Günlük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Günlük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Eylül 2019 Salı

Tokyo'da Akşamüzeri

Tokyo Oyun Fuarı için gittiğim Tokyo'da arkadaşımla buluşmak üzere Ginza'ya geçmeden hemen önce çektiğim bu resmi sizlerle paylaşmak istiyorum. Gün batımına kısa bir süre var. Güneş son ışıklarını yansıtıyor Tokyo'nun binalarında. Yerdeki su birikintisi aralıklarla çalıştırılan fıskiyelerden kalma. Biraz daha vaktim olsaydı fıskiyeler açıkken de fotoğraflamak isterdim burayı. Günün her saati, havanın her durumunda hareketli bir şehir Tokyo.

Şehirde geçirdiğim tek akşamüzeri, çektiğim en güzel fotoğraf. Oyun fuarıyla ilgili yazımı tamamlayıp yayınlamama az kaldı. Bu yazıyı beklerken şehrin bu güzel manzarasıyla baş başa bırakıyorum sizleri.


Japonya'dan ve Mutlu Sayar'dan daha 
fazla fotoğraf için instagram adresi:      muusensei

15 Ağustos 2019 Perşembe

Yaz Ödevi

Birkaç hafta önce Japonya'da okulların yaz tatili başladı. Yaz tatili Japonya için yarıyıl tatili demek. Türkiye'de ve diğer birçok ülkede okul yılı yaz sonunda başlayıp yaz başında biter. Ara tatil şubat ayına denk gelir. Japonya'da ise okul yılı Nisanda başlar. Yaklaşık iki ay süren yaz tatili ise yarıyıl tatili olur.

Tatiller çocukların sadece oyunlar oynayıp derslerden uzaklaşacağı anlamına gelmiyor. Japonya'da okul öğretmeni tarafından ödevler ve sorumluluklar veriliyor. Her akşam dokuzdan önce yatmak, anne ve babaya ev işlerinde yardım etmek, spor yapmak, dışarıda oynamak gibi ödevler var. Bunlar yerine getirildikçe ödev listesinde işaretleniyor. Ödev listesi okullar tekrar açıldığında sınıf öğretmenine teslim ediliyor. Öğrenciler ödevlerinin ve sorumluluklarının hesabını veriyor. Oynadıkları oyunları, gittikleri yerleri yazıya döküp sınıfta okuyor, anlatıyor.

Resmini gördüğünüz çan çiçekleri de işte oğlumun sorumluluklarından biri. Bu çiçeğin tohumlarını oğlum okulların açıldığı Nisan ayında ekti. Suladı, çimlendirdi, büyüttü. Her zaman okulun bahçesindeydi. Yaz tatili başlayınca alıp eve getirdi. Çiçeğe evde bakmaya devam ediyor. Okullar tekrar açıldığında geri götürecek ve bakımına okulda devam edecek.

Elbetteki bu durum diğer tüm öğrenciler için geçerli. Her öğrencinin, üzerinde isminin yazılı olduğu bir saksı var. Oğlum gibi tüm birinci sınıflar bakımı kolay olan çan çiçeklerine sahipler. Sınıflar büyüdükçe daha farklı bitkiler yetiştiriyorlar. Örneğin ikinci sınıflar domates yetiştiriyor. Japonya'ya gelip eğitim hakkında sora sora kadın üniversitelerini soran siyasetçilerimizin belki bundan haberi yoktur ama burada çocuklar eğitimin ilk yılından itibaren toprakla, bitkiyle, sebzeyle, meyveyle, ağaçla, çiçekle haşır neşir ediliyor. Kız erkek ayrımı yapılmaksızın.

10 Temmuz 2019 Çarşamba

Sahilde Bir Sabah

Çocuklar için suda, kumda oyun gibisi yok. Pazar sabahı evde biraz sıkılınca arabaya atladık, henüz bitmemiş olan yağmur mevsiminin getirdiği bulutların gölgesi altında güneşe hasret kalmış sahile geldik. Kulaklarımızda rüzgârın uğultusuna karışan dalgaların sesiyle oyunlara daldık. Çocuklar ıslanmasınlar, üzerilerine kumlar yapışmasın diye ne yaptıysam, ne dediysem olmadı. Çünkü ne araba kirlensin istiyordum, ne de eve dönünce annelerinin hışmına uğramak. Ama o kadar güzel oynuyorlardı, o kadar eğleniyorlardı ki nihayet onları tamamen serbest bıraktım. Dalgaların köpükleriyle ıslana ıslana, ceplerimiz kumlarla dola dola, acıkana kadar oynadık.

6 Nisan 2019 Cumartesi

Birlikte On Yıl

Evliliğimizin on yılını geride bıraktık. Önümüzde onlarcası daha var.

Eşimle olan birlikteliğimiz başlamadan önce birbirinden binlerce kilometre uzakta iki mektup arkadaşından başka bir şey değildik. Anadili Türkçe olan ben ve anadili Japonca olan o, birbirimize İngilizce e-postalar gönderiyorduk. Birkaç günde bir kendimiz ve yaşadıklarımız hakkında yazıyorduk. Günlük stresten uzaklaşıyor, kafamızı dağıtıyor, İngilizce kullanarak alıştırma yapıyorduk. Nereye gittiğimizden neler yaptığımıza, neler yediğimizden kimlerle buluştuğumuza kadar birçok şey paylaşıyorduk. Kendi kültürümüzü, yemeklerimizi anlatıyorduk. Doğum günlerimizde, yılbaşlarında hediyeler gönderiyorduk. Bu hediyeler kendi ülkemize, kültürümüze ait küçük şeyler oluyordu. Örneğin, o bana Japon tatlısı olan moçi göndermişti, ben ona lokum göndermiştim.

Lokum konusuna tekrar döneceğim.

Evlenmeden önceki bir yıllık periyotlar birlikteliğimizin dönüm noktaları oldu. Yazışmaya başladıktan bir yıl kadar sonra o gezmek için Türkiye'ye geldi. Bu ziyaretten bir yıl kadar sonra da ben Japonya'ya gezmeye gittim. İki arkadaş olarak buluştuk. Kendi ülkelerimizde birbirimizi ağırladık. Sonra da tekrar kendi hayatlarımıza döndük. İki arkadaş olarak yazışmaya devam ettik.

Benim ziyaretimden bir yıl kadar sonra bana Türkiye'ye gelmek istediğini ve Türkçe öğrenmek istediğini söyledi. O sırada Çin'de bir üniversitede Japonca öğretmenliği yapıyordu. Türkçeyi de öğrendikten sonra Türkiye'de öğretmenlik yapmak istiyordu. Anadili dışında İngilizce ve Çince bilen bir dil öğretmeninin bu isteği beni gururlandırmış, sevindirmişti.

Türkiye'ye geldiğinde artık daha sık görüşüyorduk. İşte ilişkimiz, daha sık olan bu görüşmelerle birlikte başladı ve o Türkiye'ye geldikten bir yıl kadar sonra evlenmeye karar verdik.

Evlendiğimiz yıl Safranbolu'ya gezmeye gittik. Doğal olarak başımızı nereye çevirsek vitrinlerde yörenin çeşit çeşit, renk renk lokumlarını görüyorduk. Lokum konusu işte burada tekrar açıldı.

