29 Nisan 2014 Salı

Nagoya Kalesi

Eşimin doğup büyüdüğü ve gittiğimiz zaman kaldığımız evinin bulunduğu Tsu () şehrine en yakın büyük şehir olan Nagoya (名古屋), Japonya'nın en sık ziyaret ettiğim şehridir. Gerek alışveriş, gerekse gezmek için birçok kez gittiğim bu şehrin simgelerinden biri olan Nagoya Kalesi'ni, daha önce 18 Temmuz 2011'de eşimle birlikte gittiğim ilk seferden sonra, bu kez iki yaşındaki oğlumuzla beraber, kiraz çiçeklerinin açtığı dönemde yani sakura döneminde tekrar ziyaret ettik.

1 Nisan 2014'te yapmış olduğumuz gezi hakkındaki bu yazım, bazı tarihsel bilgiler eklemeyi de gerekli görmemden dolayı tahminimden biraz daha uzun oldu. Bu tarihsel bilgileri araştırırken epeyi vakit harcadım çünkü bu satırlara eklerken, gezi yazısı kalıbının dışına fazla çıkmamak adına, önemli, ilginç ve ilişkili olan verileri ortaya çıkarmak için daha çok bilgiye ulaşmam ve bunlar arasından seçim yapmam gerekti. Fotoğrafları seçip düzenlemem de ayrıca vakit aldı ama o, işin nispeten daha keyifli yanıydı.

Başlayalım..
Nagoya Kalesi (名古屋城, orj. Nagoya Jõ[1], Japon tarihinin en önemli Şogunlarından, yani hükümdarlarından biri olan Ieyasu Tokugawa'nın (徳川 家康) emriyle inşa edilir. Tokugawa (1543-1616), Japonya'yı birleştiren üç büyük generalin üçüncüsüdür. Kendisinin adıyla anılan Tokugawa Barışı dönemi 260 yıl sürer ve bu barış döneminde, o güne kadar asıl işi savaşmak olan samuray sınıfı, sanat, felsefe veya bürokrasiye adım atar. Tokugawa Şogunları Dönemi olarak da bilinen bu iki buçuk asırlık dönemde Japonya, Avrupalı misyonerlere kapılarını kapatır, kendisini dış dünyadan soyutlayarak özgün kültürünü geliştirir. Bahçe düzenleme başta olmak üzere, edebiyat, resim, çay seremonisi, çiçek düzenleme, tiyatro gibi güzel sanat alanları ile tercümesi 'savaşçının yolu' olan Bushido (武士道, ok.Buşido) savaş sanatında mükemmelliğin arandığı devir böylece başlar. Nagoya Kalesi'nin kurucusu olan Ieyasu Tokugawa, böylece, sadece Japon tarihinin değil, bugüne kadar yaşatılmakta olan Japon kültürünün de önemli öncülerinden biri durumundadır. [2]

1610 yılında inşasına başlanan kalenin kullanımı 1620 yılında, yani I.Tokugawa'nın ölümünden sonra başlar. İnşasında kullanılan sistemler, kendisinden sonra yapılacak olan kalelere de örnek teşkil eder. Çivi kullanılmadan, yapboz misali birbirlerine geçirilerek sabitlenen kirişler ve kolonlar, hayranlık uyandırıcı tasarımlarla işlenmiş ve kalenin bugünkü sergi alanlarından birinde ziyaretçilerin de bu montajı yapabilmesi için örneklenerek denemeye açılmıştır. Kalenin simgesi durumunda olan iki altın yunus heykeli, kuzey ve güney kısımlar olmak üzere ana kule çatısının iki köşesinde yer alır. Görünüm itibarıyla ejderhayı daha çok andıran ve Kinshachi (金鯱, ok.Kinşaçi) adı verilen bu yunusların, su meydana çıkartarak kaleyi yangından koruyan tılsımlar olduğuna inanılmıştır. Ancak tüm tarihini halk katliamları üzerine oturtmuş olan ABD'nin 1945'te Nagoya şehrine düzenlediği hava saldırısı ile kale yanar ve büyük ölçüde zarar görür. Kale, sonraki senelerde baştan inşa edilir. Japonya'nın kuzeyinden güneyine, doğusundan batısına hangi şehrine giderseniz gidin, hangi tarihî yapıyı ziyaret ederseniz edin, birçoğu için "2. Dünya Savaşı'nda hava saldırısıyla yıkılıp filanca tarihte tekrar inşa edilmiştir" yazar.

