29 Haziran 2012 Cuma

Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında


Yazı başlığı Haruki Murakami’nin yeni bitirdiğim kitabının adı.

Kendimi tarih, inceleme, araştırma kitaplarına vermiş olduğum son zamanlarda bana roman okumanın hazını tekrar hatırlatan bu kitabı bir günde bitirdim. Konu, 37 yaşında olan bir adam tarafından anlatılıyor ve tam da 37 yaşında olan kendimi özdeşleştirdiğim böylesi bir karaktere kitaplarda pek az rastlamışımdır. Hikayenin Japonya'da geçtiğine, adamın Japon olduğuna ve doğum tarihinin benden 25 sene önce olduğuna bakmayın; yaşananlar, hissedilenler, duygular, özlemler, hayal kırıklıkları kendimden fazlasıyla parçalar bulmama yetti. 



Özellikle Hacime'nin (karakterin adı) şu söylemi tam da benim şu an içinde bulunduğum durumu anlatır nitelikte:
Bir şey kötü gider ve bütün taşlar devrilir. Kendinizi kurtarmanın hiçbir yolu yoktur. Ta ki biri sizi çekip çıkarana kadar.
Son cümle olayların gelişimini açıklayan bir cümle. Yoksa Hacime'nin de -olması gerektiği gibi- birinin onu çıkarması beklentisi yoktu. Birinin sizin için bir şey yapmasını bekliyorsanız kişiliğinizi kaybetmişsinizdir. Ancak Hacime, kendisini birisi çekip çıkarana kadar olayları akışına bırakmıştı ve değiştirmek için bir çaba içinde değildi. Ama durumun benden farklı olan tarafı şu ki benim yaşadığım dünyada olayların hiçbiri akışına bırakınca akmıyor. Değiştirme çabaları ise çoğu zaman sonuçsuz kalıyor. Bu fark da esas olarak iki ülke arasındaki sistem  farkından kaynaklanıyor. 25 sene öncesi anlatılıyor olsa da..

Murakami, benim için önemli bir keşif oldu. Yıllar önce Dan Brown'ın Da Vinçi Kodu'nun anımsattığı ve sonrasında okuduğum başarısız bir kaç roman ile tekrar uzaklaştığım roman okuma hazını tekrar aldım. Diğer kitaplarını olumak için sabırsızlanıyorum.

22 Haziran 2012 Cuma

Zehirleyenlerin Saltanatı

Dünyanın en saçma sigara içilmesinin kısıtlanması uygulaması Türkiye'dedir. Bunun sebebi de "açık alan sınırlaması" denen ucu açık bir yasa çıkarılmasıdır.

Mesela bir pastaneden pasta almak istiyorsunuz. Pastanenin içine girmek için öncelikle kapısının önündeki alana yerleştirilmiş masalarda sigara içen engerek sürüsünün oluşturduğu duman bulutunun içinden geçmeniz gerekir. 

Mesela Starbucks'a gittiniz. İçeceğinizi, kekinizi vs. içeriye girip almanız lazım. O dumanı yemeden içeriye giremezsiniz. Pusetinde çocuğunuzla gelseniz bile kanser yaygınlaştırma misyonu sahibi olup oraya oturtulmaya şartlandırılmış Pavlov'un köpekleri gözünüzün yaşına bakmaz. Ya o çocuğu o dumandan geçireceksiniz ya da kekinizi, kahvenizi evinizde yapacaksınız. 

Bahar ve yaz aylarının keyfini en çok bu ağzı kokarca kıçına dönmüş insan suretli zehirli organizmalar sürerler. Çünkü tüm mekanların açık havaları onlara tahsis edilmiştir. Kafelerin, pastanelerin, restoranların en keyifli, en manzaralı, en güzel yerleri onlarındır. Hatta bunlar güneşe maruz kalmasınlar diye üstlerine bir de tente çekilir ki hem alan açık alan olmaktan çıksın hem de onlar, rahatça mevsimin tadını çıkarma gafletine düşmüş temiz ciğerli insanları daha kolay kanser edebilsin.

Yasa koyucu "günah benden gitti" diyebilmek adına mekanlara afiş zorunluluğu getirmiş. Denetleme yapmayıp cezayı uygulamayarak öbür dünyada bununla paçayı kurtaracaklar mı göreceğiz. Ama o afişi kanun gereği asıp masalara kültablası dizen uyanıklar (bu öğlen gittiğim yer gibi) paçayı kurtaramayacaklar. 

