20 Aralık 2015 Pazar

Yangının Kurtardığı 41 Yıl

Eğer o yangın çıkmamış olsaydı, belki bugün hayatta olamazdım. Hayatta olsam bile bugünkü ben olamazdım. Bugüne kadar benim içinde olduğum tüm olaylar, benimle tanışmış olan, karşılaşmış olan tüm kişilerin hayatlarının benimle ilgili her parçası farklı olurdu. Anılarının bir yerinde ben olduğum herkesin hatırası yok olurdu. Çiklet satın aldığım bakkaldan, kalem ödünç verdiğim sıra arkadaşıma, hastalandığımda çorba yapıp getiren komşumdan, borç verip geri istemediğim okul arkadaşıma, ben sevince talipleri artan kızdan, nikahında sağdıçlık yaptığım iş arkadaşıma, arabama aldığım otostopçudan, pazar torbalarını taşıdığım yaşlı kadına, eşimden çocuklarıma kadar.

O yangın her şeyi değiştirdi.

Benim hayatımın ilk dönüm noktası, belki de en önemli olayıdır o yangın. 41 yaşımı doldurduğum bugüne yön veren en değerli olaydır. Çünkü o yangın bir hayat kurtarmıştır.

1974 yılının Aralık ayında, doğumumu gerçekleştirmek üzere annemi hastaneye almışlar. Ayla yengem, daha sonra başhekim yardımcılığı da yaptığı hastanenin hatırı sayılır, sözü dinlenir doktorlarından biri olduğu için ayrıca bir ihtimam da gösteriliyormuş. Ancak, beklenen sancı bir türlü gelmemiş. Günler geçmiş, sancı yok. Dokuz ay on gün olan normal doğum süresi geçilmiş. Doktorlar annemin tıbbî test sonuçlarından çekinerek sezaryene sıcak bakmamışlar. Doğum sancısını başlatabilmek için ilaç da vermişler ama o bile etki etmemiş. Bulunduğum yerde gayet rahatmışım ki bir türlü çıkmak istemiyormuşum. Karın iyice şişince yapılacak bir şey kalmamış, hatta normal doğum artık daha riskli hale gelmiş ve bu sefer apar topar ameliyata almışlar. Dört kilo üç yüz gram doğmuşum. İçeride uzun süre kaldığım için derim buruşukluklar içindeymiş.

Sezaryen istemeyen doktorların korktuğu şey doğumdan sonra başa gelmiş. Aldığı anestezi sonrası annemin iç organları tamamen çalışmaz olmuş. Doktorların müdahaleleri sonuç vermiyormuş. Birkaç gün geçtikten sonra annem neden eve gitmediğini sorgular olmuş çünkü babama bu durumu iletmelerine rağmen anneme söyleyememişler. Durumu kötüleşmeye başlayınca bir bahaneyle beni de odadan çıkarıp bakım ünitesine götürmüşler.

Tüm çabalar sonunda yapılacak bir şey kalmayınca ümit kesilmiş ve babama haber vermişler. Bugün yarın eşinin ölümünü beklediklerini, hazırlıklı olmasını bildirmişler. Kendisi henüz 6 yaşındayken annesini kaybetmiş olan babam, oğlunun da benzer bir kaderi paylaşacağının burukluğunu ve eşini kaybedecek olmanın acısını yüreğinde hissederken, henüz hiçbir şeyden haberi olmayan, doğalı henüz birkaç gün olan beni tek başına nasıl büyütebileceğini düşünürken bulmuş kendini. İlk iki çocuklarını henüz çok küçük yaşlarda kaybeden anneannem ve dedem, onlarca yıl sonra tekrar bir evlat acısı yaşamanın eşiğinde kalmışlar.

O sırada, henüz hastanede kimsenin farkında olmadığı bir yerde bir şeyler alev almaya başlamış.

Her an annemin ölümünü bekleyen yengem annemin odasına girmiş. Onunla konuşmaya başlamış. Alevler fark edilip hastanede koşuşturma başladığı sırada annem, beni de alıp artık eve ne zaman gideceğimizi sormuş. Hemşirelerden biri başhekime de yardımcısına da ulaşmaya çalışmış ama nafile. Dr. Ayla hanımın annemin odasında olduğu söylenince koşmaya başlamış. Ayla yengem o sırada ümitsizce annemin sorularını geçiştiriyormuş. Annemin kulaklarına, gittikçe yakınlaşan itfaiye sirenlerinin sesi ulaşmış. Telaşla odaya dalan hemşire, yengeme şu soruyu sormuş: "Doktor hanım, filanca bölümde bir yangın çıktı. Tedbir amaçlı olarak oradaki hastaları yan bölüme almamızı ister misiniz?"

Hemşirenin telaşıyla birlikte yangın lafını duyan annem, bana bir şey olduğundan korkup panik içinde yatağından sıçramış. Kendini hastane koridoruna atmış. Annem koridorda bir sağa bir sola koşturup onu sakinleştirmeye çalışan yengeme ve hemşireye, "Oğluma bir şey mi oldu yoksa? Doğruyu söyleyin! Oğlum nerede? Onu da alalım eve gidelim artık Ayla. Oğlumu getirin bana!" diye seslenip durmuş. Annemin sesi, artık hastaneye ulaşan itfaiye sirenlerini bile bastırıyormuş. Etraftan katılan diğer hemşireler ve yengem annemi zar zor yatıştırıp tekrar yatağına yatırmışlar. Yangını haber veren hemşire ise o kargaşa içinde yengemden hastaların yerlerini değiştirme talimatını almış, çoktan uzaklaşmaya başlamış. Annem yastığa başını koyar koymaz tekrar kaldırmış ve hâlâ onu yatağına yerleştirmek için üzerine eğilmiş olan yengemin gözlerinin fal taşı gibi açılarak şaşkınlık içinde anneme bakakalmasına sebep olan bir şey istemiş: tuvalete gitmek.

Muhtemelen yengem, kendisine yangının kolayca kontrol altına alındığını bildirenin kim olduğunu hatırlamıyordur. Annem dönüp tekrar yatağına yatana kadar da gözlerini kırpmamıştır. Annem, bu kez uzun süre kaldırmamak üzere başını yastığa koyduğunda artık iç organlarının tekrar çalışıyor olduğu anlaşılmış. Çağrılan diğer doktorlar, neler olup bittiğini henüz anlamayan annemin bakışları arasında muayenelerini tamamlamışlar. Artık emin olan yengem nihayet sevinçle, "Kurtuldun" diyerek sonraki dakikalarda olanları anlatmış. Durum babama da bildirilmiş. Onun yaşadığı şaşkınlığın ve mutluluğun tarif edilebilecek bir karşılığı olduğunu hayal edemiyorum. Beni tekrar odaya getirmişler. Birkaç gün sonra, üniversiteye gidene kadar hayatımın ilk 18 yılını geçireceğim evimize gitmişiz. Sonraki günlerde olanlar daha ayrıntılı olarak anlatılınca annem tekrar bir hamilelik sürecine girmekten korkmuş. Böylece, bir kardeşim olmadan, ailenin tek çocuğu olarak kaldım.

Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi diye bir film vardır hani. Seyredenler bilir, Daisy'nin bacağının kırılmasıyla dansçılık kariyerini sona erdiren yani tüm hayatını değiştiren araba kazası anlatılırken bir dizi olayların nasıl birbirini etkilediği sıralanır. Eğer ayakkabı bağı kopmamış olsaydı, o kadın sevgilisinden ayrılmamış olsaydı, adam saatini kurup beş dakika erken kalkmış olsaydı, taksi sürücüsü kahve içmek için durmamış olsaydı gibi bir dizi olay sıralanır ve sonunda, 'böylece taksi Daisy'nin yanından geçip gitmiş olurdu' diye sözler noktalanır. Ancak tüm o olaylar olmuş, birbirini etkilemiş ve taksi Daisy'ye çarparak bacağının kırılmasına ve kariyerinin sona ermesine sebep olmuştur.

Annemin hayatta kalması da işte buna benzer olaylar zinciri sonunda gerçekleşebildi.
Hemşire başhekime ya da yardımcısına ulaşmış olsaydı,
yengem hastanede sözü geçen bir doktor olmasaydı,
annemin odasına girmiş olmasaydı,
hemşireye yengemin annemin yanında olduğu söylenmeseydi,
ben annemin yanından alınıp bakım odasına götürülmüş olmasaydım,
ama her şeyi başlatan o yangın çıkmamış olsaydı bugün doldurduğum 41 yıllık yaşamımı öksüz biri olarak geçirmiş olacaktım.

Herkes için değildir belki, hatta hiç kimse için bile olmayabilir ama doğum günü pastası üzerinde yanan mumun ateşi bana her zaman çok şey ifade etmiştir.

12 Aralık 2015 Cumartesi

Gölcük'ten Tuz Gölü'ne

On gün kaldığımız Adana yolculuğumuzu kendi aracımızla gerçekleştirdik. O küçük Toyota Yaris otomobilimizi tıka basa doldurduk. Arka kanepenin sağında ve solundaki araç koltuklarında çocuklarımız, onların ortasına da eşim oturdu. Ayaklarını uzattığı yere boylu boyuna puseti katlayıp yerleştirdik. Düğünde giyeceğimiz elbiseleri ön yolcu koltuğunun tutamacına astık, koltuğa da elimizin altında olmasını istediğimiz eşyaların olduğu çantayı koyduk. Büyük oğlum her tuvalette rahat edemiyor diye kendi oturağını bile yanımıza aldık ve ön koltuğun altına yerleştirdik. Bagaja dört kişilik valizimiz ile birlikte iki de küçük çanta sığdırdık.

Adana seyahatimizi Adana'da On Gün başlığı altında genel olarak yazmıştım. O yazıyı çok uzun tutmamak adına, yolculuk boyunca uğradığımız yerleri bu başlık altında ayırdım.

Ben çocukken, hemen hemen her yaz bu tür yolculukların tam tersini yapardık. Yani yolculuğa Adana'dan başlar İstanbul'a gider, tatilimiz bitince tekrar Adana'ya dönerdik. Annem ve babam çok erken uyanır, tüm eşyaları arabaya yerleştirdikten sonra beni uyandırır, yola koyulurduk. Sabahın saat beşinde yola çıkmış olduğumuzu söyleyeyim, siz artık onların ne zaman kalktığını tahmin etmeye çalışın. O senelerde çocuk koltuğu diye bir şey yoktu. Böyle güvenlik önlemiymiş filan hikaye. Arka kanepeye boylu boyunca sığar yatardım.Üstümü de örterlerdi, yolculuğun ilk birkaç saatini uyuyarak geçirirdim orada. Uyandıktan sonra da arabanın arka kısmı tamamen benim oyun alanım olurdu. Hoplaya zıplaya giderdim. Şimdi o eğlenceden mahrum kalan çocuklarım için üzülüyorum biraz.

Çocukların ve onların ortasında isteklerine yetişmeye çalışan eşimin durumu böyle olunca, hem gidiş hem de dönüş yolculuğumuzu Ankara'da birer gece kalarak ikiye böldük. Sonbahar renklerini yakalamayı umut ederek, gidiş yolunda Bolu Gölcük Parkı'na uğradık ve istediğimizi bulduk. Kornişon turşusu ile kaymaklı dondurmanın tadı farklıdır ya, İstanbul'daki ile Gölcük'te soluduğumuz hava o kadar farklıydı. En son nerede, ne zaman olduğunu hatırlayamıyordum ama bu tertemiz havayı solumanın bende uyandırdığı duygu yeni bir deneyim değil, bir hatıranın canlanmasıydı, bir özlemdi. Gölü çevreleyen parkuru olabildiğince ağır adımlarla yürüyerek, resimler çekerek ve tertemiz havayı hafızalarımıza kazımak istercesine doyasıya soluyarak katettik.