Hori Nehri'nin (堀川[3] yanında bulunan Nagoya Kalesi, tüm Japon kalelerinde olduğu gibi, yontulmuş taşlar üzerine oturtulur. Kullanıldığı dönemde bu taş duvarlar su dolu bir kanalı çevreler ve böylece kale korumasında ek bir güvenlik oluşturulur. Bu büyük taşların üzerinde, onların yapımını üstlenmiş olan Daimyo Lordlarının, yani feodal hükümdarların [4] imzaları bugün de görülebilir durumdadır. Taşların en ünlüsü ise hiç kuşkusuz Kiyomasa Taşıdır. Adını, Kato Kiyomasa isimli feodal hükümdardan alan bu devasa taşı görünce, o zamanki imkanlarla nasıl taşınabilmiş olduğuna dair fikir yürütmek bir hayli güç ve bir o kadar da hayranlık vericidir.

Bir bodrum ve yedi üst katı olan kalenin, altıncı katı hariç tüm katları gezilebilir durumda. Bu katlarda sergilenen tarihî, sanatsal eserlerin yanı sıra, o dönemi yansıtan maketler ve animasyonlar bulunmakta. Eski samuraylara ait zırhlar, kılıçlar, silahlar, duvar süslemeleri, çizimler, paralar sergilenen eserler arasında. Beşinci katta bulunan büyük bir Kinshachi maketiyle resim çektirebilir, yukarıda bahsettiğim devasa taşların insan gücüyle nasıl taşınmış olduğunu betimleyen maketi hareket ettirebilirsiniz.

Ana kulenin en üst katının dört yanında bulunan pencerelerden çevreyi 360 derece görmek mümkün. Böylece, kullanıldığı dönemin en yüksek mevkisi olduğu düşünülünce, kalenin inşasına stratejik açıdan ne kadar önem verilmiş olduğu da bir kez daha ortaya çıkar. Bu katta ayrıca hatıra eşyaları satılıyor. Benzer eşyaların satıldığı bir başka mağaza da kalenin avlusunda bulunuyor. Bu avluda, 2013'te ziyarete açılmış olan, yani bizim de yeni gördüğümüz Hommaru Sarayı'nın, sadece küçük bir bölümü gezilebilir durumda. İlk olarak 1615'te inşa edilmiş olan ve mimarisiyle sayılı şaheserler arasında yer etmiş olan yapı, kalenin ana binasıyla birlikte 1930'da millî servet olarak işaret edilmiş, ne var ki ABD bombardımanıyla tamamen yanmıştır. Restorasyon çalışmaları, daha doğrusu yeniden yapımı devam eden ve 30 odasıyla 3100 metrekarelik bir alanı kaplayacak olan Hommaru Sarayı'nın, 2018'de tamamlanması planlanıyor. Yani bize, Nagoya Kalesi'ni o tarihte tekrar ziyaret etmek görünüyor.

Avlunun en çok insan toplayan bir başka yeri, yeşil çaylı dondurma satan küçük dükkan. Dükkan değil de kulübe desek bile yeridir çünkü içine iki kişi zar zor sığıyor ve bu iki kişi, uzun bir kuyruk oluşturan müşteri kalabalığına dondurma yetiştirmeye çalışıyor. Dondurmanızı alıp, görkemli kiraz ağacının altındaki banklardan birine oturup afiyetle ve huzur içinde yiyerek dinlenebilirsiniz.

