6 Aralık 2010 Pazartesi

Glenlivet 18

Elimde güzel bir viski var.
Glenlivet 18.
Yani 18 sene önce fıçılanmış, 18 sene boyunca meşe fıçılarda yıllandırılmış bir içki.
18 sene öncesinin arpası, suyu.

18 sene önce ben 17 yaşındaydım.
Sene 1992.
Üniversite sınavlarına hazırlanıyordum.
Hiç bitmez zannedip de lanet okuduğum yıllar geçti.
Şimdi o mücadele dolu yıllara bakıyorum da hiç bitmeseler daha iyiymiş.
Hala mücadele ediyorum ama savaş farklı.

Babam hayattaydı 18 sene önce.
Amcam hayattaydı.
Dahası.. Üç dayım da hayattaydı.
Annemin iki sene içinde yitip giden kardeşleri.
18 sene önce bana bugünkü halimi anlatsalardı inanmazdım.
Halimden de gayet memnun sayılırım.

18 sene öncesinden bugüne benim için saklanmış bu içkiyi yudumluyorum.
18 sene öncesinin anılarını tekrar hissederek.
Viskiyi biraz da bunun için seviyorum.

10 Kasım 2010 Çarşamba

Gül'e Kraliçe Ödülü......

Gül'e verilen ödül, ismi doğal olarak farklı açıklansa da, İngiltere'ye (Batı'ya) hizmet ödülüdür.
Bir laf vardır: "bayram değil seyran değil amcam beni niye öptü?"

Ankara TED koleji Atatürk tarafından kurulan, ilk adı Türk Maarif Cemiyeti olan, tamamen Türkçe eğitim veren bir kurumdu. Browning isimli bir İngiliz ajanın çalışmalarıyla 1950lerde İngilizce eğitime geçti. Atatürk'ün en çok önem verdiği alanlardan biri olan Türkçe eğtimin yıkılmasının temelini atan bu çalışmadan dolayı Browning İngiltere kraliçesi tarafından ödül aldı. Ne de olsa İngiltere'ye ve batı dünyasına büyük bir hizmette bulunmuştu.

Dün de aynı kraliçe Gül'e ödül verdi. Tıpkı Browning gibi o da Türkiye'yi Atatürk'ün ilkelerinden uzaklaştırdığı, görevi süresince batıya daha da bağımlı, batıya daha çok hizmet eden bir yönetim gösterdiği için olsa gerek.

Batılı amcalar böyle hayırlı yeğenleri daha çoook öpecekler.

16 Ekim 2010 Cumartesi

16.10.2010

Birisi bana kötü veya hoşuma gitmeyen bir şey yaptığı zaman tutup da ona karşılık vermeye çalışmam. Veya başına kötü bir şey gelsin diye dualar etmem.

Birisi için iyi bir şey yaptığım zaman da ondan bir karşılıki hatta bir teşekkür beklemem. Yaptığım iyiliğin sevabı bana yeter.

Ama nankörlük başka bir şeydir. Nankörlükten kastım iyiliğe iyilikle karşılık vermemek veya teşekkür etmemek değildir.

Karşındaki insan için önemli bir buluşma vardır ve sen hasta olduğun bu buluşmaya katılamayabilirsin. Eğer o insan senin kardeşin, annen, baban, karın ya da kocansa o kişi bu buluşmadan kendisini alıkoyabilir. Ve ertesi gün artık hasta olmadığını söyleyip de o kişiyi kendi istediğin bir yere götürmeye kalkarsan olmaz. Sadece bir araçla gidilebilecek bir yere hastayım diye gitmeyip de ertesi günü 3 araç değiştirerek gidilecek yere iyileştim diye gitmeye kalkmak olmaz. Bu nasıl hasta olmak diye sorarlar. O kişi katılamadığı bu buluşma için birilerinden özür dilemek zorundaysa ve sen gitmezsen kimseden özür dilemek zorunda olmadığın bir yer için birden bire iyileşiyorsan bu nasıl hasta olmak diye sorarlar.

İnsan kendine nasıl davranılmasını istiyorsan karşısındakine de öyle davranmalı. Anlayış göstermeyi bilmeli.

11 Ekim 2010 Pazartesi

Dante'nin Cehennemi

Dün başladığım bir ps3 oyunu bana pek çok yeni tarihsel bilgiler öğrenmemin yolunu açtı. Elbette oyunun kendisi gerçek bilgileri tam anlamıyla içermiyor. Ama beni araştırma yapmaya teşvik etti. İlginçtir, çocukluğumdan beri araştırma yapmaya, yeni şeyler öğrenmeye beni oyunlar kadar cezbeden başka bir şey olmamıştır. Oynadığım bilgisayar oyunlarının hayatım boyunca pek çok faydasını gördüm. Ne alakası var demeyin. Ya da beni 35 yaşında hala oyun oynadığım için kendini mazur göstermeye çalışan biri olarak görmeyin. Bakın anlatayım:

Ortaokul ve lisede İngilizce derslerine çalışmazdım çünkü ilginç gelmezdi. İngilizcem de zayıftı. Lucas Arts firmasının ve Sierra firmalarının çok güzel, çok eğlenceli macera/bilmece oyunları vardı. Oyunlarda karekterler İngilizce konuşur, yazılar ekranda İngilizce çıkardı. Bilmeceleri çözmek için onları anlamak gerekirdi. Ben saatlerce oyunun başından kalkmadan, bir elimde İngilizce-Türkçe sözlük oyundaki bilmeceleri çözmeye çalışarak otururdum. Bir çok kelimeyi, hatta grameri bu sayede öğrendim. Bugün işim gereği hergün İngilizce konuşuyorum, yazıyorum, hatta bir çok kişiye hitaben sunumlar ve konuşmalar yapıyorum.

Öğrenciliğimde tarih dersim de zayıftı. Çünkü o da ilginç gelmezdi. Mesela Haçlı seferlerini okulda öğrenmedim. Ama bugün Haçlı Seferleri'ni pek çok kişiden daha iyi bildiğimi söyleyebilirim. Adı Haçlı Seferi olarak konmamış olsa da bu seferlerin bugün de devam ettiğini, din adı altında yapılan yağmalamaları, papanın günahlarının bağışlanması vaadiyle orduya gönüllü askerler çağırdığını, batı ülkelerinin yaşadığımız ve Orta Doğu'da zenginliklerin ele geçirilmesi uğruna yapılanların devam ettiğini ve bunlar gibi pek çok şey söyleyebilirim ama bu yazıda o konulara girmeyeceğim.

Haçlı Seferleri pek çok oyunda konu edilmiş ve beni arsaştırma yapmaya itmiştir. Mesela meşhur Aslan Yürekli Richard vardır. Lakabını 16 yaşındayken bir çeteye karşı kazandığı zafer sonrası almıştır. İngiliz kralıdır ama aslen Fransız'dır. Hayatında neredeyse İngiltere'ye uğramamıştır. Üçüncü Haçlı Seferi'nin komutanıdır. Selahhaddin Eyyubi karşısında büyük bir yenilgiye uğramıştır. Selahaddin ise savaştan sonra hem yaralı Haçlı askerlerini hastanelerde tedavi ettirmişti hem de Richard'a kendi özel doktorunu göndermiştir. Hatta daha sonra doktor olduğunu söyleyerek Richard'ın çadırına gelip bu aslan yürkeliyi(!) kendisinin tedavi ettiği bir çok kaynakta yer alır. Papa askerlere müslüman düşmanlığı aşılarken Richard "Selahaddin'den insanlık öğrendim" demiştir. Elbette Batı kaynaklı bir çok oyun bunları söylemez ve değinmez. Ama Aslan Yürekli Richard'ın müthiş biri olduğu, bilmem kaç kişiyi kılıçtan geçirdiği falan gayet güzel anlatılır.

