30 Aralık 2012 Pazar

Kroyçer Sonat

2012'de okuduğum son kitap Tolstoy'un Kroyçer Sonat oldu. Tolstoy, kitabın ismini Beethoven'in aynı adlı eserinden almış. Bir tren yolculuğu sırasında aynı vagonu paylaşan kişilerin erkek-kadın ilişkileri üzerine yapmakta olduğu tartışma, tartışmaya sonradan dahil olan Pozdnişev adındaki adamın karısını öldürmesini söylemesiyle farklı bir boyuta geçiyor. Sonrasında ise kitap, adamın karısını öldürdüşünün hikayesini baştan sona anlatması üzerine kurgulanıyor. Kitabın sonuna bir ekleme yapılmış ve eklenen bu bölümü Tolstoy, kitabında neleri anlatmak istediği, öyküden çıkarılabilecek sonuçların neler olduğu yönünde birçok kimseden mektuplar alması üzerine kendisi yazmış. Bu bölüm Tolstoy dönemi Rusyasının toplumsal yapısı hakkında bilgi alabilmemiz açısından da ilginç.

Benim esas anlamaya çalıştığım nokta ise Tolstoy'un, eseri için neden bu ismi seçtiği.


Orjinal Almanca ismi Kreutzer (ok. kroyttser) olan bu Beethoven sonatı, bir piyano ve bir keman için bestelenmiş, beni en çok etkileyen eserlerden biridir. Eskiden sanatsal yayınlar yapan TRT2 kanalında ilk dinlediğimin üzerinden belki 20 seneden fazla geçmiştir. Eser genellikle "A-Majör piyano sonatı" olarak nitelenmesine rağmen, Beethoven asla böyle bir tanımlama vermediği için yanlış bir isimlendirmedir.

Beethoven bu sonatı dönemin ünlü kemancısı George Bridgetower'a dedike etmiştir ve kendisi piyano, Bridgetower da keman ile bu eseri ilk kez 1803'te icra etmişlerdir. Konser sonrasında ikisi içki içip sohbet ederken Bridgetower, Beethoven'in önemsediği bir kadının ahlâkî değerlerine dil uzatmış, öfkelenen Beethoven da -ki öfkesiyle de çok ünlüdür- bu eserini Bridgetower yerine dönemin en ünlü kemanisti olarak bilinen Rodolpho Kreutzer adına ithaf etmiştir.


Eserin Kreutzer adını almasının sebebi budur. Ancak ne var ki, R.Kreutzer eseri asla icra etmediği gibi "rezil derecede anlaşılmaz" olarak nitelemiştir. Tarih onu son derece haksız çıkarmasına rağmen eser kendi ismiyle anılmaya bugüne kadar devam etmiştir. Böyle bir hakareti Beethoven'in duyup da öfkelenmemesine elbetteki imkan yoktu ama demek ki, Bridgetower'a olan öfkesi daha ağır basmış ki bu isimde ısrar etmiş ve belki de Bridgetower'ı kıskandırmak, küçük düşürmek, diğer kemancıyı ondan üstün tutmak gibi düşüncelerle onu bir anlamda cezalandırmaya çalışmıştır.

Tolstoy'un eserinde Kreutzer sonatının geçtiği yer ise, öykünün ana karakteri olan Pozdnişev'in, piyano çalan karısı ve ona kemanla eşlik eden Truhaçevski'nin bu eseri icra etmesidir. Pozdnişev, karısını öldürmesine götüren öyküsünü anlatırken karısı ile Truhaçevski arasında bir ilişki olduğuna inanır.

Kitabın sonlarına doğru yer alan bu kısa bölümde Tolstoy, Pozdnişev'in ağzından sonata ve bestecisine övgüler düzer. Ancak bana kalırsa, Tolstoy gibi birinin, Beethoven'in Kreutzer Sonatı'nın hikayesini bir yerlerde okumamış olmasına imkan yok. Sadece bestenin ihtişamı sebebiyle değil, aynı zamanda Beethoven'in, ahlâkî değerlerine dil uzatılmış kadını korumasından da etkilenerek kitabı için bu ismi seçmiştir, hatta belki de bu olaydan ilham almıştır diye düşünüyorum. Zira kitap, bir kıskançlık cinayetini değil, bir pişmanlığı da anlattığı gibi ahlâkî değerleri de ön plana çıkarmaya ve bir kadının mağduriyetini anlatmaya çalışıyor. Kitabın okunmasını da bestenin dinlenmesini de şiddetle tavsiye ediyorum.

21 Aralık 2012 Cuma

Oğlumla İlk Doğum Günüm

38 seneyi dün geride bıraktım. Arkadaşlarımla kutladığım, akrabalarımla kutladığım, yalnız kutladığım ve kutlamadığım doğum günlerim oldu ama dünkü doğum günümün özel bir yanı vadı ki oğlum dünyaya geldikten sonra birlikte kutladığım ilk doğum günümdü.


Geçen hafta annem de Adana'dan gelmişti ve böylece dün dört kişilik bir kutlama yaptık. Doğum günümle birlikte dün bazı ilkleri de birlikte yaşadık. Bu kış İstanbul'a ilk kar dün yağdı. Pencereden dışarıyı seyretmeye bayılan oğlum da böylece ilk kez kar görmüş oldu. Ayrıca sekizinci ayını doldurmakta olan oğlum dün ilk kez su içti. Henüz süt saati gelmediği ama acıkmış gibi huzursuzca sesler çıkarmaya başlayınca su vermeyi deneyelim dedik ve o da kana kana içti.


Bugün ise bütün gün televizyonda ve sosyal medyada kıyamet kopacağı geyikleri vardı. Malum, Maya takvimine göre 21.12.2012 günü Türkiye saatiyle 13:11de kıyamet kopacağı yıllardır söylenegeliyordu. Doğum günümün ertesi günü, yani bugün kopan bir şey olmadı:) Mayalar, İspanyollar'ın kendilerini katledeceğini bile bilememişlerken kıyamet tarihini bilmeleri sürpriz olurdu zaten. İnsanlar ise kendi ellerinin yaptıklarına bakmadan kıyametin gökten geleceğini sanmaları bir hayli gülünç. Neyse, bakalım yeni kıyamet geyiği için hangi tarih verilecek.

9 Aralık 2012 Pazar

Eren ve Selin

Oğlumun bugünkü ziyaretçisi, eski dostlarım Emre ve Sema'nın kızları Selin oldu. İkisi de henüz çok küçük olmalarına rağmen ileride bizler gibi iyi arkadaş olacaklarının belirtilerini gösterdiler:) İhtiyaçlarını gidermek için çaba harcadığımız bugünlerde, şimdilik bizlere rahat bir yemek yeme şansı vermiyorlar ama bakalım önümüzdeki buluşmalarımızda daha da hareketlendikleri zaman bizlere ne tür zorluklar yaşatacaklar göreceğiz. Her ânı güzel olan bugünlerin keyfini sürüyor olmak büyük mutluluk..

3 Aralık 2012 Pazartesi

Sokrates, Mu ve Hac

Son okuduğum kitaplar, Sinan Meydan'ın iki kitabının yanı sıra Sokrates'in Savunması ve Coelho'nun Hac kitabı oldu.

Sinan Meydan'ın birbirini tamamlayan Atatürk ve Kayıp Kıta Mu kitabı, benim gibi bir tarih meraklısına ilaç gibi geldi. Öyle ki, hemen ardından devam kitabı olan Köken'i de okudum. Her ikisinde de elime kalemi alıp altını çizdiğim, notlar aldığım çok yer oldu. Burada öğrendiğim ve incelediğim bir konuyu da blogumdaki bir yazıma konu etmiştim (ilgili yazı:Emerik'in Keşfi).

 
Sokrates'in Savunması, Platon tarafından kaleme alınan büyük bir "ders". Öyle bir ders ki, din sömürüsü, cahil halkın aldatılması, yönetimi elinde bulunduranların çıkarlarına ters düşen doğru işler yapanların ve doğruları söyleyenlerin affedilmemesi gibi bugün bile yaşamakta olduğumuz değişmez zulüm ilkelerini 2500 sene öncesinden haykıran bir eser. Bu incecik kitabın özetinin bile ülkelerin eğitim bakanlıklarınca ders kitaplarına alınmamasına şaşmamak lazım.

Platon, eserinde, Sokrates'i ölüme götüren suçlanma ve yargılanma sürecini, Sokrates'in ağzından kaleme almış. 2500 sene önce bugünkü bilimin, teknolojinin, istihbarat imkanların, vs. hiçbirisi olmamasına rağmen, satırları okudukça bu farkı göremiyorsunuz çünkü o zaman neler yaşanmışsa bugün yaşanmakta olanlardan bir farkı olmadığını anlıyorsunuz.

Paulo Coelho, Hıristiyanların 1000 yıldır yürüdükleri, Pireneler'den Santiago'ya uzanan 700 kilometrelik kutsal hac yolundaki yürüyüşünü konu ettiği Hac kitabında, başından geçen olaylara ve edindiği deneyimlere yer veriyor. Coelho'nun bu yolculuğu onun Simyacı adlı eserine de ilham kaynağı olmuş. Çok doğru bulduğum bir sözü alıntılayarak aktarmak istiyorum: "Kendilerini hayatın haksızlıklarına uğramış iyi insanlar olarak görenler, başlarına gelenleri hak etmediklerini düşünenler hiçbir zaman yürekten savaş veremezler."

