27 Eylül 2012 Perşembe

27.09.2012

İyi bir yolculuk değildi benim için. Ama neyse ki yanıma kitap almıştım bu sefer. Üç araç değiştirdikten sonra 20 dakika yürüyerek vardım çağırıldığım yere. Şehri şehir yapan her şeyden uzak bir yerde, içerisinde, tost ve çaydan daha iyi bir şey alamayacağım, dondurma şirketinin reklam olsun diye kendilerine verdiği plaj tipi şemsiyeleri gölgelik yapmış büfesinden başka bir gıda satış yeri barındırmayan, tam bir mahrumiyet alanına konuşlandırılmış, camekanlı bir binaydı. 500 kişilik bir alanda 20 kişi ya vardı ya yoktu.

Bir odaya girdim ve odada bir kuş vardı. İçeriye nasıl girmişse girmiş, açılmayan cam pencereden dışarıya çıkmak için çırpınıyordu. Odadan dışarıya kaçmasın diye kapıyı kapattık ve bayanlardan birinin hırkasının yardımıyla yakalayarak dışarıya bıraktık. Benim ziyaretim de, bir bakıma, o kuşunkinden daha farklı değildi.

Konuşacağım kişiyle konuştum. Binada eski bir tanıdığımla ratlaştım, ayaküstü lafladık. Çıktım, 20 dakika yürüdüm, 3 araç değiştirdim ve döndüm.

19 Eylül 2012 Çarşamba

Hallâc, Koyun, Şarkı ve Oyun

Son okuduğum dört kitabın adlarından alıntıdır bu yazının başlığı.

Daha önce de yazdığım gibi Murakami'yi geç de olsa keşfetmem, kitap okuma sevgimde geniş bir pencere açtı. Türkçe'de yayınlanmış olan tüm kitaplarını aldım ve son okuduğum dört kitabın ikisi de onun kitapları oldu. Elimde henüz okumadığım 3 kitabı daha var.


Yazarın, orjinal Japonca yayınlanan adı, İngilizcesinde de olduğu gibi Norwegian Wood olan kitap, Türkçe'de İmkansızın Şarkısı olarak yayınlanmış. Kitap, adını Beatles'ın ünlü şarkısından alıyor ve o dönemlerin Japonya'sında geçiyor. Kitabın, Türkiye'de bu isimle yayınlanmasına, açıkçası, pek anlam veremedim. Ancak çevirinin genel olarak çok iyi olduğunu söyleyebilirim. Kitap, içinizde, sanki elinizi uzatıp dokunabileceğiniz kadar gerçek bir his bırakıyor ki bu his, zihninize, kitaptaki karakterlerle gerçekten birlikte yaşamış olduğunuzu, uzun zaman önce onlarla yollarınız ayrılmış olup, artık hatıralarınızda kalan o kişilere duyduğunuz özlemin çağrışımlarını getiriyor. Özellikle, eğer bir erkek gözüyle okursanız, Midori'ye aşık olmamanız çok zor. Midori, şimdiye kadar okuduklarım arasında en sevecen, en dobra, en başınabuyruk ama kurallarına bağlı, en sıradışı karakterlerden biri oldu.

Bu kitap, Japonya'da filme de uyarlanmış. Okumayı bitirdikten bir süre sonra bu filmi de seyretme imkanı bulabildim. Film, görsel açıdan çok güzeldi ama kitapla aynı hisleri vermeyi başaramamıştı. Özellikle Midori tiplemesi, aktris (Kiko Mizuhara) gerçekten çok etkileyici olmasına rağmen, yerine oturmamıştı. Ancak Naoko'yu oynayan aktris için aynı şeyler geçerli değil; Rinko Kikuchi gerçekten çok başarılı bir oyun çıkarmış ve onun oyunu, bu filmi seyredilmeye değer kılan birinci etkendi.

Murakami'nin Yaban Koyununun İzinde kitabını, modern bir öykü kitabı olarak değerlendirebiliriz. Zaten Murakami, pek çok eleştirmen tarafından, günümüzün en iyi öykü yazarı olarak da nitelendiriliyor. Roman kalıbının içine soktuğu ve okuyucuya bazen "gerçekten olabilir mi" düşüncesini veren doğaüstü olayları bu kitabında da ustalıkla kullanmış. Murakami, bizler için sıradan olan ama Japonlar açısından düşünüldüğünde nadir bulunan bir canlıyı, koyunu ele almış öyküsünde. Japonya'da bir koyun görebilmeniz neredeyse imkansızdır. Hatta geçtiğimiz senelerde gazetede okuduğum bir haberde, dolandırıcıların, koyunları kaniş köpeği gibi tıraş edip, az bulunan türde bir köpek diye, çok pahalı fiyatlarla, zengin Japonlara sattıklarını okumuştum. Alıcılar, hayvanların havlamadıklarını ve köpek maması yemediklerini görünce veterinere gitmiş ve skandal böylece ortaya çıkmıştı. Neyse, biz kitaba dönelim. Kitapta da koyunların Japonya'daki varlıkları ve tarihçeleri kısa bir çerçevede belirtilmiş. Bu koyunlardan özel bir tanesinin bazı insanların içine girmesiyle o kişilerin hayatlarındaki değişimler ve daha sonra içlerinden çıkınca yaşadıkları çöküş, ilginç ve okudukça merak uyandıran bir üslupla öykülendirilmiş.