Yeni başladığım oyun işte bu Üçüncü Haçlı Seferi zamanında yani 1189-1192de geçiyor. Haçlı orduları Kudüs saldırısı öncesi Akka'ya geliyorlar. İşte oyunun bu aşaması beni Akka hakında biraz daha araştırma yapmaya itti. Türkçesi Akka olan bu şehir İngilizce'de Acre. Bilgiler beni Osmanlı Sadrazamı Cezzar Ahmet Paşa'ya ulaştırdı. Burada Arapça cezzar kelimesinin deve kasabı anlamına geldiğini, Ahmet Paşa'nın bu lakabı, komutası altında savaştığı Abdullah Bey'in öldürülmesine misilleme olarak 70 Bedevi'yi öldürmesi sonrasında aldığını öğrendim. Bugüne kadar ayakta duran bu surlar Ahmet Paşa tarafından yaptırılmış. Cezzar Ahmet Paşa 1799'da Akka'yı Napolyon'a karşı savunmuştur. O güne kadar yenilmezlikle ünlenen Napolyon ise ilk kez bu savaşta yenilmiş. Kahire'ye geri çekildiğinde ise halk ayaklanması sonrası ordularını Mısır'da bırakıp gemiyle Fransa'ya kaçmıştır ve bir daha Osmanlı ile asla savaşmamıştır.

Oyunla ilgili dikkat çeken diğer bir konu daha var. Oyunun adı “Dante’s Inferno” yani Dante’nin Cehennemi. Dante'nin Komedya'sının (başına 'İlahi' eki sonradan eklenmiştir, orjinal ismi değildir) Cehennem bölümü oyunlaştırılmış diyebiliriz. Oyunda(Komedya'da) Dante, cehenneme, sevdiği kadın Beatrice’in ruhunu kurtarmaya gidiyor. Dante Alighieri’nin daha küçük yaşlarda ilk görüşte aşık olduğu bilinen kadının adıdır Betrice. Dante Alighieri 12 yaşındayken, o zamanlar adet olduğu üzere, Gemma isimli bir kızla sözlenmiş ve daha sonra evlenmiştir. Beatrice ise başka bir adamla evlenmiştir ve çok gençken ölmüştür. Dante Alighieri eserlerinde Beatrice’ten yarı-ilahi bir varlık gibi bahsederken, yazdıkları, edebiyatta aşkın yeni temalarla işlenmesine öncülük etmiştir. Ayrıca Komedya’da Beatrice, en büyük kurtuluşu, günahlardan arınmayı temsil eder. İlginçtir Dante Alighieri eserlerinde karısı Gemma’dan hiç bahsetmez:)

Oyun sefer sırasında bıçaklanan, ölüme karşı koyup eve dönmeyi başaran ancak döndüğünde sevdiği kadını ölü bulan bir haçlı askerinin cehennemin içine girerek karısını kurtarmaya çalışmasını konu alıyor. Komedya'da olduğu gibi oyunda da bize Virgil rehberlik ediyor. Bazı yerlerde İncil'den de ayetler veriliyor. Oyunda ilerledikçe yeni incelemeler yapmama yol açacak şeylerle karşılaşacağıma eminim. Ama en çok, eğer karşılaşırsam Gemma ile nasıl karşılaşacağımı merak ediyorum:)

12 Ağustos 2010 Perşembe

Saflık, Enayilik ve Anayasa

Küçük bir çocuk vardır. Yemek yerken kazayla kaşığından şortuna yoğurt damlatır. Annesi etrafta yoktur ama görseydi kızardı diye düşünür. Yemeğini bitirir kalkar. Annesine gider. Anne yoğurt lekesi çıkar mı, diye sorar. Annesi de, çıkar yavrum, nereye döktün der. Çocuk nasıl anladığına şaşırır ama annesi için anlaması çok kolaydır.
İşte bu saflıktır.

Başka bir çocuk vardır. Yemek yerken kazayla kaşığından şortuna yoğurt damlatır. Annesi etrafta yoktur ama görseydi de kızamayacağını bilir. Çünkü yoğurt lekesi çıkar. Yine de bir şeyler yapmak ister. Dışarıda oynayan çocuklardan birini ikna edip kendisininkinden daha ucuz, daha uyduruk şortuyla değiştirir. Annesi görünce sorar, bu şort senin değil, nereden buldun? Çocuk da akıllı bir iş yapmış gibi anlatır, şortuma yoğurt damladı ama sen kızmadan ben gidip temiz bir şortla değiştirdim der
İşte bu enayiliktir.

Bir de enayi yerine konmak vardır.
Arkadaşının şortuna yoğurt döktüğünü gören çocuk onun şortuna sahip olabilmek için, yoğurt lekesi çıkmaz, annen görürse çok kızar, diye şortları değiştirmek ister. Diğer çocuk bu numarayı yutar ya da yutmaz.
İşte bu enayi yerine koymaktır.

Tayyoş diyor ki, bu anayasa sizin yararınıza, kendim için bir şey istiyorsam namerdim. İşte 12 Eylül seçimlerinde millet bunu oylayacak.

Ya "EVET ben enayiyim" diyecek.
Ya "HAYIR ben enayi değilim" diyecek.

10 Ağustos 2010 Salı

Fazıl Say, Ercan Saatçi ve “yavşak” polemiği

Tüm polemik Fazıl Say’ın Twitter’da “Bir haftadır kendimi tutuyorum ama 37 yıldır F.Bahçeliyim. 3 bin nüfuslu İsviçre köy takımına elenme yavşaklığından utanıyorum” yazmasıyla başladı. Bunu gören Ercan Saatçi de kendi köşesinde “Fazıl Say yavşaklığı bıraksın” diye yazı yazmış.

Şimdi benim kimseyi savunacak halim yok. Müzisyen değilim ama iyi bir müzik dinleyicisiyim. Gazeteci de değilim ama iyi bir okuyucuyum ve takipçiyim. Bu polemik konusu bende bir şeyler yazma ihtiyacı uyandırdı. Öncelikle bir karşılaştırma yapalım. Fazıl Say’ın yaptığı ve yorumladığı müzik Ercan Saatçi’nin yapmış olduğundan çok ama çok daha yüksekte. Fazıl Say halen müzik yapıyor, yani kendi mesleğini yapıyor. Ercan Saatçi spor yazarlığı, yorumculuğu yapıyor. Fazıl Say kendi yeteneği, becerisiyle ve çalışmalarıyla müzisyen oldu. Ercan Saatçi Ertuğrul Özkök’ün kızıyla evlendiği için aynı gazetede yazar oldu. Fazıl Say dünya çapında bir sanatçı. Ercan Saatçi Türkiye çapında bir popçuydu. Fazıl Say Türkiye'yi dünyada temsil ediyor. Ercan Saatçi gazetede Fener'i temsil ediyor; bu temsilciliğini yüksek göstemek için de Fenerbahçe'yi "cumhuriyet" olarak takdim ediyor. Fazıl Say Nazım Hikmet’i müziği ile anlatırken, yüceltirken Ercan Saatçi kameranın önünde “nasıl s..tik cimbomu” diyerek kendince Galatasaray'ı küçültüyor.