Elimdeki profesyonel kamerayı görünce, tekerlekli sandalyesi ve yanında iki refakatçisiyle bir bey bana selam verdi ve tanışıp biraz lafladık. İsmail bey, Karadeniz Ereğli Fiziksel Engelliler Derneği başkanı olarak kendisini tanıttı. O güzel manzaranın fonunda, daha sonra kendisine göndermek üzere kendi makinemle resimlerini çekmemi istedi istedi. Severek yaptım. Bizi Ereğli'de misafir etmek üzere davet de etti ama Adana'ya gitmekte olduğumuz için geri çevirmek zorunda kaldık. Hem ciğerlerimizi hem de ruhumuzu temizlediğimiz Gölcük'ün, önceden planladığımızdan daha uzun süre bizi yolumuzdan alıkoymasına izin verdik. Ankara'ya vardığımızda hava iyiden iyiye kararmış, akşam yemeğimizi gecikmeli olarak yemek zorunda kalmıştık.

Zorunlu olarak gecikmeye uğrayan diğer öğünümüz de ertesi günkü öğle yemeğimiz oldu. Kaldığımız otelin açık büfe kahvaltısının uzun uzadıya tadını çıkardık. İyice dinlendiğimizden ve doyduğumuzdan emin olduktan sonra yola çıktık. Böylece, Tuz Gölü'ne vardığımızda artık öğlen olmuştu bile. Gökyüzünde bir tek bulutun olmadığı güzel havayı değerlendirmemek olmazdı. Günün ilk molasını burada verip, soğuğa aldırış etmeden fotoğraf makinelerimizle birlikte kendimizi tuzların üzerine attık. Geçen kış karların üzerinde yürümeyi ilk kez deneyimleyen oğluma, karın değil de tuzun üzerinde olduğunu açıklamak biraz zor oldu.

Adana'dan dönüş yolcuğunda Tuz Göl'ünde tekrar mola verdiğimizde çok ama çok şanslıydık. Tam gün batımının olduğu dakikalara denk geldik. Evden on dakika önce ya da sonra çıkmış olsaydık bu muhteşem manzarayı yakalayamayacaktık. Bu kez gökyüzünü parçalı bulutlar süslemişti ve bu, manzarayı daha da görkemli hale getirmişti. Oğlum bu kez tuzun üzerinde olduğunu biliyordu; koştu, sıçradı, su birikintilerine taban vurdu, tuzları ayakkabısıyla süpürüp minik tepecikler yaptı. Ben de her dakika resim çektim. Bulutların ve güneşin hareketi, gökyüzünün rengi öyle hızlı değişiyordu ki saniye aralarıyla çektiğim resimlerin her biri birbirinden farklı çıkıyordu.

Bu yazıyı yayınlamamın asıl sebebi aslında bu resimleri sizlerle paylaşmaktı ama yine de kendimi alamayıp uzun uzadıya yazmışım. Yazının sonunu getirememiş olsanız bile resimlerden zevk alacağınızı ümit ediyorum.

28 Kasım 2015 Cumartesi

Adana'da On Gün

Kasım ayında Adana'ya gidip tişörtle gezmek, bilen insana şaşırtıcı gelmez. Bir Adanalı olarak ben kendime kızıyorum, kazaklarımı niye götürdüm diye. İstanbul'da 15 yıl yaşayınca kendi memleketimin karakterini unutmuşum anlaşılan. Neyse ki yolda uğradığımız Bolu'da ve Ankara'da kazaklar işe yaradı. Yoksa iyiden iyiye kızardım kendime.

Havanın bu kadar güzel olmasının yanında, arabayla gitmiş olmamız da bize şehirde gezme fırsatı verdi. Çocukken babamla gittiğim Seyhan barajı hidroelektrik santralinin karşı kıyısındaki piknik alanına gittik. Babam, santrale giden o ara yolda, henüz ehliyet alma yaşım gelmemişken bana araba kullanma çalışması yaptırırdı. O zamanlar piknik alanında daha çok insan olurdu, ancak bu sefer bizden başka kimse yoktu. Oradan ayrılıp set üzerindeki yoldan Çukurova Üniversitesi'ne gittik ve Seyhan Baraj Gölü'nün eşsiz manzarasını seyrettik. Başka bir gün de göl üzerinde bulunan, Türkiye'nin en uzun köprüsü olma unvanına sahip olan Çatalan Köprüsü'nden geçtik. Her büyük şehir gibi betonlaşmakta olan Adana'nın çok daha fazla yeşil alana sahip kaldığını görmekle biraz teselli bulduk.

Adana deyince birçoğunun aklına kebap gelir ya, işte kaldığımız on gün boyunca kebabın hakkını verdik diyebilirim. Hem kendimiz gittik yemeye, hem birkaç kez davet edildik. Eşim kilo aldı, oğullarım kilo aldı, herkesin toplamından daha fazla yememe rağmen ben kilo verdim. Kanımca vücudum kebabı tamamen yakma yetisini kazanmış durumda. İşlemiyor artık. Aynı durum çikolata için de geçerli. Kırk yaşındayım ama hâlâ Nutella kaşıklarım, kiloyla profiterol alır tek oturuşta bitiririm, gram almam. Adana'da geçirdiğim ilk 18 yıllık yaşamım boyunca zayıflığım espri konusu bile olmuştur. Ortaokul-lise yıllarında, rüzgâr esse uçacağımı söylerlerdi meselâ.

O yıllardan hâlâ Adana'da yaşayan pek az arkadaşım olduğunu biliyorum. Onlar arasında en sevdiğim birkaç kişiden biri olan Berna ile buluşma fırsatı yakalamış olduğuma çok seviniyorum. Evimizin bulunduğu Ziya Paşa Bulvarı epey değişmiş. Sosyal medyada Adana'daki Nişantaşı olarak anılmaya başlanmış. Birçok restoran ve kafe bulvar üzerinde sabah akşam müşteri çekiyor. En iyi giyim markaları burada mağaza açmış. Hatta Rolex saatlerin resmî satış mağazasının burada olduğunu söyleyeyim, siz anlayın. Hazır yolumun üzerindeyken vitrindeki bir saati beğenip fiyatını sordum, 96.000TL dediler. Bakana hediye edilen saatin fiyatını düşününce yine insaflı bir rakamdı ama İstanbul'dan Adana'ya beni taşıyan arabamdan daha pahalı bir şeyi benim kolumda taşımam mantıklı gelmediği için almaktan vazgeçtim anacım. Berna ile işte bu bulvardaki bir restoranda buluştuk. Hem yemek yedik, hem de uzun uzun sohbet ettik. Vaktimiz olsaydı belki iki gün daha aralıksız konuşurduk. Hem konuşacağımız konuları hem de ailece buluşmayı gelecek sefere bırakmak zorunda kalarak ayrıldık.

Ailece buluşma fırsatına sahip olduğum arkadaşım Burcu oldu. İlginçtir, o ve eşiyle olan arkadaşlığımızın geçmişi İstanbul'a dayanır. İstanbul'da yaşarken Adana'ya yerleşen tanıdığım tek kişidir. Sadece iki sene çalıştığım şirkette edindiğim ve sürdürdüğüm en güzel arkadaşlıklardan biridir. Eşimin hamileliği nedeniyle düğünlerine katılamayışıma hâlâ üzülürüm ama artık çocuklarımızla birlikte buluşabildiğimize seviniyorum. Düğün demişken, Adana'ya gitmemizin sebeplerinin başında hiç kuşkusuz kuzenimin evliliği geliyor ama bizim buluşmamız o kadar güzeldi ki, sırf o sohbet bile Adana'yı tekrar ziyaret için yeterli bir sebep olur.

Sayar ailesinin artık bir üyesi daha var. Kuzenim Semih ile evlenerek ailemize katılan İrem ile bir kişi daha çoğaldık artık. Çocukken oyunlar oynadığımız kuzenimle bundan sonra ailece görüşeceğiz, ki balayı dönüşlerinde ilk buluşmamızı gerçekleştirdik bile. Düğündeki kalabalık ve koşuşturmadan iki laf etme fırsatı bile bulamadığımız için, İstanbul'a dönmeden önce görüşemeseydik üzülmüş olacaktım. Önümüzde, yakınlığımızı artırarak geçireceğimiz ve aynı anıların ortak parçaları olacağımız yıllar bizi bekliyor.

27 Ekim 2015 Salı

Sivil Polismiş Gibi Yapan Dinciler

Bugün karşılaştığım bir olaydır:

Sağda solda içinde akp milletvekili adayı taşıyan seçim otobüsleri geziyor. Yanında da bir sivil araç anons yapıp etraftaki araçlara 'sağa yanaş, sola yanaş' diye direktif veriyor. Bu akşam (16:30 gibi) Bağdat Caddesi Göztepe ışıkların yanında bu araçtaki imam tipli iki kişi inip siyah bir araç sürücüsüne bağırıp çağırarak sağa çekmesini söyledi. Araçtan indirip kimlik istediler. Sivil araçlarına 'ekip aracımız' deyip, ellerinde telsizle kendilerini polis olarak tanıttılar. 

Bizler etrafta toplaşıp tepki gösterdik. "Bunun ekip aracı olduğu nereden belli? Plaka sivil, siren yok" dedim. Sakalı yeni bitmiş polis(?) "anons yapıyorum ya" dedi. Etraftakiler "akp otobüsünü mü koruyorsun?" diye tepki verdi. Otobüsle ilgisi olmadığını, polis olarak anonsa uymadığı için aracı durdurduğunu falan söyledi. Biraz çekinmişlerdi ama ak-başlarına güvendikleri için ve tepki gösterenler yavaş yavaş dağıldığı için geri adım atmadılar. Ülkücü bıyıklı bir adam ve birkaç kişi daha orada kalıp tepki göstermeye devam ettik. Diğer adam epey bağırdı. Onun da kimliğini istediler. İkisi de verdi. Kimlik bilgilerini telefonla bir yerlere bildirdiler.

Bu tipler muhtemelen polis falan değil! Ak-otobüsün içindeki milletvekili adaylarının ak-yalakaları. Maalesef daha önce jeton düşmedi, şimdi yazarken enstantaneler bir bir aklıma geliyor. Elinde telsiz gördüğünüz, anons yapıyorum ya falan diyen tiplere itibar edip kimlik falan vermeyin. Sivil iseler polis olduklarını göstermeleri gerekir. Araç sivil, plaka sivil, kendileri sivil. Önce onların kimliğini sorun. Ama daha da önemlisi, böyle bir şeyle karşılaşan kişinin yanından DAĞILMAYIN. Başımıza ne geldiyse korkudan ve beni ilgilendirmez'den geldi zaten. Tepki gösterenler artınca pısıyorlar, azalınca azıyorlar. 

Akşam bu olayı düşündükçe neler yapılabilirdi diye aklımı kurcaladım. Komiser bir arkadaşımı aradım, "polislerse kimliklerini gösterselerdi, öyle şey olur mu" dedi. Seçim araçlarına, içinde eski bir bakan vs. yoksa polis koruması verilmezmiş. Zaten bir işleri olsa durup kimlik istemezler; plakayı alıp işlerine gider, daha sonra işlem yaptırabilirler. Plaka kaydından da kişilerin bilgilerine rahatça ulaşabilirler. Bu durumda bizim ne yapmamız lazım? Örneğin, 155'i ya da ilçe emniyet müdürlüğünü arayıp, "şu plakalı araçtakiler polis olduklarını söyleyip insanlara kimlik soruyor" diye ihbar etmek lazım. Bunlar aklıma geldikçe kendime kızıyorum, niye daha önce düşünemedim diye. O kargaşa içinde hazırlıksız hızlı düşünemedim maalesef. Bu satırları okuyanlar önlemlerini alsınlar diye yazıyorum. Bilginiz olsun. Çevrenizdekileri de bilgilendirin. Seçimlerde bunları ülkeden temizleyin artık! Oyunuzu kullanın ve sonrasında da sandığınızı koruyun!