Ben çoktan unutmuştum. Gönderdiğim bir paket lokum öyle pahalı bir şey değildi. Neli olduğunu bile hatırlamıyordum. Türkiye'ye özgü bir şeydi sonuçta. Turistik ünü lezzetinden daha fazlaydı. Eşim, ona birkaç yıl önce gönderdiğim lokumları hatırlatıp şöyle anlattı: "Senden paket geldiğini görünce çok sevinmiştim. Açtığımda içinde bu vitrindekiler gibi lokumlar vardı. Hemen bitmesin diye karar vermiştim, her akşam yemekten sonra bir tane yiyordum. Günde sadece bir tane. Onu yediğim zaman mutlu oluyordum. Bütün gün o lokumdan yiyeceğim zamanı bekliyordum. Benim için günün en önemli saati oydu."

Evliliğimizin on yılını geride bıraktık. Önümüzde onlarcası daha var.

30 Mart 2019 Cumartesi

İki Mezuniyet

Biri üç, diğeri altı yaşında olan iki oğlum bu ay okullarından mezun oldu. Bu yaşta ne mezunu demeyin. Japonya'da tüm mezuniyetler çok önemseniyor. Kıyafetler seçiliyor. Planlar yapılıyor. Bildiriler hazırlanıyor, gönderiliyor. Uzun süre titizlikle hazırlıkları yapılıyor. Çünkü bu bir veda. Öğretmenlere, arkadaşlara, velilere, sınıfa, okula veda. Tekrar o okula gelinmeyecek, o üniforma giyilmeyecek, o sınıfa girilmeyecek, o bahçede oynanmayacak.

Bu duyguları taşıyarak hazırlanıyor ve yapılıyor Japonya'da mezuniyet törenleri. Anaokullarda, kreşlerde bile mezuniyet törenleri düzenleniyor. İşte benim de altı yaşındaki oğlum anaokulundan mezun olurken, üç yaşındaki oğlum kreşten mezun oldu. Her iki tören de titizlikle hazırlanmıştı. Yoğun duygular yaşandı. Gözyaşlarını tutamayan öğretmenler, veliler vardı.

Tüm çocuklara birer diploma verildi. Bu diplomalar ileride işe girerken gösterilecek ya da ofisin duvarına asılacak türden diplomalar değil elbette. Hani ender bulunan bir kutu çikolata geçer elinize bir gün. Bir daha asla alamayacağınızı bilirsiniz. Acı tatlı yersiniz çikolataları. Onları saklayamazsınız ama hiç olmazsa kutusunu saklarsınız. Yıllar sonra çekmecenizi açtığınıza gözünüze çarpar, tatlarını hatırlarsınız. Okulda geçirilen acı tatlı hatıraların kutusudur işte bu diplomalar. Her hatıra, tadı damakta kalmış bir çikolatadır.

Ellerini uzatıp diplomalarını aldıkları o an, her gün gözlerinizin önündeyken farkına varamadığınız büyüdükleri gerçeğinin yüzünüze çarptığı andır.

Nisanda oğlum Eren ilkokula, Kayra anaokula başlayacak. Eren, yıllar önce annesinin ve teyzelerinin mezun olduğu ilkokula, Kayra ise abisinin mezun olduğu anaokula başlayacak. Yeni hatıralar biriktirecekler. Onlarla beraber biz de. Sadece ve sadece oğullarımın eğitimini düşünerek yerleştiğim Japonya'da, onların ilk mezuniyetlerini böylece gördüm. Umarım diğer tüm mezuniyetlerini gururla, mutlulukla görürüm.

2 Mart 2019 Cumartesi

Japonya'da Türk Müzesi ve Atatürk Heykeli

Mevsim soğuğunu taşımasına rağmen güneşli bir havada, bulutsuz masmavi bir gökyüzü altında, solumuza aldığımız Pasifik Okyanusu'nun dalgalarından yansıyan ışıltılar eşliğinde arabamızı güneye doğru sürmeye devam ettik (önceki bölüm: Uraşima'da Gün Doğumu). Kısa tatilimizin son gününü özel bir müze ziyaretine ayırmıştık. Japonya'daki Türk Müzesi'ne. Ancak yol üzerinde kısa süreliğine duracağımız bir yer vardı.

Ben doğanın yarattığı her şeyi seviyorum. Sevmemek elde değil. Doğanın yarattıkları o kadar benzersiz ki, insan bunları isimlendirmek için benzetmeler kullanır. Şeytan Ayağı, Peri Bacaları, Beşparmak Dağları bunlara örnektir. İşte bizim Kuşimoto'daki durağımız olan Haşiguiiva (橋杭岩, Hashiguiiwa) da böyle bir yerdi.

Haşiguiiva'nın Türkçe karşılığına Köprü Kazığı Kayaları diyebiliriz. Kayaların, karadan denize doğru düz bir çizgi halinde uzanması, onların insan eliyle dizildiği izlenimini veriyor. Bu yüzden burada bir köprü yapılmaya çalışıldığı ama tamamlanamadığına dair bir efsane var. Sütun kelimesi yerine kazık kelimesinin kullanılması da efsanenin yaklaşık tarihi hakkında fikir veriyor. Sular çekildiği zaman yerdeki oyuklar içinde kalan su birikintilerinde karidesler gibi küçük deniz canlıları görmek mümkün. Bu yüzden biraz daha açıkta bulunan yüksek kayalara ulaşmak için adımlarınıza dikkat etmeniz gerek. Köprü efsanesi yerine kendi hayal gücünüzü kullanırsanız, kayaların koca bir canavarın dişleri olduğu ve onun ağzı içinde kaldığınız hissine kapılabilirsiniz. Sular yükseldiği zaman bu kayalar birer ada halini alıyor. Bizim ziyaretimiz suların çekilmiş olduğu saatlere denk geldiği için su birikintileri üzerinden atlaya atlaya yüksek kayaların yanlarına kadar gidebildik.

Türk Müzesi'nin bulunduğu Kii Oşima Adası (紀伊大島) Haşiguiiva'nın birkaç kilometre açığında yer alıyor. Bu yüzden bulunduğumuz yerden adayı görebiliyorduk. Kii Oşima ile anakara arasında küçük bir ada daha yer alıyor. Bu adacık üzerinden geçen köprü, Kii Oşima Adası'na karadan ulaşımı sağlıyor.

Haşiguiiva'dan ayrıldıktan dakikalar sonra bu köprünün üzerinde bulduk kendimizi. Artık karşımıza çıkan tüm tabelalar hem Japonca hem Türkçe idi. Adanın dar yolları ağaçlarla çevriliydi. Haşiguiiva'dan bakarken adayı ne kadar yeşil gördüysek, üzerindeyken de o kadar yeşildi. İnsan elinin değmediği yerler doğal, değdiği yerler ise tertemiz ve bakımlıydı. Müzenin kendisi de çevresi de aynı titizlikle korunuyordu.

Yeni evliyken eşimle birlikte geldiğim bu yere yıllar sonra çocuklarımla gelmek harika bir duygu idi. Müzenin içi, onlar henüz doğmadan önce geldiğimde gördüğümden farklıydı. Yenilenmişti. Bir parkur yapılmış ve tarih sırasına göre olayların anlatıldığı yazılar, eşyalarla birlikte bu parkura dizilmişti. Ancak, yenilenmiş olmasına rağmen bu seferki ziyaretimde beni hayal kırıklığına uğratan bir şey vardı. Bunun sebebini söylemeden önce neden Japonya'da bir Türk müzesi var, neden bu adada yer alıyor kısaca özetleyeyim.