Ercan Saatçi köşesinden diyor ki “F.Bahçeli geçinen Fazıl, 100. yılda bu kulübe para karşılığı senfoni yazdığını unutmuş galiba.” Sanki kendisi gazeteceliğe kayınpederinin hatırı için bedava başladı, bedava yapmaya da devam ediyor. Koskoca gazete bir popçuyu niye gazetesinin spor yazarı yapsın? “Grup Vitamin'de güzel şarkı sözü yazıyordun, hadi gel şimdi de gazeteye spor yazıları yaz” !!! Yok artık daha neler! Sanki Fazıl Say Fenerbahçe Klübü’ne gitmiş “bana para verin de size bir senfoni yazayım” demiş. Ha şimdi ola ki Ercan Saatçi buna benzer bir eleştiri ile karşılaştı. O da şöyle diyebilir: “sanki ben Özkök’e gittim, ‘kızını alırım ama sen de bana gazetende yer ayır’ dedim”. Öyle oldu mu olmadı mı bilmem. Öyle olmadı diyelim. O zaman sen de ortaya çıkıp ona buna sanki öyle yapmışlar gibi laf atamazsın. Herşey bir tarafa Fazıl Say bir sosyal paylaşım sitesinde kendi tuttuğu takıma laf söylüyor ama sen kameralar önünde bir başka takıma küfür ediyorsun, gazete köşende de, sanatsal açıdan asla yanına bile yaklaşamayacağın bir şahısa dil uzatıyorsun.

Ben Fazıl Say’ın müziğini dinlemeye ve bir Türk olarak onunla gurur duymaya devam edeceğim.

3 Ağustos 2010 Salı

03.08.2010

İki gün önce akşam üzeri eşim ve annemle birlikte Bağdat Caddesi’nde kısa bir yürüyüş yaptık. Bir pastanede su muhallebisi yedik, eşim de dondurma yedi. Güzel bir akşamdı. Annem önce gelmek için çekindi. Karı-koca ile birlikte kendini biraz rahatsız hissetti. Ama ben onunla birlikte olduğuma memnun oldum. Dönerken bir süre bankta oturup dinlenmek ihtiyacı duydu. Annemin yürüyüşündeki aksaklık ve zorlanma da dikkatimden kaçmadı ve kendimi kötü hissettim. Onun yaşlanmış olduğunun daha çok farkına vardım.

Annemin tüm hayatı birilerine bakmakla geçti. Ortaokuldayken kaybettiğim anneannemin son zamanlarında hep onun yanında kaldı. Selami dayım çok uzun seneler hastalığı yüzünden evden çıkamadı. Annem ona da baktı. Hatta dayım gençken de çok hasta olurmuş. Daha sonra Aydın dayımın beklenmedik bir şekilde kansere yakalanması ile ona da bakmak durumunda kaldı. Babama ise tüm hayatı boyunca baktı. Her zaman söylerim, eğer annem olmasaydı babam 80li yaşlarını göremezdi. Ancak artık etrafında kendisinden başka bakıcılık yapacağı kimse kalmadı. Şimdiye kadar başkalarına bakmaktan kendine bakamamış olan annem artık kendi durumunun daha çok farkında. Hasta olduğu zaman, bir yeri ağrıdığı zaman daha çok korkuyor.

29 Temmuz 2010 Perşembe

Mobil Operatör Çağrı Merkezi

Size daha önce çalıştığım cep telefonu operatörünün müşteri hizmetleriyle yaşadığım olayı anlatayım. Artık o şirketin bir çalışanı değil bir müşterisiyim. Ve çalışırken memnun edemedikleri beni artık müşterileri olarak memnun etmek durumundalar.

Tarih 29.06.2010. Bir ay önce. Sabah saatleri. Yurtdışından yeni geldim ve yurtdışında kaldığım iki haftaya yakın bir zaman boyunca hattım çalışmadı. Gerektiğinde eşimin hattını kullandım. Telefonum yurtdışı kullanımına da açık. Daha doğrusu hattı alırken öyle talep ettim ve hatta ait formu tekrar incelediğimde bu özelliğin olumlu olarak işaretlenmiş olduğunu tekrar teyit ettim. Ayrıca telefonum Japonya ağ yapısını da destekliyor. Zira daha önce aynı telefonda başka bir hat kullanarak gittiğimde hattım açıktı ve kullanabiliyordum. Ancak şimdiki hattım orada çalışmadı ve işin garibi Türkiye’ye döndüğüm zaman da arama yapamadım. Yapmam gereken işlerim vardı, dışarıya çıkmak zorundaydım ve telefona ihtiyacım vardı.

Bunun üzerine müşteri hizmetlerini aradım. Özetle konuşulanları anlatayım.

Hatun bana dedi ki
- Efendim hattınız borcu yüzünden kapanmış
- Peki ne zamana kadar ödemem gerekiyordu.
- 22.06 son ödeme tarihi.
- Yani arada bir hafta var. 1 hafta içinde fatura ödemeyince her hat kapanıyor mu?
- Her hattın durumuna göre değişiyor.
- Peki bakar mısınız benim hattın durumu neymiş?
- Şu an bilgilerinize ulaşmaya çalışıyorum. Biraz bekleteceğim.
- Beklerken şunu da belirteyim. Ben yaklaşık 2 haftadır yurt dışındaydım. Bugün döndüm. Hattımın roaming’e açılmasını istemiş olmama rağmen telefonumu orada kullanamadım.
- anlıyorum
- Hattımın roaminge açık olup olmadığını da öğrenebilir miyim?
- Bilgilerinize ulaştığım zaman görebileceğim.
- Faturalarımı ödemek için internet bankacılığını kullanıyorum. Ve internet bankacılığını kullanmak için her defasında telefona şifre içerikli bir mesaj geliyor biliyosunuz.
- Evet
- Benim hattım kapalı olduğu için mesaj da alamıyordum ve internet bankacılığına girip borcumu ödememe de imkan yoktu.
- Mağdur olmuşsunuz. Bu arada sistem çok yavaş bilgilerinize bir türlü ulaşamadım. Tekrar deniyorum.
- Dolayısıyla borcumun ödenmemesine hem siz sebep oluyorsunuz hem de ödenmedi diye hattı kapatıyorsunuz.
- Haklısınız
- Hattımın hemen açılmasını istiyorum.
- Bu bizim elimizde değil maalesef. Borcun ödenmesi lazım.
- Tamam. Şimdi ödeyeceğim borcum neyse. Ne zaman açılır?
- Borç ödendi bilgisi gelince 24 saat içinde açılır.
- 24 saat uzun bir süre. Birazdan dışarı çıkacağım, işlerim var ve telefonu kullanmam lazım.
- anlıyorum ama bizim elimizde değil.
- O zaman siz hattı açın 24 saat süre koyun. Bu süre içinde borç ödendi bilgisini alamazsanız tekrar kapatırsınız. Şimdi ödeyeceğim diyorum. Telefon lazım bana.
- Maalesef elimizde olan bir şey değil. Bu işlemler otomatik oluyor. Biz yapamıyoruz. Bu arada bilgilerinize hala ulaşamadım. Sistemde bir sorun var sanırım.
- Neyse benim gitmem lazım. Daha sonra sizi tekrar arar öğrenirim.