21 Ekim 2015 Çarşamba

IN&VAS Buluşması

2000 yılında ilk işime başladığım zaman, hem o şirkette uzun süre çalışacağımı, hem de iş arkadaşlarımla uzun süreli dostluklarımız olacağını düşünmemiştim. On sene çalıştım. İlk çalışma arkadaşlarımın bir kısmı hâlâ en iyi dostlarım. Çalıştığım bölüme tepeden inip ortalığı karıştıran sahtekâr müdürler olmasaydı daha uzun süre çalışırdım ve mevki budalası olup zenginleştikçe ilişkisini kesenler, zengin koca için yurtdışına gidenler olmasaydı şu an daha çok kişiyle görüşüyor olurdum. Zaten dün akşamki buluşmamıza bu kişilerden katılan kimse olmadı.

Uzun açılımı lazım değil, IN&VAS biriminin ilk kurulduğu zamanki müdürü, yani çalıştığım ilk birimin müdürü İsmail abimiz de nihayet şirketten ayrılmış. Cuma akşamı onun için bir veda yemeğinde yaklaşık 30 kişilik bir buluşma gerçekleştirdik. Sürekli görüştüklerimiz ve yıllardır görüşmediklerimizle beraber kahkaha dolu bir akşam geçirdik. Her zaman güzel sürprizlerin başrolünde yer alan Hayriye ablamızın hazırladığı, hatıralarla dolu eski resimlerimizin yer aldığı sunumda o kadar çok güldük ki çene kaslarımıza ağrılar girdi.

Yeni mühendisler olarak hemen hemen hepimizin ilk işiydi. Üniversitelerimizden yeni mezun olmuş ve çalışmaya başlamıştık. Şöyle bir düşününce, IN&VAS çatısı altında, üniversiteyle neredeyse aynı ortamı yakalamıştık. Bu durum çalışmalarımıza da yansımış, başarılı işler çıkartmıştık. Hepimiz bekardık. İşten çıkar akşamları gezer, yer içerdik. Piknikler organize eder, arabalarla konvoy yapar giderdik. Birkaç sene boyunca şirketin en başarılı operasyon birimi olarak anılır olduk. Farklı bölümlerde veya şirketlerde olup, şunun bunun torpiliyle yöneticiliğe getirilen kişiler, burası oturmuş bir bölüm, çok bir şey yapmana gerek yok denilerek tepemize konulan iş bilmez vasıfsız müdürlerle arkadaşlarımız bölüm veya şirket değiştirmeye başladı. En büyük darbe ise, belki bizden bir şeyler öğrenirler de adam olurlar diye farklı bir operasyon bölümünün birimimize monte edilmesiyle geldi. Üstelik o bölümün yöneticisini daha sonra birimin de başına getirip tamamen yok ettiler. Ara ara dilini dışarı çıkardığı için kendisine Komodo Ejderi lakabını takmıştık. Numarası bile telefonumda Komodo adıyla kayıtlıydı. Elbette o ve bölümü perişan eden diğer kişiler, başta da söylediğim gibi cuma akşamı aramızda değildi.

Biz, biz bizeydik. Sonraki buluşmada da biz bize olacağız.

23 Eylül 2015 Çarşamba

Tekrar Omedetai-hi

İkinci oğlumuz Kayra'nın da, yaşamındaki yüzüncü gün geride kaldı. Yüzüncü gün kutlamasının bir Japon geleneği olduğunu, ilk oğlum Eren için yaptığımız mütevazi töreni, eşimin kendi törenindeki resimlerle birleştirerek 2012'de yazmıştım (ilgili yazı: Yüz Gün Kutlaması: Omedetai-hi). Kayra'nın töreni vesilesiyle onun en çok kime benzediği ortaya çıkmış oldu.

İlk oğlumuz Eren, doğumundan itibaren üç seneyi aşan süre içindeki tüm gelişim sürecini bana benzeyerek geçirmeye devam ediyor. Aynı yaştaki resimlerimle karşılaştırınca açık bir şekilde bu benzerliği görüyoruz. Kayra, doğumundan sonraki ilk ay içinde yine bana ve abisine benzerliğiyle dikkat çekmişti. Öyle ki, aşıları için gittiğimiz aile sağlık merkezindeki hemşireler, "Eren'in aynısından bir tane daha yapmışsınız" diye espriye vuruyorlardı. Ancak sonraki haftalarda bu benzerlik değişmeye başladı. Kayra'nın yanakları daha toplu olmaya başladı ve mimiklerindeki ifadelerde değişimler görür olduk. Şimdi dördüncü ayının içindeyiz. Omedetai-hi kutlamasını yaparken, hem eşimin hem benim bloglarımızda yer vermek için çektiğimiz resimlerle eşimin bebeklik resimlerini karşılaştırınca onunla olan benzerliği açıkça ortaya çıktı. Elbette bu durum en çok eşimi sevindirdi.

Tüm ana-babaların evlatlarıyla yüzlerce güzel gün geçirmeleri dileğiyle.

14 Eylül 2015 Pazartesi

Dalgaların Sesi

İş hayatından kopmamın en büyük faydalarından biri kitaplara daha çok zaman ayırabilmem oldu. İkinci oğlumun hayatımıza girmesiyle ev mesaim daha fazla artmasaydı daha çok okuyabilirdim. Örneğin, sadece ilk oğlumun hayatımızda olduğu dönemde hem daha fazla okuyabiliyor hem de bu satırlarda kitaplardan daha fazla bahsedebiliyordum. Tarih, araştırma ve siyaset ağırlıklı kitapları daha çok okumam, bu satırlarda fazla bahsetmememde önemli bir sebep aslında. Ne de olsa, yapılmış bir incelemenin tekrarını aktarmak gibi olur. Ancak, az sayıda okuduğum romanlardan birini, kendi yaşamımdan birkaç parçayla ve edindiğim bilgilerle biraz olsun zenginleştirip ilgi çekebileceğini düşünerek bu satırlara taşımaya karar verdim.

Japon yazar Yukio Mişima'nın Dalgaların Sesi adlı eserini okumaya başlayana kadar, bu kadar temiz ve içten bir aşk hikayesiyle karşılaşacağım aklıma gelmemişti. Zaten kütüphanemin az sayıdaki romanları arasına bir yenisini eklemek istesem, aşk romanı son tercihim olur. Aslına bakarsanız Dalgaların Sesi de zengin içeriği ile sadece bir aşk romanı olarak nitelenemez. Ancak bu kitabı okurken beni ilk cezbeden şey, konunun, neredeyse her sene gittiğim Japonya'nın Tsu () şehri yakınlarında bir bölgede geçiyor olmasıydı.

Mie Bölgesi'nin (三重県) başkenti olmasına rağmen, yakınında bulunan Osaka ve Nagoya gibi büyük şehirlerle kıyaslayınca kasabayı daha çok andıran Tsu'nun 300.000 civarında bir nüfusu var. Eşimin annesi, babası ve diğer akrabaları da bu nüfusa dahiller. Böylece niye Tokyo'ya, Kyoto'ya değil de Tsu'ya daha çok gittiğimin sebebi anlaşılmış olur.

Konunun geçtiği Uta-Jima (Şarkı Adası) gerçekte olmayan hayalî bir ada. Ancak tarif edilen diğer tüm coğrafi yerler gerçekle örtüşüyor. Uta-Jima'nın  yeri kitapta şu şekilde tarif ediliyor:
"[...] Kuzeybatı mevsim rüzgarları Tsu şehrinden bu yana aralıksız estiği için hava, manzaranın keyfine varılamayacak kadar soğuk.[...] İse Körfezi ile Pasifik Okyanusu arasındaki İrako Geçidi, rüzgarlı günlerde sayısız girdaba yataklık eder. Atsumi Yarımadası'nın ucu bu geçide kadar uzanır ve kayalık ıssız kıyısındaki İrako Burnu'ndan Uta-Jima'nın fener kulesi görülür. Uta-Jima fener kulesinden bakıldı mı, güneydoğuda Pasifik Okyanusu, kuzeydoğuda Atsumi Körfezi, körfezin öbür tarafındaki sıradağların ardında da, yalnız gün doğarken ve sert batı rüzgarı estiğinde görülebilen Fuji Dağı göze çarpar."(s.10).

Dalgaların Sesi, 1954 yılında yayımlanmış bir eser. Konu da aşağı yukarı bu zamanda geçiyor. Uta-Jima'nın aynı zamanda bir balıkçı köyüne ev sahipliği yaptığını belirtelim. Yazar, İkinci Dünya Savaşı sonrasının zorluklarını yaşayan o günlerin Japonya'sının birçok yerinde varlığını sürdüren balıkçı kasabalarının çok iyi bir betimlemesini Uta-Jima'da gözler önüne seriyor. Köyün, yani adanın tüm erkekleri gibi, genç bir delikanlı olan Şinji balıkçılık yapıyor, annesi ise köyün pek çok diğer kadını gibi yaz aylarında dalgıçlık yapıyor.

Kitapta kullanılan "dalgıç kadınlar" nitelemesinin Japonca orijinali Ama (海女) olarak geçer. Tam anlam karşılığı 'deniz kadını'dır. Ama'lar yaklaşık 2000, bazı kaynaklara göre 3000 senelik geçmişe sahip bir Japon kültürüdür. Derin sulara dalıp dakikalarca nefes tutarak deniz dibinden yosun, ıstakoz, ahtapot, deniz kestanesi, deniz kulağı ve içinde inci bulunan istiridyeler çıkartılan bu zor iş, evet, Japon kültüründe kadınlara özgülenmiş bir meslektir.
"Erkekler balığa çıkıyor, gemilere binip birçok limana sürüyle yük götürüyorlardı. Denizaşırı yerlerle işleri olmayan, uzaklara gidemeyen kadınlar da pirinç haşlayıp su taşıyor, yosun topluyor ve yaz gelince denizin derinliklerine dalıyorlardı. Dalgıç kadınlar içinde en deneyimlilerden biri olan Şinji'nin anası deniz dibindeki karanlık dünyanın kadınların dünyası olduğunu çok iyi biliyordu."(s.68)

1960'lara kadar Ama'lar üstleri çıplak olarak dalış yaparlar ve kıyıda da bu halde boy gösterirlerdi. Şu cümle de kitaptan: "Kahkahayla gülen dalgıç kadınlar, vücutlarının belden yukarısını öne doğru geriyor, memelerini gururla gözler önüne seriyorlardı."(s.132). Dalarken kendilerini bellerinden iple bağladıkları duba, aynı zamanda topladıklarını koydukları sepet görevi görürdü. Saçlarını toplamak için başlarına bandana olarak sardıkları tenugui (手拭い)[1] ise aynı zamanda derinliklerdeki kötü ruhlardan kendilerini koruyan bir tılsımdır. Tenugui dışında üzerilerine giydikleri tek şey eski model tanga diye niteleyebileceğimiz fundoşi'dir (). Yanlarında bir de, kayalardan istiridyeleri sökmek için kullandıkları ıspatula benzeri bir levye taşırlar, hepsi o. 1970'lerde dalgıç kıyafetleriyle tanışan ülkenin, modernleştikçe uygulamaları da değişmiştir. Yoşiyuki İvase adlı bir fotoğrafçının Çiba bölgesindeki bir balıkçı kasabasında 1950'lerde çektiği fotoğraflar ile o günler hakkında fikir sahibi olabiliyoruz. Bugün de Japonya'nın bazı yerlerinde varlığını sürdürmekte olan Ama'lar var ve yaşlarının yetmişleri geçmesine rağmen dalmaya devam ettiklerini bilmek şaşılacak bir durum olmaz. Birkaç yerde "gerçek denizkızları"(İng:mermaid) ifadelerine rastladığım halde tüm dünyaya ilham olan denizkızı kavramının kaynağının ama'lar olduğu bilgisine ulaşamadım ancak bunu teyit edecek bilgilere ulaşmak beni çok şaşırtmayacaktır.