Kitabı okurken çok keyif almamın ve yazarın aktardığı birçok felsefî öğretiyi de yerinde bulmamın yanı sıra ilginç bulduğum bir olaya rastladım. Yazarın anlattığı bu olay bana Verdi'nin ünlü operası Il Trovatore'yi anımsattı ve onu da blogumun şu başlığında aktardım: Hac'da Trovatore.

Hac'da, yazarın yolculuk sırasında uyguladığı RAM* egzersizlerinin de nasıl uygulanacağı başlıklar altında verilmiş. Bu egzersizlerden birini kendim de uygulamaya aldım. Adına Zalimlik Egzersizi denen bu uygulama kısaca şöyle: Ne zaman kıskançlık, haset, nefret gibi kendini kötü hissettirecek bir düşünceye kapılırsan, işaret parmağının tırnağını, aynı elin başparmağının tırnağını çevreleyen ete batır, acıyı hisset ve odaklan, bunu her defasında tekrar et, gerekirse elin yara içinde kalsın; böylece bu uygulama zamanla kötü düşüncelerden kurtulmana yardımcı olacaktır.

* Regnum, Agnum, Mundi. Kitap, batınî bir tarikat olduğu anlaşılan RAM Tarikatı'nın bir üyesi olan yazarın, ustalık mertebesine erişmesi üzerine yapılan tören ile başlıyor. Kitabın cazibesini korumak adına daha fazla ayrıntıya girmiyorum.

1 Aralık 2012 Cumartesi

01.12.2012

Aralık ayının ilk gününü yağmurla karşıladık. Durum böyle olunca, her öğleden sonra yaptığımız Cadde yürüyüşümüzü yapamadık. Aslında evden çıkamadık demek daha doğru. Bugünkü öğlen yemeğimiz olan  pizzayı almak üzere, sadece ben 10 dakikalığına çıkıp geldim.


Hem dışarı çıkamayışımızın, hem de öğlen pizzaya yönelmemizin ortak bir sebebi daha vardı ki, o da eşimin geçirdiği küçük kaza idi. Oğlumuzun sabahki yemeğini hazırlamak üzere mikrodalgada ısıttığı kabın kapağı, eşim eline aldığı sırada buhar basıncından fırlayınca eşimin eli yandı. Bütün gün soğuk tedavi uyguladık. Böylece benim her zamankinden daha çok yardımcı olmam gerekti. Pizza almadan önce oğlumun sabah yemeğini de ben yedirdim. Eşimin, mama için sebzelerini haşladığını, püre haline getirdiğini, ölçüsüne göre ayırdığını ve diğer tüm işlemleri her gün bir gün öncesinden başlayarak yaptığını göz önüne alırsak, mama yedirmek ve gidip pizza almak pek de "yardım" olarak değerlendirilmeyebilir tabii ki.

28 Kasım 2012 Çarşamba

Hac'da Trovatore

Paulo Coelho, ünlü eseri Simyacı'ya ilham kaynağı olan, Hıristiyanların 1000 yıldır yürüdükleri Pireneler'den Santiago'ya uzanan 700 kilometrelik kutsal hac yolundaki yürüyüşünü konu ettiği Hac kitabında, başından geçen olaylara ve edindiği deneyimlere yer veriyor. Kitabı okurken bana çok tanıdık gelen bir olayın anlatımına rastladım. Yazar, rehberi ile birlikte Estella kasabasına varıyor ve bir şeyler içmek için uğradıkları barda konuşurken onları dinlemekte olan bar sahibi ile atışmaya başlıyorlar.

Geçen konuşmada anlatılan olay şu ki, kasabanın meydanında bir çingene, büyücülük ve okunmuş ekmeğe sövmekle suçlanarak diri diri yakılmış. Çingene ölmeden önce, şeytanlarının köydeki en küçük çocuğa geçeceğini, o çocuk yaşlanıp ölünce de bir başka çocuğa geçeceğini, bunun yüzyıllar boyunca böyle sürüp gideceğini söyleyerek kasabayı lanetlemiş.

 
Bu olay Giuseppe Verdi'nin Il Trovatore operasında geçen olay ile neredeyse aynı. 11.yüzyılda, yine İspanya'da geçen bu hikayede, Kont, ikinci bir oğula sahip olur ve henüz bebekken bir çingene kadın onları görüp bebeğin yanına gelerek dualar eder. Amacı Konttan biraz para kopartabilmektir belki de, ancak çingene kadın oradan hemen uzaklaştırılır. Aynı akşam bebek hastalanmıştır ve Kontun ailesi çingene büyü yaptığı için bebeğin hastalandığı sonucuna varır. Çingeneyi yakalatırlar ve diri diri yakarlar. Ateşler içindeki çingene ölemden önce, kızına seslenerek intikamını almasını ister. Olaylar çok başka şekil alır ama gerisini bu satırlarda yazmayacağım.


Il Trovatore, en sevdiğim operalarından biridir. Hac kitabının da iyi bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Ancak bu benzerlik gerçekten bana şaşırtıcı geldi. Internette bu olayı çok araştırdım ama bir ize rastlamadım. Kitaba göre, İspanya İç Savaşı patlak verince olay unutulmuş ve sadece kasabada yaşayanlarca hatırlanıyormuş. Yıl olarak karşılaştırdığımda ise, Il Trovatore 1853 senesinde ilk kez sahnelendi, kitaba göre Estella'daki olay ise 1936 senesinde geçiyor.* Eğer -kitaptaki anlatıma göre öyle görünmüyor ama- olay yazarın kurmacasıysa Il Trovatore'den esinlenmiş olabileceği ihtimali kuvvetli görünüyor. Ama eğer gerçekse anlaşılan o ki, İspanya'da çingenelerin "kara büyüleri" ve onları diri diri yakmak, yaygın bir düşünce olsa gerek.**

* Yazar, yolculuğa 1986'da çıkmış ve olayın zamanı "50 sene önce" olarak belirtilmiş.
** Il Trovatore operası İtalyancadır, bestecisi G.Verdi ve libretto yazarları da İtalyandır. Ancak eserin esas hikayesi İspanyol yazar Antonio Garcia Gutierrez'in El Trovador isimli İspanyolca tiyatro oyunundan uyarlanmıştır.

26 Kasım 2012 Pazartesi

Mum Işığında Kitap Okumak

Bugünlerde içinde bulunduğumuz bölgedeki tüm sokaklarda fiberoptik kablo döşeme çalışmaları yapılıyor. Gürültüsü, tozu, görüntü çirkinliği, sokaklarda rahat yürümeye engel oluşu derken olanlar oldu ve asfalt kesici, sokağın elektrik hattını da kesti. Böylece uzun zaman sonra, 20 Kasımda elektriksiz bir gün geçirdik.

Bu elektrik kesintisinde kullanabileceğimiz ışık kaynağı ise 2002 senesinde arkadaşımın doğum günüm için hediye ettiği ile daha sonraki senelerden birinde kuzenimin verdiği süs mumları oldu. Oğlumu da uyutmuştuk ki geriye yapılacak bir tek şey kalıyordu: mum ışığında kitap okumak.


Ben çocukken Adana'da sık sık elektrik kesilirdi ve uzun süre elektriksiz kaldığımız olurdu. Ancak o zamanlar elektriğe bu kadar bağımlı değildik. Sadece televizyonun çalışmaması, babamın deyimiyle 'ajansı' izlemeye engel olurdu ki zaten bir tane kanal vardı. Ocaklarda tüp kullanılırdı, ışık sorununu da mumla hallederdik. O zamanar 10 santim kadar uzunlukta beyaz mumlar vardı her evde. Elektrik gitti miydi onlar yakılırdı. Önce ucundaki ip tutuşuşturulur, mum yan tutularak eriyen damlalar bir fincan tabağına ya da çay tabağına damlatılır, sonra da mum o damlaların üzerine oturtulup sabit kalması sağlanırdı. Odayı aydınlatacak yüksek yer olarak da genellikle televizyon üstü seçilirdi. Ders çalışmak gerekiyorsa bir mum da benim odamdaki masaya, yemek hazırlama saatiyse bir mum da mutfağa giderdi.

Ülkedeki elektrik ihtiyacı arttı çünkü teknoloji bağımlılığı arttı ama bunların yanında ülkedeki kazmaların sayısında da eksilme olmadı. İşte o kazmalardan bir ekip, kablo döşenecek sokağın asfaltını keserken sokağın elektrik kablolarını da kesti. Sokaklardaki pislik halen temizlenmiş değil, kesik kablolar hâlâ kaldırımlarda, molozlar temizlenmedi, çukurlar kapatılmadı. İnşallah temizlenmesi için yağmur yağması, düzeltilmesi için de seçimler beklenmez.

18 Kasım 2012 Pazar

Emerik'in Keşfi

Atatürk'ün yaveri Cevat Abbas Gürer o geceyi şöyle anlatıyor:
"Böyle bir gecenin yarısından sonra idi. Meşhur Rus âlimi Pekarskiy'in Yakut Lugatini tetkik eden Atatürk'ün 'Emerik' kelimesine gözü ilişmişti..."


Yakut Türkleri ya da Sahalar bugünkü Rusya Federasyonu içinde yer alan Saha Cumhuriyeti ya da diğer adıyla Yakutistan'da varlıklarını sürdürüyorlar. Yakutistan bugünkü Rusya Federasyonu'nun beşte birlik alanını kaplıyor. Konuştukları Yakutça ya da diğer adıyla Saha Türkçesi ise Türk Dillerinin kuzey öbeğine bağlı dallarından biridir. Kendine özgü Yakut Alfabesi vardır. Özetle düpedüz Türktür. Örneğin, bazı Yakut Türkçesi sözler ve Türkiye Türkçesi karşılığı şöyledir:
Min ubayım= Benim abim
Bihigi at minen barıahpıt=Biz at binip gideceğiz.