Kalenin etrafı parklarla, bahçelerle çevrili. Zaten Japonya'da tarihî bir yapıyı, hatta herhangi bir yeri süslemek için binaların kullanıldığı falan aklınıza gelmesin; ağaçlar, çiçekler ve su gelsin. Temmuz 2011'de gittiğimde, etraf, ağaçların yeşiliyle örtülüydü. Bu sefer, sakura dönemi olması dolayısıyla, bu yeşil örtüye pembe renkler de eklenmişti. Kalenin çevresini saran bu alanlar üç bölümden oluşuyor: Ninomaru, Ofukemaru ve Nishinomaru (ok.Nişinomaru). Bu bölümlerin her biri, bahçelerin yanı sıra, geleneksel çay evlerini, müzeleri ve sergileri de içinde barındırıyor. Ayrıca, Ofukemaru'da bulunan ahşap atölyesinde, restorasyonu devam etmekte olan Hommaru Sarayı'nın malzemeleri üretiliyor ve ziyarete açık tutuluyor. Yani Japon yetkililer kale ziyaretini, sadece tarihî bir yeri görüp gitmiş olmak üzere değil, dolu dolu hatıralarla ve hislerle geçirilecek koca bir gün olması için büyük çaba harcamışlar. İşte biz de böyle bir günü geride bırakarak, akşam saatlerinde evimizin yolunu tuttuk.
________________________________________________________________________________
[1] Resmî sitesi: http://www.nagoyajo.city.nagoya.jp/13_english/
[2] Ana kaynak: Dönüm Noktalarıyla Japon Tarihi Samuraylar Çağı, Erdal Küçükyalçın.
[3] Hori Nehri, tarihi 1610 yılına dayanan el yapımı bir kanaldır. Şehre gemilerle mal getirilmesi amacıyla açılmıştır ve halk tarafından Ana Nehir olarak adlandırılmıştır.
[4] Ieyasu Tokugawa, Nagoya Kalesi'nin yapımı için 20 daimyo hükümdarını görevlendirmiştir.

17 Nisan 2014 Perşembe

Osaka Kaiyukan

Osaka Kaiyukan (海遊館) [1], bugüne kadar olan Japonya seyahatlerimde gitmiş olduğum dördüncü akvaryum idi. Daha önce de blogumda yer verdiğim akvaryumların [2] en ilginci değildi ama hepsinde olduğu gibi onu da diğerlerinden farklı yapan bir özelliği vardı. Kaiyukan akvaryumunu diğerlerinden ayıran ve ününün asıl kaynağı ise balina köpekbalığı olarak bilinen Rhincodon Typus türünü içinde barındırmasıdır.

Osaka'ya asıl gitme sebebimiz, orada yaşayan ve eşimin eski arkadaşı olan Rie'yle buluşmak idi. Daha önce İstanbul'da da buluştuğumuz ve evimizde misafir ettiğimiz Rie, oğlumuz için de ilginç olacağı düşüncesiyle gezmek için Kaiyukan'ı seçmişti. Böylece Japonya'da kaldığım süre boyunca geçirdiğim en yağmurlu gün olan 30 martta Osaka'yı ziyaret edip hatıralarımız arasına güzel bir günü daha ekledik. Gezinin yarısında uykuya dalmasına rağmen oğlumun ilk kez gördüğü canlılara verdiği tepkiler çok hoştu. Bu da arkadaşımızın bizim için iyi bir tercih yaptığını göstermeye yetmişti.