1887 yılında Japon İmparatorunun yeğeninin İstanbul'u ziyaret etmesine karşılık olarak Sultan II. Abdülhamid, Ertuğrul Fırkateyni'ni hazırlatır ve Japonya'ya gönderir. Geri dönüşü sırasında tayfuna yakalanan gemi Kii Oşima Adası'nın açıklarındaki kayalara çarpar. Kazada 587 mürettebat şehit olur. Sağ kurtulan 69 kişiye bölgede yaşayan Japonlar yardım eder, yemeklerini ve evlerini paylaşır. Olayı duyan Japon İmparatoru yardım gönderir ve daha sonra İstanbul'a dönmeleri için iki gemi hazırlatır. Bu olay Türk Japon dostluğunun miladı kabul edilir. Müzenin burada bulunma sebebi budur. Müzede gemiye ve mürettebata ait denizden çıkarılan eşyalar sergilenmektedir. Geminin çarptığı kayalar müzeden görünebilmektedir. Müzenin biraz ilerisinde şehitlik bulunmaktadır.

Ertuğrul kazasının yeniden gündeme gelmesi ve daha bilinir hale gelmesi 1985 yılına rastlar. Savaş sırasında Irak'ın İran'a hava saldırısı düzenleyeceği haberini alan yabancılar İran'dan tahliye edilmeye başlanır. Ancak oradaki Japonlar mahsur kalır. Özal'ın talimatıyla THY tehditlere rağmen oradaki Japonları kurtarır ve Türkiye'ye getirir. Özal, Japonların Ertuğrul kazasındaki yardımlarına bir karşılık olduğu şeklinde açıklama yapar.

Birkaç sene önce bu iki olayı anlatan Ertuğrul 1890 adlı bir film çekildi. Müzenin bir bölümünde bu filmin fragmanı ve nasıl çekildiği yayınlanıyordu. Kapıda DVDsi satılıyordu. İşte bu seferki ziyaretimde beni hayal kırıklığına uğratan şey bu idi. Siyasi argümanlarla ve hayal ürünü sahnelerle dolu olan bu filmin reklamını ve satışını yapmak, müzeyi müze yapan değerlerden bir şeyler eksiltmişti.

Önceki gelişime göre çok daha güzel olan şeyler de vardı. Müzenin sadece kendisi değil, etrafı da yenilenmişti. Çevresindeki park düzenlenmişti. Bir kısmına Mayısta açmayı bekleyen laleler ekiliydi. Okyanusun eşsiz manzarası karşısına oturma yerleri konmuştu. En güzel olan da buraya Atatürk heykelinin getirilmiş olmasıydı.

Atatürk heykeli daha önce Niigata'daki (新潟市) Türk Köyü'nde bulunuyordu. Heykel, 1996'da kurulan bu köye Japonya'daki Türk Büyükelçiliği'nin girişimleri sonucunda hediye edilir. Bir eğlence ve kültür parkı niteliğinde olan bu köy, 2004'te meydana gelen depremde büyük zarar görür ve ekonomik krizin de etkisiyle kapatılır. 2006'da köy arazisi özel bir şirkete satılır. Şirketin sahibi heykeli kendi binasına taşıtır. Çeşitli girişimlerin ardından Tokyo'ya getirilip onarılır ve kısa süreliğine Tokyo'da sergilenir. Daha sonra Kuşimoto Belediyesine teslim edilen heykel 2010 yılında şimdiki yerini alır. Bence Japonya'da olması gereken en isabetli yere getirilmiştir.

Atının üzerine kurulmuş, sağ eliyle ileriyi işaret eden Atatürk heykelinin kaidesinde, Japonca tercümesiyle birlikte, O'nun "Yurtta Sulh, Cihanda Sulh" sözleri ve imzası bulunuyor. Önündeki tablette yine Japonca tercümesi ile verilen açıklama ise şöyle: "Birinci Dünya Savaşı sonunda bölünüp işgal edilen vatanını kurtarmak için halkına önderlik eden Mustafa Kemal Atatürk, ulusuna bu savaşta büyük bir zafer kazandıran Türk ulusunun kahramanıdır. Atatürk, ilk Cumhurbaşkanı olarak uyguladığı kapsamlı devrimlerle ülkesinin çağdaşlaşmasını sağlayan Cumhuriyet'in kurucusu olarak bugün de Türk ulusunun derin sevgi ve saygıyla bağlı olduğu büyük önderidir". Son derece sade ve isabetli olan bu açıklamanın hiçbir güncel siyasi kaygı taşımaksızın yazılı olmasını da ayrıca önemli buluyorum.

Yeniden arabamıza binip yola koyulduğumuzda artık eve dönüş yolculuğumuz başlamıştı. 2 ve 3 Ocak'ta yaptığımız bu kısa geziyi, güncel iş yoğunluğumdan peyderpey zaman ayırıp yazıya dökmek, resimlerini seçmek, düzenlemek ve nihayet son bölümünü yayınlamak ancak bugüne nasip oldu. Artık Mart ayındayız ve bu ay Japonya'nın kiraz çiçekleriyle pembeye büründüğü günleri getirecek. Bu da bizim için yeni gezilere çıkacağımız anlamına geliyor. Belki yine kısa geziler olacak ve belki yayınlaması zaman alacak ama güzel olan her şeyi sizlerle paylaşmaya devam edeceğim. Sağlıcakla kalın.
_________________________________________________________________________________
Önceki bölümler:
1. Naçi Şelalesi
2. Uraşima'da Gün Doğumu
Japonya'dan ve Mutlu Sayar'dan daha fazla fotoğraf için instagram adresi:      muusensei

26 Ocak 2019 Cumartesi

Uraşima'da Gün Doğumu

Naçi Şelalesi ve çevresindeki tapınaklara yaptığımız yorucu tırmanış ve inişten sonra arabamıza tekrar binip yola koyulduk (önceki bölüm: Naçi Şelalesi). Geceyi geçireceğimiz Uraşima Oteli'nin [1] otoparkına park ettik etmesine ama otele ulaşmamız için yarım saat kadar daha yolculuk yapmamız gerekiyordu. Üstelik bunun için karadan ve denizden olmak üzere iki de taşıt değiştirmemiz gerekiyordu. Park ettiğimiz yerde diğer müşterilerle beraber otelin servis otobüsüyle Katsuura Limanı'na geçtik. Limanda bizi otelin teknesi bekliyordu. Birkaç dakikalık kısa bir deniz yolculuğundan sonra otelin giriş kapısının hemen önündeki iskelede indik. Artık geriye sadece anahtarımızı alıp odamıza yerleşmek ve kaplıca havuzlarının keyfini çıkarmak kalmıştı.

Kelime olarak Uraşima (浦島), Koy Adası anlamına geliyor. Bu isimden dolayı otelin adada olduğunu ve bu yüzden tekneyle ulaşıldığını düşünebilirsiniz. Ancak otelin bulunduğu yer küçük bir yarımada. Yarımadanın üzeri tamamen ormanlık yeşil alan. İnşa etmek için de olsa, ulaşmak için de olsa ağaçların hiçbiri kesilip doğal alan tıraşlanmadığından otele karadan ulaşım bulunmuyor. Ulaşımın denizden olmasının sebebi bu. Yarımadanın doğu tarafı Pasifik Okyanusu ile birleşiyor. Batı tarafı ise Katsuura Limanı'nı içine alan koya bakıyor. Uraşima adının en azından ilk kısmı böylece anlamını bulmuş oluyor. Şunu da hemen belirtelim ki, otelin koy anlamına gelen ilk kanjisi ura ile zafer koyu anlamına gelen Katsuura'nın (勝浦) son kanjisi aynı. Bu sebeple otelin adının, coğrafî nedenlerden kaynaklandığını değil de sadece bulunduğu ilden geldiğini söylemek yanlış olmaz.