Cevat Abbas Gürer şöyle devam ediyor:
"...(Atatürk)Durdu ve kendi kendine gülmeye başladı. Derin bir haz ve neşe içinde gözlüğünü çıkardı..."

Bugün dikte edilen yaygın öğreti Amerika'nın Kristof Kolomb tarafından keşfedildiği ve Ameriko Vespuçi'nin adına izafe edildiğidir. Ancak herkesin bildiği bir diğer konu, Amerika'ya ayak basan Kolomb'un Hindistan'a vardığını zannettiği, ve keşfettiği(!) yerin Amerika olduğunu öğrenemeden öldüğüdür. İşin esas örtülen tarafı ise şudur ki, Amerika aslında Türkler tarafından keşfedilmiştir ve ismini de Türkler koymuştur.

Cevat Abbas Gürer anlatısını sürdürüyor:
"...Meğer bulduğu 'emerik' kelimesi Türk Yakut Dilinde 'denizle ayrılmış arazi parçası' demekmiş..."

Anlamı 'denizle ayrılmış arazi parçası' olan Emerik sözcüğü göz önüne alındığında, kıtaya adını veren sözcüğün bir gemicinin adı olduğuna inanmak mantıklı mı gerçekten; hele hele keşfeden kendisi bile değilken? Tabii ki dil benzerliğiyle bu kanıya varmak olmaz. Öyleyse III. Türk Dil Kurultayı 3.gün 1.toplantısında sunulan Genel Sekreterlik Raporu'ndaki ifadeye bakalım:
"Bu kıtaya Amerika isminin Ameriko Vespuçi'nin adına göre verildiği iddiasına karşı, daha bundan önce Nikaragua yerlilerinin Amerika adını kullandıklarını yine Avrupalı coğrafya ve tarih uzmanlarının kitaplarında bulduktan, Yakut Lügati'nde Emerik kelimesine de hâlâ yaşayan bir söz olarak rast geldikten sonra..." Tekrar edelim: Kıtanın yerlileri Ameriko Vespuçi nedir, kimdir bilmeden yaşadıkları yere zaten Amerika diyorlardı. Ve bunu, Vespuçi'nin vatanı olan Avrupalı uzmanlar bizzat kayda geçirmişlerdi.

 
Biraz daha araştırınca "Amerigo isminin Ortaçağ Latincesindeki Emericus (telaffuzu: 'emerikus')kelimesinden türediği" bilgisine ulaştım. Ancak emericus'un anlamına, çevrimiçi latince sözlükler de dahil herhangi bir yerde ulaşamadım. Türkçe Emerik ve Latince Emericus kelimelerinin benzerliğine, hatta -us eki olmadan birebir aynı olduğuna da dikkat çekelim.

Bir başka yere daha dikkat çekelim: Türk ve Kaykos Adaları (Turks and Caicos Islands) diye bir ülke vardır, bu ülke Atlas Okyanusu'nda, Karayipler yakınlarında yer alır ve günümüzde İngiltere'nin sömürgesidir. 38 adadan oluşur, başkenti Büyük Türk'tür (Grand Turk). 'Caicos' bildiğiniz 'kayık' kelimesinin türevidir. Büyük Türk (Grand Turk) adı ise Sultan Süleyman için kullanılan ünvanlardan biridir (Kanunî gibi). Kolomb'dan çok önce burayı keşfeden Türklerce isimlendirilmiştir. 1869'da İngilizlerce değiştirilene kadar bayrağında Türklüğü simgeleyen Ay-Yıldızlar vardır.

 
İngilizler ismini de değiştirmek istemişlerdir ama ada halkı tepki gösterince yapamamışlardır. Bakmışlar olmuyor, adanın simgelerinden olan, yeni bayrağına da yerleştirilen bir kaktüs türü imdatlarına yetişmiş, kaktüsün tepesi "Türk fesine benziyor" diye öyle deniyor söylentisini yaymışlardır. Kaynakların bir çoğu bu şekilde yazar ama "İngilizler niye daha önce bu Türk fesine benzeyen katüsü bayrağa yerleştirmemişlerdi de Ay-yıldızı tercih etmişlerdi" sorusu cevaplanamıyor. Ya da daha basit sorular soralım: ada halkı kaktüsü Türk fesine benzettiğine göre fesli Türkü nerede gördüler? Zira fes adını Türk'ten değil Fas'ın Fes şehrinden alır, Türklerde 1829'da kullanılmaya başlanmıştır. Haydi bunlar tuttu diyelim, Kayık'ı nasıl açıklarsınız? Yoksa Türk kayığına benzeyen bir de palmiye türü mü buldunuz?
 


 
Bu adalar, Piri Reis'in haritalarında da vardır. Şimdi tekrar dikkat çekelim: Türkçe Emerik nasıl Latince Emeric('k')us ile benzeşiyorsa, Latinler, adanın ismindeki Türkçe Kayık'ı da Kaykos yapmışlardır. Latincede kullanılan kelime sonundaki -ium, -us gibi takılar çıkartıldığında Türkçe kökenli oldukları anlaşılacak pek çok kelime bulunacaktır. Zira, Cumhuriyetin ilk tarih profesörlerinden biri olan ve Türk Tarih Tezi'ni ortaya koyan tarihçiler arasında yer alan Afet İnan'ın söylemiyle "Latin medeniyetinin esasını kuranlar Etrüsk denilen Türklerdir."


Cevat Abbas Gürer şöyle tamamlıyor:
"...(Atatürk) Emerik kelimesinin Amerika'nın kâşiflerinin tarihiyle, Yakut Türklerinin kıdemleri (kökenleri) tarihini mukayese ederek, 'Amerika'nın adını büyük ecdad koymuştur. Evet; Kristof Kolomb'dan sonra Amerika'ya muhtelif zamanlarda dört defa seyahat eden Floransalı gemici Ameriko Vespuçi adına izafe edilen Amerika kıtasına Avrupa kâşiflerinden çok evvel Asya'dan geçenlerin yeni tetkiklerle kıdemlerini biliyoruz.' buyurdular."

***
kaynaklar:
Atatürk ve Kayıp Kıta Mu 2/Köken, Sinan Meydan
Vikipedi, Wikipedia
Son Truvalılar, Sinan Meydan
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/yg/habergoster.php?haber=5417
http://www.gureryayinlari.com/index.php?act=viewProd&productId=14
http://www.crwflags.com/fotw/flags/tc_his.html
http://www.worldatlas.com/webimage/countrys/namerica/caribb/tc.htm
http://www.grandturkinn.com/

7 Kasım 2012 Çarşamba

İznik

Ani bir kararla İstanbul dışında bir yerlere gezmeye gidelim dedik. Eskişehir mi, Ankara mı derken İznik'te karar kıldık. Karar verdiğimizin ertesi günü, yani dün sabah erkenden arabayla yola çıktık. Eskihisar-Topçular vapuruyla Yalova'ya, oradan da Orhangazi üzerinden İznik'e geçtik.

Orhangazi'den itibaren sağ tarafımıza İznik Gölü'nü alıp her iki yanımızda zeytinlikler arasında kalan yolda sürdürdük seyrimizin son kesimini. Bu seyir sırasında birkaç kez durarak hem gölün güzel görünümünü hem de zeytin toplayan köylülerin resimlerini çektik. İznik'e vardığımızda saat 11 olmuştu.


Eşimin çok önce Japonya'dan getirdiği Türkiye rehber kitabı üzerinde göz gezdirerek etrafta kısa bir keşif gözlemi ve gezi planı yaptıktan sonra yemeğe oturduk. Eşimin kitabında Kar-pi diye bir restoran gösteriliyordu ve biz de yemeği burada yemek istiyorduk ama orasının kapanıp yerine başka bir yer açıldığını öğrendik. Bunun üzerine yemeğimizi farklı bir yerde yedik ve sonrasında gezimize başladık.


Bizans Dönemi'ne ait sur kalıntılarının arasında kalmış olan İznik, yaklaşık bir kilometre karelik bir alan içinde kalıyor. İki ana caddesi, Kılıçaslan ve Atatürk Caddeleri, surların iç alanında bir haç şekli oluşturup merkeze yakın yerde kesişerek İznik'in dört ucuna boydan boya uzanıyorlar.


Osmanlı öncesi döneme ait olan Roma Tiyatrosu ve Çini Fırınları'nda kazı çalışmaları devam ediyordu. Osmanlı döneminin hamam ve camii gibi yapıları ise ziyarete ve kullanıma açıktı. Artık İznik Müzesi olan ve Roma dönemine ait eserleri de barındıran Nilüfer Hatun İmareti de restorasyon çalışmaları sebebiyle ziyarete kapalıydı.


Ayasofya Camii ya da diğer adlandırılışıyla Orhan Camii, Romalılar döneminde de ibadethane olarak kullanılmaktayken, 4.yy'da bu kalıntılar üzerine kilise yapılmış, 1331 İznik Fethi ile camiye dönüştürmüş. Hıristiyanlık tarihinin iki konsiline ev sahipliği yapmış olan İznik'teki ikinci kosil (toplamda yedinci konsil) 787'de işte bu çatının altında toplanmıştır. İşgalci Yunanlıların 1920 yılında yangına verip yıkmasına rağmen bu yapı, tekrar restore edilerek, binlerce yıllık bir ibadethane olma özelliğini bugün de sürdürüyor.
 