Yani bütün düzen zehir yayan mahlukların keyfine göre kurulmuş. Duman üretmiyorsanız keyfi de haketmiyorsunuz. 

Gelişmiş ülkeler demeyeceğim, ahlaklı toplumların yaşadığı ülkelerde şunu görürsünüz:
Mekanların sigara içilen yeri -varsa- mekanın en kapalı köşesinde bir odadır. İçmek isteyen kahvesini, yemeğini vs. alır oraya götürür, sigarasını da orada içer. Odada dumanı çeken bir havalandırma sistemi vardır, diğer insanlara zerresi ulaşmaz. Mekanların açık havaları, en güzel köşeleri sigara içilmeyen yerlerdir, nasılsa açık hava deseniz de içemezsiniz. Afiş yoktur çünkü içen ceza alacağını bilir ama cezayı düşünmezden önce ayıbın ne olduğunu bilir. Tamamen açık alanlarda bile sigara içme noktaları vardır, başka yerde içemezsiniz. 

Şimdi ben istemeyerek solumak zorunda bırakıldığım bu kanser dumanı yüzünden bu şahıslara hakkımı helal edecek miyim? Hayır, tam tersine şikayetçi olacağım, onlar da bunun bedelini ödeyecekler.

20 Haziran 2012 Çarşamba

Büyüteç

Büyütecin mucitleri kimlerdir?

Son zamanlarında babamın gözleri iyice görmez olmuştu. Artık her sabah okuduğu gazeteleri de okuyamıyor, annem ona okuyor o da dinliyordu. 2007 senesinde Japonya'ya ilk gittiğimde kayınpederimin de okumakta güçlük çektiğini ve geniş, dikdörtgen bir büyüteç yardımıyla okuduğunu gördüm. Babam için de benzer bir tane aldım ama gözlerindeki hastalık iyice ilerlediğinden dolayı bir faydası olmadı.

Geçenlerde çok güzel bir kitap bitirdim: Sinan Meydan'ın Son Truvalılar adlı kitabı bence mutlaka okunması gereken çok güzel bir tarih/araştıma kitabı. Kitapta bilimsel araştırmalara, arkeolojik bulgulara, filolojik tespitlere dayalı verilerle Truvalılar'ın Türklüğü, Anadolu'da sürdürmekte olduğumuz binlerce senelik Türk varlığı, hayranlığımın bir kat daha arttığı büyük Atatürk'ün çalışmaları ve öncülük ettiği çalışmalar, ve daha bir çok ilginç veriler yer alıyor. Tüm bilgiler ve bulgular Truvalıların Türk olduklarını kanıtlar nitelikte.

İlgimi çeken noktalardan biri de büyüteç ile ilgili bir bilgiydi. Truva'da kazılar yapmakta olan M.Korffmann 1994 yılında düğme büyüklüğünde saydam cisimler bulmuştu. Bunlar ilk tutanaklarda "değersiz cam düğme" olarak kaydedilmişti. Ancak daha sonraki tespitler bunların büyüteç olduklarını ortaya koymuştu. Bu veriler ve tarihsel sıralamalar büyütecin Truvalılar tarafından bulunduğunu gösteriyordu.

İnternette de biraz araştırdım ama herhangi bir yerde büyüteci Truvalılar'ın bulduğuna yöndelik başka bir kayda rastlamadım. Wikipedia'ya göre en erken bulgunun M.Ö. 424'te Aritophanes'in lensi olduğunu yazıyor. Ancak Truva kayıtlarında bulunan büyüteçlerin tarihlerinin daha eskiye dayalı olduğu anlaşılıyor.

Sonuç olarak, Truvalılar'ın da Türk olduklarını göz önüne aldığımızda büyütecin Türkler tarafından bulunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

12 Haziran 2012 Salı

Okayama

Yaklaşık bir senenin ardından oğlumu görebilmek için gittiğim Japonya’da, arkadaşım Chie ile tekrar buluşma fırsatı bularak daha önce görmediğim bir yere daha gitme imkanı buldum: Okayama.

Hızlı tren Shinkansen ile Nagoya’dan Okayama’ya ulaşmak 2 saatten daha kısa sürüyor. Imabari’den gelen Chie ile istasyonda buluşup Okayama’nın bir kasabası olan Kurashiki’ye geçtik ve böylece bu seferki Japonya seyahatimin tek gezisi başlamış oldu.