Bir daha aramadım tabi. Ama Allah’tan hattım da borcu ödedikten hemen sonra açıldı.

İşte böyle sevgili arkadaşlar. Ulaşma yetkisine sahip olan şirket çalışanı arkadaşlar benim bu konuşmama ulaşabilirler. Aslını dinleyince eminim daha ilginç gelecektir. Görüldüğü gibi adamlar çözüm üretemedikleri gibi müşterinin ürettiği çözümleri de uygulayamıyorlar. Müşteri ile temasta olan kişinin hiç bir şey yapmaya yetkisi yok. Hatta bilgilere bile ulaşamıyor. Ben ve arkadaşlarım bunun gibi müşteri memnuniyetine hitap eden pek çok çözüm önerilerisini bu şirkette çalıştığımız sırada da yapıyorduk ama ya es geçiliyordu ya başkası tarafından sahipleniliyordu ya da fikir sahibi kıymete binmesin diye üstü örtülüyordu. MMS projesinin ilk zamanlarında çoklu gönderim fikrini ortaya koyduğum zaman yöneticim konumunda olan şahsın nasıl bir dehşete kapılıp fikre karşı çıktığını çok iyi hatırlarım. Tabi bu fikrin ortaya çıkmasına sebep olan problemin o zamanki CEO tarafından yaşanmış olması bahsettiğim şahsı daha da fazla dehşete düşürdü. Zira çözümü üreten kişinin ben olduğumu CEOnun öğrenmesi hiç işine gelmezdi. Elbette bu fikir uygulamaya alındı ama onun yüzünden bu fikrin gündeme alınıp çoklu gönderim uygulamasının hizmete sunulması benim ortaya koymamdan 4 ay kadar sonra yapılabildi ve tabi işin kaymağını kendisi dahil başkaları yedi. Ben şimdi başka bir şirkette çalışıyorum ve o şahıs hala aynı o şirkette yönetici(!). Artık mevki olarak da daha iyi bir işte olduğuma seviniyorum.

27 Temmuz 2010 Salı

27.07.2010

Bugün işim karşıdaydı. Böyle zamanlarda saat 7den önce yola çıkıyorum. Bu yüzden işe de normal mesai saatinden çok önce geliyorum. Köprü trafiğinden kaçmak için erken uyanmaya değer.

Bu Çinliler değişik insanlar. Birinci yöneticim 2 haftadır izindeydi ve bu aradan sonra ilk defa bu sabah karşılaştık. Adam gelir gelmez benim önümden geçip kendi odasına gitti. Belki görmemiştir dedim. Hemen sonra yine önümden geçip tuvalete gitti. Bir süre sonra da arkamdan geçip tekrar yerine gitti. Artık görmemiş olduğuna ihtimal vermedim. Ya arkadaş insan bir selam vermez mi? Hal hatır sormaz mı? Durum böyle olunca insanın aklına bir sürü şey geliyor. Yaptığımız iş müşteri odaklı olduğu için insan ilişkileri, iyi iletişim kurmak çok önemli ve bu her zaman vurgulanıyor. E kendi içimizde böyle küçük iletişimlerden kaçarsak başkalarına karşı nasıl rahat olabileceğiz? Demek ki Çinliler böyle diye düşünüyorsun. E böyle düşünmek doğru olmuyor. Demek ki iş ve sonuçlarına çok önem verilmiyor diye düşünüyorsun. O da çok yakın gelmiyor. Daha bir sürü şey düşünüyorsun. Yani bir hareket insanı bin türlü düşünmeye itiyor.

Aynı adamla daha sonra toplantı yaptık ve hem yakınlık gösterdi hem de fikirlerinin ne kadar net ve yerinde olduğunu görünce bulunduğu mevkiye boşuna gelmemiş olduğu anlaşıldı. E o zaman daha önceki davranışın ne manası vardı? Hani ‘komple’ diye bir yabancı bir kelime kullanırlar ya. Komple futbolcu derler mesela. Bu işin de biraz öyle olması lazım. Biraz oradan biraz buradan olmuyor. Gerçi bundan da fazla şikayet etmemek lazım. Zira daha önce çalıştığım şirkette biraz oradan biraz buradan olan bir yönetici bile yoktu. Çalıştıklarımın hepsi ve tanıdıklarımın çoğu yönetemeyiciydi; al gülüm ver gülümcüydü. Hayatında koyun görmemiş adamı köyün çobanı yaparlar mı? İşte eski şirket aynen böyleydi. Bir işi bilen yapar bilmeyen yönetirdi.

Akşam kuzenimle güzel bir yemek yedik. Uzun zamandır görüşme şansımız olmamıştı. Hem onun geçmiş doğum gününü kutladık hem de benim yeni işimi. Şimdi evde günün yorgunluğunu atmaya çalışıyorum.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

İlk Evlilik Yıldönümü

Dün resmi olarak evliliğimizin ilk senesini doldurduk. Ancak esas kutlamamızı 4 Nisan’da yaptık. Zira Japonya’daki evliliğimiz bu tarihte oldu. Geçirmiş olduğumuz bu süre inişli, çıkışlı zamanlarıyla birlikte güzel bir süreç oldu. Bu yüzden çok memnunum. İnşallah daha sonraki seneler daha güzel günleri beraberinde getirir.

Hafta sonumuz biraz yoğun geçti. Cumartesi çok sevdiğim arkadaşlarımla keyifli bir sabah ve öğlen geçirdik. Denizin yanı başında, yeşillikler arasında sevdiğimiz insanlarla birlikte olmak bir günün iyi geçmesi için fazlasıyla yeterli sebepler. Diğer arkadaşlarımız bu buluşma günü bize katılamadılar ama en kısa zamanda onlarla da birlikte olmayı dört gözle bekliyorum. Günün geri kalan zamanını ise evde geçirdik ve akşam üzeri, artık dayanılmaz bir hal almaya başlayan sıcaklara önlem olarak aldığımız klima salonumuza kuruldu. Bu, misafirlerimizi iyi ağırlayabilmek endişemizi de biraz olsun hafifletmiş oldu.

Pazar günü ise alış-veriş günümüzdü. Bulunduğumuz yakadaki 4 büyük alış-veriş merkezini sırayla ziyaret ettik ve ihtiyaç listemizde bulunan herşeyi aldık. Bir süredir aklımda bulunan şaraplığın montajını yaptıktan sonra orkide çiçeğimizi yeni saksısına naklettik. Artık günün yorgunluğundan mı, sıcaklardan mı, yediklerimden mi yoksa hepsinden biraz mı dersiniz; uzun zamandır tutmayan migren nihayet beni yakaladı. İyi geleceğini umarak şu ametist taşından kolye de aldık ama şimdilik işe yaradığını göremedik.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Nagaşima ve Iga Ueno Ninja Müzesi

Japonya gezimin geri kalanını özetler halinde yazıp bitiriyorum. (önceki bölümler: birinci kısım ve ikinci kısım)

Nagaşima'da gittiğim 'theme park'ta hayatımın en eğlenceli günlerinden birini geçirdim. Bu parkın resmi ismi Nagashima Spa Land. Hafta içi gittiğimiz için hiç kalabalık yoktu ve tüm eğlence araçlarına hiç sıra beklemeden binme imkanı bulabildik. Bu sayede toplam 19 kez değişik araçlara binmişim:) Birkaç tanesi gerçekten çok eğlenceliydi. Aynı araca bindiğimiz kızların korku ve heyecan çığlıkları bunları benim için daha eğlenceli hale getirdi.



