25 Ağustos 2013 Pazar

Dan Brown'ın Dante Kitabı

İnsanlık bir yüzyıl daha hayatta kalamayacak.

Bu sözler Dan Brown'ın son kitabı Cehennem'in ana vurgusunu oluşturuyor. Ancak yeni bitirdiğim kitapta yer alan bu sözleri, bildiğim kadarıyla ilk dile getiren kişi Stephen Hawking olmuştu. Hawking, olayı farklı bir açıdan ele alarak, insanlığın kurtuluşunun dünyayı terk etmekte olduğunu açıklamıştı. Hawking şöyle diyor:
"İnsan ırkı uzaya taşınmadığı sürece gelecek yüzyılda soyu tükenecektir."
Hawking, şunu da ekliyor:
"Geleceğimiz uzaydadır."

İnsan ırkının kurtuluşunun başka gezene taşınmakta olduğunu söyleyen Hawking'in benzer ifadelerine Yaşar Nuri Öztürk de Küresel Afetler isimli kitabında yer vermişti. 2008 senesinde ilk basımı gerçekleşen kitapta, Öztürk, ilahiyatçı kimliği ile Kur'an'da kıyamet alametlerinden biri olarak yer alan Dabbetül Arz'ın Hawking'in ta kendisi olduğu yorumunu yapıyor.(s.131)

Kitaplarını hep aynı kurgu içinde yazan Dan Brown, yeni kitabında da bu uygulamasını değiştirmemiş: Erkek bir başkahraman, ona yardım eden bir kadın, kısa bir zaman dilimi içine sıkıştırılmış koşturmaca, kovalayanlardan kaçarken çözülmesi gereken bilmeceler, sırlar, vs. Kitabı elime aldığımda hem buna kendimi hazırlamış olduğum için hem de konu gerçekten sürükleyici olduğu için neredeyse yarısına kadar soluksuz okudum. Kitabın tanıtımı yapılırken, bazı olayların Türkiye'de geçtiği reklam edilmişti. Ama yarıya gelmeme rağmen Türkiye'den hiçbir bahis yoktu. Aynı kurguda yazılmış olmasının üzerine bu beklentim de yerine gelmeyince son yarısına geçerken okumaya biraz ara verdim. Ancak tekrar elime aldığımda, sürükleyiciliğine tekrar kapılıp kitabı severek tamamladım.


Romanın kahramanı Robert Langdon'ın bulması gereken her şey çözmesi gereken bir bilmece olarak veriliyor. Yazar, bilmece için sizi önce yönlendiriyor ama sonuçta farklı bir çözüme ulaştırıyor. Çoğu ilginç ve heyecan verici olmasına rağmen, bu pek olmamış, dedirten yerler de var. Örneğin, Langdon ve arkadaşı bir eserin üzerinde bir kelime keşfediyor, kelime bir anlam ifade etmiyor, sonra o kelimeyi oradan silmeleri gerektiğini anlayıp siliyorlar, kazı-kazan misali bu sefer anlamlı bir kelime ortaya çıkıyor, ama o da tek başına bir anlam ifade etmiyor, bir de bakıyorlar ki kelimenin sağında ve solunda başka kelimeler de var, biraz daha silince ortaya bir cümle çıkıyor, bakıyorlar ki olacak gibi değil bütün yüzeyi siliyorlar ve ortaya bir şiir çıkıyor, ve nihayet bu şiirle başka bir yere doğru yola çıkıyorlar. Ya da -kitabı henüz okumayanlara içerikten alıntı yapmadan mecazî örneklemeyle söyleyeyim-, romanın kahramanına bir tavuk veriliyor, adam hangi kümes olduğunu bulmaya çalışırken tavuk yumurtluyor, ipucunun aslında yumurta olduğu anlaşılınca kümeslerden vazgeçip restoranlara bakmaya başlıyor, en nihayet kendini pastanede bulup bilmeceyi çözüyor. Yazarın muhteşem eseri Da Vinçi Şifresi'nde benzer bir hisse kapılmamıştım. Belki de yazarın eserlerine ben çok fazla alıştım.