 
İznik denince akla ilk gelen şeylerin başında elbette ki çiniler geliyor. İstanbul'da Kapalı Çarşı ve çevresinde satılan tabakları, kaseleri, fayansları ve çinili süs eşyalarını, bu sefer Nilüfer Hatun Çini Çarşısı'nda sıralanmış küçük dükkanlarda, sanatçıların ellerinde şekillenirken görme şansına sahip olduk.


"Hep erkek var. Kadınlar nerede?" Eşime ait olan bu sözler, İznik'te geçirdiğimiz birkaç saatte gözlemlediklerimizden biri. Gerçekten de neredeyse hiç kadın görmedik. Gördüklerimiz genelde mağaza çalışanlarıydı ve dışarıda gördüklerimiz de genelde kapalı kadınlardı. Okul öğrencisi kızların hemen hemen tamamı erkek öğrenciler gibi pantolon giyiyordu. Etek giyenlerin de etekleri uzun ve çorapları kalındı. Neredeyse tamamı bayan olan tek yer Çini Çarşısı'ydı ve onlar genelde başları açık genç hanımlardı. Yukarıdaki resmin en sağındaki seramik kaftanların olduğu dükkandaki kız 16 yaşında bir stajerdi.

Diğer gözlemlerimizden biri de etrafta dilenci olmamasıydı. Yürüyüşümüz sırasında bedensel ve zihinsel engelli birisine rastladım. Esnaf bu kişiyle şakalaşıyordu ve hiçbir küçümseme, alay etme belirtisi yoktu. Herkesin birbirini tanıdığı böylesine küçük bir yerde dayanışma ve yardımlaşma da vardır elbette. Meselâ, her yerden duyulacak şekilde yerleştirilmiş olan hoparlörlerden vefat duyurusu yapıldı ve filancanın oğlu falancanın vefat ettiği şeklindeydi.

Eve dönüş yolculuğuna başladığımızda hava kararmak üzereydi ve hafiften yağmur başlamıştı. Gezimiz sırasında hiç yağmura yakalanmadığımız için kendimizi şanslı sayabiliriz. Kendisi henüz farkında olmasa da, İstanbul dışına ilk Türkiye gezisini yapmış olan oğlumla birlikte güzel bir günü daha böylece bitirmiş olduk.

5 Kasım 2012 Pazartesi

Çapul Kelimesi ve Türklerin İlk İzleri

Çapulculuk, yani yağmacılık.
Çapul=yağma.
Ya da
Çapul=çekirge ???

Bu sözcüğün kökeni hakkında ilginç bir bilgiye rastladım. İnternette araştırdığım zaman VikiSözlük'ün sayfasında kelime kökeni olarak Farsça işaret edilmiş ama öyle olsaydı Osmanlıca-Türkçe sözlüğünde yer almasını beklerdim. Ancak elimdeki sözlükte yoktu.

Çapul sözcüğünün VikiSözlük'teki köken bilgisi hatalı görünüyor
Sözcüğün Aztekçe olduğu bilgisini bize Tahsin Mayatepek veriyor. 1935 yılında Atatürk tarafından Meksika Büyükelçiliğine atanan Tahsin Bey, yine Atatürk'ün bu atama vesilesiyle verdiği önemli görevleri yerine getirirken elde ettiği bilgileri raporlar halinde Atatürk'e göndermiş ve 14. raporunda şu satırları yazmış:
"...Çapultepek (Aztek dilinde (Çapul) Çekirge ve (Tepek) de Tepe) yani Çekirge Tepesi demektir. Çekirgenin ekinleri tahrip, yağma ettiği malum olduğundan eski Türklerin Aslen Aztekçe'de çekirge anlamında olan bu Çapul sözcüğünün mecazi bir surette Yağma mânâsında kullanılmış olmaları muhtemel bulunduğunu istidlalen arz eylerim..."

Bu bilgilere ulaştığım Sinan Meydan'ın Atatürk ve Kayıp Kıta Mu kitabı son okuduğum kitaplardan en ilginciydi. Tahsin Bey kendisi için Maya Tepesi anlamına gelen Mayatepek soyadını da Atatürk'ün onayıyla almış. Atatürk'ün Türklerin Orta Asya ve Anadolu'da ilk ortaya çıkmalarından önce neredeydi sorusuna cevaben aradığı, okuduğu kitaplarda izlerine rastlayarak bilimsel olarak araştırılması isteği ve çabalarına kitabında yer veren Sinan Meydan çok iyi bir iş çıkarmış. Bu araştırmalar sonucu bilimsel olarak ortaya konan bulgular Atatürk'ün memnuniyetini şu sözlerle dile getirmesine sebep olmuş: "Mu ve May, yani Uygur Türk alfabesinin bütün medeni dünyada ilk alfabe olduğunu görmekle...bahtiyar olduk". Atatürk, Türk milletinin dünyanın ilk uygarlığı olan Mu'dan, Türkçe'nin ilk dil olan Mu Dili'nden, ilk alfabenin Türk alfabesi olduğundan (ki Latin Alfabesi olarak isimlendirilen alfabe de Türk Alfabesinden türetilmiştir ve Harf Devrimi esasen öze dönüştür) son derece emindi ama bunun bilimsel olarak kanıtlanmasını istiyor ve böylece dünyaya duyurmak istiyordu. Ömrü buna yetmedi ve bu araştırmalar da onun ölümünden sonra devam ettirilmedi. Bugün ise "Arap köklerimize dönmeliyiz" diyen bakanlarımız var.


Tahsin Bey'in raporlarında 'çapul' ve 'tepek' kelimeleri gibi pek çok kelimeler Türkçe karşılıklarıyla sıralanmış. Raporlarda göze batan vurgulardan biri de Musa, İsa ve Muhammed peygamberlerin dinlerinin "Mu kaynaklı" olduklarının anlatımıydı. Namaz, abdest, oruç, ezan, ölü yıkama, sünnet gibi uygulamaların "Mu dininden kaynaklandığını" kanıtlamaya çalışan Tahsin Bey'e göre Kâbe'nin tavafı da Mu dinindeki Güneş mabetlerinde uygulanmış ve günde beş vakit namazın da Güneşin konumlarına göre tanzim edilmiş olmasına dikkat çekilmiş. Aslında tüm bunlar bize dinimizin "kaynağının" nereden geldiğini değil de Din'in insanlık tarihi boyunca benzer uygulamalarla tebliğ edilmiş olduğunu açıklamaktadır diye düşünüyorum. Her ne kadar Tahsin Bey kendisinden açıklama istendiğinde "kaynağı" olduğu kanaatini savunmuşsa da bu fikirler, dinin gerçeklerini herkesten fazla anlamış ve özümsemiş olan Atatürk tarafından itibar görmemiş. İşin Güneşe tapma tarafı da belki diğer pek çok dinde olduğu peygamber tebliği sonrası zamanlarda yozlaşmanın belirtileri olabilir. Meselâ, Kâbe'nin Hz.İbrahim'den sonra İslam'ın ilk dönemlerine kadar putlar tapınağına dönüştürülmesi gibi.

Ayrıca Kur'an pek çok kavimin helak edildiği hakkında ayetler veriyor. Sözgelimi kitapta bize verilen Theotihuacan Palenk Mabedi Piramidi'nde (Meksika) Mu'nun yıkılışını yazan metindeki "korkunç yer sarsıntısı" ibaresinin "şiddetli sarsıntı/korkunç titreşim(A'raf 78), korkunç bir sarsıntı (Ankebût 37)" ifadeleriyle bazı kavimlerin helak edilmesi anlatımının Kur'an'da yer alması da ilginç bir benzerlik.

Atatürk, dünyanın ilk medeniyetinin Türkler tarafından kurulmuş olduğunu ve bugünkü Türklerin, diliyle, yaşantısıyla bu medeniyeti en bozulmamış haliyle devam ettiriyor olduğunu bilimsel olarak kanıtlamak ve dünyaya duyurmak istiyordu. Yazar, ortaya koyduğu tüm incelemeler sonrasında şu sözleri dile getiriyor: "Türkler Orta Asya'ya Mu'dan göç etmişler ve dünyadaki ilk dil Mu dili yani Türkçe'dir." Şu anda kitabın devamı niteliğinde olan Köken isimli kitaba başladım ve heyecanla okumaya devam ediyorum.

3 Kasım 2012 Cumartesi

31.10.2012 Buluşmasından

Eşim ve İstanbul'daki Japon arkadaşları fırsat buldukça buluşuyorlar. Birçoğunun da bizim gibi çocukları var ve bu sebeple bu buluşmalar aynı zamanda çocukları da bir araya getiriyor. Eşimi ve oğlumu alıp eve getirmek üzere gittiğimde benim de onları birlikte görme şansım oluyor. Resmin solundaki Souma ve Miray ise 3 yaşını dolduruyorlar. Onlardan çok daha küçük olan Eren'i epeyi sevmiş görünüyorlar.
 

31 Ekim 2012 Çarşamba

Hong Kong'da Cadılar Bayramı

Bugün 'Halloween' dedikleri ve bizde Cadılar Bayramı olarak adlandırılan 31 Ekim günü. Asla ilgimi çekmemiş olan ve zaten ülkemizde de pek bir anlamı olmayan bu 'Halloween', günün birinde garip bir tesadüf eseri kendimi içinde bulmamla hayatımın en ilginç anılarından birini yaşattı bana.