Hafif yağmurlu bir günde ise İga Ueno'daki Ninja Müzesi'ni gezme fırsatı bulabildik. Bu sayade gerçek ninjalar hakkında bilgi sahibi olma şansı da yakalamış oldum. Bir başka gün Türkiye'de tanıştığımız ve doğum için Japonya'ya dönen bir arkadaşımızla buluştuk. Bebeği artık 4 aylık olmuştu ve çok tatlıydı.


Tekrar Türkiye'ye dönmeden bir gün önce eşimin ve kardeşinin doğum günlerini birlikte kutladık. En son akşamımızın bu kadar güzel geçmesi ile birlikte seyahatimizin tüm günlerini tamamlamış olduk. Eşimin ailesi bizim için son bir kez daha yoruldular ve bizi Osaka Havaalanı'na kadar getirdiler. Son akşam yemeğimizi birlikte yedik ve ayrıldık.

Türkiye'ye sabahın ilk saatlerinde vardık. Eşyalarımızı eve bıraktık ve ben 2 gün sonrasında başlayacağım yeni işim için gerekli evrakları toplamak için evden ayrıldım. Planladığım gibi iki gün içinde tüm evraklarım hazır bir şekilde 1 Temmuz itibarı ile yeni işime başladım.

16 Temmuz 2010 Cuma

Dorokyo, Naçi, Kuşimoto ve Oşima

(Birinci kısım bu bağlantıda)

2 günlük gezimize ilk olarak harika bir nehir gezisiyle başladık. Her iki yanı ağaçlar ve şelalelerle kaplı nehirde uzun bir gezi teknesinde doğa ile başbaşa kaldığımız harika biz zaman geçirdik. Bulunduğumuz yerin adı Dorokyo idi.


Daha sonra yine doğa ile içiçe kalmış bir tapınağı ziyaret ettik. Bu tapınak çok yüksekten akan bir şelaleyi görmekteydi. Burası Naçi idi.


Daha sonra gece konaklayacağımız yer olan Kuşimoto'daki Uraşima Otel'e vardık. Japonların ‘onsen’ dedikleri kaplıcaları içerisinde barındıran bu otel Japonya’nın doğu denizi kıyısına bakan kayalık bir tepeye konuşlanmış, yapılışı uzun yıllar öncesine dayanan güzel bir mekandı. Bahsettiğim kaplıcalar bu otelin kendi alanı içinde bulunan mağaralarda yer alıyor. Otelin etrafı deniz, kaya ve orman olduğu için otele sadece deniz yoluyla ulaşılıyor. Otele ait tekneler müşterilerini kasabanın iskelesinden alıyor ve otelin kendi iskelesine, giriş kapısının bulunduğu yere getiriyor. Görevliler yeni misafirleri iskelede eğilip selam vererek karşılıyorlar.


Odamız, kasabanın etrafında konuşlandığı koya bakıyordu. Eşyalarımızı bırakıp üstümüzü değiştirdik. Daha doğrusu yanımıza havlularımızı alıp üzerimize ‘yukata’ diye adlandırılan, ince kumaştan giysileri giyip kaplıcalardan birinin yolunu tuttuk. Bu yukatalar Japonya’da kalınabilecek her otel ve diğer konaklama yerlerinde müşterilerine sunuluyor. Elbette hepsi farklı şekilde ve renkte. Kaldığımız oteldeki her kaplıcanın kendine has manzarası vardı. Bir taraftan mağaranın içindeki kaplıca suyunun içinde dinlenirken diğer taraftan mağara ağzından dışarı bakarak deniz manzarasını seyredebiliyorduk. İçinde bulunduğumuz kaplıca havuzu ile denizin arasında sadece 2-3 metrelik bir fark vardı. Böyle bir yerde kalmak için birkaç saatlik araba yolculuğu çekmeye değer.

Akşam yemeği açık büfe olarak hazırlanmıştı ve hemen hemen herkes yemeğe kaplıcalardan çıktıktan sonra geldikleri için üzerlerinde yukata vadı. Tabi biz de yemeğe bu şekilde geldik. Japonların en sevidiğim 2 yemeğine doydum diyebilirim: Sushi ve sashimi. Özellikle ‘maguro’adını verdikleri orkinosun taze taze kesilerek hazırlanışını görmek çok ilginçti. Ertesi sabah saat 04:00 gibi uyanarak otelin konuşlandığı tepenin en üst kısmına çıkıp güneşin doğuşunu izlemeye gittim. Güneşin, kuzey yarım kürenin en doğusuna bakan denizinden yükselişini görmek için sabırsızlanıyordum ama maalesef havanın kapalı olması güneşi doğarken görebilme şansını bana vermedi. Yine de gün ışıkları yavaş yavaş artarken gördüklerim beni erken uyandığıma hiç de pişman etmedi.

Diğerleri de uyanınca tekrar bir kaplıca sefası yapıp kahvaltı ettikten sonra yola yeniden koyulduk. Bu seferki durağımız Ertuğrul Fırkateyni’nin, açıklarındaki kayalıklara çarparak battığı ve 600e yakın şehit verdiğimiz Oşima Adası oldu. Ada anakaraya yakın olduğu için yoldan köprü ile ulaşılabiliyor. Batığa ait eşyalarla birlikte Türk kültürünün tanıtıldığı Türk Müzesi’ni ziyaret ettik. Müzenin üst katından geminin çarparak battığı kayalıkları görmek mümkün. Müzeyi gezdikten sonra şehitliğimizi de ziyaret ettik. Burayı görme fırsatı bulabildiğim için kendimi çok şanslı sayıyorum.





Dönüş yolumuzun üzerinde bulunan eski bir feneri ziyaret ettikten sonra hemen yakınındaki su altı akvaryumunu gezdik. Daha önce hiç görmediğim ya da sadece ekranlarda gördüğüm deniz canlılarını olabildiğince doğal ortam yaratılarak hazırlanmış olan akvaryumarında görebildim. Hatta yavru bir su kaplumbağasını ellerimle tuttum.



Ziyaret ettiğimiz her yerde fazlasıyla resim ve video çektim. Bu resimlerin tamamını buradan aktarmak ne kadar zorsa yukarıda özet olarak yazdıklarımın tamamını buradan aktarmak da o kadar zor. Yukarıda yazdıklarım o 2 günün sadece kısa bir özeti. Dolu dolu geçirdiğim bu iki günlük gezi için eşimin ailesine için ne kadar teşekkür etsem azdır. Okaasan, otousan arigatou gozaimashita!