Ama'lar kitap ve filmlere de konu olmuştur. Örneğin, Ian Fleming'in James Bond serisinin Japonya'da geçen İnsan İki Kere Yaşar adlı kitabındaki Kissy Suzuki karakteri bir ama'dır. Sean Connery'nin oynadığı 1967 yapımı film versiyonundaki Kissy Suzuki karakteri kitaptakinden biraz farklıdır. Elbette, Bond kızı sıfatıyla fantastik ve cinsel bir obje olmaktan fazla öteye gidemeyecek olan Kissy'nin, hem kitapta hem de filmde gösterildiği şekliyle akıllarda kalması, ailesinin geçimine destek olabilmek için hayatını tehlikeye atarak tüm hayatını çalışmakla geçiren tertemiz çilekeş köylü kadını kimliğindeki gerçek ama'lara büyük bir haksızlık olur.

Kitapta önemli bir hata bulunuyor. Elimde orijinal Japoncası da bulunduğu için eşimin de desteği ile rahatça karşılaştırma yapma imkanı buldum. Türkçe çevirisinde dalgıç kadınlar sanki birer sünger avcılarıymış gibi gösteriliyor ve sünger avına vurgular yapılıyor. On üçüncü bölümde, denizden en çok sayıda süngeri kimin çıkaracağı ile ilgili bir anlatım var. 'Sünger' olarak kullanılan çeviri tamamen yanlıştır. Dalgıç kadınlar en çok sayıda deniz kulağı çıkarmak üzere dalış yapmışlardır. Orijinalinde de awabi () kelimesi kullanılmıştır ve tam karşılığı deniz kulağıdır. Deniz kulağı, adını kulağa olan şekil benzerliğinden alan kabuklu bir deniz yumuşakçasıdır. İç yüzeyi sedef tabakası ile örtülü, yassı ve az spiralli bir kabuğu vardır. Kalamarınki gibi sert bir eti vardır, lezzetlidir ve epeyce pahalıdır. Çeviride sünger ifadesinin kullanılmasının bir bilgisizlikten kaynaklandığını düşünmüyorum. Bu şekilde tercih yapıldığını zannediyorum. Konunun bütünlüğünden çok şey eksiltmemiş olsa da kesinlikle yersiz, anlamsız olduğunu ve hayal kırıklığı yarattığını söyleyebilirim. Her şeyden önce ama'lara karşı büyük bir saygısızlıktır.

Hangi tür kitap seviyor olursanız olun, Dalgaların Sesi'ni okurken büyük haz duyacaksınız. Henüz okumadıysanız, yazmış olduğum bilgiler ışığında daha çok keyif alacağınızı umuyorum.
________________________________________________________________________________
[1] Tenugui (手拭い), 'El'() ve 'silmek' () kanjilerinin birleşmesinden oluşur ve aslında havlu anlamındadır. Yani aslında başlarına havlu sarmaktadırlar.
James Bond kitap kapağı: http://www.beautifulbookcovers.com/james-bond-pin-up-cover-art-by-michael-gillette/
Film görüntüsü: http://www.nydailynews.com/entertainment/tv-movies/sean-connery-refuses-promote-james-bond-box-set-franchise-50th-anniversary-week-article-1.1162057
Yoşiyuki İvase resimleri: http://anthonylukephotography.blogspot.com.tr/2011/10/photographer-iwase-yoshiyukis-ama.html
Deniz Kulağı fotoğrafı: http://item.rakuten.co.jp/junjun/20070810/#20070810

4 Eylül 2015 Cuma

Uydum Hazır Olan İmama

Eskiden cuma namazlarına giderdim. Bir imama denk geldim, o gün bugündür yıllar oldu gitmem.

Bilindiği gibi cuma, bayram gibi namazların farzında imamla uyum içinde namaz kılmak için "uydum hazır olan imama" diye niyet edilir, namazı imam kılar, tüm cemaat kılmış olur. Başka bir ifadeyle, cemaatin namazını imam kıldırır. Cemaatin yapması gereken şey, imamın hoparlörden gelen sesiyle birlikte namaz hareketlerini uygulamaktır.

Bu namazların esas şartı, imamın adam olmasıdır, hazır olması değil.

En son gittiğim ve beni bir daha gitmekten vazgeçiren imam, hutbesini okurken şöyle demişti:
- Yılbaşlarında hediye almak vallahi de billahi de küfürdür.

Yani şimdi ben, sevdiğim insanlar sevinsin diye hediye alıyorum, inandığım Allah'a ibadet etmek için gittiğim caminin imamı küfür ettiğimi söylüyor, üstelik bunu söylemesi için, aldığım hediyenin vergisiyle maaşı ödeniyor.

Herkes gibi ben de bir gün ölüp gittiğimde sorguya çekilirken muhtemelen aramızda şöyle bir konuşma geçer:
- Cuma namazına durdun mu?
- Durdum.
- Hazır olan imama uydun mu?
- Uydum.
- Ulan bu pezevengin neyine uydun da namaza durdun?
İşte bu soru geldiğinde verecek cevabım olmayacağı için artık cumaya falan gitmiyorum. Kimse kusura bakmasın, ben Allah'tan korkarım. Bu yüzden hesabını veremeyeceğim iş yapmam. Yapmayacağım için de siyasetin kuklası olmuş, başkanı zırhlı Mercedes'le gezen bir kuruma bağlı din dışı sözde imamların ardı sıra namaza durmam. Dahası var: bunların cebine maaş olarak giren vergilerimin bir kuruşunu bile helal etmem.

Bu anekdotu anlattığım cuma kaçırmayan arkadaşlarımdan biri imamı savunarak, Yahudi ve Hristiyanları velî edinmemeyi emreden Maide 51. ayeti kanıt göstermişti [1]. Müslüman bir baba çocuğuna yılbaşı hediyesi alınca Hristiyanları velî edinmiş oluyor! İşin ilginç tarafı, aynı surenin, yani yine Maide suresinin 5. ayeti çok açık bir biçimde "kendilerine kitap verilmiş olanlar" tabirini kullanarak Hristiyanların, Yahudilerin yemeklerinin helal olduğunu ifade ediyor [2]. Böylece, sadece müslüman olma şartını öne sürerek helal gıda pazarı kuranların, örneğin "İslamî usullere göre kesilmiştir" etiketiyle milleti kendi etine muhtaç bırakan namazlı kasapların foyası da ortaya çıkıyor [3]. Yemeklerini yersek onları velî edinmiş olmayız ama yılbaşında annemize hediye alırsak oluruz, öyle mi!

Yaşar Nuri Öztürk, bir çok yerde, cemaatin en az üç kişiden oluşabileceğini, bunlardan birinin imamlık edip hutbenin bir Kur'an ayeti okuyarak yerine getirilebileceğini, ev dahil uygun olan herhangi bir yerde böylece cuma namazı kılınabileceğini ayetlere, tefsirlere ve belgelerle uygulamalara dayandırarak açıklamıştır. Kur'an'ı Tanıyor Musunuz adlı kitabında da Cumua 9. ayeti vererek şu ifadeleri kullanmıştır: "Bir mümin, Kur'an'ın emrettiği Cuma vakti ibadeti için isterse cemaatin oluştuğu bir yerde (cami, ev, mescit, vs.) cuma namazını kılar, isterse cuma namazı vakti süresi kadar Kur'an okur veya Kur'anî bilgilerle meşgul olur."(s.150).

Açıkça söyleyeyim: yılbaşına şurada birkaç ay kaldı ve o gün geldiğinde ben sevdiklerime hediyeler alacağım. Bu memleketin camilerinde asla cuma namazı kılmayacağım. Ve eminim ki böyle yaptığım için Allah'ın takdirini daha çok kazanacağım.
Haydi şimdi hayırlı cumalar..
_______________________________________________________________________________
[1] Ayetin tamamı şöyledir: "Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları velîler edinmeyin. Onlar birbirlerinin velîleridir. Sizden kim onları velî edinirse o, onlardandır. Allah, zalimler toplumunu doğruya ve güzele kılavuzlamaz." (Maide 51). Burada kullanılan "velî" kelimesi aynı zamanda Allah'ın isimlerinden biri olup farklı tercümelerde dost, gönül dostlu, yardımcı, sırdaş, destek veren gibi sözcükler kullanılmıştır. Ayetin suyunu sıksanız onlarla aynı tarihte hediye vermenin onları velî yapmakla aynı anlama geldiği sonucunu çıkartamazsınız.
[2] Ayetin ilk üç cümlesi şöyledir: "Bugün size bütün temiz nimetler helal kılındı. Kendilerine kitap verilmiş olanların yemekleri size helaldir. Sizin yemekleriniz de onlara helaldir..." (Maide 5). Daha önce gelen Maide 3. ayet, nelerin haram olduğunu sıralar ve En'am 145'te pis olduğunu ifade ettiği domuz etini bu sıraya koyar. Yani bir yemeğin yenebilmesi için temiz ve sağlıklı olması şartı aranır. Emin olun, Allah sizin sağlığınıza kasaplardan ve manavlardan daha çok değer verir.
[3] Ayrıntılar için bkz. Allah İle Aldatmak, Y.N.Öztürk, s.231-234.

28 Temmuz 2015 Salı

Bir Haftalık Ziyaret

Japonya'dan gelen misafirlerimiz ile, geçtiğimiz hafta yoğun geçti. Yeni torununu görmek için gelen kayınvalidem ve ona eşlik eden ablası bir hafta boyunca evimize misafir oldular. Hem katettikleri mesafe hem yaşları hem de torun göremeye ve eşime yardım için geldikleri düşünüldüğünde çok kısa bir süre kaldıklarını sanabilirsiniz ama onları tanıyan bir kişi olarak şunu söyleyebilirim ki, Japonya'da bıraktıkları işler göz önüne alındığında uzun bir süre geçirdikleri bile söylenebilir. Yine de onları daha fazla ağırlamak ve birlikte daha fazla şey yapıp daha fazla yer gezdirmek isterdim.

Ramazan bayramının ilk günü sabahının çok erken saatlerinde geldikleri için Kadıköy'den Atatürk Havalimanı'na arabayla gidip dönmek son derece huzurluydu. Saatin etkisinin yanı sıra tatilcilerin de ayrılmasıyla iyice boşalan İstanbul trafiğinde uzun zamandır ilk kez stressiz araba kullanabildim. İlk günü evde dinlenerek ve hasret gidererek geçirip, bir buçuk yaşından beri ilk defa gördüğü anneannesini biraz şaşkınlıkla karşılayan oğlumun, hepimizden çok sevindiği ve şaşkınlığının yerini sevince bıraktığı hediyelerimizi açarak güne devam ettik. Kayınvalidem sağolsun, viski merakımı bildiğinden bana da Japonya'nın en özel ve pahalı viskilerinden birini getirmiş. 20.000 Yen değerindeki (yaklaşık 450TL) 17 yıllık Hibiki şişemi kabul edip, açmayı başka bir akşama bıraktığım ilk günün ertesi sabahı fazla maceraya girmeden Caddebostan sahilindeki bir palmiyenin gölgesine hasır serip piknik havasında bir kahvaltı yaptık.

Günlerimizden birini lükse ayırıp Çırağan'ın kafeteryasında sabah kahvesi içtik. Böylece, misafirlerimizin İstanbul Boğazı'nı seyredebilecekleri en güzel konumlardan birini ziyaret etme imkânı yaratmış oldum. Hem restoranında hem de kafeteryasında sunulan tüm yemekler ve içecekler çok lezzetli ve estetik de gözetilerek son derece özenli hazırlanıyor. Fiyatlarına katlanacağımı bilsem çok daha sık giderdim ama etrafa şöyle bir bakıp Rolexli olmayan tek insan grubunun kendi masam olduğunu görmek bu düşünceden hemen vazgeçmemi kolaylaştırıyor.