İki sene önce işim gereği Çin'in Shenzhen kentine giderken gidiş dönüş biletimi Hong Kong üzerinden almıştım. Dönmeden önce Hong Kong'da iki gün ve bir gece kalma fırsatı bulmuştum. Ve ne tesadüftür ki o gece Cadılar Bayramına denk gelmiş. Birlikte gittiğim arkadaşımla etrafımızda firavunlar, korsanlar vs. görünce birine sorduk ve o günün Cadılar Bayramı olduğu cevabını alınca neler döndüğünü anladık. Şehirde o gece gerçekten de bir Cadilar Bayramı partisi olacakmış ve bizim için artık hedef o partinin olduğu yerdi.

 
Lan Kwai Fong olarak adlandırılan yere geldiğimizde sokaklardan taşan rengarenk bir kalabalığın içinde bulduk kendimizi. İnsanlar etrafı barlarla çevrili sokaklar çemberi içinde, aynı yönde dönüyorlar, uğramak istedikleri bara gelince ayrılıyorlardı. Uğramak istenilen yer kaçırılınca geriye dönme şansı yoktu ve bir tur daha atmak gerekiyordu. Polis, bazı aralıklarda kalabalığı durdurarak dönüş yönünü tersine çevirdi. Biz de gece boyunca diğer insanlarla birlikte bu çemberin içinde döndük, ara ara yorulup kıyıda köşede durup resimler çektik, birkaç değişik barda içkiler içerek yorgunluğumuzu giderdik, sonra tekrar kalabalığın içine karıştık.


Yıllardır kullanmakta olduğum fotoğraf makinemi, içinde yüzlerce resim olduğu halde Çin'de kaybetmiştim. Hong Kong'a geldiğim gün ilk işim yeni bir makine almak oldu ve yeni makinenin ilk resimlerini bu partide çektim. Gecenin ve partinin anlamına uygun bir kılığa sahip olmamama rağmen boynuma asıl profesyönel makineyle gazeteci gibi bir şey zannedilmiş olacağım ki kimin resmini çekmek istediysem ya da kiminle resim çektirmek istediysem hiçbir itirazla karşılaşmadan seve seve poz verdiler. Hatta dansöz kıyafeti içinde olan bir bayandan resmini çekmek için izin istediğimde, resminin çekilmesine değer olmadığını düşündüğünü algıladığım bir ifadeyle "gerçekten mi" diyerek sevinçli bir şekilde poz vermişti. Ama sanırım bu itirazsız kabullerin esas sebebinde, iki gün boyunca gözlemlediğim kadarıyla Hong Kong'daki insanların, Çin'de gördüklerimin aksine, cana yakın ve sevecen olmalarının daha büyük bir payı var.


Gecenin en ilgi çeken tipleri arasında, bir barın ön kısmıyla sokak arasında kalan barikatların üzerine çıkıp müzik eşliğinde dans eden 'gay' tipler vardı. Gerçekten öyle olduklarını sanmıyorum, zira hem tavırları çok zorlama bir yapmacıklık taşıyordu hem de, meselâ, bir gün için o kadar özen gösterme abartısına gerek olmayacağını düşünmüşlerdi ki bacakları tıraşsızdı.

Bayanlar arasında dansöz kıyafetlerini tercih etmiş olanlardan birkaç kişiye rast geldim. Bunun yanı sıra, yakın kültürler olmasının etkisiyle geyşa kimonosundan esinlenilmiş giyseler giyenler de oldukça fazlaydı.

 
Gecenin en göze batan figürlerinden biri ise Beşinci Element filmindeki Leeloo kıyafetini seçmiş olan bayandı. Güzel fiziği ile bu seçiminin hakkını vermişti ve dansöz kıyafeti giyen arkadaşıyla beraber benim kamerama poz verme yakınlığını gösterdi.

 
 
Giysilerine ve makyajlarına fazlasıyla özen göstererek eğlenceye çok daha hazır bir şekilde gelen kişiler ise tüm kameraların hedefindeydi. Çin'de gördüklerimin aksine Hong Kong'lu kızlar çok daha güzel, alımlı ve samimilerdi. Ben de bunlardan bazıları ile birlikte resim çektirme şansına sahip oldum. Örneğin, bence fiziğiyle ve 'fantastik polis' kıyafeti seçimiyle gördüklerimin en çekicisi olarak nitelediğim bir bayan, birlikte resim çekme isteğime hiç itiraz etmedi.
 
 
Sonuç olarak sadece bir gece kalma fırsatı bulabildiğim Hong Kong'da, o gecenin Cadılar Bayramı'na tesadüf etmesiyle hayatımda unutamayacağım bir hatıraya sahip olmuş oldum. İş seyehatinin bir parçası olmadığından yanlış anlaşılmalara sebebiyet vermemek için, ve biraz da öyle bir eğlenceye özlem duyuyor olsam gerek ki 2010 senesindeki bu hatıramı bu satırlara iki sene sonra aktarıyorum. İstanbul'da da böyle bir eğlence tertip edilse güzel olur derdim ama yılbaşlarında Taksim gibi meydanlarda neler yaşandığını bildiğim için mümkün olmadığının farkındayım. Böylece Hong Kong gibi küçük bir yerde insanların görgü düzeylerinin de yüksek olsa gerektiği ortaya çıkıyor. Bir gün farklı bir ülkede, başka bir Cadılar Bayramında yine böyle bir eğlencenin içinde yer almayı hedeflerim arasına almış bulunuyorum. Tabii bu sefer daha isabetli bir kıyafet ile.

29 Ekim 2012 Pazartesi

Bağdat Caddesi'nde 29 Ekim 2012

29 Ekim Cumhuriyet Bayramımızı, Bağdat Caddesi'ndeki görkemli yürüşümüzle kutladık. Dinci ekiplerin yasaklama, göz korkutma ve tehditleri Atatürk'ün evlatları olan biz cumhuriyetçiler tarafından büyük bir tokat yedi. Hatta bu tehditler insanlarda tepki verme dürtüsünü de körüklemiş olacak ki Bağdat Caddesi her sene olduğundan daha kalabalıktı ve insanlar çok daha coşkuluydu.

 
 
Altı aylık oğlumun da ilk Cumhuriyet Bayramı idi. O, cumhuriyetin ne büyük bir nimet olduğunu henüz anlayamıyor ama kırmızılara bürünmüş insan kalabalığının içinde etrafını izlerken çok keyifli görünüyordu. Aşağıdaki resimde ağladığına bakmayın; bunun sebebi onu kalabalığı izleme eğlencesinden resim çekmek üzere alıkoyduğumuz için :)


Bugün, daha uzun süre bu kutlamaların içinde yer almayı isterdim ama anne-baba sorumluluklarımız gereği, oğlumun beslenme, banyo, uyku saatlerini göz önünde bulundurarak erken eve dönmek durumundaydık. Nihayet, bu sorumluluklarımızın son aşaması olarak Eren'i az önce uyuttuk. Ben de bilgisayaramın başında, bir taraftan Bağdat Caddesi'nden gelen şarkıların sesi eşliğinde bu satırları yazıyorum.

Birkaç satır da bugün yaşananların tarihten çağrıştırdıklarını yazayım:
 
İkinci Meşrutiyet'in 1908'deki ilanı ile 23 Temmuz tarihi Osmanlı'nın ilk millî bayramı oldu ve Cumhuriyet sonrası bile 1935'e kadar kutlanmaya devam etti. Dönemlerine göre İyd-i Millî ve Hürriyet Bayramı olarak anıldı. Bu kutlamalarda da halk bayraklarla yürüyüşler yapardı, hatta yürüyüş düzeni, yürüyüş sırasında kılık kıyafet, söylenecek marşlar gibi ayrıntılar tören talimatnamesinde yer alırdı. Birinci Dünya Savaşı'nın kaybedilmesi ile ülke işgal edildi. 1919'da bu bayramda kutlama yapılması yasaklandı. 1920 yılında da işgal altındaki İstanbul'da tören yapılması yasaklandı.

Bu tarihsel verileri göz önüne alırsak bugünlerde yaşadığımız 19 Mayıs, 30 Ağustos, 29 Ekim gibi millî bayramlarımızda kutlama yapılmasının, yürüyüşlerin yasaklanmasının, "kutlama olursa valilik gereğini yapar" gibi tehditlerin ülkeyi yönetenler tarafından dile getirilmesinin, Birinci Dünya Savaşı sonrası işgal altında kendini emperyalizme teslim etmiş olan ülke yönetiminin uygulamalarıyla örtüşüyor olması manidardır.

Bugün Ankara'da, yani Türkiye Cumhuriyeti'nin başketinde polisin, cumhuriyeti kutlayan halka karşı basınçlı su ve biber gazı kullanması, yıllardır süregelen ulus düşmanı siyasetin bugün geldiği noktadır ve bundan sonra götürülmek istenen hedefin yeni bir aşamasıdır. Gelecek sene 29 Ekim öncesinde yetkililerden "geçen sene yaşananların tekrarlanmaması için bu sene önlemleri artıracağız" gibi bir açıklama gelirse şaşırmamak gerekir.

kaynaklar: Atlas Tarih 2012-13.sayı, Vikipedi

27 Ekim 2012 Cumartesi

Anneler ve Babalar

Ekim ayında güzel havaları yakalayınca soluğu dışarıda almak gerek. Üstüne bir de bayram tatili varsa ve İstanbul dışına çıkmadıysanız, nispeten daha tenha olan Bağdat Caddesi'nde yürüyüş yapıp bir kahve içmenin keyfini çıkarmak ayrıcalık sayılır. İşte böyle bir günde, neredeyse 20 senelik arkadaşımla buluşup eşlerimiz ve çocuklarımızla caddenin tadını çıkardık.