Eşim Osaka'daki insanların cana yakın olduklarını söyler. Rie ile buluştuğumuz Namba tren istasyonundan Kaiyukan'a gitmek için bindiğimiz otobüs bunun bir ispatı gibiydi. Otobüs boş olduğu için üçümüz, aslında yaşlılar/hamileler/engelliler için ayrılan koltuklarda yan yana oturmuştuk ve koridorda fazla yer kaplamaması için oğlumun pusetini olabildiğince kendime çekmiştim. Duraklarda durdukça otobüs dolmaya başladı. Duraklardan birinde yaşlı bir amcanın geldiğini görünce ona yer vermek için ayağa kalktım ve kırık Japoncamla yerimi gösterdim ama yaşlı amca tekrar oturmamı işaret ederek iki basamak kadar yüksek olan yanımdaki koltuğa bir sıçrayışta oraya oturdu. Seksen yaşında olduğunu söyleyen bu amca ile, Rie'nin ve otobüsteki diğer insanların az çok katılımıyla bir muhabbete tutuştuk. Rie ona yaşına göre dinç olduğunu, koltuğa sıçrayarak oturduğunu söyleyince otobüste gülüşmeler oldu.  Bu yaşlı amca bizden daha önce indi ve inmeden önce torbasından bir mandalina çıkartıp oğlum için olduğunu söyleyerek hediye etti. Vermeye daha önceden niyetlenmişti ama bunu gizleyerek tam inerken vermişti; böylece karşılığında bir şey vermeye kalkmamızı istememişti. Az bir emekli maaşıyla geçinmek zorunda olduğu düşünüldüğünde, bu amcanın oğluma vermiş olduğu bu değerli hediye sebebiyle onu bu satırlarda şükranla anmak istedim.

Osaka Kaiyukan binasının giriş kısmını, kilitli dolaplara eşyalarınızı bırakabileceğiniz geniş bir salon oluşturuyor. Böylece şemsiye, çanta, mont, ne varsa fazlalıklarınızı yanınızda taşımak zorunda kalmadan ziyaretinizin keyifli geçmesine olanak veriliyor. Üçüncü katta olan bu giriş bölümünde biletlerinizi okuttuktan sonra geçtiğiniz turnikede sizi çok uzun bir yürüyen merdiven bekliyor. Bu merdiven ile binanın son katına kadar çıkıyorsunuz. Yani üçüncü kattan sekizinci kata kadar yürüyen merdiven ile çıkıyorsunuz. Binanın merkezine boylu boyunca yerleştirilmiş olan büyük akvaryumun çevresindeki rampadan saat yönünde döne döne iniyorsunuz ve tekrar başladığınız yere, üçüncü kata geri geliyorsunuz. Geniş bir sarmal çizerek ilerlediğiniz bu parkurun sol kısmındaki vitrinlerinde dünyanın çeşitli denizlerinden toplanmış rengarenk irili ufaklı canlılar bulunuyor. Bunların arasında çeşitli balıklar olduğu gibi yunuslar, foklar, penguenler, deniz kaplumbağaları da var. Merkezdeki büyük tank ise diğer köpekbalıkları ve vatozlar ile balina köpekbalığını içinde bulunduruyor. Bu balığın Kaiyukan tarafından ona verilen bir de ismi var: Yu-chan [3].

Bilinen en büyük balık türü (balina değil) olan Rhincodonların boyları 10 metrenin, ağırlıkları da 20 tonun üzerine çıkabiliyor. Türünün kalan tek örneği olan ve yaklaşık 70 senelik bir ömre sahip olan bu devasa balıklardan birini, daha doğrusu Yu-chan'ı yüzerken görmek nefes kesiciydi. Ana tank içinde onunla birlikte yüzen görevli dalgıçları kıskanmamak elde değildi.

Parkur üzerinde yer yer ayrılan küçük bölümler de mevcut. Bu bölümlerde derinliklerde yaşayan balık türleri, deniz anaları, yosun ve mercan türlerini görmek mümkün. Bölümlerden birinde de bir sergi alanı var ve burada Kaiyukan'ın tarihçesi anlatılıyor. Yu-chan'ı içinde bulunduran büyük tankın camının ne kadar kalın olduğunu görmek gerçekten hayret vericiydi.