Aslında en azından bir gece iki gün Sapanca'da güzel bir spa otelinde kalmalarını ve yol yorgunluklarının bir kısmını orada atmalarını istiyordum ama "giyecek mayo da yok, mayo giyecek cesaret de yok" bahanesiyle karşılaşınca bu plandan vazgeçtim. Artık şehir içinde planlar yapmam gerekiyordu ama bunun için bile, mayo bahanesi de dahil birçok teklifimi daha Japonya'dan gelmeden önce haberleştiğimiz günlerde, bizi görmelerinin yeterli olacağı söylemleriyle geri çevirmişlerdi. Elbette bu bahanelerin büyük bir bölümünün, her zaman hayranlık duyduğum Japon terbiyesi ve ahlakları gereği, yeni doğan bebeğimizle meşgul olduğumuz bu dönemde bizi daha fazla zahmete ve masrafa sokmamak olduğundan emindim. Yine de ev sahibi olarak, o kadar uzun yoldan gelerek kalacakları kısa süreye güzel bir şeyler sığdırmak istiyordum. Suruç'ta meydana gelen terör saldırısının haberini alınca, ertesi gün için planladığımız Sultanahmet gezisinden bile vazgeçmek üzereydiler ama korkularını yatıştırıp, kızlarının ve torunlarının güvensiz bir yerde yaşamadıklarını bilmeleri ve ne olursa olsun ülkem hakkında kötü fikirlerle ayrılmamaları adına onları ikna edebildim. Dinci siyasetin ve onun kucak açtığı terörün nelere mal olduğunu bir de bu açıdan değerlendirin! Kadıköy'den Eminönü'ne vapurla geçip, Ayasofya Müzesi, Sultanahmet Camisi ve Yerebatan Sarnıcı ziyaretleriyle doldurduğumuz bir günlük süre, muhtemelen kendilerini turist olarak hissettikleri tek zaman dilimiydi.

Kaldıkları süre içinde, sanırım en çok annemin yemeklerinden keyif aldılar. Gerçi onlara Sultanahmet köftesi, Konya pidesi, börek, iskender gibi güzel Türk yemekleri de yedirdim ama annemin çorbalarını içerken yüzlerinde beliren memnuniyet ifadesini dışarıdaki restoranların hiçbirinde yakalayamadım. Hatta kendi talepleri üzerine son akşam yediğimiz annemin kuru fasulyesini o kadar beğendiler ki, ertesi gün kahvaltıda bile onu ısıtıp yediler. Elbette bu işe en çok, misafiri memnun etme sanatının kitabını yazan annem sevindi!

Kendisine eşlik eden ablasıyla birlikte kayınvalidemin torunlarına ve kızına zaman ayırdığı bu kısa ziyaretin bitmesi eşimi tahmin ettiğimden daha çok üzdü. Annesinin hasretini bir kenara koyarsak, bir hafta boyunca kendi dilinde konuşup sohbet etmesi bile onun için çok değerliydi. Şimdi üç yaşında olan oğlumuz da bu bir hafta süresince Japoncasını daha fazla kullanabilmişti. Tekrar buluşmayı gelecek senenin ilk yarısında planlayıp buruk bir ayrılık sonrası tekrar günlük yaşamımıza böylece dönmüş olduk.

2 Temmuz 2015 Perşembe

Bıyık Kardeşliği

Dün bazı haber kanallarından sosyal medyaya yansıyan, sadece Türkiye'de türünden bir haber yayınlandı. Bugün de bu haber dolayısıyla eşime ve ülkede yaşayan diğer tüm Japonlara, Japonya Konsolosluğu'ndan bir mesaj geldi.

Önce işin başlangıcına bir bakalım. Her Ramazan olduğu gibi bu sene de sosyal medyada, Çinliler Uygur Türklerine oruç tutmayı yasakladı, kardeşlerimizi kesiyorlar, vs laflarını yayıp, oradan buradan buldukları resimleri işkence yapıldığının ispatı şeklinde gösterip insanları dolduruşa getiriyorlar. Müslüman lafını duyan "dindar" da, Türk lafını duyan "milliyetçi" de doluveriyor.

Gelelim habere konu olan olaya. Günlerini bugün kime saldırsam diye düşünerek geçiren 5-6 kişilik bir beyinsizler grubu, ellerinde bozkurt işaretiyle dün Tophane'de bir Çin lokantasına saldırıp gözleri çekik olduğu için Çinli zannettikleri Uygur Türkü aşçıyı dövmüşler[1].

Şimdi de Japon Konsolosluğu'nun ülkede yaşayan Japonlara gönderdiği mesajı görelim:
"[...] Bunlar gibi insanlar Japonları da Çinli zannedip saldırabilir. Dikkatli olun!" Yani şöyle demek istiyor: Türkiye'de bolca bulunan bu geri zekalılar, şu an kudurmuş durumda olduklarından her gördüğü çekik gözlüyü Çinli diye dövebilir haberiniz olsun.

Ülkemizin huzuru üzerinde, milliyetçi geçinenler müslüman geçinenler kadar büyük bir tehdit. Hatta son yıllarda benzerlerini çokça yaşadığımız dünkü meclis başkanı seçimini de göz önünde tutarsak, ülkeyi perişan etmede siyasî ittifak halinde olduklarını bile görürüz.

Ülkücü bıyıkla badem bıyık kardeş olmuştur.

Bu millet, din ve ahlak adına hiçbir şey üretemeyenleri sakalla, cübbeyle, tesettürle müslüman zannederse, Türklük ve ilim adına hiçbir şey üretemeyenleri de milliyetçi zannederse, onların da Uygur'u, Japon'u, Tatar'ı çekik gözleriyle Çinli zannetmesi normaldir.
_________________________________________________________________________________
[1] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/311301/istanbul_da_Cin_lokantasina_saldirdilar__Uygur_Turku_asciyi_dovduler.html

9 Haziran 2015 Salı

Tekrar Baba Olmak

O kadar yoğun, koşuşturmalı, heyecanlı, uykusuz ve zor geçti ki şu birkaç gün, bilgisayarın başına geçip mutluluğumu yazmaya fırsat bulamadım. Üç yıl önce ilk oğlum Japonya'da dünyaya geldiğinde ben İstanbul'daydım. O gün bu yüzden duygularımı birkaç satır da olsa hemen yazabilmiştim(ilgili yazı: Baba Oldum). Ama bu sefer tüm hamilelik ve doğum sürecini eşimle birlikte geçirdiğim için benim günlerim de onunla birlikte yoğun geçti.

Evet.
Geçen hafta 3 Haziran çarşamba günü ikinci kez baba oldum.
Oğlum Kayra'm ile birlikte artık dört kişilik bir aile olduk.

Yaşamış olduğumuz süreci belki farklı vesilelerle, farklı bir başlık altında yazarım ama şimdilik sadece mutluluğumu paylaşarak bu satırları kısa tutmak istiyorum.

Artık iki oğul babasıyım.
Ve çok mutluyum.

Hoşgeldin oğlum.

1 Haziran 2015 Pazartesi

Sarışın Merakı

Okula gitmeye başladığından beri, oğlum, daha önce biraz endişe duyduğumuz çekingenliğini epey attı üzerinden. Daha önce yaşıtlarının yanına yaklaşmaya çekinir, ne yaptıklarını uzaktan seyretmekle yetinirdi. Biri elinden bir şey almaya kalksa hemen bırakır, uzaklaşırdı. Okula gitmeye başladığı sene başından beri, yaşıtlarını artık beraber oyun oynayacağı arkadaşları olarak algılamaya başladı. Hatta üç yaşında olmasına rağmen çapkınlıklara bile başladı.

Anlaşılan o ki, oğlum da babası çocukken olduğu gibi sarışınlardan hoşlanıyor. Çocukluğumun geçtiği Adana, 'sarışın' kavramına en uzak şehirlerden biridir. Adana kızları deyince, "kara kuru" kızlar akla gelir. O kadar abartılı değildir gerçi, hatta annem esmer olmasına rağmen öz dayılarım bile sarışın yeşil gözlü adamlardı. Büyük dayımın kızı da sarışındır. Ama genele vurduğunuzda, Adana kızı saçıyla, teniyle esmerdir. Ben çocukken, genç kızlar arasında sahte sarışın olma merakı da bugünkü kadar fazla değildi. Sarı saçlı bir kız görme ihtimali çok çok düşüktü. En çok sarışın gördüğümüz yer televizyondaki yabancı filmler ya da müzik klipleri idi.

Sınıfta sarışın kız falan olmadığından, ortaokulda sarışına en yakın olan kıza aşık oldum. İki sene sonra okulumuza gerçekten sarışın, renkli gözlü, bembeyaz tenli bir kız geldi. Okul servisinde görür görmez ona da aşık oldum. 12-13 yaşındaydım ve o anı unutamam. Lisede de üniversitede de sarışınların etki alanına girdim. Yüksek lisans yaptığım İngiltere'de keyfime diyecek yoktu.

Sahte sarışındı, hatta renkli lens de kullanırdı ama kilolu olmasına rağmen ilk nişanlıma kendimi epey kaptırmıştım. İki gece kaldığım Finlandiya tam bir sarışın cennetiydi. Yirmili yaşlarımda bekar olarak gittiğimde Helsinki kızlarından o kadar etkilenmiştim ki, bir yüksek lisans da orada yapayım diye üniversite bile araştırmıştım.

Sonuçta İstanbul'da çalıştığım işe devam etmem gerektiğine karar vermiştim ve tekrar Türk kızlarına kalmıştım ama hiç hesapta yokken gidip Japon bir kızla evlendim. Ve muhtemelen hiçbir sarışınla bu kadar mutlu olamazdım. Yine de nerede sarışın görsem alıcı gözle bakıp süzmeden edemem.

Oğlum bu huyunu anlaşılan benden almış. Sınıfında Deniz isminde sarışın bir kız varmış. Her fırsatta onu sevdiğini söylüyor. Yeni gördüğü sarışın bir kızın ismini öğrenene kadar kıza da 'Deniz Gibi' diye hitap ediyor. Aşağıda paylaştığım videodaki kızın ismi İdil. Geçenlerde parkta karşılaştı ve peşinden hiç ayrılmadı. Sürekli onunla oynadı. Eve dönünce de onu sevdiğini söyledi. Böylece biz de anladık ki, Deniz'i değil, gördüğü her sarışını seviyor bizimki. Ancak görüntülere dikkatli bakınız. Oğlumun ne kadar nazik, centilmen bir çocuk olduğunu göreceksiniz. Sanırım bu huyunu da rahmetli babamdan almış. Birçok yönüyle bana babamı hatırlatıyor.


Sonraki gün tekrar parka gittiğimizde yine yaşıtı bir kıza takılıp bize, bak Deniz var orada, diye seslendi. Kızın annesine durumu açıklarken öğrendim ki, o kızın adı gerçekten Denizmiş. Biraz daha laflayınca kızın, sınıf arkadaşı Deniz olduğu da anlaşıldı. Böylece gerçek Deniz ile de müşerref olduk. Deniz Gibi, dememesi tesadüf değilmiş yani. Parkta geçirdiğimiz süre boyunca Deniz'in yanından ayrılmayan ve sürekli onunla oynayan oğlumun sarışın merakı bakalım ne zamana kadar devam edecek.

23 Mayıs 2015 Cumartesi

Veli Toplantısı

Bugün hayatımda ilk defa bir veli toplantısına veli olarak katıldım. Gayet eğlenceliymiş meğer. Oysa veli toplantıları öğrencilik hayatımın en kabuslu organizasyonları olmuştur. Üç yaşına henüz girmiş olan oğlumun anaokulundaki veli toplantısına geçmeden önce, yeri gelmişken biraz eskiye dönüp o kabuslu günlerimden bahsedeyim.