Kitabın adı olan Cehennem, Dante'nin ünlü eseri İlahi Komedya'dan alınmış. Dante ve eseri ve bu eserden ilham alınarak yaratılmış birçok eser, kitabın bilmecelerinin dayanak noktalarını oluşturuyor. Yazar, kendisine de ilham kaynağı olan bu esere olan saygısını kitabın önsözünde belirterek diğer örneklere de değiniyor. Türkiye'de eserin varlığının farkedilmesi ve ona gösterilen ilginin artmasının nedenlerinin başında ise 1995 yapımı Yedi (orj. 'Seven') filmi geliyor. Ancak Dante ve eseri hakkında birçok kişinin bilmediği bazı şeyler var. Şimdi bir alt başlıkla bunlara değineyim:

İlahi Komedya Hakkında

İlahi Komedya'da, Hz.Muhammed'in ve Hz.Ali'nin cehennemin en aşağı seviyelerinde yer aldığını kaçınız biliyordur?

Dante, eserinde peygamberimiz Hz.Muhammed'i cehennemin en alt kademelerinde gösterir. 'Sakatlanma' cezalarının verildiği Anlaşmazlık Ekenler (İng: 'Sowers of Discrod') bölümüne ulaşan Dante'ye ve rehberi Virgil'e, Hz.Muhammed'in yarılmış karnından kalbi görünmekte, bağırsakları bacaklarına kadar sarkmaktadır! Ayrıca 'oğlu' olarak bahsedilen Hz.Ali'nin yüzü, perçeminden çenesine kadar yarılmıştır (Cehennem, kanto 28). Cehaletini sanatına yansıtan Dante, peygamberimizi ve gerçekten de oğul gibi gördüğü Hz.Ali'yi bu cezalara layık görürken, büyük komutan Selahaddin Eyyubi de Dante'nin kininden payını alır.

Bilindiği gibi Katolik Kilisesi, Kudüs'ü fetheden Selahaddin'e karşı bir haçlı ordusu düzenlemiş, ordunun başına da 'Aslan Yürekli' diye lakap takılan İngiliz kralı Richard'ı getirmişti. Selahaddin, aslancığın ordusunu bozguna uğratmakla kalmamış, Richard dahil yaralı Hristiyan askerleri tedavi ettirip öyle ülkelerine göndermişti. Hatta bir rivayete göre Richard'ı bizzat kendisi tedavi etmiştir ve Richard döndüğünde Müslümanlardan insanlık öğrendim, demiştir. Bu durum elbette bozguna uğramış Hristiyanları daha da öfkelendirmiş, Dante de bu kinini eserine yansıtmıştır.


Eserde, Selahaddin'le aynı kaderi paylaşanlar arasında İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd de bulunmaktadır. Ancak bu bölümde Dante, bu kişilerin yeteneklerine bir saygı belirtisi göstermekle birlikte Hristiyan olmamalarını ön plana çıkarmakta ve cehennemin aynı bölümüne vaftiz olmadan ölen bebekleri de koymaktadır (Cehennem, kanto 4). Bilindiği gibi, Hristiyanlara göre her insan üzerine yapışmış bir günahla doğar. Hristiyanlar, Adem ve Havva'nın yasak meyveden yiyip dünyaya gönderilerek cezalandırılmalarına sebebiyet veren günahı tüm yeni doğanların taşıyor olduklarına inanırlar. Bundan kurtulmanın yolu da vaftiz edilmektir. Dante'ye göre, vaftiz edilme fırsatı bulamadan ölmüş bir bebek bile cehennemi boylamayı hak etmiştir. Şunu da belirtmek gerekir ki vaftiz, Hristiyanlığa sonradan sokulmuştur. Kelimenin kendisi de uygulaması gibi Yunan kökenlidir. Vaftiz olanların en ünlüsü Aşil'dir. Ölümsüz olması için Styx nehrinde 'vaftiz' edilen Aşil'in sadece bir topuğu suyla temas etmemiş ve bu yüzden oradan aldığı yarayla ölmüştür.

