29 Mart 2016 Salı

İş Hayatında Yaşanan Seviye Düşüklüğü

Son zamanlarda LinkedIn'in Facebook gibi kullanılması yönünde eleştirel paylaşımlar artmaya başladı. Laubaliliğe kaçmadığı sürece bu eleştirel yaklaşımların özünde haklı olduğunu kabul etmek gerekir. Ancak eleştiri sahiplerinin maalesef çok az bir kısmı düşüncelerinde samimi. Öyle ki, eleştirilerinin asıl muhatapları aslında bizzat kendileri. Bazıları ne kadar profesyonel olduklarını reklam etme fırsatı yakaladığını düşünerek hareket ediyor. Ukalâlıklarını ortaya koyan yeni yetmeleri de ayrıca unutmamak gerek. İşin ilginç tarafı, LinkedIn ile terk edin kafiyesini kullanarak paylaşımda bulunan bir kişi, çalıştığı şirketin reklamını Facebook'ta yayınlamaktan çekinmiyor; bunu bizzat tespitime dayanarak aktarıyorum.

Hem Facebook'u hem de LinkedIn'i sıkça kullanan ve faydalarını gören kişiler her iki sitenin paylaşımlarındaki farklılaşmayı açık bir şekilde görebilir. Hatta Facebook paylaşımlarındaki seviyenin eskiye oranla daha yüksek olduğunu kolayca fark edebilir. İnsanların Facebook'taki deneyimleri arttıkça daha kaliteli, fikir beyan eden, hoşa giden, anlamlı paylaşımlarda bulunuyorlar. Ancak LinkedIn'deki seviyenin gerçekten de zamanla çok düştüğünü ve düşmeye devam ettiğini fark etmek güç değil. LinkedIn'in Facebook gibi kullanılması, sebeplerden değil, sonuçlardan biri. Gerçek sebep, Türkiye'nin çalışma hayatındaki insan kalitesinin düşüşü. İşlerin başına ehil insanların getirilmemesi, ilişkilere dayalı terfiler, cemaatleşme/cemiyetleşme, akrabalık, sorgulama yerine itaate özendirme, başarının farklı kişilerce sahiplenilmesi, başarısızlıklardan ders almak yerine üstünün örtülmesi, eğitimlerin yatırım değil masraf olarak görülmesi gibi birçok örnek sayılabilir. Bu gibi örnekler elbette her zaman vardı ama çalışma hayatında bugün olduğu kadar egemen değildi.

Hayatımda yaptığım ilk iş görüşmesinde bana sorulan sorulardan biri, o şirkette akrabam olup olmadığıydı. Kurumsal veya kurumsal olmaya aday şirketler akrabaları, eşleri istihdam etmemekte hassas davranırlardı. O ilk iş görüşmemden on küsur yıl sonra yaptığım görüşmelerden birinde ise tablo şöyleydi: Şirket ortaklarından biri ablasını, diğeri abisini, diğeri hem abisini hem yengesini istihdam etmiş, sonuncusu ise İK bölümündeki bayanı kendine sevgili yapmıştı (veya sevgilisini İK'na almıştı). Görüşme yaptığım kişi şirketteki kurumsal olmayan uygulamalardan bazı örnekler verdi ve benden beklentisinin deneyimlerimi kullanarak bunları düzeltmede yardımcı olmam olduğunu söyledi. Gelin görün ki, birkaç ay sonra çalışanlardan birinin kocasını da işe aldılar.