Yolda karşılaştığımız diğer bir eski arkadaşım, eşi ve kızı ile bize katılınca harika bir bayram günü geçirmiş olduk. Henüz 4,5 ve 14 aylık olan çocuklarımızla aşağıdaki resimleri çekerek günün hatırasını kayıt altına aldık.

26 Ekim 2012 Cuma

PS3'e Türkçe Güncellemesi

Ne de olsa her şey para!

PlayStation 3 Amerika ve Japonya'da 2006 sonlarında, Avrupa ve Türkiye'de ise 2007 başlarında satışa çıktı. Bendeniz ilk satın alanlardan biriyim. Hatta satışa çıkış tarihinden bir gün önce beni mağazadan aramışlardı, dağıtımın yapıldığını haber vermişlerdi ve o gün almıştım. Sony, 6 seneye yakın bir zaman dilimi içinde işletim sistemini Türkçe yapmak için hiç bir girişimde bulunmadı. Fince'den Norveççe'ye kadar, çok az konuşulan ülke dilleri ise başından beri seçenekler arasındaydı.

Ancak bugün yayımlanan 4.30 güncelleme sürümüyle artık Türkçe de seçenekler arasında. Bunun sebebini anlamak zor değil. Yaklaşık bir seneden beri PSN'den (Playstation Network) artık yeni çıkan PS3 oyunlarını satın alıp sisteme indirmek mümkün. PS3 çıktığından beri Türkiye'de -her şeyde olduğu gibi- dışarıda satılan oyunlar diğer ülkelerdeki satış fiyatlarının yaklaşık iki katı. Bu sebeple kullanıcılar (ben de dahil) oyunları yurtdışından alıyorlardı. Uğraşmak istemeyenler ya da haberi olmayanlar ise raftan alıp iki kat para veriyorlardı. Oyunların, raflarda yerini aldıkları ilk gün fiyatları yaklaşı 180 lira. Ancak PSN fiyatları 129 liradan açılıyor. Yurtdışında ise rafa konuş fiyatı neyse PSN fiyatı da aynı.

Geçenlerde arabada giderken radyoda bir haber vardı. Haberde oyunların internet üzerinden satın alımları gitgide artıyormuş ve Türkiye ise bu listenin başında yer alıyormuş. Durumlar böyle olunca Sony'nin aklı başına gelmiş olacak ki derhal yeni güncellemeye Türkçe'yi de ekleyivermişler. Önümüzdeki senelerde PS4 çıkarsa muhtemelen Türkçe ilk gün sürümünde olacaktır. Hatta Japonya ve Amerika ile aynı tarihte çıkartırlarsa bile şaşmamak gerekir.

Zeytindağı, Siddhartha, Son Şeyler Ülkesinde

Oğlumun doğumunun altıncı ayı, benim de işsizliğimin dördüncü ayı dolmak üzere. Kurban Bayramı için Adana'ya gitmeye, arabayla yola çıkıp Eskişehir, Ankara ve Konya'ya uğrayarak biraz gezmeye niyetlenmiştik ama hafta boyunca her yer çok yağışlı göründüğü için, biraz da oğlumun durumunu göz önünde tutarak vazgeçtik. Bayramı, boşalan İstanbul'da geçiriyoruz. Bu dönemi Japonca çalışarak ve kitap okuyarak geçirmeye devam ediyorum. Yazımın geri kalanına okuduğum son kitaplardan bahsederek devam edeceğim.

 
Falih Rıfkı Atay'ın Zeytindağı kitabı, pek çok açıdan çok faydalandığım bir eser oldu. Bu sebeple yazımda, ilk ve en geniş yeri bu kitaba ayırmayı uygun buldum.

Önce birkaç bilgi vereyim: Zeytindağı, günümüzde İsrail sınırları içinde yer alan bir tepenin Türkçe adıdır. Kudüs'ün doğusunda yer alır. Musevîlere göre Yahudi milletinin kurtarıcısı Mesih'in, Zeytindağı üzerinden Kudüs'e geleceği aktarılır. Hıristiyanlara göre, İsa Zeytindağı'nda ibadet ederken kendisine peygamberlik görevi verildiği anlatılır (Barnabas İncili). Bazı müslümanlar ise Sırat köprüsünün, Kidron Vadisi ile Zeytindağı arasında kurulacağıni söyler (bu düşünce Kur'an dışıdır). Üç dinin mensupları tarafından böylesine önem arz eden ve 20.yy. başlarına kadar Osmanlı idaresinde kalan Zeytindağı, Atay'ın, askerlik görevinde bulunduğu ve öncesiyle sonrasıyla bu dönem içindeki gözlemleri, yaşananları kitabında ele aldığı yer. Yazar, eserinde, Osmanlı'nın son dönemlerinde olan gelişmeleri, görevli olarak yanına gittiği Cemal Paşa'yı odaklayarak yazmış*.

Falih Rıfkı Atay, bu kitapta bize Atatürk ile ilk karşılaşmasını şöyle anlatıyor:
Balkan Harbi sonrası Edirne 1913'te geri alınır. Enver Paşa bir tümen komutanıdır ve Edirne'ye kendi tümeninin girmesini ister. Atay o sırada Tanin gazetesinde çalışıyor ve henüz 19 yaşında. "Enver, Balkan Savaşı'nın ilk fetih şerefini rakiplerine bırakmamak için, süvarisini olanca hızıyla ileri atmış, bu yüzden eski arkadaşları ile arası açılmış. Hacı Âdil (dönemin Edirne valisi. MS.), Dimetoka'ya uğrayarak, bu soğukluğu gidermeye çalışacakmış." Dimetoka'da genişçe bir salonda toplanılır. Hacı Âdil, paşalar, vs. üst safta yer alırlar. "Aşağıya doğru öteki misafirlerin arasında bir kurmay göze çarpıyordu. Sarışın, sert ve bakınırken gözlerine takılmamak imkansız! Hacı Âdil, arasıra ona dönüyor. Belli ki rütbesi ile nisbetsiz bir önemi var... Salondan çıktıktan sonra Hacı Âdil'e bu zatın kim olduğunu sordum. Mustafa Kemal Bey, dedi. Sonra biraz şaşıca gözlerini mânâlaştırarak ilave etti: Yamandır!"

Okudukça, bugünkü Türkiye siyasî yönetiminin, zihniyet ve eylem olarak nasıl da yüz yıl öncekine dönmekte olduğunu da göreceksiniz. Meselâ, yazar, Zeytindağı'nda askerlik görevini yaptığı sıradaki şu gözlemini de kitabında aktarıyor. "Türkleşmiş hiçbir Arap gömedikten başka, Araplaşmamış Türk'e az rastgeliyordum." Bu sözler bana, ister istemez bugünkü malıye bakanının "Arap köklerimize dönmeliyiz" beyanatını hatırlattı. Halbuki kendisi İngiliz vatandaşıdır ve Kürttür. Atay, diğer bölümde şöyle devam ediyor: "Arap meselesi denen şey Türk düşmanlığı hissi idi."

Atay, kitabın sonlarına doğru, Türk evlatlarının Türk olmayan yerleri savunurken verdiği canlara, siyasî kepazeliklere ve tüm kayıplardan sonra Atatürk'ün ortaya çıkıp istiklâl mücadelesini başlatmasına dikkati çekerek şu özeti yapıyor: "İşte size kitabın özü: İlim ve vatan adamı olunuz. Hiçbiri yalnız başına, ne sizi, ne de milletini kurtarabilir."

***
Hermann Hesse'nin 1946 Nobel Edebiyat ödülüne lâyık görüldüğü eseri Siddhartha şiirsel bir üslupla yazılmış, insanı, okudukça huzurla dolduran bir eser. Bu üslubu yansıtan çevirmenin (Kâmuran Şipal) hakkını da vermek gerekir. İki dünya savaşı kaybetmiş Almanya'nın savaş karşıtı yazarı Hesse, Siddhartha ile, eserlerine taşıdığı doğu kültürü, gizemi ve yaşam felsefesini en iyi şekliyle yansıtarak, kendi deyimiyle "tüm dinlerde, insanların benimsediği tüm inanış biçimlerinde ortak olan yanı, tüm ulusal ayrımları aşan, tüm ırkların, tüm bireylerin benimseyebileceği şeyi yakalamaya" çalışmış.
 
Paul Auster, Son Şeyler Ülkesinde adlı kitabında çok farklı bir resim çizerek, okuyucuyu, yaşamın sonuna yaklaşıldığı bir zamanda, insanın hayatta kalma adına yaptığı son mücadelelerini ve bu mücadeleler içinde bile bulduğu dostlukları, aşkları, sevinçleri, ağabeyini bulmak adına yola çıkan Anna isimli bir kızın gözünden anlatıyor. Yazar, bu hayalî dünyayı yansıtırkek kullandığı tasvirler ile gerçekten çok iyi bir iş çıkarmış. Bu kitabı okumanın başlıbaşına farklı bir deneyim olduğu düşüncesindeyim.

* Cemal Paşa, İttihat ve Terakki Cemiyeti önderlerinden olup Üç Paşalar İktidarı olarak bilinen dönemin (1913-1918) üç paşasından biri (diğerleri: Enver ve Talat paşalar). Birinci Dünya Savaşı'nda Filistin Cephesi komutanı idi.