Yarımada, deniz seviyesinden oldukça dik yükseldiğinden, oteli oluşturan binalar ve bölümler farklı yüksekliklerde bulunuyor. Giriş yaptığımız ve kaldığımız odanın bulunduğu bina, yarımadanın koya bakan batı kıyısında, deniz seviyesinde yer alırken, okyanusa bakan doğu kısmındaki bina ise yarımadanın tepesinde kalıyor. Bu binadaki odalar daha lüks ve haliyle bizimkinden birkaç kat daha pahalı. Sadece bu odaların müşterilerine özel bir kaplıca havuzu bile var. Parası neyse öderiz derseniz siz de bu kaplıca havuzunun kükürtlü ve sıcak sularının içindeyken okyanusun, dağların, gün batımının, gün doğumunun, şehrin, doğanın eşsiz manzaralarını tepeden seyrederek rahatlayabilirsiniz. Ancak tüm bunları bizim gibi ayrı ayrı da yapabilirsiniz. Herkese açık olan diğer kaplıcalardaki su aynı su ve saydığım tüm manzaraları izleyebileceğiniz tepede bulunmak için illa kaplıcasına girmeniz gerekmiyor.

Kaplıca suyu kükürtlü olduğundan kokusu biraz rahatsız edici. Çürük yumurtayı andıran bir kokusu var. Ama vücudunuza verdiği his çok rahatlatıcı. Yumuşak ve dinlendirici. Sabah uyandığınızda, gece uykunuz kaçtığında, yemekten önce, kahvaltıdan sonra, yani canınız ne zaman isterse kaplıcalardan herhangi birine girebilirsiniz. Tamamı 24 saat açık. Ayrıca tüm müşteriler gibi konaklama süresi boyunca otel içerisinde yukata (bornoza benzeyen ince Japon giysisi) ile dolaşacağınız için her seferinde üzerinizi değiştirmeniz gerekmiyor. Birçok yerde yukatanızı kuru ve temiziyle değiştirebileceğiniz büfeler bulunuyor.

Otelin faklı yerlere konumlandırılmış beş kaplıca havuzu var. Her birinin manzarası farklı. Bazıları mağara içinde yer alıyor. Mağaranın ağzından hemen birkaç metre önünüzdeki kayalara vuran dalgaların sesini dinlerken, okyanusun eşsiz görüntüsünü izleyerek havuzun keyfini çıkarmanız mümkün. Kaplıcalara ve otelin diğer tüm bölümlerine tünellerden geçerek ulaşılıyor. Yani doğa yine tahrip edilmemiş, bir ağaç bile kesilmemiş, onun yerine kayalar kazılarak tüneller açılmış.

Her gün resepsiyonda bulunan yazı tahtasında ertesi gün güneşin doğacağı saat güncelleniyor. Okyanusu tepeden gören konumuyla güneşin dünya üzerinde yükseldiği ilk anları izlemek mümkün. Eşim ve çocuklar uyumaya devam ederken, üzerime kat kat giysiler geçirip ben de bu eşsiz olayı izleyebilmek için tepeye çıktım. Gelen tek kişi ben değildim ama ilk kişi bendim. Çok daha erken kalkıp geldiğim için yeni yılın ikinci gecesinin son yıldızlarından, üçüncü gününün ilk ışıklarına kadar ki tüm süreci büyük bir zevkle seyrettim.

Artık yavaş yavaş yola koyulma vakti yaklaşıyordu. Güzel bir kahvaltıdan sonra otelden ayrıldık. Önce tekne ile Katsuura Limanı'na, sonra otobüsle otoparka geçip arabamıza kurulduk. Seyahat planımızda biraz daha güneye inmek vardı. Kuşimoto'daki Türk Müzesi'ni ziyaret etmek üzere hareket etiik.

Devamı: Japonya'da Türk Müzesi Ve Atatürk Heykeli
_________________________________________________________________________________
[1] Otelin web sitesi: Hotel Urashima
[2] Kaplıcalarda resim çekmek yasak olduğundan fotoğraf otelin web sitesinden alınmıştır (img_boukido)

12 Ocak 2019 Cumartesi

Naçi Şelalesi 那智の滝

Yeni yılın ilk haftası Japonya genelinde tatil haftasıydı. Çocukların okulu ile benim ve eşimin iş yerlerimizin tatil olması, yılın yorgunluğunu atabilmek için iyi bir fırsattı. Bu tatile kısa bir gezi sıkıştırmamak elbette olmazdı. Biz de yılın ikinci ve üçüncü günününde biraz güneye inmeye karar verdik.

2 Ocak sabahı arabamıza atlayıp saat sekizde yola çıktık. Doğu sahili boyunca ilerleyip Wakayama Bölgesi'ne (和歌山県) geçtik. Geceyi geçirdiğimiz Uraşima Oteli'ne varmadan önce okyanusa uzanan sahillerin görkemli manzaraları önünde biraz soluklanmak için birkaç kez durduk. Ancak otele gitmeden önceki esas durağımız Naçi Şelalesi (那智の滝) idi. Yazılı ve çizili tarihi yüzyıllar öncesine dayanan bu şelale ile tapınakların bulunduğu çevresindeki alan UNESCO dünya mirası listesinde bulunuyor.

Burayı yıllar önce ilk kez yaz ayında ziyaret etmiştim. Dağdan düşen su miktarı o günküne göre bu sefer daha azdı. Ama tatil günleri olması ve yeni yıla giren Japonların dua etmek için uğraması sebebiyle bu kez çok daha kalabalıktı. Onlarca dakika sırada bekleyerek kaptığımız otopark yerinden olmamak için tepenin üst kısımlarında bulunan tapınak bölgesine yürüyerek çıkmaya karar verdik. Zaten yorucu olan çıkış sırasında bir de kucak isteyen çocuklarımızı ara sıra taşıyarak ilerlemek yorgunluğumuzu daha da artırdı. Eşim ve çocuklar daha fazla dayanamayınca tapınakların alt kısmında kalan pagodanın bulunduğu parkta dinlenerek beklemeye karar verdiler. Ben ise gelmişken tekrar görme ve birkaç resim çekme fırsatını kaçırmamak için en üst kısımdaki tapınaklara kadar çıktım.

Bölge hem kalabalıktı, hem de bazı yerler tadilattaydı. Tapınakların içinden çok etrafındaki doğa ve manzarayla ilgilendiğim için bu durumdan ben şikayetçi değildim. Eşimi ve çocukları bekletmemek için acele etmek istiyordum ama manzara o kadar güzeldi ki biraz oyalanmaya karar verdim. Doğanın yeşiliyle birleşen denizin mavisine bakarken, bir ara kollarımı iki yana açıp, şöyle bir gerinerek derin bir oh çektim. Ciğerlerimi dolduran temiz havayla tam sarhoş olmaya başlamıştım ki, iki çocukla tek başına başa çıkmaya çalışan eşimden gelen telefon sesiyle kendime geldim. Alelacele yanlarına gidip birkaç dakika soluklandıktan sonra geldiğimiz yoldan inmeye başladık. O gün için artık geceyi geçireceğimiz ve iyice dinleneceğimiz kaplıca oteli Uraşima'dan başka gidecek yer kalmamıştı.