Son bölümde geniş ve sığ bir havuz bulunuyor. Bu havuzda çeşitli vatozlar ve köpekbalıkları var ve görevlilerin gözetiminde bunlara dokunmanıza izin veriliyor. 2010'da gittiğim Kushimoto Marine Park'ta ellerime aldığım karettadan sonra Kaiyukan'da da benzer bir deneyimi böylece yaşamış oldum. Köpekbalıklarının derileri sert ve pürüzlü idi. O kadar ki, derilerinin üzerinde yapışmış olan kumları önce derisinin kendisi zannettim. Sonra biraz silkeleyip derilerini gerçekten hissettiğimde çok bir fark olmadığını gördüm. Kanatlı vatozların sırtı ise tam tersine yumuşak ve çok kaygandı.

Öğlen yemeği saatini biraz geçirdikten sonra çıktığımız Kaiyukan'ın yan tarafındaki küçük alışveriş merkezinde, bir Türk restoranında(!) yemek yedik. Yemekler o kadar kötü ve Türk yemeği olmaktan uzaktı ki eşim bile şu sözleri söylemek zorunda kaldı: "buraya gelen Japonların Türk yemeklerinin böyle kötü olduğunu düşünmesini istemiyorum". Yaklaşık 30 TL karşılığı bir ücret ödeyip, açık büfede bir saatlik süre boyunca tabağınızı istediğiniz kadar doldurup yeme hakkına sahipsiniz. Ama salatasından çorbasına kadar her şey büyük bir beceriksizlik eseriydi, hatta peynirli pide yapmayı bile becerememişlerdi. İç mekanın da itici bir görüntüsü vardı ve "Türk müziği" diye Tatlıses, Kırmızıgül, vs basıyorlardı. Bir gün yolunuz Japonya'ya düşer de memleket özlemi çekip burada yemek yemeye kalkarsanız büyük bir hata etmiş olursunuz.

Neyse ki daha sonra uğradığımız Namba Parks [4] adlı alışveriş merkezi ve oradaki Nana's Green Tea [5] adlı pastanede yediğimiz nefis tatlılar damak tadımızı yerine getirdi. Namba Parks, alışageldiğimiz AVMlerin aksine bir çok açık alana sahip, modern ve olabildiğince ağaçlar, çeşitli bitkiler ve çiçeklerle süslenmiş. İçerisindeki mağazalarda Japonya'nın değişik yerlerinden olduğu gibi dünyanın da farklı yerlerinden gelen nadir eşyalar ve yiyecekler satılıyor. Sadece Namba Parks'ı gezmek için bile bir gün feda edilebilir ve bu boşa geçmiş bir gün sayılmaz. Ancak biz Osaka'daki günümüzü burada noktalamak durumundaydık. Namba Parks'ın alt katındaki tren istasyonunda arkadaşımızla vedalaşıp iki buçuk saatlik eve dönüş yolculuğumuza, güzel bir günün hatıralarını yanımıza alarak böylece başlamış olduk.
_________________________________________________________________________________
[1] Kaiyukan'ın resmî internet sitesi: http://www.kaiyukan.com/language/eng/index.htm
[2] İlgili yazı: http://www.hayatinbencesi.com/2013/07/akvaryum-ziyaretleri.html
[3] chan (okunuşu: çan), isim sonuna eklenen ve saygınlık kazandıran san eki gibidir; isme sevimlilik ve samimiyet kazandırır. Örneğin, köpek ve köpecik gibi.  
[4] resmî internet sitesi: http://www.nambaparks.com/en.html
[5] resmî internet sitesi: http://www.nanaha.com/en/