Yalan ve aldatmanın ise tartışılmaz bir hakimiyeti olduğunu, itiraf etme cesaretini gösteremeseler de sanırım herkes kabul edecektir. Çalışma hayatımın son beş yılını satışla ilgili işlerde geçirdiğim için bunun birçok örneği ile bizzat karşılaştım. Sonuncusunu aktarayım: İstifamı vermeden hemen önce son işimi tamamlamak istiyordum. Müşterimle özel bir görüşme yapıp işi tüm gerçekliğiyle anlattım. Zaten şirketten ayrılacak olduğumu, şahsî bir kazancımın olmadığını, anlaşma olursa imzayı bile benim atmayacağımı, kendilerine yapılan önerilerin ve önerileri yapanların niyetlerini ve yetkinliklerini tüm çıplaklığıyla aktardım. Söylediklerim o kadar doğruydu ki müşteriye inandırıcı gelmedi. Sonradan haber aldım ki, kendilerine en yüksek fiyatı verip isteklerinin en azını karşılayan seçenekle devam etme kararı almışlar. Hayatları yalanlar üzerine oturtulmuş insanlara doğruyu anlatmak, doğuştan gözleri görmeyen birine kırmızıyı anlatmaktan daha zordur.

Şirketlerin, çalışanların, yöneticilerin, insan kaynaklarının seviyesi bu derece düşükken, LinkedIn'de yapılan paylaşımları tartışmak çok yersiz.

Önümüzdeki aylardan itibaren yaşamımı büyük oranda Japonya'ya taşıyacağım. Bugüne kadar dışarıdan gözlemlediğim ve takdir ettiğim Japon sosyal ve çalışma hayatını yerinde inceleyeceğim, çalışmalar yapacağım. İşimin bir parçası bu olacak. Her ne kadar örnek alınacağını düşünmesem de, elde ettiğim bilgileri ve deneyimleri yine bu satırlardan sizlerle paylaşacağım.

6 Mart 2016 Pazar

Eski Eve Dönüş

2000 yılında İstanbul'a yerleştiğim zamanki ilk evime tekrar taşındım. O zaman bekâr biri olarak tek başıma kalıyordum. Şimdi, aynı eve eşim ve çocuklarımla birlikte dört kişi olarak taşındık. Böylelikle, hayatımızın geri kalanıyla ilgili planımızın bir safhasını daha gerçekleştirmiş olduk.

Taşınmanın serüveni olmaz. Eşyaları ve kendini yerleştirirsin, biter. Anlatmaya kalksan yazıyla bir paragraf eder. Ama 2000-2016 arasında bu evde başlayıp dönüşümü detaylarıyla anlatmak istesem, şöyle bir kafamda tarttığım kadarıyla, 200 sayfa civarında bir kitapta toplamam gerekir. Günün birinde bunu yapmayı deneyebilirim belki, ama şimdilik özetin özetinin özeti sayılacak birkaç ayrıntıyı buradaki satırlara kaydedeyim.

Doğup büyüdüğüm şehir Adana'ya dönmek gibi bir planım olmadığı gibi İstanbul'da yaşamayı da düşünmüyordum. 1998'de yüksek lisansı bitirdikten sonra İngiltere'de kalıp birkaç yıl çalışmak, sonra da doktora için Amerika'ya gidip oraya yerleşmek niyetindeydim. Sözlüm İngiltere'ye gelmeyi ve İstanbul dışında bir yerde yaşamayı kesinlikle reddediyordu. Israrlarım sonuç vermeyince döndüm. Hayatımda pişmanlık duyduğum tek karardır. Çünkü kendi yaşam planlarımı bir başkası için değiştirmiştim.

Oldu olacak askerlik de aradan çıksın istedim. İş arayışına girmeden askerliğe müracaat ettim. Yüksek lisanslı bir bilgisayar mühendisi olunca kısa dönem talebim reddedildi. Bu, 16 ay sürecek yedek subaylık demekti. İngiltere ayrılığına askerlik de eklenince ilişkiyi ayakta tutmak zordu. Yine de bu kadar çok şey feda etmişken sonuna kadar denemek istedim. 2000 yılında askerlik biter bitmez İstanbul'a gelip hem iş hem ev arayışına girdim. 1999 depremiyle ev fiyatlarının düşmüş olması, cebimizdeki paranın ev almaya yeteceği bir fırsat yaratmıştı. Evleneceğim ümidini sürdüren ailem ceplerindeki tüm parayı ev almak için kullandı. On üç katlı bir apartmanın giriş katında güzel bir ev aldık. Böylece 25 yaşımdayken İstanbul'da bir ev sahibi oldum. İş bulmam da sadece birkaç hafta sürdü.