İlk durağımız, resim çekmenin maalesef yasak olduğu Ohara Sanat Müzesiydi. Bu müze Japonya'nın ilk Batı kaynaklı sanat müzesi olma özelliği taşıyor. Ziyaret edilebilecek dört ayrı bölümden olşan bu müzede hem Japon hem Batılı sanatçıların eserlerini yakından inceledik. Picasso’nun daha önce internette vs. görmediğim eserlerinin yanı sıra Monet, Matisse, Gauguin, Renouir’ın birkaç eserini de görme şansı buldum. Ancak benim ilgimi daha çok Japon sanatçıların eserleri çekti çünkü onların stili ve eserlerinde yansıttıkları konular görmeye alıştıklarımdan daha farklıydı.

Müze gezimizden sonra evleriyle ünlü olan Kurashiki sokaklarında dolaşmaya başladık. Bu evlerin bulunduğu bölge Kurashiki’nin içinde bir köy gibiydi. Çevresini söğütlerin süslediği nehrin kenarına inşa edilmiş olan bu evler, alışılagelmiş Japon evlerinden, beyaz cepheleri ve siyah kiremitleriyle farklılık kazanıyor. İnşa edildikleri dönemde pirinç, pamuk gibi malzemelerin depolanmasında kullanılmışlar. Bugün ise kafelerden, pastanelerden, restoranlardan ve mağazalardan oluşuyor.



Hem gündüz hem akşam saatlerinde aynı sokakları tekrar tekrar gezdik. Bu evlerin hemen yanında yer alan Kurashiki Ivy Square'i ziyaret ettik ve akşam yemeğimizi o bölgenin ünlü birası Doppo eşliğinde yedik.


Geceyi orada geçirdikten ve sabah kahvaltısından sonra tekrar Okayama’ya dönüp hayatımda gördüğüm en güzel yerlerden birini, Okayama Koraku-en’i ziyaret ettik. Japonya’nın Üç Büyük Bahçesi'nden biri olan Koraku-en 1700 senesinde Okayama Lord’u olan Ikeda Tsunamasa tarafından yaptırılmış ve 1863’te çağdaş bir görünüme ulaşmış. 1950 öncesine kadar sellerden ve İkinci Dünya Savaşı döneminde bombalamalardan etkilenmesine rağmen kültürel mirasların korunması çabalarıyla restore edilerek günümüze kadar ziyarete açık durumda kalmış.



Koraku-en’de geleneksel Japon düğün kıyafetleri içinde yürüyüş yapan, resim çektiren yeni gelin ve damatlara rastlamak mümkün. Zamanın kaybolduğu bu huzur dolu yerin hemen her köşesine adım atmaya çalıştım. Resimlediklerim arasında manzaranın içine yerleştirmeye çalıştığım bu gelin-damatların yanı sıra birbirinin üzerine çıkarak ziyaretçilerin attığı yemleri kapmaya çalışan rengarenk göl balıkları koiler, Okayama Kalesi, daha önce hiç görmediğim kadar büyük olduğu için önce kuş zannedip bir dala konduğu zaman ne olduğunu anladığım siyah bir kelebek de vardı.



Bu güzel gezinin sonunda, Chie’yi uğurladığım Okayama İstasyonu’ndaki mağazalarda eve dönmeden önce biraz daha gezip alışveriş yaptım. Bu bölge shiromomo dedikleri beyaz şeftalisiyle ünlü. Bu şeftalilerin tanesi 2000 Yen, yani yaklaşık 50 TL! İnsanda neyi varmış bunun da bu kadar pahalıymış diye merak ve alma isteği uyandıran bu şeftaliyi almamak için kendimi zor tuttum ve eve götürmek üzere aromasından yapılan lokum benzeri tatlılardan (mochi) aldım. Ayrıca yine orada meşhur olan, mochi benzeri bir başka tatlı kibi dangodan da bir paket aldım. Ve nihayet eve dönerek bu yıl Japonya'da yapma fırsatı bulduğum tek gezimi noktalamış oldum.

-Kibi dango'nun ilginç bir efsanesi var. Bu efsaneyi ayrı bir başlıkta yazdım: Kibi-dango

Kibi-dango

Okayama gezimi anlattığım ve orada bahsettiğim Kibi-dango isimli tatlının hikayesini anlatmaya çalışayım.