9 Nisan 2014 Çarşamba

İse Jingu

Japonya'nın Mie (三重県) bölgesi içinde yer alan İse (伊勢) şehri, eşimin aynı bölgeye bağlı olan memleketi Tsu () şehrinin doğusunda yer alıyor. İse, Japon Şinto dininin en kutsal şehri. Daha doğrusu Şintoizmin en kutsal tapınak bölgesini içinde bulunduran şehir. Bu özelliği ile şehir sadece turistlerin değil, Japon politikacıların ve imparatorluk üyelerinin de uğrak yerlerinden biri. Bu yüzden, küçük bir şehir olmasına rağmen İse'nin çehresi çok bakımlı. Yollar düzgün ve çizgileri yeni çizilmiş gibi. Tabela yazılarına, hatta otobüs duraklarının çatılarına kadar her ayrıntıya dikkat edilmiş ve titizlikle yerleştirilmiş. Orijinal Japoncasıyla İse Jingu (伊勢神宮) aslında çok sayıda Şinto tapınaklarından oluşan geniş bir bölgeyi kapsıyor ve bu tapınaklar iki ana merkezde toplanıyor: Naiku (内宮ve Geku (外宮). Bendeniz bu satırarda 19 Martta ailemle yapmış olduğum Naiku gezisi hakkında yazacağım.

2007 senesinde Japonya'yı ilk ziyaretimde de İse'de bulunmuştum. O zaman şimdiki eşimle olan ilişkimiz çok yeniydi; yani çocuk sahibi olmadığımız gibi henüz evli bile değildik. Ancak birkaç hafta önce yaptığımız İse ziyaretini bu sefer üç kişilik bir aile olarak yaptık.

Öncelikle, Japonya'daki 'tapınak' kavramına bir açıklık getirelim. Bizde camii, mabet, vs deyince nasıl ki akla betondan taştan inşa edilmiş bir yapı geliyorsa, Japonya'da tapınak deyince aklınıza tabiatın, ormanın içinde bir yapı gelsin. Japonlar için bir şey ne kadar doğal ise o kadar kutsal. Öyle ki, sadece asırlık bir ağaç veya denizin ortasında doğanın şekillendirdiği bir metrekarelik kayadan bir adacık bile Japonlar tarafından kutsal sayılıyor. Yani onları da birer tapınak olarak düşünebilirsiniz. 

Yapmış olduğumuz gezi, tam anlamıyla bir doğa ile buluşma ve eski Japonya'ya yolculuk idi diyebilirim. Otobüsten iner inmez, İsuzu Nehri'nin (五十鈴川) batı kıyısına dizilmiş olan, eski Japon tarzı yapılarıyla dikkat çeken Oharai Maçi Sokağı'nda (おはらい町, Oharai Machi) yürüyüş yaptık. Sokaktaki turist kalabalığı olmasa bir samuray filminin setinde olduğunuzu sanırsınız. Sağlı sollu dizili ahşap yapıların her biri ya mağaza ya restoran. Mağazalarda yöreye özel yeşil çay, el işlemeleri, hatıra eşyaları, balıklar ve tatlılar satılıyor. Yer yer küçük tablalarda da yöresel atıştırmalık yiyecekler bulmak mümkün. Meselâ, ızgarada pişirilen deniz salyangozu yiyebilirsiniz. Sokağın orta kısmından batıya doğru uzanan küçük bölge Okage Yokoço (おかげ横丁, Okage Yokocho) olarak adlandırılıyor. Aynı tarz ahşap yapılar, bu bölümde çok dar sokaklarla birleşiyor. Yatan bir kedi heykelciğinin girişini süslediği bir de sergi bölümü var.

Biraz alış veriş yapıp en ünlü restoranlardan biri olan Suşikyu'da (すし久, Sushikyu) yemek yedikten sonra tofu [1] dondurmamızı da alıp Naiku'nun yolunu tuttuk. Suşikyu, odunla ısıtılan kazanlarda pişirilen yemekleri, sıra sıra dizili yer minderlerinde oturarak diğer müşterilerle yan yana yemek yediğimiz masaları ve yöreye özel tatlarıyla bize keyifli bir sofra deneyimi yaşattı.