15 Temmuz 2010 Perşembe

Tokyo 2010

Kaldığım yerden yazmaya devam ediyorum. Bugüne yetişebilmek için daha uzun dönemleri yazacağım.

Amcamı defnettiğimiz gün müracaat ettiğim diğer şirketten de iş teklifi geldi. Hem mevki açısından hem şirketin hedefleri açısından değerlendirdiğimde benim için daha uygun olacağını düşünerek bu şirketi tercih etmeye karar verdim. Amcam işe gireceğimi öğrense ne kadar sevinirdi. Tekliften 3 gün sonra cevabımı ilettim. Teklif metninde işe başlama tarihi olarak 21.07.2010 yazıyordu. Öncelikle bunu onaylatmak için şirketi aradım. İki kez sordum ve “tarih ne yazıyorsa o şekildedir” diye cevap aldım. Tatil yapabilecek 1 ay kadar vaktim olması demekti bu. Evrakları bir an önce tamamlayıp, imzayı attıktan sonra tatile çıkabileceğimi ve biraz dinlenebileceğimi düşünmüştüm. Ancak daha sonra şirketten evrakları “işe başlama tarihi olan 21.06.2010da” getirmem gerektiği yönünde bir e-mektup aldım. Teklifi gönderen bayan öncekini hatalı yazmış. Yani bana 4 gün sonra işe başlamam gerektiği bildirilmişti. Tatil planlarım suya düştü tabi ama onları tekrar arayıp durumu bildirdim ve süre istedim. 1 Temmuz için anlaştık. Bu bana yaklaşık 2 hafta kazandırdı. Böylece derhal tatil planı hazırladım. Cuma günü 13:30da bileti ayarlayıp 18:30 uçağıyla eşimle beraber Tokyo’ya gittik.

Japonya’yı ve Japonları çok seviyorum. İnsanlar elbette şehirden şehire, kasabadan kasabaya değişiyor. Ancak hepsi çok renkli, çok hoş. Yaşlısı, genci, çocuğu, kadını, erkeği, köylüsü, şehirlisi, hepsi insana çok yakın.

İlk olarak elbette Akihabara’yı gezdik. Benim için Japonya’nın en önemli yerlerinden biri. Ancak ne yazık ki, aradıklarımı bulmama rağmen yakından bakınca çok beğenmediğim için almadım. Hem benim için hem eşim için Türkiye’de kullanabileceğimiz birkaç küçük şey alabildik. Ancak herşeye rağmen o caddede yürümek, değişik insanları izlemek, ilginç mağazalarda ilginç ürünler görmek ayrı bir keyifti. Intel şirketi yeni bilgisayar ürünlerini tanıttığı küçük bir alanda fuar açmıştı. Orayı gezdik. Final Fantasy 14 oyununun ilk tanıtım görüntülerini seyrettik. Artık her şey 3-boyuta dönmeye başlıyor. Japonya’da 3-boyut destekli televizyonlar, bilgisayar ekranları ve elbette bunlarla uyumlu oyunlar, filmler satışa çıkmaya başlamış. 3-boyutlu ‘street fighter 4’ oyununu izlemek çok eğlenceliydi. Yani 3-boyut artık ev teknolojisi olarak da hızla yayılıyor. Bunlara sahip olabilmek için sabırsızlanıyorum.


İlginç giysisiyle Akihabara'da bir genç kız.



Akihabara


Japonya kültürünün bir parçası olan yeşil çayı çikolatalarda bile görmek mümkün. Yeşil çaylı Kitkat'a ne dersiniz:)

Tokyo’da bir gece kaldıktan sonra ertesi gün akşam saatlerinde eşimin Tsu'daki evine gittik. Anne, baba, iki baldız, iki bacanak, üç yeğen, iki de biz; ailenin onbir kişisi bir araya geldik. Erika'yı ilk kez görmek benim için ayrı bir heyecandı. Sonraki sabah eşim, ben, anne ve baba uzun zamandır çıkma fırsatı bulamadığım güzel bir araba yolculuğuna çıktık. Bu yolculuk uzun bir zaman unutamayacağım, bir daha kolay kolay fırsat bulamayacağım güzel bir yolculuk oldu. Bu yolculuğun detaylarını daha sonra yazacağım.

9 Temmuz 2010 Cuma

Amcamı Kaybettim

En son yazdığımdan beri uzun zaman geçti ve bu zaman içerisinde olumlu, olumsuz çok şey oldu. Böyle bir girişin ardından genellikle “nereden başlayacağımı bilemiyorum” derler. Ama ben nereden başlayacağımı biliyorum. Amcamdan başlayacağım.

Babamı kaybettikten kısa bir süre sonra amcamın aramızdan ayrılması bizi çok üzdü. 17 yaşımdayken Ergüven dayımı, 3 ay sonra Selami dayımı ve 2 sene sonra Aydın dayımı kaybettiğim o dönemden sonraki en üzücü olay oldu. Amcamı hep iyi hatırlarım. Çok küçüktüm. Annemin dizinden uzun belinden kısaydım. Amcamlarla aynı binada otururduk. Kapı çalınır, annem açar, ben bacaklarının yanından kim geldi diye bakardım. Amcam iş seyahatine gidiyor olduğunu ve dönüşte bir şey isteyip istemediğimizi sorardı. Annem istemez, teşekkür eder, ben hemen atlar gelirken tavla getirmesini isterdim.Annem kızar; amcam güler, peki der giderdi. Sonra bir bakardık amcam dönmüş bana da küçük bir tavla getirmiş olurdu. Ben tabi tavla oynamayı o yaşımda nereden bileyim. Pullarla oynarım, çoğunu kaybederim ve birkaç gün sonra tavladan eser kalmazdı. Bir süre sonra amcam iş seyati öncesi bize gene kapıdan uğrar, bir şey isteyip istemediğimizi sorardı. Ben gene atlar tavla istediğimi söylerdim. Annem gene kızar, zaten sürekli kaybettiğimi ve amcama almamasını söylerdi. Amcamsa bana güler peki derdi. Birkaç gün sonra bir de bakarız amcam yine elinde küçük bir tavlayla gelmiş. Ben yine kısa bir süre içinde o tavladan eser bırakmazdım. Sonra amcam gene alırdı. Bu böyle kaç defa tekrar etti bilmem. Amcam hiç üşenmez, hiç sıkılmaz aynı tavlayı tekrar alır getirirdi.

Biraz büyüdük, evin içinde kuzenlerle futbol oynar olduk. Sünger toplarımız vardı. Amcam bazen bize katılır, bir şut da kendisi atardı. Sonra bize güler “bana eskiden Lefter Behzat derlerdi” diye şaka yapardı. Biz daha Lefter’in kim olduğunu bilmeden önce Lefter Behzat’ı bildik. Ailece geziye giderdik. Amcam bir klasik müzik radyo kanalı bulurdu. Durup park ettikten ve yemeğimizi yedikten sonra amcam arabanın anahtarını bana verir, radyoda klasik müzik dinlerdim. Söyleyecek çok şeyim var. Şimdilik bende kalsınlar.

Bu bölümü burada bitiriyorum. Diğer olanları sırayla yazarım.