Epey haylaz bir çocuktum. Okulda, sokakta, sınıfta, evde rahat durmazdım. Şimdilerde bu tip çocuklara hiperaktif deyip davranışlarına yön vererek eğitmeye çalışıyorlar. Ama eskiden yaramaz deyip oturtmaya ve susturmaya çalışırlardı. Hayatında hocaları, ailesi, akrabaları, kısaca çevresindeki tüm büyükleri tarafından benim kadar suçlanan bir çocuk olmuş mudur bilmem. En azından ben görmedim. O kadar ki, evinde bir eşyasının kırık olduğunu fark eden komşumuz annemi arayıp, Mutlu bugün bizim eve hiç girmiş mi biliyor musun, diye sorduğu olmuştur (gerçek örnektir). Üzerimdeki suçlanma korkusu öyle bir duruma gelmişti ki, annem misafirleriyle konuşurken kötü bir olaydan bahsedilse benden bileceklerini zannederek odama kaçar, Beethoven dinlerdim.

Haylazlığımın, ya da bana ithaf edildiği sıfatla yaramazlığımın yanı sıra ders notları süper bir öğrenci de değildim. Bu da aile ve okul büyüklerim tarafından sevilmememin bir başka sebebiydi. Benden bir iki yaş küçük bir akrabam vardı, kız 10 alamayıp 9 aldığı için bühüüeeee diye göz yaşlarına boğulur, aman da ne şirinmiş, kıyamam da kıyamam falan diye herkesin sevgisini toplardı. Ben de özellikle on beşten önceki yaşlarımda sürekli olarak bunlarla kıyaslanmaya mahkum olurdum. Üniversiteye sınav kazanarak girip 3.67 not ile (4'lük sistemde) başarı bursu aldıktan sonra üstüne bir de yüksek lisansı tamamlayıp yüksek mühendis çıkınca, annem nihayet sorunun kendisi, hocalar ve başka çevresel etkenlerde olabileceğini kabullenir olmuştu.

Uzatmayayım, geleyim veli toplantılarına. Cem Yılmaz'ın filmlerinden birindeki espri ile ifade edecek olursam, öncesi ve sonrası itibarı ile veli toplantılarının benim için kurgusu şu şekildeydi:

Önce hocalar Mutlu'ya, sonra annesi Mutlu'ya, sonra herkes Mutlu'ya.

Annemin bir veli toplantısından dönüp de, filanca hoca senin hakkında şöyle güzel şeyler söyledi, dediğini hatırlamam. Hocalar sırayla benim için veryansın edermiş, annem de ağzını açıp, peki siz hocaları olarak bu durumu düzeltmek için ne yapıyorsunuz, diye sormazmış. Eve gelir hırsını benden çıkarırdı. Okulda da evde de beni savunan kimse olmayınca, dayanamayıp karşılık verme ihtiyacı duyar, hocalara bile diklendiğim olurdu. Bu sefer de, sen hocana karşı mı geliyorsun, niye söz dinlemiyorsun, seni disiplin kuruluna veririm, ceza yersen üniversitede yurtlara kabul edilmezsin, vb, tehditlerle susturulurdum. Tabi veli toplantıları sonrası bunlar da bana evde faiziyle geri dönerdi.

Sonraki senelerde memleket öyle bir hal aldı ki, veliler hocalara, o kadar para ödüyoruz siz ne işe yarıyorsunuz, diye hesap sorar oldular. Hocalar veliler karşısında ezilir oldu. Bu durumu savunacak değilim. İşin bu kadarı hayasızlık ve edepsizlikten başka bir şey değil ve geleceğin vasıfsız insanlarını yetiştiren sistemin altyapısını oluşturuyor. Bu tür insanlar, Hababam Sınıfı filminde Mahmut Hoca'nın "..benim kanımca tembel çocuk, hatalı çocuk yoktur. Hatalı ve suçlu ana baba vardır.." tiradından anlayacak insanlar da değildir. Ancak ben diğer şekilden çok çektim ve şimdi burada yazmayacağım şeyler yaşadım. Şu kadarını söyleyeyim, çocukken evde benim yediğim lafları AKP İnönü'ye söylememiştir. Okuldakiler evi bilmez, evdekiler okulu anlamazdı. Buluştukları ortak nokta suçlunun ben olduğum idi. Sanki herkes işinin ehli uzman doktor, ben de tedaviye cevap vermeyen hastaydım.

Bu konuda yazabileceğim çok şey var ama yazmaya kalksam buraya sığdıramam. Eksik nokta kalmasın desem, bir kitapta ancak toplayabilirim. Ve emin olun abartmıyorum. Bu yüzden ben esas konuya tekrar döneyim.

Oğlumun okuluna eşimle beraber gittik. Veliler toplantısı için okul bahçesinde çocukların yaptığı resimler ve el işleri sergileniyordu. Böylece, öğretmenlerle konuşma sırası gelene kadar bahçede bu sergiyi gezip diğer veliler ile konuşabileceğimiz sosyal bir ortam yaratılmıştı. Sergiyi gezerken, farklı ülke kültürlerinin temalarının kullanıldığı çalışmalar da yapılmış olduğunu gördük. Eşimin Japon olması sebebiyle bizim için en ilginçleri Japonya temalı olanlardı. Benim daha önce bir yazımda kullandığım Koinobori (ilgili yazı: Koinobori) ve Noh Maskeleri çalışmalarını görmek eşimi ayrıca mutlu etti.

Her defasında bir öğrencinin veli ya da velileri ile baş başa olmak üzere öğretmenlerle odalarında onar dakikalık konuşmalar yapılıyordu. Bu şekilde oğlumun okuldaki durumu, davranışları, paylaşımı, katılımı gibi konularda bilgiler aldık. Olumsuz sayılabilecek konularda öğretmenlerin okul içinde neler yapıyor olduğunu öğrenmemizin yanı sıra bizim de ailesi olarak evde neler yapabileceğimizi sorguladık.

Sonuçta bu Veli Toplantısı denen şey o kadar korkulacak bir şey değilmiş. Adettendir deyip, veli toplantısı sonrası eve dönünce oğluma bağırıp çağırmak veya dövmek istemek gibi bir hissiyata da kapılmadım. Gerçi henüz ortaokul döneminde olmadığı için bunları iyi günlerimiz olarak niteleyip, o zaman gelince görürsünüz, diyen olur mu bilmem. Yine de, okuyarak edindiğimiz bilgileri, yaşayarak edindiğimiz deneyimlerle harmanlayıp, kendisi de öğretmen olan eşimle beraber çocuklarımızı iyi yetiştirebilmek için çaba harcayacağız. Tüm anne babaların bu çabalarının sonunda, evlatlarını güzel insanlar olarak yetiştirmiş oldukları günleri görmelerini dilerim.

20 Mayıs 2015 Çarşamba

Oğlumun Üçüncü Yaş Günü

Oğlumun üçüncü yaş günü, sadece en sevdiğim varlığın doğduğu günün yıldönümü değil, aynı zamanda çok sevdiğim eşimin anne oluşunun ve benim baba oluşumun da üçüncü yıldönümü. Saymaya kalksam, annemin babaanne oluşundan başlarım, hem benim hem eşimin ailesinden bir çok kişinin teyzeler, dedeler, vs oluşlarının da yıldönümleri olduğunu yazarım. Bir çocuğun doğum günü tüm aile fertleri için ne kadar da anlamlı ve özel bir gün aslında. Tesadüf bu ya, oğlumun yaş günü bu sene bir de sene anneler gününe denk geldi.

Arkadaşlarımızla beraber bir parti yapmaya heveslenmiştik ancak eşimin şu anki hamileliğindeki sıkıntılar ertelememizi gerektirdi. Üç senedir, şöyle özel bir yer tutup, dostlarımızı ve akrabalarımızı çağırıp parti havasında bir kutlama yapma isteğimizi bu sene de gerçekleştiremedik. Yine de oğlumun bu sefer daha şanslı olduğunu söyleyebilirim çünkü bu sene iki kez kutlama yapıldı. Birincisi 8 Mayıs'ta, birkaç aydır oğlumun gitmekte olduğu anaokulda yapıldı. Anne-baba olarak bizim katılmamıza izin yoktu. Ancak fotoğrafları görebiliyoruz ve gördüğümüz kadarıyla gayet güzel, şirin bir parti olmuş. Oğlumun yaşıtı sınıf arkadaşları ve sınıf öğretmeni, eşimin yapmış olduğu güzel pasta eşliğinde bir kutlama yapmışlar ve oğluma güzel hediyeler vermişler. Burada eşim için de birkaç kelime yazmazsam büyük haksızlık etmiş olurum. Eşim, iki gün öncesinde o pastayı evde ilk kez hazırlamıştı ve böylece öncelikle denemesini yapmıştı. Titizlikle hazırlayıp eksiğini, fazlasını ölçmüş ve doğum günü partisi için tekrar yapmıştı. İkinciden tek lokma bile yiyemedik ama beni çeşnicibaşı olarak kullandığı ilk pasta bile gayet güzeldi.

İkinci kutlamayı, Adana'dan gelen annemin ve çok sevdiğimiz iki komşumuzun katılımıyla evde yaptık. Bu sefer pastayı dışarıdan almaya karar vermiştik ama anneler gününe denk gelen pazar günü pastanelerde pastalar kapışılmıştı. Bunun üzerine, katılımla aynı sayıda tek porsiyonluk farklı farklı pastalar aldık. Mum üflendikten sonra hepimiz istediğimiz pastayı seçip afiyetle yedik. Oğlumun yaşamının ilk üç senesini böylece geride bıraktık ve sonraki yaşlarını güzellikler içinde geçirmesi dileklerimizle yaşamımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz.


20 Nisan 2015 Pazartesi

Patron Şirketleri Kurumsal Kimlik Kazanabilir Mi?

Patron şirketlerinin, kurumsal olduklarını iddia etmek gibi bir özellikleri vardır. Elbette benim gibi 15 yıllık iş hayatı deneyimine sahip kişiler için bu konuda anlatılabilecek çok şey vardır ama ben, bu yazıyı yazmak istememi sağlayan son olay çerçevesinde konuyu ele almak istiyorum. Böylece hem yazıyı bir makale kalıbından kısmen uzak tutmayı hem de okuyuculara bu deneyimden kendileri için bir fikir çıkarabilmelerini amaçlıyorum.

Sene başında işten ayrılınca, daha önce planladığım şeyleri geçekleştirmek için bir fırsat yakaladığımı düşünerek bunları gerçekleştirmeye ağırlık verdim. Yine de tatmin edici bir teklif gelirse değerlendirebileceğimi göz ardı etmeden açık bir kapı bıraktım. Bu bağlamda müracaatlarım ve görüşmelerim oldu. Nasıl sonuçlanacakları şu anki hayat düzenimi ve planlarımı fazla etkilemeyeceği için görüşmelerimde çok rahatım ve karşımdaki insanları ve şirketleri daha kolay değerlendirebilme şansına sahip oluyorum.

En son görüşme yaptığım şirket 25 kişilik bir patron şirketiydi. Toplam üç kez çağırdılar, altı kişiyle dört ayrı iş görüşmesi yaptım. Bu altı kişinin en çok vurguladıkları konu şirketin "küçük olmasına rağmen son derece kurumsal" olduğu idi. Bunu değişik örnekler vererek desteklemek istediler. Örneğin, her şeyin yazılı olduğunu belirttiler. 

Şimdi sürecin kısa bir özetini vereyim ve şirketin ne kadar kurumsal olduğu değerlendirmesini size bırakayım.

Sırasıyla, yaptığım dört görüşme ve görüştüğüm altı kişinin unvanları şöyle: 
1- İK ve Finans Müdürü + Satış ve Pazarlama Grup Müdürü 
2- Genel Müdür + Genel Müdür Vekili
3- CEO
4- CFO. 
Unvanlara göre bir hiyerarşi kurmayı deneyin. Şirketin 25 kişi olduğunu unutmayın. 6 kişi ile yani şirketin %24'ü ile iş görüşmesi yapmış olduğumu da göz ardı etmeyin.