22 Ekim 2012 Pazartesi

Doğaçlama Tava Böreği

Sigara böreği yapma niyetiyle aldığımız yufkalar ve lor peyniri ile, son anda yaptığımız (daha doğrusu yaptığım) bir karar değişikliğiyle tava böreği yapalım dedik. Daha önce hiç yapmadığım, tamamen doğaçlama olarak, 'acaba bir şeye benzer mi' düşüncesiyle tavayı yağlayıp, üzerine yufkayı serip, peyniri serpiştirip, yufka parçalarıyla katlandırıp, ve nihayet serili yufkayı üzerine kapatıp ocakta pişirmeye koyulduk. Sonuç, eşimin söylemiyle beklenenden daha iyi oldu. Böylece biz de bu öğlen aç kalmamış olduk:)



21 Ekim 2012 Pazar

12 Ekim 2012 Cuma

Kimi-chan ve Gül Kitapları

Eşimin İstanbul'daki arkadaşlarından Yumi'nin üçüncü çocuğu Kimi-chan iki hafta önce dünyaya geldi. Biz de dün ziyaretine gittik. Yabancı bir ülkede üç küçük çocuğa bakmak çok zor olsa gerek ama tanıdığım kadarıyla Yumi güçlü bir kadın. Kimi-chan'ın minik ellerine dokunmak tarif edilmesi çok zor bir haz. İki haftalık bir bebeğin ne kadar tatlı olabileceğini böylece yeniden hatırlamış oldum.


***
Son bitirdiğim iki kitapta da, birbirinden çok farklı anlamlar çerçevesinde, 'gül' temaları işlenmişti. Foucault Sarkacı, okuduğum en zor ama en güzel kitaplardan biriydi. Söz konusu Umberto Eco olunca, eserin zor (hele hele 1000 sayfalık bir kitapsa) olmamasına da, güzel olmamasına da, ama hepsinden de öte öğretici yüzlerce unsurla dolu olmamasına da imkan yoktur. Bir elimde kitap, bir yanımda 'google' açık bilgisayarım, saatlerce okuyup tanımlanan yerleri, simgeleri, kişileri, kurumları, tarihsel ögeleri inceleyerek bir çok yeni bilgi edinmiş oldum.


Foucault Sarkacı; Tapınakçıları, Gül-Haçları konu alan ve onlarla ilgili hemen hemen her şeye dokunan bir kitap. Öyle ki, Eco, yine aynı konuyu ele alan -benim de çok beğenerek okuduğum- Da Vinci Şifresi ve onun yazarı Dan Brown için şöyle söylüyor: "Kitabı okumak zorunda bırakıldım çünkü herkes bana onun hakkında soruyordu. Bence Dan Brown benim Foucault Sarkacı kitabımdaki karakterlerden biri." Eco'nun bilgeliğine dayandırdığı egosu bir kenara, kitabı okurken ben de haklı olduğu sanısına kapılmadım desem yalan olur.

Kayıp Gül, okuduğum ilk Serdar Özkan kitabıydı. Onlarca dile çevirisi yapılmış ve bir çok ülkede yayınlanmış bir kitap olması benim ilgimi artırmıştı ve okumaya böylece karar verdim. Bir nefeste okunacak kadar kısa, güzel bir öyküydü. Ama bu kadar ilgi uyandıracak, bir çok ülkede yayınlanacak nesi vardı diye düşünmeden edemedim. Bugünlerde, kitapçılarda, bu kitabın devamı niteliğinde yeni bir kitap daha çıkmış. Bende, hemen alayım, diye bir heyecan uyandırdığını pek söyleyemeyeceğim.

2 Ekim 2012 Salı

Annem ve Oğlum

Annemi bugün Adana'ya yolcu ettik. İlginçtir, bu kez, torunundan ayrılmak benden ayrılmaktan daha zor geldi. Şimdiye kadar her sene Ekim ayından çok daha önce Adana'ya dönerdi ama bu sefer torunundan ayrılmaya gönlü bir türlü razı olmadı.

Halen salonumuzda duran çok güzel, eski bir resmimiz var. Resimde ben 4 aylık bir bebekken annemin kollarındayım. Aradan 37 sene geçti ve bu sefer annem ve oğlumu benzer bir resimde biraraya getirmek istedim. İşte bu iki resmi yanyana koyarak bu sayfada paylaşıyorum. Ben ve oğlum ne kadar benzeşiyoruz yorumunu size bırakıyorum. Ama arada 37 sene fark olmasına rağmen annemin gözleri aynı ifadeyi yansıtıyor.

27 Eylül 2012 Perşembe

27.09.2012

İyi bir yolculuk değildi benim için. Ama neyse ki yanıma kitap almıştım bu sefer. Üç araç değiştirdikten sonra 20 dakika yürüyerek vardım çağırıldığım yere. Şehri şehir yapan her şeyden uzak bir yerde, içerisinde, tost ve çaydan daha iyi bir şey alamayacağım, dondurma şirketinin reklam olsun diye kendilerine verdiği plaj tipi şemsiyeleri gölgelik yapmış büfesinden başka bir gıda satış yeri barındırmayan, tam bir mahrumiyet alanına konuşlandırılmış, camekanlı bir binaydı. 500 kişilik bir alanda 20 kişi ya vardı ya yoktu.

Bir odaya girdim ve odada bir kuş vardı. İçeriye nasıl girmişse girmiş, açılmayan cam pencereden dışarıya çıkmak için çırpınıyordu. Odadan dışarıya kaçmasın diye kapıyı kapattık ve bayanlardan birinin hırkasının yardımıyla yakalayarak dışarıya bıraktık. Benim ziyaretim de, bir bakıma, o kuşunkinden daha farklı değildi.

Konuşacağım kişiyle konuştum. Binada eski bir tanıdığımla ratlaştım, ayaküstü lafladık. Çıktım, 20 dakika yürüdüm, 3 araç değiştirdim ve döndüm.

19 Eylül 2012 Çarşamba

Hallâc, Koyun, Şarkı ve Oyun

Son okuduğum dört kitabın adlarından alıntıdır bu yazının başlığı.

Daha önce de yazdığım gibi Murakami'yi geç de olsa keşfetmem, kitap okuma sevgimde geniş bir pencere açtı. Türkçe'de yayınlanmış olan tüm kitaplarını aldım ve son okuduğum dört kitabın ikisi de onun kitapları oldu. Elimde henüz okumadığım 3 kitabı daha var.


Yazarın, orjinal Japonca yayınlanan adı, İngilizcesinde de olduğu gibi Norwegian Wood olan kitap, Türkçe'de İmkansızın Şarkısı olarak yayınlanmış. Kitap, adını Beatles'ın ünlü şarkısından alıyor ve o dönemlerin Japonya'sında geçiyor. Kitabın, Türkiye'de bu isimle yayınlanmasına, açıkçası, pek anlam veremedim. Ancak çevirinin genel olarak çok iyi olduğunu söyleyebilirim. Kitap, içinizde, sanki elinizi uzatıp dokunabileceğiniz kadar gerçek bir his bırakıyor ki bu his, zihninize, kitaptaki karakterlerle gerçekten birlikte yaşamış olduğunuzu, uzun zaman önce onlarla yollarınız ayrılmış olup, artık hatıralarınızda kalan o kişilere duyduğunuz özlemin çağrışımlarını getiriyor. Özellikle, eğer bir erkek gözüyle okursanız, Midori'ye aşık olmamanız çok zor. Midori, şimdiye kadar okuduklarım arasında en sevecen, en dobra, en başınabuyruk ama kurallarına bağlı, en sıradışı karakterlerden biri oldu.

Bu kitap, Japonya'da filme de uyarlanmış. Okumayı bitirdikten bir süre sonra bu filmi de seyretme imkanı bulabildim. Film, görsel açıdan çok güzeldi ama kitapla aynı hisleri vermeyi başaramamıştı. Özellikle Midori tiplemesi, aktris (Kiko Mizuhara) gerçekten çok etkileyici olmasına rağmen, yerine oturmamıştı. Ancak Naoko'yu oynayan aktris için aynı şeyler geçerli değil; Rinko Kikuchi gerçekten çok başarılı bir oyun çıkarmış ve onun oyunu, bu filmi seyredilmeye değer kılan birinci etkendi.

Murakami'nin Yaban Koyununun İzinde kitabını, modern bir öykü kitabı olarak değerlendirebiliriz. Zaten Murakami, pek çok eleştirmen tarafından, günümüzün en iyi öykü yazarı olarak da nitelendiriliyor. Roman kalıbının içine soktuğu ve okuyucuya bazen "gerçekten olabilir mi" düşüncesini veren doğaüstü olayları bu kitabında da ustalıkla kullanmış. Murakami, bizler için sıradan olan ama Japonlar açısından düşünüldüğünde nadir bulunan bir canlıyı, koyunu ele almış öyküsünde. Japonya'da bir koyun görebilmeniz neredeyse imkansızdır. Hatta geçtiğimiz senelerde gazetede okuduğum bir haberde, dolandırıcıların, koyunları kaniş köpeği gibi tıraş edip, az bulunan türde bir köpek diye, çok pahalı fiyatlarla, zengin Japonlara sattıklarını okumuştum. Alıcılar, hayvanların havlamadıklarını ve köpek maması yemediklerini görünce veterinere gitmiş ve skandal böylece ortaya çıkmıştı. Neyse, biz kitaba dönelim. Kitapta da koyunların Japonya'daki varlıkları ve tarihçeleri kısa bir çerçevede belirtilmiş. Bu koyunlardan özel bir tanesinin bazı insanların içine girmesiyle o kişilerin hayatlarındaki değişimler ve daha sonra içlerinden çıkınca yaşadıkları çöküş, ilginç ve okudukça merak uyandıran bir üslupla öykülendirilmiş.