Naiku'ya, İsuzu Nehri'nin üzerine inşa edilmiş olan Uji Köprüsü (宇治橋) üzerinden geçerek giriş yaptık. Bu ahşap köprünün önündeki alan, Naiku'nun ana tapınağından sonra en kalabalık olan alan ve insanların en çok resim çektiği yerlerden biri. Bu köprüden geçerken farklı bir dünyaya giriş yapmakta olduğunuzu hissediyorsunuz. Kutsal bir mekâna geçtiğinizi size bildiren şey ise Torii'ler oluyor. Köprünün başı ve sonu dahil olmak üzere alandaki bir çok yerde bunları görmek mümkün. Torii (鳥居), en genel şekliyle iki dik kolon üzerine yerleştirilmiş iki yatay sütun şeklinde olup kutsal bir mekânda olduğunuzu simgeler. Anlam olarak "kuş yuvası/ikametgâhı" demektir. İnsanlar, torii'lerden içeri girerken eğilerek selam vererek giriyorlar ve çıktıktan hemen sonra da geriye dönüp aynı selamı tekrarlayarak mekândan ayrılıyorlar. Köprüyü geçtikten sonra etrafınız bir anda ağaç yapraklarının yeşili, gövedelerinin ve dallarının kahvesi ve gökyüzünün mavisine boyanıyor. Bunların arasında yol almakta olduğunuz taşlı yolun her bir taşı özenle dizilmiş gibi. Hatta gibisi fazla çünkü sürekli üzerinden geçildiği için bu taşları tekrar düzeltmekle görevli onlarca kişinin çalıştığını görebilirsiniz.

Japonların özel tarzıyla şekillendirilmiş olan ağaçların çevrelediği bu taşlı yolda biraz yürüdükten sonra karşınıza bir başka ahşap köprü çıkıyor. Çok daha küçük olan bu köprüden geçince hemen sağ tarafta bir havuzcuk görüyorsunuz. Temizuya (手水舎)[2] adı verilen bu havuzcuk, tüm kutsal mekanların girişinde bulunuyor. Tüm şinto tapınaklarının girişinde bulunan temizuya'larda insanlar, bambudan yapılmış uzun saplı özel kepçeler kullanarak havuzdan su alıp önce sol el, sonra sağ el ve sonra ağız olmak üzere kendilerini temizliyorlar ve daha sonra kutsal mekâna geçip dua ediyorlar. Yani ibadet öncesi bir nevi abdest alıyorlar [3]. Temizuya kelimesinin Türkçe'deki temiz sözcüğü ile anlam olarak da benzeşmesi gerçekten çok ilginçtir. Ancak bu kelimeyi oluşturan sözcükler te ve mizu yani el ve sudur. Yer/bölüm anlamına gelen ya eki ile temizuya kelimesi "el yıkanan yer" anlamını alır.

Bundan sonraki ilk durağımız, İsuzu Nehri'ni insanlarla buluşturan bölüm oldu. Nehir suyu henüz yüksek olmamasına rağmen, inşa edilen basamaklar, suyun her seviyesinde insanların nehre dokunabilmelerine olanak sağlıyor. İlginçtir, bu bölüm (haritada 4 numara ile işaretli) "İsuzu Nehri'nin abdest yeri" olarak tercüme edilmiş. Nehrin tertemiz, buz gibi sularına dokunmak güzel bir deneyimdi ve daha sonra hatırlayamayacak olsa da oğlum da bu deneyimi çok isteyerek elde etti.

Nehirden ayrılıp doğuya doğru giden yolu takip edince hemen solda Kaguraden (神楽殿) isimli tapınak bulunuyor. Tapınak binasından içeri girilmesine izin verilmiyor ve merdivenlerinin yan bölümlerine yerleştirilmiş raflarda dizili olan Japon içkisi sake şişeleri dikkat çekiyor. Bu kısımda bulunan diğer binada hatıra eşyaları satılıyor. Kaguraden'nin karşısındaki yoldan Kazahinomi no Miya (風日祈宮) adlı bir başka tapınağa, yine aynı adı taşıyan köprüden geçilerek ulaşılıyor. Bu kısa yol ve ahşap köprü, benim hatıramda Naiku'nun en huzur dolu yeri olarak kaldı. Yol tamamıyla yüksek ağaçların gölgesinde kalıyor ve kulağınıza ulaşan tüm sesler su, yaprak hışırtısı, kuş ötüşü gibi doğal sesler. Nedense bu bölüm hiç kalabalıklaşmıyor ve insanların ilgisinden nispeten daha uzak kalıyor. Huzur hissini duymanızın başlıca etkenlerinden biri de zaten bu.

Tekrar esas güzergâha dönüp doğuya doğru devam ederken karşınıza öyle uzun ve geniş gövdeli ağaçlar çıkıyor ki hayranlığınızı gizlemek elinizde olmuyor. Bu yaşlı ağaçların arasından geçerek ilerleyince Naiku'nun esas ziyaret yeri olan Kotaijingu (伊勢神宮)[4] tapınağına ulaşıyorsunuz. Burası şintoistlerin esas ibadet yeri. Tapınağa çıkan 25 basamaklı merdivenlerin bulunduğu alan, resim çekilmesine izin verilen en son yer. Yaklaşık üç metre uzunluğunda ahşap duvarla örülü tapınak alanı içinde, diğer yerlerde görmediğiniz beyaz giyimli özel rahipler var. Bu alan içinde resim çekilmesine izin verilmiyor ve bunu engellemek için de özel görevliler var. Şintoistler tapınağın önüne gelip ellerini yüz hizasında iki kere birbirine vurup birleştiriyorlar ve başlarını eğip gözlerini kapatarak dua ediyorlar. Çeyrek dakika bile sürmeyen bu ritüel ile yapılan ibadetin hemen ardından diğerlerinin de dua etmesi için oradan ayrılıyorlar.

Dönüş için farklı bir güzergâh seçme şansına sahipsiniz. Yolunuz üzerinde başka başka küçük tapınaklar görmek mümkün, ki kaynaklara göre Naiku'da toplam 125 tapınak var. Sanşuden (参集殿, Sanshuden) denilen dinlenme yerinin hemen arkasındaki küçük bir gölcük var. Bu gölcükteki Japon balıkları Koi'lerin bazıları gördüklerimin en irileriydi. Bu şirin yer, geziyi bitirmeden önce ziyaret ettiğimiz son ve kanımca en uygun yerdi.

Bir başka gün Geku'ya da gitmek istiyordum ama kısmet olmadı. Kayınbabamın ifadesine göre Naiku'nun küçüğü olan Geku'yu da bir gün ziyaret edip bu satırlarda yer vermek istiyorum. Hatta bir televizyon programında gördüğüm İse şehir turunu yapmak istiyorum. Özel bir trenle yapılan bu gezi ile şehrin tüm önemli yerlerini görmek mümkün oluyor. Bakalım bu tura katılmak için kaç sene beklemek gerekecek. 
_________________________________________________________________________________
[1] Artık ülkemizdeki marketlerde de satılan tofu (豆腐), soya fasulyesiden elde edilen bir yiyecek türüdür. Bitkisel protein açısından dünyanın en zengin gıdası olarak bilinir. Japonyalar yemeklerinde, tatlılarında çok sık kullanır. Ben şahsen tadından pek haz etmem ama dondurmasının güzel olduğunu kabul etmek zorundayım.
[2] Temizuya'nın diğer okunuş şekilleri: Çouzuya, Çouzuşa, Temizuşa. Eşime sorduğumda çouzuşa olarak söylemişti ama kayınbabam temizuya'nın daha yerinde olduğunu, çouzuşa kelimesinin eskiden tuvalet ile aynı manada kullandığını söylediği için yazımda ben de temizuya'yı kullanmayı tercih ettim.
[3] Bu abdest ritüelinin son safhasında bambu kepçenin sapı yıkanıyor.
[4] Haritada farklı bir kanji yazısı kullanılmış ama aynı kanjiyi internette bulamadığım için bulduğum şeklini kullandım.