaman da arama yapamadım. Yapmam gereken işlerim vardı, dışarıya çıkmak zorundaydım ve telefona ihtiyacım vardı.

Bunun üzerine müşteri hizmetlerini aradım. Özetle konuşulanları anlatayım.

Hatun bana dedi ki
- Efendim hattınız borcu yüzünden kapanmış
- Peki ne zamana kadar ödemem gerekiyordu.
- 22.06 son ödeme tarihi.
- Yani arada bir hafta var. 1 hafta içinde fatura ödemeyince her hat kapanıyor mu?
- Her hattın durumuna göre değişiyor.
- Peki bakar mısınız benim hattın durumu neymiş?
- Şu an bilgilerinize ulaşmaya çalışıyorum. Biraz bekleteceğim.
- Beklerken şunu da belirteyim. Ben yaklaşık 2 haftadır yurt dışındaydım. Bugün döndüm. Hattımın roaming’e açılmasını istemiş olmama rağmen telefonumu orada kullanamadım.
- anlıyorum
- Hattımın roaminge açık olup olmadığını da öğrenebilir miyim?
- Bilgilerinize ulaştığım zaman görebileceğim.
- Faturalarımı ödemek için internet bankacılığını kullanıyorum. Ve internet bankacılığını kullanmak için her defasında telefona şifre içerikli bir mesaj geliyor biliyosunuz.
- Evet
- Benim hattım kapalı olduğu için mesaj da alamıyordum ve internet bankacılığına girip borcumu ödememe de imkan yoktu.
- Mağdur olmuşsunuz. Bu arada sistem çok yavaş bilgilerinize bir türlü ulaşamadım. Tekrar deniyorum.
- Dolayısıyla borcumun ödenmemesine hem siz sebep oluyorsunuz hem de ödenmedi diye hattı kapatıyorsunuz.
- Haklısınız
- Hattımın hemen açılmasını istiyorum.
- Bu bizim elimizde değil maalesef. Borcun ödenmesi lazım.
- Tamam. Şimdi ödeyeceğim borcum neyse. Ne zaman açılır?
- Borç ödendi bilgisi gelince 24 saat içinde açılır.
- 24 saat uzun bir süre. Birazdan dışarı çıkacağım, işlerim var ve telefonu kullanmam lazım.
- anlıyorum ama bizim elimizde değil.
- O zaman siz hattı açın 24 saat süre koyun. Bu süre içinde borç ödendi bilgisini alamazsanız tekrar kapatırsınız. Şimdi ödeyeceğim diyorum. Telefon lazım bana.
- Maalesef elimizde olan bir şey değil. Bu işlemler otomatik oluyor. Biz yapamıyoruz. Bu arada bilgilerinize hala ulaşamadım. Sistemde bir sorun var sanırım.
- Neyse benim gitmem lazım. Daha sonra sizi tekrar arar öğrenirim.

Bir daha aramadım tabi. Ama Allah’tan hattım da borcu ödedikten hemen sonra açıldı.

İşte böyle sevgili arkadaşlar. Ulaşma yetkisine sahip olan şirket çalışanı arkadaşlar benim bu konuşmama ulaşabilirler. Aslını dinleyince eminim daha ilginç gelecektir. Görüldüğü gibi adamlar çözüm üretemedikleri gibi müşterinin ürettiği çözümleri de uygulayamıyorlar. Müşteri ile temasta olan kişinin hiç bir şey yapmaya yetkisi yok. Hatta bilgilere bile ulaşamıyor. Ben ve arkadaşlarım bunun gibi müşteri memnuniyetine hitap eden pek çok çözüm önerilerisini bu şirkette çalıştığımız sırada da yapıyorduk ama ya es geçiliyordu ya başkası tarafından sahipleniliyordu ya da fikir sahibi kıymete binmesin diye üstü örtülüyordu. MMS projesinin ilk zamanlarında çoklu gönderim fikrini ortaya koyduğum zaman yöneticim konumunda olan şahsın nasıl bir dehşete kapılıp fikre karşı çıktığını çok iyi hatırlarım. Tabi bu fikrin ortaya çıkmasına sebep olan problemin o zamanki CEO tarafından yaşanmış olması bahsettiğim şahsı daha da fazla dehşete düşürdü. Zira çözümü üreten kişinin ben olduğumu CEOnun öğrenmesi hiç işine gelmezdi. Elbette bu fikir uygulamaya alındı ama onun yüzünden bu fikrin gündeme alınıp çoklu gönderim uygulamasının hizmete sunulması benim ortaya koymamdan 4 ay kadar sonra yapılabildi ve tabi işin kaymağını kendisi dahil başkaları yedi. Ben şimdi başka bir şirkette çalışıyorum ve o şahıs hala aynı o şirkette yönetici(!). Artık mevki olarak da daha iyi bir işte olduğuma seviniyorum.

27 Temmuz 2010 Salı

27.07.2010

Bugün işim karşıdaydı. Böyle zamanlarda saat 7den önce yola çıkıyorum. Bu yüzden işe de normal mesai saatinden çok önce geliyorum. Köprü trafiğinden kaçmak için erken uyanmaya değer.

Bu Çinliler değişik insanlar. Birinci yöneticim 2 haftadır izindeydi ve bu aradan sonra ilk defa bu sabah karşılaştık. Adam gelir gelmez benim önümden geçip kendi odasına gitti. Belki görmemiştir dedim. Hemen sonra yine önümden geçip tuvalete gitti. Bir süre sonra da arkamdan geçip tekrar yerine gitti. Artık görmemiş olduğuna ihtimal vermedim. Ya arkadaş insan bir selam vermez mi? Hal hatır sormaz mı? Durum böyle olunca insanın aklına bir sürü şey geliyor. Yaptığımız iş müşteri odaklı olduğu için insan ilişkileri, iyi iletişim kurmak çok önemli ve bu her zaman vurgulanıyor. E kendi içimizde böyle küçük iletişimlerden kaçarsak başkalarına karşı nasıl rahat olabileceğiz? Demek ki Çinliler böyle diye düşünüyorsun. E böyle düşünmek doğru olmuyor. Demek ki iş ve sonuçlarına çok önem verilmiyor diye düşünüyorsun. O da çok yakın gelmiyor. Daha bir sürü şey düşünüyorsun. Yani bir hareket insanı bin türlü düşünmeye itiyor.

Aynı adamla daha sonra toplantı yaptık ve hem yakınlık gösterdi hem de fikirlerinin ne kadar net ve yerinde olduğunu görünce bulunduğu mevkiye boşuna gelmemiş olduğu anlaşıldı. E o zaman daha önceki davranışın ne manası vardı? Hani ‘komple’ diye bir yabancı bir kelime kullanırlar ya. Komple futbolcu derler mesela. Bu işin de biraz öyle olması lazım. Biraz oradan biraz buradan olmuyor. Gerçi bundan da fazla şikayet etmemek lazım. Zira daha önce çalıştığım şirkette biraz oradan biraz buradan olan bir yönetici bile yoktu. Çalıştıklarımın hepsi ve tanıdıklarımın çoğu yönetemeyiciydi; al gülüm ver gülümcüydü. Hayatında koyun görmemiş adamı köyün çobanı yaparlar mı? İşte eski şirket aynen böyleydi. Bir işi bilen yapar bilmeyen yönetirdi.

Akşam kuzenimle güzel bir yemek yedik. Uzun zamandır görüşme şansımız olmamıştı. Hem onun geçmiş doğum gününü kutladık hem de benim yeni işimi. Şimdi evde günün yorgunluğunu atmaya çalışıyorum.