Ek bilgiler vermeyi bir yana bırakıp Dante'ye ve eserine dönelim.
Yukarıdaki cahillikleri sergileyen Dante'nin hakkını da teslim etmemiz gerekir. İçinde bulunduğu ortam, edindiği yanlış bilgiler, eserinde yedi ölümsüz günahtan biri olarak gösterdiği Gurur'una yenik düşmesi ve diğer pek çok etken sebebiyle başta peygamberimiz olmak üzere pek çok önemli şahsiyeti cehennemi hak etmişler olarak gösteren Dante, çok sevdiği Floransa'dan sürgün edilmek pahasına doğruluğuna inanmadığı yönetimin karşısında yer almıştır. Üstelik bu yönetim, dönemin papası tarafından destek alıyor olması sebebiyle Dante'nin bir anlamda papaya da karşı çıktığını gösterir. Karşı çıktığı yönetim onu sahtekarlık, gayrı resmî kazanç gibi suçlardan sürgün eder. Suçlarını kabul edip, kongre önünde sadece çuval giymiş olarak toplum tarafından aşağılanma cezasına razı geldiği takdirde Floransa'ya geri dönebileceği izni verilmesine rağmen buna riayet etmez. Sadece bunlarla bile saygı gösterilmeyi hak eder Dante. Ayrıca onun şu sözlerini hiç kimse tamamen gerçek dışı olarak niteleyemez: "Cehennemin en karanlık bölümleri, ahlâkî kriz dönemlerinde tarafsız kalmayı tercih edenler için ayrılmıştır." İlahi Komedya, içeriğindeki gerçek dışılıklar bir tarafa konduğunda, modern İtalyancanın temelini oluşturduğu tarih ve bilim önünde kabul edilmiştir.
---

Dan Brown'ın kitabına tekrar dönecek olursak..
Türkiye hakkında ilk bahis, Venedik'teki birçok hazinenin Haçlı seferleri sırasında İstanbul'dan yağmalanmış olduğu gerçeğini belirtilerek geçiyor. Ancak beni en çok memnun eden ise şu sözlerdi: "Eski ABD başkanı JF Kennedy, yıkılmış imparatorluğun küllerinden Türkiye Cumhuriyetini kuran Kemal Atatürk'ün büyük bir hayranıydı." İstanbul'un farklı insanlarını tasvir ederken onların ve şehrin çağdaş yüzlerini ön plana çıkarması da takdire değerdi. İlginç bilgilerden biri de, Sultanahmet Camii minarelerinin, Walt Disney'in ünlü masalı Külkedisi'ndeki şatonun çizimine ilham kaynağı olmasıydı. Dünyadaki tüm Disneylandlara inşa edilmiş olan bu şato, Disney Şatosu adıyla Disneylandların sembolü haline gelmiş durumdadır.
 

Yazarın ülkemiz ve kültürümüz hakkında olumlu yorumlarla verdiği bilgilerin gurur verici olmasının yanı sıra, bu gibi ilişkilendirmelerle yaptığı anlatımlar da, -kitaplarının dünyanın en çok okunanları olduğu göz önüne alındığında- ülkemize olan ilginin artmasına ve önyargıların olumlu yöne çevrilmesine yardımcı olacaktır. Ancak -umarız kasıtlı değildir- yanıldığı yerler de var. Bu sebeple yazara bir uyarıda bulunalım: Türkler Arap fistanı giymezler. Giyenler de burkalı kadınlarla birlikte klasik müzik konserlerine gitmezler. Kitabın bir bölümünde yer alan bu saçmalığı, yazarın sonraki olaya zemin hazırlamak için yazdığını belirtelim. Ama Arap turistlere atıf yapsaydı daha doğru olacaktı. Bu durumu bir hayal kırıklığı olarak not ediyoruz.

Genel olarak değerlendirdiğimizde, kitabın çok iyi bir eser olduğunu söyleyebiliriz. Yazarın önceki kitabı Kayıp Sembol'den çok daha iyi kurgulanmış, daha ilgi çekici ve sürükleyici. Da Vinçi Şifresi ayarında olmasa da Melekler Ve Şeytanlar ile boy ölçüşebilir. Okunmasını tavsiye ediyorum ve bu uzun yazımı sonuna kadar okuyabilmiş olanlara teşekkür ediyorum.