Devamı: 
Uraşima'da Gün Doğumu

8 Aralık 2018 Cumartesi

Obentou

Eşim her sabah hepimizden önce kalkıp çocuklara kahvaltı hazırlıyor. Kahvaltıyı hazırlamak çok zaman almıyor ama hem kendisi hem de benim için obentou (お弁当) hazırlaması biraz zaman alıyor. Obentou bir Japon geleneği diyebiliriz. Eğer şirketin öğle yemeği servisi yoksa, çalışanlar ya dışarıda yemek yiyorlar ya da evde hazırlayıp getirdikleri yemekleri yiyorlar. İşte evde hazırladıkları yemeğe obentou deniyor.

Mağazalarda çeşit çeşit obentou kutuları satılıyor. Yaşa göre, kapasitesine göre resimlisi, şekillisi, küçüğü, büyüğü birçok çeşidi var. Eşim hepimiz için birer kutu almıştı. Çocuklar okulda, biz de işte onun hazırladığı obentouları öğle yemeğinde yiyoruz.

İşte bu kısa yazıyı da aslında bunun için yazıyorum.

Eşim, sadece karnımız doysun diye değil gözümüz doysun diye de özene bezene hazırlıyor. Hatta üstüne bir de kalorisini, proteinini, vitaminini, mineralini hesaplayarak hazırlıyor. Öncesinde de haftalık alışverişini bu hesaplara göre yapıyor. İş yorgunluğunun ardından aç karnına obentou kutumu açınca da işte böyle manzaralarla karşılaşıyorum. Perşembe ve cuma günkü öğle yemeklerimin, yani afiyetle yediğim obentoularımı siz de görün istedim.

31 Ekim 2018 Çarşamba

Kongoushou-ji Tapınağı (金剛證寺)

Önceki bölüm: İnci Yolu ve Gök Yolu

Yol üzerindeki son durağımız, geçmişi 825 yılına uzanan Kongoushou-ji Tapınağı (金剛證寺) idi. Japonların en kutsal yeri olan İse Jingu'nun (伊勢神宮bkz. Ise Jingu, ayrıca bkz. Sonbaharda Naiku) kuzeydoğu koruyucusu olarak bilinen bu tapınak, en önemli hac duraklarından biri. Edo Dönemi'ne (1603-1868) ait ünlü bir halk şarkısı, "İse'ye gidersen Asama Dağı'na çık, Eğer çıkmazsan haccın yarım kalır" demektedir. Hemen belirtelim, İse Jingu bir Şinto tapınağı, Kongoushou-ji ise bir Budist tapınağıdır. Yani iki farklı dine ait tapınaklardır. Böylece bahsi geçen hac, belirli bir dinin hac yolculuğu olmamaktadır. Hem Şintoizm hem de Budizm Japon kültürünün bir parçası halindedir. Dolayısıyla hem burada hem de diğer birçok yerde bahsedilen farklı hac yolculuklarının dinsel değil kültürel olduklarını söylemek yanlış olmayacaktır.

Kongoushou-ji Tapınağı'nın avlusundaki merdivenlerin aşağısında bir gölcük bulunuyor. Suyun üstü nilüferler ile kaplı. İçinde iri, renk renk Japon balıkları yaşıyor. Kullanıma açık olmayan kırmızı ahşap köprü, küçük gölcüğün karşılıklı iki kıyısını birleştiriyor. Burasını bir de nilüferlerin çiçek verdiği dönemde ziyaret etmek ayrı bir keyif olsa gerek. Tapınağın sağ tarafında uzanan yürüyüş yolu takip edildiğinde karşınıza görkemli bir geçit kapısı çıkıyor. Gokuraku-mon (極楽門), yani tam çevirisiyle Cennet Kapısı adlı bu geçit, sağlı sollu dizili, üzerilerinde yazılar bulunan ince uzun ahşap sütunlardan oluşan bir yola ulaşıyor.

Bahsettiğim tüm bu yapılar yüksek ağaçların gölgesinde kalıyor. Doğal olan hiçbir şeye dokunulmamış. Göl, tapınak, geçit kapısı ve insan elinin diğer tüm yaptıkları orman içindeki boşluklara inşa edilmiş. Hatta burada hiçbir şey yokken inşa edilmişler de etrafındaki orman yıllar yılı sonradan oluşmuş gibi bir hisse bile kapılıyorsunuz. Ağaçların altına dizili heykelcikler, yazıt taşları, üzerilerinden geçen zamanın etkisiyle aşınmış ve yosunlanmış görüntüleriyle Indiana Jones gibi filmlerin arkeolojik keşif sahnelerini andırıyor.

Vaktin iyice daralmasıyla buradan ayrılmak zorunda kaldığımızda görmediğimiz bir şey kalmış mıdır diye merak ediyorduk. Gök Yolu'ndan çıkıp eve dönüş rotasına tekrar girdiğimizde ne kadar yorulmuş olduğumuzu yeni fark ettik. Eve varış için artık az bir süre kalmasına rağmen çocuklar ve eşim hemen uykuya daldı. Arabayı kullanmak zorunda olan ben ise eve kadar beklemek zorundaydım.

27 Ekim 2018 Cumartesi

İnci Yolu ve Gök Hattı

İki Tayfun Arası Şima başlıklı yazının devamı.

Şima'dan dönerken İnci Yolu'nu kullandık. Bizi Şima'dan Toba'ya götüren İnci Yolu (パールロード) doğanın yeşili, denizin ve gökyüzünün mavisi içinde kalıyor. Dağlık alan içinde olmasından dolayı yol, denizi içine alan körfezleri ve koyları genişçe görmeye imkân veriyor. Hafif virajlarla Pasifik Okyanusu'na paralel uzanıyor. Yol, yüksek ağaçların denizi görmeyi engellediği yerlerde ormanın içinde, engelleyemediği yerlerde ise okyanusun üzerinde olduğumuz hissi veriyor.

Yol boyunca rakun uyarı levhaları var. Çevremizdeki ormanlık alan rakunların doğal yaşam alanı. Durduğumuz park yerlerinden birinde kazalarda ölen rakunlar için yapılmış küçük bir anıt bulunuyordu. Ağaçların içinden kulaklarımıza gelen birçok farklı hayvan, böcek sesi işittik ama bir rakun görebilme şansını yakalayamadık.

Öğle yemeğini, İnci Yolu üzerinde son kez durduğumuz Toba Gözlem Yeri'nde (鳥羽展望台, Toba Observatory) bulunan restoranda yedik. Bazı kaynaklar burasını Japonya'nın en güzel manzaraya sahip 30 yerinden biri olarak gösteriyor. Havanın açık, pussuz olduğu zamanlarda Fuji Dağı görünüyor. Biz bu şansa sahip değildik ama tesisin hemen her köşesinden gözlerimize yansıyan manzarayı hafızalarımıza kazıdık.

Yolun sonuna geldiğimizde artık Toba'daydık. Toba'dan İse-Shima Skyline (伊勢志摩スカイライン)[1] yoluna girdik. Anlaşılacağı üzere adının son kısmı İngilizce verilen yol Asama Dağı (朝熊山) üzerinden geçiyor. Dağın tepe bölgesinde bir başka gözlem yeri bulunuyor. Bu gözlem yeri İse Körfezi (伊勢湾), Toba adaları ve Pasifik Okyanusu'nun muhteşem manzarasını gözler önüne seriyor. Tesiste yol boyunca yorgun düşen ayakları dinlendirmek için bu manzara önüne konumlandırılmış bir ayak banyosu bulunuyor. Kültür incisinin yaratıcısı olan ünlü K. Mikimoto (ölm.1954) da burayı ziyaret etmiş ve manzarasından çok etkilendiği için buraya bir anıt taşı diktirmiştir.

Devamı: Kongoushou-ji Tapınağı
_____________________________________________________________________________
[1]  https://www.iseshimaskyline.com

14 Ekim 2018 Pazar

İki Tayfun Arası Şima

Şima'ya (志摩市) gitmek için bir süredir fırsat kolluyordum. Yaz döneminde bulamadığım fırsatı ancak sonbaharın başında bulabildim. Şiddetli bir tayfunu atlattıktan hemen sonra, kalmayı çok istediğim otelin kalan son odasını bir geceliğine ayırttım. Bir gece iki günlük bu kısa tatilde açık havaya denk gelmemiz büyük şanstı.

Yaşadığımız şehre yaklaşık 90 kilometre uzaklıkta olan Şima'ya gidiş ve dönüş için birbirinden farklı iki güzergâh belirledik. Gidiş yolumuzun bizi doğrudan Şima'ya götürmek dışında bir özelliği yoktu. Şehre varınca, otele giriş yapma saatinden önceki kalan süreyi Shima Marineland (志摩マリンランド) adlı akvaryumda geçirdik. Japonya'nın hemen hemen her şehrinde büyüklü küçüklü olan bu tür akvaryumlar özellikle çocuklar için büyük eğlence. Şima'dakinde gördüğüm tüm balıkları daha önce ziyaret ettiğim akvaryumlarda görmüşümdür. Ama buranın açık hava dinlenme alanında gerçekten rahatlatıcı bir manzara vardı.

Manzarasından çok ümitli olmadığım yer otel odamızdı [1]. Kalan son odayı ayırttığım için seçme şansım yoktu ne de olsa. Ancak odamızın öyle güzel manzarası vardı ki, seçme şansım olsaydı bile onu tercih ederdim. Durum böyle olunca, çevreyi gezmek için hemen çıkmak yerine, odanın yerden tavana uzanan penceresinin önüne kurulup, sıcak bir yeşil çay eşliğinde kendimizi manzaraya verip yol yorgunluğunu attık.

Daha önce gittiğimiz Toba ilinin (鳥羽市, bkz.Toba Gezileri) güneyinde kalan ve Ago Körfezi'ni (英虞湾) tamamen içine alan Şima ilinin doğu ve güney sınırları Pasifik Okyanusu'na kıyı oluyor. İnci yetiştiriciliğiyle ünlü Ago Körfezi'nin kıyılarının tamamı koylardan oluşuyor. Kıyılar o kadar girintili çıkıntılı ki, her koy kendi içinde dallara ayrılıp daha küçük koylar oluşturuyor. Körfezin içinde kalan ada ve adacıkların bile en az birkaç tane kendi koyları var. Karayı tamamen örten ağaçlar kıyıya kadar uzanıyor.

Çayımız bitince pencereden seyrettiklerimizi yakından görmek üzere otelin çevresini gezdik. Otel yönetiminin tercihi mi yoksa çevre yetkililerinin izin vermemesi mi bilmem ama doğal olan hiçbir şeye el değdirmemeye özen gösterilmiş. Ağaçların arasından kıvrılan dar yürüyüş yollarından geçtik. Bazı yerlerde örümcek ağları yolun bir yanındaki ağaçtan diğer taraftakine kadar uzanıyordu. Çocuk şapkası kadar büyük beyaz mantarlar, ağaç kovuğunu mesken edinmiş yengeçler gördük. Adını bilmediğimiz kuşların, böceklerin ötüşlerini dinledik.

Yemekten önce gün batımını izlemek üzere tekrar odaya döndük. Yemekten sonra yine dışarı çıkıp akşam yürüyüşü yaptık. Otele ait uzay gözlem evinde, o güne kadar gördüğüm en büyük teleskopla ayın yüzeyini gözlemledik. Yatmadan önceki son eylem olarak da açık hava kaplıca banyosunda keyif yaptık. Ertesi gün, gelişimizden daha uzun ama daha eğlenceli yolculuk bizi bekliyordu.

Devamı.. İnci yolu ve Gök Yolu
_______________________________________________________________________________
[1] Hotel Kintetsu Aquavilla Ise-Shima

6 Temmuz 2018 Cuma

İga'dan Soni'ye

Geçen cumartesi günü doğanın içinde bir gün geçirdim. Eşimin arkadaşı Mamiko hem eşimi hem de başka bayan arkadaşlarını İga'daki (伊賀市) evine davet etmişti. Bu davetin amacı, Türkiye'de öğrendikleri iğne oyası motiflerini diğer Japon bayanlara öğretmek ve onlarla birlikte yapmaktı. Haliyle kocaların ilgi çekeceği bir etkinlik değildi. Bu sebeple Mehmet ve ben eşlerimizi ve diğer bayanları bırakıp Nabari (名張市) ve Soni'ye (曽爾村) gitmek üzere plan yapmıştık. Eşlerimiz iğne oyasına, çocuklarımız da oyunlara başlar başlamaz arabamıza atlayıp yola koyulduk.

İga'dan Nabari'ye geçip dağ yoluna saptık. Güzergâhımız Shorenji Gölü'nün (青蓮寺湖) batısından güneye inip Soni tarafına doğru yol almak ve Hinachi Gölü'nin (比奈知湖) doğusundan kuzeye ilerleyip tekrar İga'ya dönmekti. Geçtiğimiz yollar, sık dizili ağaçların oluşturduğu ormanların içine adeta sıkıştırılmış gibiydi. Tek aracın geçişi için bile son derece dar olan yollara iki aracın yan yana sığması çoğu yerde imkansızdı. Hatta zıt yönlerden gelip karşılaşan araçlardan birinin diğerine yol vermesi için bazı noktalara cepler yapılmıştı. Toplam beş saate yakın süren gezimiz boyunca karşılaştığımız araç sayısının onu geçmemesi bizim için bir şanstı.

İlk durağımız Shorenji Gölü'nün güneybatı kıyısında bulunan, Shinsui park alanı (親水広場) oldu. Bulunduğumuz yerden bakıldığında gölün çevresi tamamen ağaçların içindeydi. Sanki ormanlık alanın aşağı doğru eğim oluşturan bölümü günlerce yağan yağmur sularıyla dolmuş da göl öyle oluşmuş gibiydi. Göle dalacak olsam suyun içinde de ağaçları göreceğim hissi geliyordu. Kıyıda balık tutan birkaç kişi ile çocuklarıyla birlikte gelen iki aileden ve bizden başka kimse yoktu çevrede.

Güneye doğru yola devam edip göl suyunu dolduran Shorenji Nehri (青蓮寺川) boyunca arabamızı sürdük. Nehir yatağını oluşturan irili ufaklı kayalar nehir üzerinde yer yer adacıklar oluşturuyordu. Bu kayaların üzerinde birinden diğerine atlayarak balık tutanlara birkaç yerde rastladık. Durmaya uygun bir yere arabayı çekip yürüyerek nehre kadar indik. Suyun huzur verici seyrine ve sesine dalmışken yanımızdan geçen siyah yılanı son anda fark ettik. Yaklaşık bir buçuk metre boyu vardı. Bizden ürkmüş olacak ki, kayaların arasından kıvrıla kıvrıla uzaklaşmaya çalışıyordu. Tam o sırada kendisiyle aynı boyda bir de boz yılan gözümüze çarptı. Zehirliler miydi değiller miydi bilemiyorum ama yine de arabadan gelirken üzerilerine basmadığımız için şanslıydık. Nefis manzaranın içinde tertemiz havayı solurken onlara da rastlamış olmamız doğanın ne kadar içinde olduğumuz hissini daha da artırdı ama arabaya dönerken bu sefer attığımız adımlarda daha dikkatli davrandık.

Yol, nehirden uzaklaştığı yerlerde tamamen ormanın içinde kalıyordu. Yüksek ağaçlar yolun üzerinde birleşiyor ve gökyüzü neredeyse tamamen kapanıyordu. Buldukları aralıklardan ilerlemeyi başaran güneş ışıkları ağaçların nemli yapraklarından sekip çevremizde ışıltılar oluşturuyordu. Epey arkamızda bıraktığımız göle doğru akan nehirle birlikte tepelerin üst kısımlarına doğru tırmanışımızı sürdürdük. Yani akıntının ters yönünde ilerlemeye devam ettik ama biz biraz daha yukarılara kadar ulaşmıştık ki nehri de gölü de epey aşağıda bıraktığımız bir yerde tekrar mola verdik. Uzun bir süre sonra gökyüzünü genişçe görebiliyorduk. Yer yer beyaz bulutların süslediği mavi gökyüzü, su üzerindeki yansımasıyla birlikte yeşille örtülü tepeleri iki göğün arasında kalmış gibi gösteriyordu.

Güneye doğru devam edip Soni sınırlarına girdik. Buranın en meşhur yerlerinden biri, belki de birincisi olan Soni Yaylası'nda (曽爾高原) durduk. Sonbaharda pampas otlarının çiçeklenmesiyle beyaza bürünen plato, biz gittiğimizde yemyeşildi ve çevrede bizden başka kimse yoktu. Biraz daha güneye devam edip bu yöndeki son durağımız olan Mitsue Çiftliği'ne (みつえ高原牧場) uğradık. Büyükbaş hayvan yetiştirilen çiftliğin etrafındaki geniş otlak alana yayılmış hayvanları görmeyi umuyorduk ama bizim ulaştığımız saatte alan bomboştu. Çevremizdeki yeşili seyretmekle yetinip birkaç dakika sonra ayrıldık.

Doğuya ve kuzeye doğru ilerleyerek, bu kez Hinachi Gölü'nü (比奈知) dolduran Nabari Nehri'ni (名張川) solumuza alarak dönüş yoluna geçtik. Bu kez akıntıyla aynı yönde ilerliyorduk. Toplam elli kişinin bile yaşadığından emin olamadığımız küçük köylerden geçtik. Nehir üzerine inşa edilmiş olan Hinachi Barajı'nın (比奈知ダム) kenarında son kez mola verdik. Bu mola için uzunca bir süre araç sürmemiz gerekmişti çünkü yollar o kadar dardı ki arabayı sadece yol üzerinde durdurabilirdik, o zaman da başka araçların geçebileceği bir boşluk kalmazdı.


İga'ya döndüğümüz zaman, çocukların peşinde koşmaktan iğne oyası yapmaya fırsat bulmamış, yorgun ve kızgın bir eş beni bekliyordu. Misafirlikte olduğumuz için ve eve dönerken kendisi de çocuklar gibi arabada uykuya daldığı için sinirini üzerimde atmasına pek fırsatı olmadı. O yorgun haliyle bir de yemek yapmakla uğraşmasın diye yemeği dönüş yolunda dışarıda yedik. Böylece hem yorgunluğu azalmış hem de biraz yatışmış oldu. Olan, tüm günü direksiyon sallayarak geçiren bana oldu.

27 Mayıs 2018 Pazar

Happy Sensei

Japonya'daki öğretmenlik kariyerimin ilk haftasını tamamlamış bulunuyorum. Zaten özel dersler vererek bu işi kısmen yapıyordum ama bir okul çatısı altında öğretmen sıfatını resmî olarak yeni elde ettim. Ne öğretmenliği diye soracak olursanız; İngilizce öğretmenliği. Sizin anlayacağınız, bir Türk olarak Japonlara İngilizce öğretiyorum. İki üniversite mezunu, on beş yıllık bilişim teknolojileri kariyerine sahip bir bilgisayar yüksek mühendisi olarak Japonya'ya taşınıp İngilizce öğretmeni olarak yeni bir kariyere başlamak epey ilginç bir deneyim olacak.

Yaklaşık bir ay önce bu iş bana ilk teklif edildiğinde geri çevirmiştim. Çünkü öğrencilerin yaşları 3 ile 12 arasında değişiyordu. 10 yaşın üzerinde olanlara ders vermek sorun değildi ama söz konusu 3-4 yaşındakiler olunca, bu işin öğretmenlikten çok çocuk bakıcılığı olduğunu düşünmüştüm. Eşimin ısrarıyla fikrimi değiştirip denemeye karar verdim. Bir ay önce teklifini geri çevirdiğim okul müdürünü çekinerek arayıp henüz birini bulmadıysa ve benden henüz vazgeçmediyse denemek istediğimi söyledim. Beklediğimden çok daha sıcak karşıladı. Böylece birkaç gün sonra işe başladım ve ilk haftamı tamamladım.

Çalışma arkadaşlarım, yani okulda benimle birlikte çalışan diğer öğretmenlerden biri Amerikalı, biri Filipinli, diğeri Fransız. Henüz tanışmadığım iki de Japon öğretmen var. Fransız öğretmen hanımın çok iyi bir İngilizcesi var. Konuşması neredeyse hiç Fransız aksanına kaymıyor. Ayrıca, belki şaşıracaksınız ama, son derece cana yakın, samimi, yardımsever, hoş sohbet ve mütevazi biri. Yani normal bir Fransız değil! Bana çok yardımcı oluyor ve sonraki günlerde de ondan çok şey öğreneceğimi düşünüyorum.

İsmimin telaffuzu Japonlar için, özellikle de çocuklar için zor olduğundan söylerken biraz güçlük çekiyorlardı. Muru, Muturu, Muraru, Matturu gibi şeyler söylüyorlardı. Bu yüzden hepsi için kolay ve akılda kalıcı bir rumuz kullanmak gerekliliği doğdu. Çinlilerin yaptığı şekilde William, John, Michael gibi özenti isimler kullanmak istemiyordum. Çocuklarla konuşmam sırasında ismimin İngilizce karşılığının 'happy' olduğunu söyleyince adım Happy Sensei [1] olarak çıktı. Artık teacher Happy ya da Happy sensei diyorlar. Böylelikle hem anlamsal olarak temelde adım değişmemiş oldu, hem çocuklar için söylenmesi kolay bir ad ortaya çıktı, hem de onlarla yakınlaşmam ve samimiyet kurmam kolaylaştı.