12 Haziran 2010 Cumartesi

12.06.2010

İş görüşmesi dediğin iki kere yapılır. Önce gidersin konuşursun. Olumlu geçerse seni bir daha çağırırlar, başka biriyle görüşürsün. O da olumlu olursa telefon ederler, teklif verirler. 10 kere iş görüşmesi yapılmaz. Adamlar beni 4 kere çağırdı bütün yaptıkları eski iş yerim hakkında sorular sormak. Akılları sıra beni bedava bilgi almak için kullanacaklar. Ben de bunu yiyeceğim. Pazartesi teklif geldi geldi. Gelmedi ben yokum. Arkadaşlara da anlatırım bunlarla iş yapacaklarsa dikkat etsinler diye.

8 Haziran 2010 Salı

Balkona Gelen Misafir



2 gündür İstanbul yağmur altında. Haziranda yağmuru ben Adana'da da gördüm. Adana'da yağmur haziranda çok şiddetli yağar. Ama toplam 5 dakika yağar. 6 dakika yağmaz. İstanbul'da 2 gündür yağmur durmadı. Bu havada balkonumuza bir de davetsiz misafir geldi. Fazlasıyla uysal bir martı sanki beni balkonda görmüş de bir ziyaret etmek istemiş gibi gelip yanımda durdu. Eşime seslendim o da geldi. Bir parça da ekmek getirdi. Ekmeği parça parça martıya uzattım ve kormadan, sıkılmadan elimden alarak afiyetle yedi. Sonra da uçtu gitti. Ama eşim birkaç resim çekme imkanı bulabildi.

4 Haziran 2010 Cuma

terör=israil

Sinirlerim çok bozuk. Etrafıma yansıtmamak için çok çaba harcadım. Ne zamandır yazayım yazayım diyorum kendimi toparlayamadım. Şimdi yazıyorum.

Terörist köpekler 6 askerimizi şehit etti. Aynı gece aşağılık İsrail köpekleri Gazze'ye yardım götüren sivil bir Türk gemisine saldırdı ve 9 Türk sivili öldürdü. Bu iki olayın bir tesadüf olmadığının fazlasıyla açık olduğuna inanıyorum. Gemi saldırısını İsrail planlı bir şekilde yaptı. Türkiye'nin tepkilerini yumuşatabilme düşüncesiyle öncesinde de askerlerimizin üstüne Kürtçü teröristleri saldı.

Amaç şudur:
Biz İsrail'den ne satın alıyoruz? Silah. Ne silahı? Anti-terör silahları. Bu ne demektir? İsrail'in Kürtçü terörizme ihtiyacı var demektir. Eğer kürtçü terör yoksa Türkiye bu silahları almaz. Türk parası İsrail'e para gitmez. İsrail bir taraftan kürtçü teröristleri besleyecek ki onlara karşı kullanılmak üzere bize silah satabilsin. İşte İsrail gemi saldırısından önce askerlerimizi kürtçü teröristlere öldürttü ki bize onların silahlarına ihtiyacımız olduğunu hatırlatsın ve olası tepkilerin dozunu düşürsün. Bu plan tutmadı. Ve çok büyük bir öfke çıktı. Hatta bir çoğu artık hem kürtçü teröristleri hem İsrail'i aynı kefeye koyuyor. Bir çoğu da artık uyanıp gerçekleri görmeye başladı.

İşin başka bir boyutu daha var.
Bu işten maalesef yine en karlı çıkan RTE oldu. Ne zaman siyasi arenada bir olumsuzlukla karşılaşsa imdadına İsrail yetişiyor. İsrail'e bağırıp çağırıyor ve takdirleri topluyor. Daha evvel yerel seçimler vardı. RTE Davos'ta van minit diye bir bağırdı kahraman oldu. Yerel seçimlerde önemli illeri gene götürdü. Gerçi İstanbul'da elektrik kesintileri gibi şaibeler de olmuş da onu bilemem.

Sonra CHPnin başına halkın çok sevdiği Kemal Kılıçdaroğlu geçti. RTE ve türbangiller telaşlandı. Dürüstlüğü ile ön plana çıkmış olan bu kişi bal tutup parmağını yalayan badem bıyıklıları fazlasıyla endişelendirdi. Ancak gel gör ki terör ülkesi İsrail yine rte'nin imdadına yetişti. Akdeniz'de öyle aşağılık öyle insanlık dışı öyle şerefsiz bir katliam yaptı ki rte'ye gün doğdu. Artık haberlerde Kılıçdaroğlu yok. RTEnin -ben de itiraf etmek zorundayım- son derece haklı, yerinde veryansınları var. Lafla peynir gemisi yürümez. Söyledikleri yerini bulmazsa, İsrail'e ceza gelmezse, kanımız yerde kalırsa bunda rte'nin de payı olacaktır. Her gündemin kolayca unutulduğu ülkemde bu sefer öyle olmayacağını ümit ediyorum. Gereken her şey yapılmalı.

31 Mayıs 2010 Pazartesi

31.05.2010





Dün eşimle birlikte tamamen ev yapımı pizza hazırladık. Nedendir bilmem kıvamı, hamuru, tadı, herşeyi tam istediğim gibiydi. Çok beğendim, kendimle gurur duydum:P :) En kısa zamanda takrar yapmak istiyorum.

27 Mayıs 2010 Perşembe

27.05.2010



Göztepe gül parkındaki bazı güllerin resimlerini çektim. Hemen yan tarafındaki parkta daha önce lalelerin bulunduğu toprağı düzeltmişler. Toprağı biraz karıştırınca birkaç sağlam lale soğanı bulabildim. Evdeki saksılarıma ekeceğim. Bakalım seneye Nisan'da açacaklar mı..


PES2010daki son çevirimiçi maçlarım. Dünyanın çeşitli yerlerindeki elemanları üstü üste dağıttım.

23 Mayıs 2010 Pazar

Taner ve Tülay'ın Nikahı



Şimdi güzel bir Fransız şarabı yudumluyorum. Hafif çakırkeyifim. Güzelim yani. Bugün çok sevdiğim bir arkadaşım daha evlendi. Dün Bartın'da bir kına gecesi yapmışlardı ama ona katılma imkanımız olmadı. Kısmet bugünkü nikah törenineymiş. Her ikisi için de hayatta güzellikler diliyorum. Bu nikah töreni ayrıca çok sevidğim arkadaşlarımla beni tekrar buluşturdu. Daha önce çalıştığım şirkette kazandığım güzel bir şeyler varsa o da bu dürüst ve ahlak sahibi arkadaşlarımdır.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

22.05.2010


Bu akşamki yemeğimiz:) E yemek diye tabakta sosisli olunca yemeği kimin yaptığı da anlaşılmıştır. Eşimin yaptığı şu güzel salatanın yanına her ne kadar yakışmıyor olsa da midem bayram etti diyebilirim. Ayrıca yemek sonrası senenin ilk kirazını da afiyetle yedik.

Bir iki kelime de siyasetten yazayım.
Şu Tayyoş'u ne zaman dinlesem içimde bir tiksinti hissediyorum. Aynı Aciz Yıldıvım'ı dinlediğimde, gördüğümde hissettiğim gibi. Ama bugün ekrandaki görüntüsünde, sesinde bir tedirginlik hissettim ve bu beni biraz sevindirdi. Kemal Kılıçdaroğlu bugün CHPde genel başkanlığa seçildiği için olsa gerek. Adam ününün büyük bir bölümünü dürüstlüğü ile elde etmiş olduğu için Tayyoş rahatsızlandı. Artık ben dahil olmak üzere Baykal'ın liderliğine tepki olarak CHPye oy vermeyenlerin oyları mutlaka CHPye gelecektir. Ne diyelim.. Haydi hayırlısı.