Kibi-dango, akdarı unundan yapılan bir Japon tatlısı. Yani pirinç unu kullanılarak yapılan mochi'nin, akdarı unu kullanılarak yapılmasıyla elde edilen tatlıya verilen isim diyebiliriz.

Kibi dango'nun, içinde beyaz şeftalinin de geçtiği efsanesi kısaca şöyle:

Okayama’da bir zamanlar yaşlı bir karı-koca yaşarmış. Yaşlı adam her gün dağlara çıkıp odun keser, yaşlı kadın da nehirde çamaşır yıkarmış. Bir gün yaşlı kadın nehirde çamaşır yıkarken akıntıyla birlikte büyük bir şeftali gelmiş. Şeftali çok lezzetli görünüyormuş ve kadın kocasıyla birlikte yemek için eve götürmeye karar vermiş. Şeftaliyi kestiklerinde ise bir de ne görsünler! İçinden bir oğlan çocuğu çıkmış!


Çocuğa Momotaro adını vermişler. (Momotaro, Japonca’da Şeftali Oğlanı demek). Yaşlı çift Momotaro’yu güçlü bir delikanlı olarak büyütmüş ve bir gün Momotaro yaşadıkları toprakları talan etmekte olan canavarları öldürmek üzere Canavar Adası’na gitmeye karar vermiş. Yaşlı kadın ona yolculukta yemesi için kibi-dango hazırlamış. Momotaro’ya yolda bir maymun, bir köpek ve bir de sülün katılmış. Momotaro da onlara canavarlarla yapacağı savaşta yardım etmelerine karşılık kibi-dango vermiş.

Adaya ulaştıklarında sur kapılarının kilitli olduğunu görmüşler. Sülün uçarak içeriye girip anahtarları bulmuş ve böylece herkes içeri girebilmiş. Canavarlarla yaptıkları savaşta sülün onların gözlerini gagalamış, köpek bacaklarını ısırmış, maymun da sırtlarına çıkıp pençelemiş. Canavarlar nihayet yenilgiyi kabul ederek af dilemişler ve tüm hazinelerini vermişler. Zaferle evine dönen Momotaro ailesiyle mutlu bir hayat sürmüş.

1 Haziran 2012 Cuma

Kulak Doktoru

Aylardır çekmekte olduğum sol kulağımdaki duyma sorunu için dört ayrı doktor gezdim. Sonuncusuna bugün Japonya'da gittim.

Sorunun ayrıntısına girmeyeyim ve doktorlarda nelerle karşılaştığımı yazayım.

1. Acıbadem, Bağdat Cd.
Anlattım, anlamadım ama bir bakalım, dedi. Baktı baktı, sorun görünmüyor, dedi. Kulak çöpü kullanma, dedi, kulağıma merhem sürüp gönderdi.

2. Florence Nightingale, Kızıltoprak
Anlattım, anlamadım ama bir bakalım, dedi. Baktı baktı, sorun görünmüyor, dedi. Duyma testi yapıldı, sorun çıkmadı. Cımbızla kulak zarımdaki tüyleri temizledi, gönderdi.

3. Florence Nightingale, Kızıltoprak (başka doktor)
Anlattım, o da anlamadı. O da baktı sorun bulamadı. Kulaklarımı oksjenli suyla temizledi, gönderdi.

4. Murai Hastanesi, Tsu/Japonya
Doktor hanım Japon, ben Türk. Haliyle aynı dili konuşmuyoruz, eşim tercümanlık yaptı. Anlattım, anladı.!!. İlk on dakika sadece dinledi, soru sordu ve not aldı. Kısa bir duyma testi yaptı, sorunu tespit etti, anlattı.

Koklea bölgesinde düzensiz kan dolaşımı olduğunu, stres, düzensiz uyuma, iyi dinlenememe gibi sebeplerin -ki bende hepsi var- bunu ortaya çıkardığını, bunları düzene sokmam gerektiğini, çok kötü durumda olmadığım için ilaç yazmak istemediğini ama istersem yazabileceğini söyledi.

Hemen çözülecek bir şey olmadığını öğrenmenin hayal kırıklığı ve ne olduğunu nihayet anlamış olmanın rahatlığı ile eve döndüm. Üzerimdeki stres ve kızgınlık kolay geçecek gibi değil, düzenli uyuma desen zaten ona bağlı, dinlenme desen keza. Artık oğlumla birlikte olacağım zamanların mümkün olduğunca tadını çıkararak hafifletmeye çalışacağım.