İlk görüşme çok olumlu geçti. Aracı olan İK şirketi de bana bu yönde geribildirim verdi ve ikinci görüşme ayarlandı. Bu görüşme de çok olumlu geçti. Hatta son aşamada, istemiş olduğum ücretin pazarlığını bile yaptık. Ertesi gün aracı İK şirketi durumun çok olumlu olduğunu, CEO ve CFO ile de tanıştırılmak istendiğimi iletti. Onu da kabul ettim. Bu arada, olumlu olarak nitelendirirken bunun tek taraflı değil karşılıklı olduğunun altını çizmek isterim. Görüştüğüm kişilerin yaklaşımları, tavırları ve samimiyetlerinden hoşlanmıştım ve onlarla çalışabileceğime kanaat getirmiştim. 

Ta ki CEO ve CFO resme dahil olana kadar.

Karı-koca kurdukları şirkette yönetim kurulu üyesi/CFO ve yönetim kurulu başkanı/CEO sıfatlarıyla her ikisiyle de aynı gün ayrı ayrı görüştüm. (Bu bağlamda aile şirketi nitelemesini yapmak da yanlış olmayacaktır). İki görüşmenin toplamı diğerlerinin her birinden daha kısa sürdü. Önce CEO olan bey geldi ve CV'mi görünce beni niye seçmeyebileceğini izah etti. Patron olarak kendisinin kağıtta bizzat gördükleri, maaş ödediği müdürlerin edindiği fikirlerden daha önemli. O çıktıktan sonra CFO olan hanım geldi ve kimseden bilgi almamış gibi sil baştan iş görüşmesine başladı, özgeçmişim üzerinden geçip 'niye öyle', 'niye böyle' soruları sordu. Kendisi biraz daha insaflı davranıp müdürlerinin benim hakkımda "çok güzel" şeyler ilettiğini söyledi. "Ama" diye başlayan ikinci bir cümle ekleyecek gibiydi, sustu. 

Detayları anlatmayayım ama özet olarak demeye çalıştıkları şey şu idi: Biz patronlar olarak aslında başkasında karar kıldık ama seninle görüşenler seni çok beğenmişler. Onlara seni istemediğimizi söylemenin meşru zeminini oluşturmak için de mecburen seni tekrar çağırmamız lazımdı.

Son görüşmeden iki gün sonra aracı İK firması fikrimi destekleyen şu bilgiyi gönderdi: "CEO ile tanışan bir diğer aday" tercih edilmiş. Patronların her dediği olan "son derece kurumsal" şirketle yaptığım süreç böylece son buldu. Fırsatım olsaydı işe alım sürecinin bu şekilde olduğu da yazılı mı diye sormak isterdim. 

Şimdi bir empati yapın: Genel müdürsünüz. Açık bir pozisyon var. Pozisyonun yöneticisi kendi ekibi için birini seçiyor, İK bu kişiye onay veriyor. Bir görüşme de siz yapıyorsunuz ve siz de onay veriyorsunuz. Teklif aşamasına geçilmesi gerekirken patronlar gelip hayır o olmasın şu olsun diyor. Ve siz de hâlâ kendinizi o şirketin Genel Müdürü sanıyorsunuz! Ekibinizden birinden memnun olmayıp işten çıkarmak isteseniz ve patron kalsın dese mecburen onunla çalışacaksınız. Peki bu halde onu yönetebilecek misiniz veya kendi motivasyonunuzu koruyabilecek misiniz? Unvanınız var yetkiniz yok.

Güven sorunu, patron şirketlerinin bir başka tipik özelliği. Bir genel müdürün iki veya daha alt mevkideki bir işe alıma onay verirken, bir de patronlar baksın demesinde bir güvensizlik vardır. Veya genel müdürün onayladığı işe alım için patronların bir de biz bakalım demesinde bir güvensizlik vardır. Yani ya müdürlerin özgüven eksikliği, ya da patronların karşı güven eksikliği vardır.

Bu kadar yazının sonunda sizlerde "kedi ulaşamadığı ciğere mundar der" izlenimi yaratmış olmak istemem. Hatta bunu algıyı yıkmak için sürecin olumsuz sona ermesinin bende hayal kırıklığı yarattığını söyleyebilirim. Çünkü CEO ve CFO dışında konuştuğum dört kişi için de dürüst, işlerinin ehli, samimi ve birlikte çalışmaktan zevk alacağım insanlar olduğuna kanaat getirmiştim. Demek ki, ben de boş bulunup kurumsal olduklarına kendileri kadar inanmışım.

Madalyonun bir de öteki yüzü var. Birçok arkadaşımdan duyduğum kadarıyla, küçük şirketlerin gitgide kurumsal kimliğe bürünmesi süreci de çalışan memnuniyetinde olumsuz etkiler yaratıyormuş. Ancak biz bunun değerlendirmesini yapmayı kendilerine bırakalım ya da tecrübe etmeyi bekleyelim.

4 Nisan 2015 Cumartesi

UKİM Yolculuğu

Kayınvalidemin Japonya'dan gönderdiği kargo yine gümrüğe takılmış. Dört ay önce de aynı sorunla karşılaşmıştık ve Uluslararsı Kargo İşleme Merkezi'ne (UKİM) bizzat gidip almam gerekmişti. İki gün önce gidip aldığım dahil, her ikisinde de gümrüğe aykırı bir şey bulamadan olduğu gibi teslim etmişlerdi. Yani alıkonulmasını gerektirecek hiçbir sebep olmadığı için adresimize teslim etmeleri gereken her iki gönderiyi de keyiflerine göre elde tutup beni ve benimle aynı durumdaki birçok kişiyi büyük bir zahmete sokup kıymetli zamanımızı çaldılar. Üstelik sorunsuz olsun diye daha fazla para ödenip EMS ile gönderildiğinden içindekiler kontrol edilip, etikete yazılıp öyle yollanabilmişken. Bu ülkede, kamuda veya özelde insanlara hizmet etmeyi meslek edinmiş hemen herkes eziyet etmekten başka bir iş görmüyor. Kabiliyetleri zaten yok, eğitimleri de düzgün verilmiyor, bir de hataları ödüllendirilince kasıtlı yapmak için daha da cesaretleniyorlar.

İkinci kez deneyimlediğim için yolculuğumu biraz eğlenceli geçirmek istedim. Bunun için ilk şart araba kullanmamaktı. Elime kitabımı, kalemimi ve küçük not defterimi alıp yola koyuldum. Yer yer kitap okudum, yer yer etrafımı gözlemleyip kağıda aktardım. Aşağıda yazdıklarım işte bunlardan ibarettir.

Öğlen saat on ikide evden çıktığımda UKİM'in açılış saati olan bir buçukta orada olacağımı düşünmüştüm. Apartmanın bahçe kapısından yola çıkıp Bağdat Caddesi'ne yürüdüm. Göztepe ışıklardan sarı dolmuşa binip metrobüse gittim. Dolmuşa bindiğim yerde polisler titiz bir arama yapıyorlardı. Birkaç gündür ülkece yaşadığımız kepazelikler ve terör olayları sonrası önlemler artırılmış izlenimi veriliyor diye hissettim. Polis yeleklerinin altındaki giysilerin sivil olması dikkat çekiciydi. Üniformalı olan yoktu. Çok sayıda aracı durdurmuşlardı ve polislerden biri yol ortasında adımlayıp, bir elinde telsizle konuşurken diğer eliyle durmasını istediği araçlara işaret yapıyordu. İşin ilginç tarafı, savcımızın şehit edildiği Çağlayan Adliyesi'nin yanından metrobüsle geçerken etrafta hiç polis göremedim. Akşam haberlerde polisin bir bayan avukatı yerlerde sürüklediğini okuyunca anlaşıldı ki tüm polisler meğer binanın içine dalmışlar!

On ikiyi yirmi geçe metrobüsteydim. Dolmuştan inip metrobüs durağına gitmek için iki yüz metre kadar yürümek gerekiyor. Bunun gibi tüm geçitlerde, sokaklarda, kapı önlerinde ilerinizde bir yerde biri sigara içer ve saldığı duman mutlaka size ulaşır. Açık havada yürürken temiz nefes solumaya hasret kalırsınız. Bu Toplumsal Virüsler ile maalesef gün boyu hemen her yerde karşılaştım.

Söğütlüçeşme durağı metrobüsün Anadolu yakasındaki ilk kalkış yeri olduğu için rahat bir yer. Aracın içinde oturacak bir koltuk kolayca bulabilirsiniz. Bulamasanız bile bir sonraki hemen gelir, ona binersiniz. Ben ilk gelene bindim ve boş yer çok olmasına rağmen dışarıda beklemeye devam edenler hâlâ vardı. Bindiğim taşıt, koltukları yarı yarıya boş kalktı. Rahat bir yer derken bu kadarını ben de anlayamadım doğrusu. Uzunçayır'da çoğu öğrenci olmak üzere binenlerle aracın içinde ayakta yer bulmak bile zorlaşmıştı. Acıbadem'de iyice tıkış tıkış oldu. Hatta Altunizade'de durakta beklemeye devam etmek zorunda kalanlar bile oldu.

Yirmi dakika kadar bir sürede vardığım Zincirlikuyu'da aktarma yaptığım metrobüste de boş bir yer bulabildim. Sağ ön bölümde karşılıklı ikişer koltuğu olan yerde gidiş yönündeki cam kenarına oturdum. Parfüm kokularını fazlasıyla hissettiğim hafif kilolu bir kız soluma oturdu. Her halinden öğrenci olduğu anlaşılan bu genç kız, saçlarıyla, kotuyla, montuyla, çantasıyla, hatta gözlüğünün kemik çerçevesiyle baştan aşağı siyahlar içindeydi. Ucuz bir marka olmadığını düşündüğüm parfümünün ağırlığına hiç de uygun bir imajı yoktu. Bir ara kokunun başkasından geliyor olduğunu bile düşündüm ama sonra ondan geldiğine emin oldum. Karşımda üniversite öğrencisi başka bir genç kız oturuyordu. Yanımdakine göre daha minyondu, hem vücut ölçüleri hem de yüz şekli ve ifadesi olarak. En azından göze (ve buruna) tezat gelen bir şey yoktu. Arka taraftakileri göremiyordum ama araç içinde kitap okuyan sanırım sadece o ve ben vardık. Bu da ister istemez karşılıklı bir etkileşim yarattı. Bir ara, kızın arkasında ters yöne bakan koltuklar ile arada kalan boş bölüme bir oğlan çıkıp yerleşti. Bu durum kızı rahatsız etmişti ki arkasını dönüp neler olduğuna bakmak zorunda kaldı. Yüzünü tekrar elindeki kitaba çevirirken bana baktı. Bakışları elbette bu rahatsızlığını anlatmıştı ve ben de bunu anlamıştım. Ona boş vermesini söyledim. Ağızdan çıkmayan kelimelerle bu kısa konuşmayı yapıp tekrar kitaplarımızı okumaya koyulduk. Okmeydanı durağına yaklaşırken okumayı bıraktı ve pencereden dışarıyı seyre koyuldu. Bir sonraki Halıcıoğlu durağında indi. Gri ince bir mont giymişti, uzun saçları kapüşonunun üstünü örtüyordu, siyah kotun altına beyaz spor ayakkabılar giymişti, çıkışa doğru yürürken kahverengi çantasını sırtına yerleştiriyordu ki araç hareket etti. Sonrasında karşıma nasıl biri oturduğuna dikkat etmedim ama siyahlar içindeki yanımdaki kızın, önce konuşup sonra sürekli mesajlaştığı telefonun kırmızı kılıflı olduğunu fark ettim.