Son okuduklarım arasındaki tek İngilizce kitap David Baldacci'nin Hour Game isimli kitabı oldu. Kitap pek çok ödül almış ve hatırladığım kadarıyla NY Times tarafından, yayınlandığı yılın en iyi kitapları listesine girmişti. Zaten benim alma sebebim de buydu ama uzun süredir rafta okumamı bekliyordu. Okuyunca, çok iyi kurgulanmış, sürükleyici, sürprizlerle dolu, heyecan yüklü bir dedektiflik romanı olduğunu bana da ispatlamış oldu. Yazarın King&Maxwell Serisi olarak geçen romanlar dizisinin ikincisi olan bu kitap, bende, serinin diğer romanlarını da okuma arzusunu artırdı. Baldacci'nin pek çok romanı filmlere uyarlandığı halde, gel beni film yap, diyen bu kitabın henüz uyarlanmaması ise bence ilginç bir ayrıntı. Bunun sebebi, zihinde şöyle bir tartınca, yüksek bir maliyet gerektirebileceği olabilir diye düşünüyorum. Ama bence, kesinlikle, iyi bir yönetmenin elinde filme uyarlanmalı.

Son olarak, alışageldiğim gibi, tarih/araştıma/inceleme kitabı olan, Yaşar Nuri Öztürk'ün, iki ciltlik Hallâc-ı Mansûr'unun ilk cildini okudum. Yazar, her zamanki ciddiyetini, bilgisini, ilmini kullanarak, tıpkı kitabında ele aldığı Hallâc'ın kendisi gibi, büyük bir imanla, yüreklilikle, açık sözlülükle, bu büyük insanı, her yönüyle, dokunulmadık bir husus bırakmamacasına anlatmış ve insanlığa çok önemli bir eser kazandırmış. Tanrı'ya "Herkesi affet ama sadece beni affetme, bana dilediğin gibi davran" diye dua ederek, O'ndan af dilemenin bile bir bencillik göstergesi olduğu düşüncesiyle af dilemekten kaçınan bu büyük şehit-sûfîye, biz Türklerin de borçlu olduğunun altı çizilen şu satırları aktarmadan edemeyeceğim: "Hallâc, Türk ırkının İslam'a girmesini hazırlayan bir numaralı misyon sahibi olmanın yanında, bu ırkın, Müslümanlığı tasavvuf meşrebi üzere algılamasında da tartışmasız liderdir"(c.1/s.175). Bu konuda değinebileceğim çok şey var ancak ikinci cildi de bitirip kafamda şekillendirince ve kendimde yetkinliği bulunca, ileride bu satırlara aktarabilirim.

Ancak şimdi Umberto Eco'nun Foucault Sarkacı'na başladım. Tercümesi 1000 sayfaya yakın olan bu kitap, kısa sürede bitecek gibi görünmüyor. Ama kesinlikle çok sayıda yeni bigliye ulaşacağımdan adım gibi eminim.

13 Eylül 2012 Perşembe

Solucana İmrenmek

İnsan, hayatında tanıdığı en aşağılık, en yalancı solucana imrenir mi hiç?

Biz ikimiz ondan çok çektik.

Solucan, mahalledeki köpeklerin yakın arkadaşıydı. Kendi ısıramasa da köpeklerin gölgesi arkasında olduğu için her fırsatta ikimize de hırlardı. Dayanılacak gibi olmadığı zaman biz ikimiz kaçardık solucandan.

Zaman değişti. Solucanın köpeklerini başka köpekler gelip kovaladı. Başka köpekler yeni solucanlar getirip onları hırlattı. Biz ikimiz başka mahallelere gittik.

Bizim solucanı köpek arkadaşları yalnız bırakmadı. Havlayabildikleri her yere götürdüler. Solucan, köpek hayatı sürmeye devam etti. Başka zavallılar onun hırlamalarından nasibini alıyor.

İkimizden diğerimiz ise yan mahallenin muhtarı oldu. Ben mahallesiz kaldım. Muhtar arkadaşım ya, sesleniverdim. Ama; ben buyum, hırlamam lazım değil dedim. Ama bir mahalleye ihtiyacım var, dedim muhtar arkadaşıma. İşte o zaman gerçeği anladım. Köpek de olsalar solucanın arkadaşları vardı.

28 Ağustos 2012 Salı

Umurda Olmama Durumu

Hata yapanlar ya da suç işleyenler, bu yaptıkları sebebiyle eleştirildikleri zaman genellikle "bana yapılan ithamlar umurumda değil" derler.

Mesela dün bir derbi maçı oldu, maçın son dakikalarında kendini yere atıp penaltı alan ve hak edilmemiş bir golle yenilgiden kurtulan Galatasaray'ın futbolcusu için otoriteler "emek hırsızı" gibi yorumlar yapınca o da bu ithamların umurunda olmadığını söylemiş.

Yahudilerin Almanya'da fırınlarda yakılması Hitler'in umurunda değildi.
Amerika Japonya'ya atom bombaları attığında ölen masum insanlar başkan Truman'ın umurunda değildi.
Cebinizden çaldığı paraları harcarken ev kiranızı ödeyememeniz yankesicinin umurunda olmaz.
Babanız başından vurulduğu zaman sizin yetim kalmanız katilin umurunda değildir.
Puanları çalınan takımın futbolcularının galibiyet primiyle eşlerine, çocuklarına alamadığı hediyeler de Burak'ın umurunda olmaz.

Yapılan bir hatada ya da işlenen bir suçta, aldığı ceza ve/veya eleştirilerin, mesul olan kişinin umurunda olmaması, yapılan eylemin ahlak seviyesinin ne olduğunu belirleyen bir kriter değildir; ama mesul olan kişinin ahlak seviyesinin ne olduğunu belirleyen bir kriterdir. Aynı suçu işleyen iki kişiden, hatasını kabul edip özür dileyen ile umurunda olmadığını söyleyen iki kişi arasında ahlak farkı vardır. Suçun ahlak seviyesi değişmez ama kişilerin ahlak seviyesi farklıdır.


23 Ağustos 2012 Perşembe

Yüz Gün Kutlaması: Omedetai-hi

Oğlumun annesi Japon olunca, tabii ki oradaki adetleri de olabildiğince yaşatmaya çalışıyoruz. Oğlum artık dördüncü ayını dolduruyor. Beş gün önce 100 gününü doldurduğunda kısa bir geleneksel kutlama yaptık: Omedetai-hi.

'Omedetai-hi' Türkçe'de mutlu/sevinçli gün anlamına geliyor. Düğün günü, ilk işe girilen gün, mezuniyet günü gibi hayatta çok az yaşanan ve önemli olan günler Japonya'da 'omedetai-hi' kapsamına giriyor. Bebeklerin doğumlarının yüzüncü günlerini tamamlaması da bunlardan biri. Bunun sebebi, eskiden, her coğrafyada olduğu gibi Japonya'da da bebek ölümlerinin çok olması sebebiyle artık yüzüncü gününü doldurmuş olan bebeklerin tehlikeyi büyük ölçüde atlattığına inanılması ve bundan sonraki yaşamını da sağlıklı geçirmesi için iyi dileklerin dilenmesi şeklinde özetlenebilir.

Günümüze kadar uygulana gelmiş olan bu törende bebeklere özel bir kıyafet giydiriliyor, hatıra resimleri çekiliyor, yemek yeniyor ve ailenin en büyüğü yenilen bu yemekten bir lokma da bebeğe uzatıyor ve ona koklatıyor.


Burada birkaç ayrıntı var ve sebepleriyle birlikte kısaca açıklayayım:
Yemek seçimi mümkünse çupra oluyor. Çünkü 'Omedetai-hi'nin içinde yer alan 'tai' kelimesi çupra anlamına geliyor. Japonlar bu tür kelime oyunlarıyla özel günlere anlam katmayı çok seviyorlar. Ayrıca bu balık Japonya'da pahalı balıklardan bir tanesi. Servis edilirken balığın ayıklanmadan, başı ile birlikte tabaklara konması önemli. 'Baş' anlamındaki 'kaşira' kelimesi aynı zamanda büyük patron gibi bir anlam taşıyor. Böylece çocuğun büyüyünce önemli birisi olması dilekleri sembolleştirilmiş oluyor. Ailedeki en büyük kişi bu yemekten bir lokma da bebeğe uzatıyor ve sanki ona yediriyormuşçasına ağzının önüne kadar getirip koklamasını sağlıyor. Bununla ileride hiç aç kalmaması temenni edilmiş oluyor. Ailenin en büyüğü tarafından yapılması ile de çocuğun uzun yaşaması ümit ediliyor.


Japonya'daki gibi bir tören kıyafetini bulma imkanımız yoktu ama yine de eşimin getirmiş olduğu özel bir kıyafet vardı.  Böylece kutlamayı, oğluma bu kıyafeti giydirerek yerine getirmiş olduk. Bana biraz sünnet kıyafetini hatırlattı ki ilerideki zamanda da artık bizim geleneklerimize uygun olarak sünnet törenini yapacağız.

12 Ağustos 2012 Pazar

Pida

Sabah yağmur yağdı ve Ağustos sabahını serin bir güne çevirdi. E biz de fırını rahat rahat kullanıp güzel bir yemek yaparak günü daha da güzelleştirmek istedik. Eşim gittiğinden beri yapmadığımız pizza yapma işine girelim dedik. Ama bir taraftan canım pide de çekiyor. O zaman orjinal bir şey denemek lazım. E yaptık oldu:)

İsmini Pida koyuyorum. :p
Zira pizza desen değil pide desen değil ama hem pizza hem pide.

Sakın ola bu adam ne zırvalıyor demeyin, çok nefis oldu. En kısa zamanda, değişik malzemelerle tekrar denemeyi düşünüyorum. En iyisi ben yazmayayım, resimler anlatsın: