28 Kasım 2015 Cumartesi

Adana'da On Gün

Kasım ayında Adana'ya gidip tişörtle gezmek, bilen insana şaşırtıcı gelmez. Bir Adanalı olarak ben kendime kızıyorum, kazaklarımı niye götürdüm diye. İstanbul'da 15 yıl yaşayınca kendi memleketimin karakterini unutmuşum anlaşılan. Neyse ki yolda uğradığımız Bolu'da ve Ankara'da kazaklar işe yaradı. Yoksa iyiden iyiye kızardım kendime.

Havanın bu kadar güzel olmasının yanında, arabayla gitmiş olmamız da bize şehirde gezme fırsatı verdi. Çocukken babamla gittiğim Seyhan barajı hidroelektrik santralinin karşı kıyısındaki piknik alanına gittik. Babam, santrale giden o ara yolda, henüz ehliyet alma yaşım gelmemişken bana araba kullanma çalışması yaptırırdı. O zamanlar piknik alanında daha çok insan olurdu, ancak bu sefer bizden başka kimse yoktu. Oradan ayrılıp set üzerindeki yoldan Çukurova Üniversitesi'ne gittik ve Seyhan Baraj Gölü'nün eşsiz manzarasını seyrettik. Başka bir gün de göl üzerinde bulunan, Türkiye'nin en uzun köprüsü olma unvanına sahip olan Çatalan Köprüsü'nden geçtik. Her büyük şehir gibi betonlaşmakta olan Adana'nın çok daha fazla yeşil alana sahip kaldığını görmekle biraz teselli bulduk.

Adana deyince birçoğunun aklına kebap gelir ya, işte kaldığımız on gün boyunca kebabın hakkını verdik diyebilirim. Hem kendimiz gittik yemeye, hem birkaç kez davet edildik. Eşim kilo aldı, oğullarım kilo aldı, herkesin toplamından daha fazla yememe rağmen ben kilo verdim. Kanımca vücudum kebabı tamamen yakma yetisini kazanmış durumda. İşlemiyor artık. Aynı durum çikolata için de geçerli. Kırk yaşındayım ama hâlâ Nutella kaşıklarım, kiloyla profiterol alır tek oturuşta bitiririm, gram almam. Adana'da geçirdiğim ilk 18 yıllık yaşamım boyunca zayıflığım espri konusu bile olmuştur. Ortaokul-lise yıllarında, rüzgâr esse uçacağımı söylerlerdi meselâ.

O yıllardan hâlâ Adana'da yaşayan pek az arkadaşım olduğunu biliyorum. Onlar arasında en sevdiğim birkaç kişiden biri olan Berna ile buluşma fırsatı yakalamış olduğuma çok seviniyorum. Evimizin bulunduğu Ziya Paşa Bulvarı epey değişmiş. Sosyal medyada Adana'daki Nişantaşı olarak anılmaya başlanmış. Birçok restoran ve kafe bulvar üzerinde sabah akşam müşteri çekiyor. En iyi giyim markaları burada mağaza açmış. Hatta Rolex saatlerin resmî satış mağazasının burada olduğunu söyleyeyim, siz anlayın. Hazır yolumun üzerindeyken vitrindeki bir saati beğenip fiyatını sordum, 96.000TL dediler. Bakana hediye edilen saatin fiyatını düşününce yine insaflı bir rakamdı ama İstanbul'dan Adana'ya beni taşıyan arabamdan daha pahalı bir şeyi benim kolumda taşımam mantıklı gelmediği için almaktan vazgeçtim anacım. Berna ile işte bu bulvardaki bir restoranda buluştuk. Hem yemek yedik, hem de uzun uzun sohbet ettik. Vaktimiz olsaydı belki iki gün daha aralıksız konuşurduk. Hem konuşacağımız konuları hem de ailece buluşmayı gelecek sefere bırakmak zorunda kalarak ayrıldık.

Ailece buluşma fırsatına sahip olduğum arkadaşım Burcu oldu. İlginçtir, o ve eşiyle olan arkadaşlığımızın geçmişi İstanbul'a dayanır. İstanbul'da yaşarken Adana'ya yerleşen tanıdığım tek kişidir. Sadece iki sene çalıştığım şirkette edindiğim ve sürdürdüğüm en güzel arkadaşlıklardan biridir. Eşimin hamileliği nedeniyle düğünlerine katılamayışıma hâlâ üzülürüm ama artık çocuklarımızla birlikte buluşabildiğimize seviniyorum. Düğün demişken, Adana'ya gitmemizin sebeplerinin başında hiç kuşkusuz kuzenimin evliliği geliyor ama bizim buluşmamız o kadar güzeldi ki, sırf o sohbet bile Adana'yı tekrar ziyaret için yeterli bir sebep olur.

Sayar ailesinin artık bir üyesi daha var. Kuzenim Semih ile evlenerek ailemize katılan İrem ile bir kişi daha çoğaldık artık. Çocukken oyunlar oynadığımız kuzenimle bundan sonra ailece görüşeceğiz, ki balayı dönüşlerinde ilk buluşmamızı gerçekleştirdik bile. Düğündeki kalabalık ve koşuşturmadan iki laf etme fırsatı bile bulamadığımız için, İstanbul'a dönmeden önce görüşemeseydik üzülmüş olacaktım. Önümüzde, yakınlığımızı artırarak geçireceğimiz ve aynı anıların ortak parçaları olacağımız yıllar bizi bekliyor.