Zeytinburnu'nda inip dar ve uzun bir üst geçitten, elbette Toplumsal Virüslerin dumanlarından kaçmaya çalışarak geçip tramvaya bindim. Metrobüs aktarması yaptıktan sonraki her durakta türbanlıların sayısı artmıştı. Tramvay durakları geride kaldıkça daha da arttı. Hatta kara çarşaflılar da belirmeye başladı. Onlardan biri yakınımda ayakta duruyordu. Yirmili yaşlarının başındaydı, peçesizdi, makyajsız ve çirkindi, çerçevesiz kalın camlı gözlük takıyordu, inceltilmemiş kalın siyah kaşları giysisinin bir uzantısı gibi duruyordu, koyu haki yeşil deriden bir omuz çantası vardı, bağcıklı spor ayakkabılar giyiyordu. Bir ara telefonda konuştu. Hemcinsi ve yaşıtı biriyle konuştuğu belliydi. Epey güldü. Sonra birden "Namaza gidicen mi? Hastaysan gitme bak!" diyerek tekrar güldü. Benden önce, duraklardan birinde indi. Ben de o iki cümleyi düşündüm. Namaza gitmek mi, namazı kılmak mı? Bayan olduklarına göre cuma namazı gibi bir şart da yok. Yani topluca kılmaya gittikleri kendilerine özgü bir "namaz" türü olmaması lazım. Okuduğum kitaplardan aklıma gelen bilgilerle kafamda o kadar çok şey harmanlayıp o kadar değişik sonuçlara vardım ki, burada bu satırlara aktarmaya kalksam ana konuyu iyice kaybedeceğim. Sadece, bazı insanlar için namazın ibadet olmaktan çıkartılıp mensubu oldukları cemiyetlerce tatbik edilen bir kuttörene dönüştürüldüğünü tahmin ettiğimle yetineyim.

Tramvayın en tatlı insanları ellili yaşlardaki üç bayandı. İşaret diliyle konuşuyorlardı. Saçları açık, ucuz giysileri ve kuaför görmemiş saçlarıyla geçim sıkıntısı içinde oldukları belliydi. Yani ülkenin hemen tüm engellileriyle aynı kaderi paylaştıkları anlaşılıyordu. Tüm gün karşılaştığım insanlar içinde en çok konuşan ve hiç sesleri çıkmayan tek insanlardı. Onları seyredip anlamaya çalıştım. İçlerinden biri işaret parmağıyla şakağına dokunup aynı eliyle ampul çevirme işareti yaptı. Birisinden "deli" diye bahsettikleri kesindi. Anladığım tek şey bu oldu. Düşünüyorum da, böyle işaret diliyle konuşmak telefon tuşlamasıyla konuşmaktan kesinlikle daha sosyaldir; hatta belki daha engelsizdir. Güneştepe'de de onlar indiler.

Tramvay'ın son durağı Bağcılar'da inip meydana kadar yürüdüm. Metroya binmek için yer seviyesinden epey aşağı inmek gerekiyor. Yürüyen merdivenle inecek olursanız altı kez kullanmak zorundasınız. İki kat inip asansörlerle eksi dörde basarak da trene ulaşabilirsiniz. Bir durak sonraki Kirazlı'ya geçtiğim tren de oldukça boştu. Yan vagonda karşılıklı oturan dörtlü bir grup vardı. Birisi uzunca bir sakal bırakmıştı. Bir diğeri tespih çekiyordu. Sakal ve bıyıklarındaki seyrek ve ince tüylerden yirmili yaşların başlarında oldukları anlaşılıyordu. Eğilince yüzlerini örten ve kendilerine bir de hırsız, katil tipi veren değişik markalarda spor kasketleri vardı. Görür görmez İŞİD teröristleri oldukları kolayca akla gelebilirdi. Her halleriyle, gelin bizi tutuklayın, diye bağırıyorlardı. Ama bu ülkede temiz yüzlü, eli kitap, cetvel tutan öğrenciler daha çok şüpheli ve suçlu muamelesi görüyor. Elimdeki kitap, kalem ve not defteriyle ben bile trendeki diğer herkesten daha şüpheli bulunabilirdim. Konuştukları dilin Türkçe olup olmadığını anlamak için yanlarına kadar gidip ayakta durdum, kitabı açıp satırlar üzerinde göz gezdirmeye başladım. Konuşmaları trenin gürültüsünde hiç anlaşılmıyordu. Hiçbir Türkçe kelime seçemedim. Tespih çekmekte olanın benden rahatsız olduğunu anlayınca da daha fazla yaklaşmadım. Sadece sakallı olan yanındakiyle konuşuyordu, varlığımı fark ettiğini anladım ama tespihli olanın aksine umursamadan konuşmaya devam etti.

Kirazlı'dan M3 metro hattına geçtim. İkitelli Sanayi'deki UKİM'e ulaştığımda saat ikiyi geçiyordu. Neyse ki, paketi alırken fazla vakit kaybettirmediler. Şüphelenip alıkoymalarına sebep olan kutunun içeriğini söyleyeyim: kurabiyeler, şekerlemeler, patates cipsleri, eşim ve oğlum için toplam beş adet diş fırçası. Maazallah bir patlasa İstanbul'un yarısı havaya uçardı! Benden önceki kişilerin paketlerinden, satmak için getirttikleri belli olan düzinelerce güneş gözlüğü çıktığını görmeseydim, görevlilerin gerçekten rastgele kutu seçtiklerini düşünecektim. Fazla söylenmeden paketi alıp ayrıldım.

Dönüşte tekrar aynı yolu takip ettim. Aslında tramvayla Kabataş'a kadar gidip vapurla Kadıköy'e geçmeyi düşünüyordum ama yer yer arabalarla aynı yolu kullanan tramvay gerçekten çok ağır ilerliyordu.

Kirazlı'ya giderken bindiğim metroda iki bayanın arasına oturdum. Sol yanımda bir öğrenci kız, elinde kalem, üst üste attığı bacaklarının üzerine yerleştirdiği ders notlarına eğilmiş harıl harıl çalışıyordu. Sınava az zamanı kalmış da her fırsatı değerlendirmek ister gibi bir hali vardı. Sağımda kara çarşaflı bir kadın vardı. Onun tam karşısında da kocası olduğu anlaşılan, altmış yaşlarında, sakallı, takkeli, cübbeli bir adam oturuyordu. Benden mi yoksa kitap okumamdan mı bilmem, kadın yanımda biraz huzursuz oldu. Kitap okuduğum için suç işliyorum gibi bakıyordu. Hatta kitabı kapatıp not yazmak için defteri üzerine koyduğumda dua eder gibi bir şeyler mırıldanmaya başladı. (Yazdıklarımı okuması imkansız çünkü kendi geliştirdiğim bir alfabe kullanıyorum). Okuduğum kitabın yazarı olan Umberto Eco adı büyük harflerle kapakta yazıyordu. Yazarı tanımadığına adım gibi eminim, dolayısıyla rahatsızlığının sebebi o olamaz. Ama kitabın adı Prag Mezarlığı. Bunu görünce mezarlıklı falan kitaplar okuyan birinin gelip yanına oturmasından dehşete düşüp bildiği duaları sıralamaya başlamıştır diye düşünüyorum. Dualarla beraber benimkinden önceki durakta indiler, ben de dikkatimi kitaba verdim biraz.

Kirazlı'da indiğimde solumda oturan kızın arkasından ilerler buldum kendimi. Siyah saçları omuzlarının bir karış altına kadar uzanıyordu. Kahverengi deri ceketi ve çalıştığı ders notlarını içine sığdırdığı aynı renkte çantası vardı. 1.70'e yakın boyu vardı, biraz etine dolgundu ama kalçası nispeten öyle değildi. Bacaklarını sımsıkı saran lacivert kotu kalçasında bollaşıyordu. Beyaz şeritli açık mavi spor ayakkabılar giymişti. Kirazlı-Bağcılar arasında bir durak için bindiğim trene aynı kapıdan girdik. Benden şüphelenmesin diye tekrar yanına oturmadım. Bir sonraki vagona geçtim. Ama o da Bağcılar'da inince ister istemez tekrar arkasında ilerler buldum kendimi. Aynı asansörü kullanmak durumunda kaldık, böylece yüzünü de yakından görebildim. Atom taşından yapılma, küçük küpeler takıyordu ve esmer tenine yakışıyordu. Ucu biraz yukarıda, küçük, zarif bir burnu, ince dudakları, lekesiz ve pürüzsüz bir cildi vardı. Yüzünün ince güzelliğine daha uygun, narin bir vücut taşımalıydı diye düşünmeden edemedim. Zeytin karası gözleri ve zeki bakışları vardı. Göz göze gelmedik ama ona bakıyor olduğumu anlamıştır diye tahmin ediyorum. Asansöre sonra bindiğim için ben önce indim. Yürüyen merdivenin basamağında durup yukarıya çıkarılmayı beklerken o solumdan geçip çıkışını sürdürdü. Böylece yine arkasında kaldım. Tramvaya da binseydi artık kesin kendisini takip eden bir sapık olduğumu düşünebilirdi ama o, çarşının içine doğru yürürken ben farklı yoldan tramvay durağına yöneldim.

Tıpkı giderken olduğu gibi dönerken de türbanlıların çokluğu dikkat çekiciydi. Hem tramvay içinde, hem de dışarıda. Hele Yavuz Selim-Soğanlı durakları arasında yanından geçtiğimiz bir parktakilerin tamamı türbanlı kadınlardı. Tramvayda yan yana oturan iki kadın sözleşmiş gibi ellerini karınlarının üzerine koymuş, sol elleriyle sağ bileklerini tutuyorlardı. İki sıra arkasında aynı şekilde oturan bir de adam vardı. Etrafta biraz daha göz gezdirdim ama dördüncü birini bulamadım.

Üç buçukta bindiğim Metrobüste iki şekilde şanslıydım. Hem kalabalık olmasına rağmen hemen yanımdaki koltuk boşaldı, hem de araç Zincirlikuyu'da aktarma yapmadan yola devam etti. Böylece yolun tamamına yakınında ayakta kalmadım. Söğütlüçeşme'den Göztepe'ye bu sefer yukarıdan gittim. Hangisi olursa olsun her pedal basışları ve dümen kırışları birer cinayete teşebbüs olan şoförlerin kullandığı mavi minibüslerden biriyle günün son araç yolculuğunu yaptım. Koşturmadan fırsat bulamadığım öğle yemeğimi evimize çok yakın olan dönercide yedim. Evde eşimi zamansız bir zahmete sokmak istememiştim. Açlıktan mı bilmem, ikram edilen küçük acı biber turşularından yedi tane yedim. İçecek olarak da acılı şalgam söyleyince dönercidekiler afallamıştır herhalde. Ancak tüm o acılar günün yorgunluğunu üzerimden silip iyice ayılmama sebep oldu. İçeriğe uygun şekilde ifade edecek olursam, tam anlamıyla "ateşledi" diyebilirim.

Bakkal alışverişini de yapıp evden içeri girdiğimde saat beşi birkaç dakika geçiyordu. Eğer arabayla gitseydim belki bir ya da bir buçuk saat daha erken gelebilirdim. Ama trafik stresi ömürden eksilttiği için toplam hayat süresinde daha kârlı olduğumu düşünüyorum. Toplumsal Virüslerin dumanlarının etkilerini saymazsak tabi. Oğlum öğlen uykusundan uyanmıştı. Günün yorgunluğunu bir de ona sarılarak attım. UKİM'de el yordamıyla karıştırarak baktıkları kutuyu evde tamamen boşalttık. Kayınvalidem sağolsun beni de düşünüp Japonya'da en sevdiğim parmak cipslerden on kutu göndermiş. 'Cagariko' isimli bu cipsler biranın yanında mükemmel gidiyor. E bize de öyle yapmak düşüyor.