Sözlüm bana dönmeyince bekârlığın keyfini sürmeye başladım. Bekârlığın keyfini sürerken bana dönmek istedi, annesini evime yolladı, bu sefer ben geri çevirdim. Babam artık kendini emekliye ayırmıştı, annemle birlikte İstanbul'a gelip senenin yarısı bende kalıyorlardı. Haliyle evime her istediğim zaman arkadaşlarımla gelemiyordum, gece kalması için kimseyi davet edemiyordum. Bu durum hem aile hem de gönül hayatımda tartışmalara sebep olmaya başlayınca farklı evlerde kalma ihtiyacı doğdu. Tesadüf bu ya, oturduğumuz apartmanda bir daire satılığa çıkarıldı. Bildiğimiz, güvendiğimiz bina olduğu için maceraya girmek istemedik. Tanışık olduğumuzdan ev sahibi fiyatta indirim de yapınca paramızı birleştirip o daireyi satın aldık. Giriş katındaki daireyi annemler isteyince deniz ve adalar manzaralı dokuzuncu kata ben yerleştim.

Böylece, evli hayatı sürmek için ev aldıktan beş sene sonra bekâr hayatı sürmek için başka ev aldım. Şimdi böyle söyleyince zenginlik, bolluk içinde yüzdüğüm filan düşünülebilir ama ilgisi yok. Bizim yaptığımız tek şey, elde avuçta ne varsa eve harcamak oldu. Yatırım gibi bir düşüncemiz de asla yoktu. Yedi senelik banka kredisi yükünün altına girdim. Sırf keyfimce yaşayayım diye. Aynı sene arabamı da bir senelik banka kredisiyle yenilemiştim. Bu yüzden ilk borç senesinde maaşımın tamamı bankaya gitti, sonraki senelerde de epey zorlandım. Borç yiğidin kamçısı derler ya, o günlerimi düşününce Büyükada'da fayton çeken atlarla rahatlıkla empati kurabiliyorum.

Yedi sene borç ödemem bittiğinde, artık evli ve bir çocuk babasıydım. Uğruna İngiltere'den döndüğüm kadın yerine, uğruma Japonya'dan gelen kadınla evlenmiştim. Hayatımın en doğru kararıdır. İnsanın nasıl ödeyeceğini düşündüğü bir borcu kalmayınca geleceği planlamak için daha çok zamanı oluyor. Çocuklar da olunca planlar sadece onların geleceğine yönelik oluyor. Düşüncemiz eğitimlerini Japonya'da almaları. Bunun için öncelikle oraya taşınmamız gerekiyor, ki bu da şu demek: Japonya'da da bir evimizin olması lazım.

Babamın vefatından sonra annemin Adana'da daha fazla kalmasıyla giriş katı evimiz zaten senenin büyük kısmında boş duruyordu. Benim de yaşayacak bir bekâr hayatım kalmadı. Böylece, evleri birleştirdik ve İstanbul'daki ilk evime dönmüş oldum, diğerini kiraya çıkardım. Şöyle bir düşününce, aslında başta karar verdiğim noktaya dönmekteyim. Evlenmek için aldığım eve evli olarak taşındım, yurtdışında yaşama düşüncem de gerçekleşmek üzere. Başta gerçekleşmelerine engel olan tüm sebepler, şimdi gerçekleşmesini sağlayan sebeplerin ta kendileri. Şu basit taşınma meselesi, verdiğim yanlış ve doğru kararlarla hayattan aldığım en büyük dersin özetidir: Hayatını bir başkası için değiştirme, keşkelerle sürdürme. Bakarsınız, Japonya'da bir de doktora yaparım.