21 Mayıs 2010 Cuma

21.05.2010


Balkonda eşimle birlikte çay keyfi yapmak bir başka güzel. Hele hava bulanık değil de adaları ve Marmara'nın diğer ucunu görebiliyorsak harika. İnsanın sevdiği bir şeyi yapması ne kadar güzelse sevdiği bir kişiyle birlikte olması da o kadar güzel. Ama ikisinden daha güzel bir şey varsa o da sevidiğin bir şeyi sevdiğin kişiyle birlikte yapmaktır.

16 Mayıs 2010 Pazar

Bursa Şampiyon

Sabah sahilde eşimle birlikte güzel bir yürüyüş yaptım. Akşam üzeri de Bağdat Caddesi'nde bir yürüyüş yapmak istedim ama ağız tadıyla yapamadım. Çünkü bugün Fenerbahçe'nin maçı vardı ve büyük kalabalıklar caddede şarkılar, türküler söylüyor; tezahüratlar yapıyordu. Buraya kadar tamam. Ama bununla kalmıyorlar ateşler yakıp her tarafı duman altında bırakıyorlardı. Sokaktaki insanlar o pis dumanları solumak zorunda kalıyorlardı. Yolu tamamen kapatmışlar, arabaların geçebilmesine fırsat vermiyorlardı. Kalabalık olmanın verdiği güven ve güçle istedikleri gibi hareket edebilecekleri zihniyetiyle kaldırımda yürümeye çalışan insanlara engel oluyorlardı. Yolun ortasında insanlar evlerine gitmeye çalışırken koca koca bayraklar sallayarak engel oluyorlardı. Yani şampiyon olacaklarından emin ortalığı birbirine katıyorlar ve maç sonu için daha da fazlasını yapmaya hazırlanıyorlardı. Amaaaa.... Maçı Fener kazanamadı ve Bursaspor Beşiktaş'ı yenerek tarihinde ilk defa şampiyon oldu. O gürültü, patırtı yapan şahıslar da oldukları yerde kalakaldılar. Vallahi "oh olsun" desem yeridir. Çok sevindim. Bursaspor'u gönüleden tebrik ediyorum.

15 Mayıs 2010 Cumartesi

15.05.2010


Boş zamanı en iyi değerlendirme şekillerinden biri yeni bir şeyler öğrenmek. Ben de bugünü bu şekilde değerlendirmek istedim. Biraz daha disiplinli çalışma ile Japonca'mı ilerletmek istiyorum.
Bugün ayrıca eski şirketimden bir arkadaşımla buluştum ve son gelişmeleri öğrendim. Ne zaman arkadaşlarımın söylediklerini duysam oradan uzaklaştığıma o kadar seviniyorum.

14 Mayıs 2010 Cuma

14.05.2010

Bir süredir Demon's Souls oyunuyla uğraşıyorum. Oyun harika ve tam sevdiğim türden bir oyun ama çok zor yapmışlar. Bu da beni bir süre oyalayacak gibi görünüyor.
Bu öğleden sonra ayrıca eşimle yeni bir Japon korku filmine gittik. Ring, Garez gibi çok iyi filmlerin yönetmeninin yeni filmi. Ancak bu film, 3 boyutlu olması dışında çok iyi değildi. Hatta 3 boyutlu olmasaydı hiç ilginç olmayabilirdi. Benim için daha ilginç olan yeni 3 boyut yapılandırma sistemiydi. Eskisi gibi kağıttan, biri kırmızı biri mavi renkli gözlüklerin elektronik aksamlı bir yapı almış. Camları tam ortasında bir alıcı var ve parmağınızla onu kapattığınız zaman görüntüyü perdeye yansıtıldığı şekilde çift görüyorsunuz.

13 Mayıs 2010 Perşembe

13.05.2010


Eşim piyanosunu çalarken:)
Ben çocukluğumdan beri, özellikle keman olmak üzere, bir müzik aleti çalabilmeyi çok istedim. Klasik müziğe büyük bir merakım vardı ki bu 1980lerin Adana'sında 10 yaşlarında olan bir çocuk için sık rastlanan bir durum değildi. Ailemin istememesiyle herhangi bir müzik aleti üzerine bir ders alma imkanım olmadı. Eşimin piyano çaldığını görmek, onu dinlemek beni çok rahatlatıyor ve mutlu ediyor.

8 Mayıs 2010 Cumartesi

08.05.2010

Bugün eşimle Demir Adam 2 filmine gittik. Görüntü ve ses etkileri güzeldi. Zaten izlenmeye değecek başka bir yanı da yoktu. Vakit geçirmek için, bol hareket görmek için güzel. Amerika sineması artık kendini çizgi roman uyarlamalarına vermiş durumda. Örümcek Adam, Süpermen, Dare Devil, Fantastik Dörtlü, Yarasa Adam, Demir Adam vs. Artık yeni, ilginç konular bulmakta fazlasıyla zorlandıkları kesin. Çocukken ve gençken rahmetli babamla birlikte seyrettiğim o Fred Astaire, Gene Kelly'lerin filmlerinin tadını çok arıyorum. O kadar geriye gitmeyeyim, Kuzuların Sessizliği, Forrest Gump, Shine gibi filmler artık yok. Neyseki artık Asya filmlerini keşfettim de o duyguyu onlarda bulabiliyorum.

6 Mayıs 2010 Perşembe

06.05.2010

Dün akşam Final Fantasy 13 oyununu bitirdim. Serinin diğer oyunları gibi bu da harikaydı.Yaklaşık 80 saatlik oynama süresi geçirmeme rağmen nedense diğerlerine nazaran biraz daha kısaymış gibi geldi. Final Fantasy 7 halen benim için tüm zamanların en iyi birkaç oyunu arasındadır. FF8 yine muhteşem bir konuya, oynanabilirliğe sahipti. Bu ikisini henüz oyun konsolları ile tanışmadan önce PCde oynamıştım. FF9un da PC için çıkmasını uzun süre bekledim. Ne yazık ki çıkmadı ama benim PS2 oyun konsolunu almama vesile oldu. FF9 beni 7 vr 8 kadar etkilememesine rağmen çok güzeldi. Sonra gelen FF10 ise muhteşemdi. FF11 sadece çevirimiçi bir oyun olduğu için almadım. Ancak Yine sadece çevirimiçi çıkacak olan FF14ü kaçırmaya niyetim yok.

Artık oyunları daha gençken oynadığım kadar eğlenerek, düşünerek, hatta yaşayarak oynamıyorum. İş ve aile hayatı elbette olması gerektiği gibi ön planda. Halen oynamamın sebebi ise daha çok bu hayatın gerginliğinden uzaklaşmak, aklımı meşgul eden düşüncelerden sıyrılmak. Bir bakıma yaşamakta olan gerginliğimi oyunların üstüne atıyorum.

2 Mayıs 2010 Pazar

02.05.2010

Günün kahvaltısı: börek ve çay. Sonrasında sahilde güzel bir yürüyüş.