***
kaynaklar:
*http://www.telegraph.co.uk/science/space/7935505/Stephen-Hawking-mankind-must-move-to-outer-space-within-a-century.html
*İlahi Komedya, Dante
*Cehennem, Dan Brown
*Küresel Afetler, Y.N.Öztürk
*Vikipedi, Wikipedia
*http://www.terminartors.com/artworkprofile/Domenico_di_Michelino-Dante_and_the_Three_Kingdoms



12 Ağustos 2013 Pazartesi

Bayramda Sapanca

Oğlumun ilk havuz deneyimi düşündüğümden daha kolay, daha keyifli oldu.

Bayramın en sevmediğim, en çekindiğim yanı yolculuğa arabayla çıkmaktır. Zor bir yolculuğa katlanıp tatil yerine kazasız belasız ulaşabilirseniz, güzelce dinlenirsiniz, eğlenirsiniz, sonra dönüş yolculuğu eziyetine katlanmak zorunda kalırsınız.

Aslında tatile çıkmak gibi bir planımız yoktu ama şirketim arife gününü tam gün tatil ilan edince bir yerlere gitmek istedik. Ayarlamak için geç olduğundan gitmek istediğim Çeşme gibi yerler tamamen doluydu. Seçenekler azalınca Sapanca'da karar kıldık. Bayram dolayısıyla tavan yapmış olan fiyata katlanmak zorunda kalıp, Güral Spa Otel'de, arife gecesi ve ertesi gece olmak üzere iki gecelik yer ayırttık. Yola sabah çok erken çıkmamıza rağmen, hatta birçok şirkette sabah mesaileri olmasına rağmen 120 kilometrelik yolu tamamlamak üç saatten fazla sürdü. TEM yolunda adım adım ilerleyerek öğlene yakın bir saatte otele ulaştık.

Otel, ormanın tam ortasına inşa edilmiş, desem yeridir. Havuza bile ağaçların gölgesi altında giriyor, kuş cıvıltılarıyla uyanıyorsunuz. Odalar rahat, temiz. Havuz suyu iyonize edilerek temiz tutuluyor, klor kullanılmadığı için rahatsızlık yaratmıyor. Spa bölümünde hamam, sauna, Fin saunası, aromaterapi buhar odası, kapalı havuz, 'tepideryum' dinlenme odası ortak kullanıma açık. Yemekler çok çeşitli ve lezzetli. Yaş ortalaması yüksek ama ortak kullanım alanlarının hiçbiri kalabalık değil. Hatta çoğunu birçok kez bizden başka kimse yokken kullanma imkanı bulabildik.


Oğlumu ilk kez havuza girdirmek, eşim ve benim için heyecan vericiydi. İlk anlardaki endişemiz çabuk geçti. Eren'i simidinin içine yerleştirdikten sonra birlikte suya girdik. Belli belirsiz bir şaşkınlığın dışında bir tepki göstermedi; korkma, bağırma, ağlama, üşüme, titreme, kızma, sevinme, gülme yoktu. Sadece değişmeyen yüz ifadesiyle etrafı seyretti. O halinden şikayetçi olmayınca biz memnun olduk, birlikte yüzdük, resimler çektik. Artık simitsiz, kolluksuz ilk yüzeceği, ilk kulaçlarını atacağı zamanları bekliyoruz.



Otele öğlen civarı girip, odadan çıkış işlemlerini yaptıktan sonra da akşama kadar kalabildiğimiz için neredeyse üç günlük bir tatil oldu. Bayramın ilk günü olan cuma günü kimse yollara düşmediği için de dönüş yolculuğumuz çok rahat geçti. Hafta sonunu da evde dinlenerek geçirdik. Aynı yere tekrar gitmek isteyeceğimiz kesin gibi görünüyor. Özellikle, eğer tekrar Türkiye'ye gelme fırsatı bulurlarsa eşimin annesi ve babasını götürmek istiyorum. Tam onları sevebileceği bir yer.