Son okuduklarım arasındaki tek İngilizce kitap David Baldacci'nin Hour Game isimli kitabı oldu. Kitap pek çok ödül almış ve hatırladığım kadarıyla NY Times tarafından, yayınlandığı yılın en iyi kitapları listesine girmişti. Zaten benim alma sebebim de buydu ama uzun süredir rafta okumamı bekliyordu. Okuyunca, çok iyi kurgulanmış, sürükleyici, sürprizlerle dolu, heyecan yüklü bir dedektiflik romanı olduğunu bana da ispatlamış oldu. Yazarın King&Maxwell Serisi olarak geçen romanlar dizisinin ikincisi olan bu kitap, bende, serinin diğer romanlarını da okuma arzusunu artırdı. Baldacci'nin pek çok romanı filmlere uyarlandığı halde, gel beni film yap, diyen bu kitabın henüz uyarlanmaması ise bence ilginç bir ayrıntı. Bunun sebebi, zihinde şöyle bir tartınca, yüksek bir maliyet gerektirebileceği olabilir diye düşünüyorum. Ama bence, kesinlikle, iyi bir yönetmenin elinde filme uyarlanmalı.

Son olarak, alışageldiğim gibi, tarih/araştıma/inceleme kitabı olan, Yaşar Nuri Öztürk'ün, iki ciltlik Hallâc-ı Mansûr'unun ilk cildini okudum. Yazar, her zamanki ciddiyetini, bilgisini, ilmini kullanarak, tıpkı kitabında ele aldığı Hallâc'ın kendisi gibi, büyük bir imanla, yüreklilikle, açık sözlülükle, bu büyük insanı, her yönüyle, dokunulmadık bir husus bırakmamacasına anlatmış ve insanlığa çok önemli bir eser kazandırmış. Tanrı'ya "Herkesi affet ama sadece beni affetme, bana dilediğin gibi davran" diye dua ederek, O'ndan af dilemenin bile bir bencillik göstergesi olduğu düşüncesiyle af dilemekten kaçınan bu büyük şehit-sûfîye, biz Türklerin de borçlu olduğunun altı çizilen şu satırları aktarmadan edemeyeceğim: "Hallâc, Türk ırkının İslam'a girmesini hazırlayan bir numaralı misyon sahibi olmanın yanında, bu ırkın, Müslümanlığı tasavvuf meşrebi üzere algılamasında da tartışmasız liderdir"(c.1/s.175). Bu konuda değinebileceğim çok şey var ancak ikinci cildi de bitirip kafamda şekillendirince ve kendimde yetkinliği bulunca, ileride bu satırlara aktarabilirim.

Ancak şimdi Umberto Eco'nun Foucault Sarkacı'na başladım. Tercümesi 1000 sayfaya yakın olan bu kitap, kısa sürede bitecek gibi görünmüyor. Ama kesinlikle çok sayıda yeni bigliye ulaşacağımdan adım gibi eminim.

13 Eylül 2012 Perşembe

Solucana İmrenmek

İnsan, hayatında tanıdığı en aşağılık, en yalancı solucana imrenir mi hiç?

Biz ikimiz ondan çok çektik.

Solucan, mahalledeki köpeklerin yakın arkadaşıydı. Kendi ısıramasa da köpeklerin gölgesi arkasında olduğu için her fırsatta ikimize de hırlardı. Dayanılacak gibi olmadığı zaman biz ikimiz kaçardık solucandan.

Zaman değişti. Solucanın köpeklerini başka köpekler gelip kovaladı. Başka köpekler yeni solucanlar getirip onları hırlattı. Biz ikimiz başka mahallelere gittik.

Bizim solucanı köpek arkadaşları yalnız bırakmadı. Havlayabildikleri her yere götürdüler. Solucan, köpek hayatı sürmeye devam etti. Başka zavallılar onun hırlamalarından nasibini alıyor.

İkimizden diğerimiz ise yan mahallenin muhtarı oldu. Ben mahallesiz kaldım. Muhtar arkadaşım ya, sesleniverdim. Ama; ben buyum, hırlamam lazım değil dedim. Ama bir mahalleye ihtiyacım var, dedim muhtar arkadaşıma. İşte o zaman gerçeği anladım. Köpek de olsalar solucanın arkadaşları vardı.