6 Ağustos 2013 Salı

Hiroşima

Hiroşima'ya 2009 yılının Mart ayı sonunda gittiğim zaman bu kadar yeşil bir kentle karşılaşacağımı tahmin etmemiştim. Ama duygu dolu anlar yaşayacağımı biliyordum. Bloguma henüz başlamadan önce yapmış olduğum bu ziyareti yazmak için, atom bombası atılmasının yıldönümü olan bugünü tercih ettim.

Trenden inip dışarı çıktığınızda sizi ilk karşılayan bina, atom bombası atılan şehrin simgesi haline gelmiş olan, yarı yıkık 'A-Bomb Dome' (A-Bombası Kubbesi) olarak bilinen binadır. Sergilere ev sahipliği yapması için inşa edilmiş olan bu binanın kendisi bugün sergi halindedir. Bu binanın hemen yan tarafında beş kademeli bir anıt yer alır. Bu anıt, savaş döneminde hava saldırılarından kaynaklanan yangınların yayılmasını önlemek gibi çeşitli ihtiyaçların karşılanması için seferber edilen öğrencilerin anısına yapılmıştır. Çünkü seferber edilmiş olan 8400 öğrencinin 6300'ü atom bombası düştüğü gün ölmüştür.



Anma törenlerinin de yapıldığı Hiroşima Parkı geniş bir alan üzerinde kuruludur ve Hiroşima Müzesi bu park içinde yer alır. Müzeye girdiğim zaman alışageldiğimin dışında, hüzün ve dehşet yüklü bir ambiyans vardı. Sergilenenler ise tüyler ürperticiydi. Müzenin ilk salonunda Hiroşima'nın bomba atılmadan önceki ve hemen sonraki halleri maket olarak sergilenir. Bu terör gözler önüne serildikten sonra, bombadan etkilenmiş yüzlerce eşyayı ve resmi gözyaşlarınızı tutamayarak izlersiniz.




Müzede bulunan eşyalar arasında, bombanın atıldığı anı gösteren bir saat yer alır. Bu saat o an bir insanın kolundadır, sahibi ölmüştür ve saat o an durmuş, nihayet kendini müzede bulmuştur. Bombanın yaydığı sıcaklıkla eriyip birbirine geçmiş yemek kaseleri vardır. Bunlar o an bir evin mutfak rafındadır. Erimiş tren rayları, neredeyse kül haline gelmiş bir çocuk bisikleti, erimiş insan tırnakları, deriler, saçlar... Tüm bunların arasında ise beni en çok etkileyen Sadako Sasaki isimli kız için ayrılmış bölümdür.





Sadako

Hiroşima'nın benim için sembolü Sadako isimli kızdır. Beni en çok yaralayan onun hikayesidir çünkü. Atom bombası, yaşadığı şehre düştüğünde Sadako henüz 2 yaşındaymış. Nükleer etki vücudunda kendisini göstermeye başladığında ise 11 yaşında. Önce boynunda ve kulaklarının arkasında şişlikler oluşmuş, daha sonra da bacaklarında mor lekeler belirmiş. Küçük kıza lösemi teşhisi konmuş (atom bombası düştükten sonraki yıllarda özellikle çocuklarda ortaya çıktığı görülen lösemi hastalıklarının, bombanın radyasyon etkisinden kaynaklandığı 1950'li yılların başında kesinlik kazanmıştı).

Sadako, 1955 yılında hastanede tedavi altına alınır. Kendisini ziyarete gelen en yakın arkadaşı Çizuko, kağıt katlama sanatı origami ile kendisine kağıttan bir turna kuşu yapar. Eski bir Japon inanışına göre origami ile 1000 tane turna kuşu yapan bir kişinin dileği kabul olurmuş. Bu inançla iyileşmeyi dileyen Sadako 1000 tane turna kuşu yapmaya koyulur. Yeterli kağıt olmadığı için sağdan soldan topladığı tıbbi ambalaj kağıtlarını kullanır. Başka hastaların odalarına girerek onlara verilen hediyelerin paket kağıtlarını rica eder. Arkadaşı Çizuko da ona okuldan kağıt getirmektedir. Kardeşi ise yapmış olduğu her turnayı biriktirip asmaktadır. Ancak Sadako'nun durumu ağırlaşır ve henüz 644 tane yapabilmişken 12 yaşında hayata veda eder.

Amerika'nın 'Little Boy', yani Küçük Oğlan adını verdiği atom bombası, küçük bir kızın hayatını işte böyle elinden alır.

Hiroşima Müzesi'nde ve Hiroşima Parkı'nda, Sadako için ayrıca birer bölüm ayrılmış. Müzede, Sadako'nun kendisinin yapmış olduğu kağıttan turnalar da sergilenmekte. Parkta ise, kendisini elinde kağıttan bir turna tutarken gösteren heykelin yanı sıra, insanların 1000e tamamladığı kağıttan turnaları getirip bıraktığı bir anıt yer alır. 



Atom Bombası Neden Atıldı?

Cevap basit: masum insanlar ölsün diye.
Hiroşima, ABD terörünün en açık şekilde dünyanın gözleri önüne serildiği yerdir. Sadece ve sadece siviller hedef alınmıştır. ABD, terörünü perçinlemek ve tüm dünyaya duyurmak istercesine hemen üç gün sonra da Nagasaki'ye atom bombası atarak oradaki masum insanları da katletmiştir. Üst üste iki kere aynı katliamı yaptığı için kamu oyunu ve dünya tarihini 'kaza idi' diyerek kandıramayacağını bilen ABD, bu insanlık suçunu örtbas etmek için şu savunmayı yaptı: "savaşının sona ermesi için gerekliydi." Ancak ortaya çıkan belgeler bize gösteriyor ki, Mariana Adaları'nı kaybeden Japonya için, Almanya'nın Mayıs 1945'te teslim olmasıyla tüm gücünü Japonya'ya odaklayan Müttefikler karşısında savaş zaten kaybedilmişti. Müttefikler, Churchill'in de itiraf ettiği gibi, Japon imparatorunun teslim olmak için çareler aradığını, çözmüş oldukları haberleşme kodlarından biliyorlardı. Zira, hava kuvvetleri komutanı General Hap Arnold, haziran 1945'te savaşın ne zaman biteceğini sormuştu, çünkü B-29'ların komutanı General Curtis LeMay, Eylül ya da Ekim 1945 gibi bombalanacak bir hedef kalmayacağını kendisine rapor etmişti. Hatta genel kurmay başkanı Amiral Willaim Leahy, "Eylül 1944 başında, havadan ve denizden tamamen abluka altına alınmış olan Japonya'nın zaten savaşı neredeyse kaybetmiş olduğunu" yazmıştı. Ancak mesele şuydu: Müttefikler Japonya'nın 'koşulsuz' teslim olmasını istiyorlardı. Bu sorunu çözmek için de, zaten B-29'larla üzerlerine bomba yağdırdıkları şehirleri, daha az zahmetli bir yöntemle, atom bombasıyla yok etmek istemişlerdi. Ve bunu da 3 gün arayla iki kez yaptılar. Yani ABD bilerek ve isteyerek masum insanları katletti. ABD, sadece öldürmek istediği için o insanları öldürdü. Daha sonraki yıllarda katliamlarını Vietnam'da sürdürdü. Bugün ise Müslüman coğrafyada devam ettiriyor. Kendi halkı tarafından 'bebek katili' unvanı verilmiş dünyanın yegane askeridir ABD askeri.


Hiroşima'yı bir gün tekrar ziyaret edeceğim. Bunun yanı sıra henüz gitmediğim Nagasaki'yi de ziyaret listeme almış bulunmaktayım.

kaynaklar:
- "Hiroshima: Was it absolutely necessary?", Duo Long. http://www.spectacle.org/696/long.html
- Wikipedia
- Resimlerin tamamı kandi çektiklerimdir