Geçtiğimiz senenin sonunda Japonca ilerletmek için ara verdiğim çalışma hayatına böylece farklı bir kulvardan geri dönmüş oldum. Evde Türkçe, işte de İngilizce konuşunca Japonca kullanma imkanım maalesef azaldı. Bu durumu telafi etmek için kendimi biraz kitaplara veririm artık. 2020 yılında Japonya eğitim sisteminde İngilizce daha fazla ağırlık kazanacak. Bakalım Happy Sensei olarak ben bu sistemde nasıl yer alacağım.
_________________________________________________________________________________
[1] 'Sensei' (先生) kelimesi Japonya'da öğretmenlerin yanı sıra doktorlar, avukatlar, savcılar ve yargıçlar için de kullanılır. Usta/hoca anlamındadır. Kelimeyi oluşturan ideogramlardan ilki ön, ikincisi ise yaşam anlamındadır. Bir başka değişle, Japon kültüründe hocalar, doktorlar ve hukukçular toplumun önünde yaşayan saygın insanlardır.

15 Nisan 2018 Pazar

Tsu'dan İga'ya

Yaşadığımız şehirde olunca, sakura zamanı Kairaku Parkı'na birkaç kez gittik (bkz. Paktan Parka Tsu). Ama evimize yürüyüş mesafesinde olduğu için bu yılki sakura zamanında vaktimizin çoğunu Mie Üniversitesi (三重大学, Mie Daigaku) kampüsünde geçirdik. Bazen kahve içtiğimiz, kantininden küçük alışverişler yaptığımız, bazen kütüphanesine gidip Japonca çalıştığım, sahnesinde gösteriler izlediğimiz, bahçesinde çocuklarımızın oynadığı üniversite kampüsü hemen hemen her gün uğradığımız bir yer. Sizin anlayacağınız, Japonya'daki günlük hayatımızın büyük kısmını evde, işte ve Mie Üniversitesi'nde geçiriyoruz.

Üniversite kampüsünü sakura zamanı ziyaret etmek ayrı bir keyif. Üniversitenin yeni mezunlarını verip yeni öğrencilerini kabul ettiği bu döneminde, öğrencilerin heyecanına kampüsteki sakuralar eşlik ediyor. Ağaçlar onların cıvıltıları içinde önce çiçek açıyor ve pembeye, sonra yapraklanıyor ve yeşile bürünüyor. Yürüyüş yapmak, ağaçların altında oturmak, biraz nefes almak için değil de, sadece o gencecik öğrencileri ders çalışırken, spor yaparken, gülüp eğlenirken izlemek için bile gidilir üniversiteye.

Bu yıl sakura zamanı vakit ayırıp gitmek istediğimiz bir yer daha vardı: İga (伊賀市). Benim eşim gibi eşi Japon olan bir diğer Türk arkadaşımın yaşadığı İga'ya daha önce birkaç kez gitmiştik ama kiraz çiçeklerinin açtığı döneme ilk kez denk getirdik. Tsu'daki kiraz ağaçlarının çiçekleri yavaş yavaş dökülüp dallardaki yerini yapraklara bırakmaya başladığı sırada, daha yüksek bir il olması sebebiyle İga'da kiraz çiçekleri yeni açmıştı. Hemen şunu belirteyim, bahar gelmeden önce ülkenin şehirlerine, yörelerine göre hava durumunu, sakuraların açma ve dökülme zamanını araştırıp kendilerine bir güzergâh belirleyen, sakuraların fotoğraflarını çekebilmek için her yıl bu günleri bekleyen fotoğrafçılar var Japonya'da. Sadece fotoğrafçılar değil, bu pembe günlerin tadını çıkarmak için her yıl, deyim yerindeyse sakura tatili planlayanların sayısı da oldukça fazla. Bizim İga'ya gitme planımızı ise sakuralar kısmen oluşturuyordu. Öncelikli olarak Mehmet ve Mamiko'ya konuk olmak, hasret gidermek, sohbet etmek ve dertleşmekti amacımız.

İga'ya gideceğimizi öğrenen baldızım da çocuklarıyla birlikte bize katılma kararı aldı. Hemen arkasından kayınpederim ve kayınvalidem de gelmek isteyince dokuz kişilik bir ekiple Tsu'dan çıkıp İga'nın yolunu tuttuk. İki arabayla sabah dokuzda yola çıkıp bir saat kadar sonra İga'daki İwakurakyo Parkı'na (岩倉峡公園) ulaştık. Dostlarımızla ilk buluşma yerimiz olan bu parkta yaklaşık iki saat geçirdik, yeşilin, doğanın ve tabii ki sakuraların içinde sohbet ettik. İwakurakyo Parkı geniş bir alana yayılmış, içerisinde kamp alanı, çocuk parkları, piknik yerleri, yürüyüş parkurları barındıran, iki yanını Kizu Nehri'nin (木津川) ayırdığı, doğayla kucak kucağa, tepelik bir alan. İnsan tüm stresinden uzaklaştığı bu parkta, ormanın derinliklerine dalıp, ağaçların içinde bir kulübe yapsa tüm ömrünü geçirebilecekmiş gibi hissediyor. Bu düşünceler içindeyken midemizden gelen uyarılar, iyi de o kulübede ne yiyip ne içeriz, sorusunu aklımıza getirmişti ki, böylece sohbetimize yemekte devam etmek üzere parktan ayrılıp arkadaşlarımızın evine geçtik.

Evin bahçesinde, yakılmak üzere bizi bekleyen bir mangal ve hemen yanında güzelce kurulu bir sofra vardı. Türkiye'den uzak kalmamız, mangalsız yaşamayı göze aldığımız anlamına gelmiyor elbette. Doğanın temiz havasıyla doldurduğumuz ciğerlerimizi mangal dumanıyla şenlendirmenin vakti gelmişti. Mehmet'in kendi elleriyle yaptığı ekmeklerin arasına koyup doyasıya yediğimiz kebaplardan sonra meyveler ve tatlılarla iyice doyurduk karnımızı. Sakuralarla Japonca başladığımız günü, mangalla Türkçe tamamladık.  Ve bu senenin sakura zamanını böylece bitirmiş olduk.

11 Nisan 2018 Çarşamba

Parktan Parka Tsu 津

Nagoya gezimin ertesi günü ailece yoğun bir gündemimiz vardı. Eşim akşam saatlerine kadar toplantıda olacaktı, benim de öğlen bir iş görüşmem vardı. Sabah küçük oğlum Kayra'yı kreşe bıraktıktan sonra eşimi de öğretmenlik yaptığı okula bırakacaktım. Sonra büyük oğlum Eren'i dedesine bıraktıktan sonra kendi görüşmeme gidecektim. Arabayı eşimin okuluna doğru sürerken dönüşü kaçırdım ve mecburen sonraki sokağa saptım. İlk kez girdiğim bu sokakta karşıma inanılmaz bir manzara çıktı.

Saat dokuzu biraz geçmiş, güneş masmavi gökyüzünün üzerine doğru yeni tırmanmaya başlamış, ışığıyla yaprakların üzerindeki çiğleri pırıl pırıl parlatıyordu. Karşıma çıkan yer, yol üzerindeki ikişer üçer katlı evlerin arasına sıkışmış küçücük bir çocuk parkıydı. Kendisini çevreleyen evler kadar eskiydi. Salıncağın, kaydırağın, tahterevallinin ve tren süsü verilmiş oyun tünelinin boyaları dökülüyordu. Parkta onlar kadar eski olan, daha yakışır bir ifadeyle yaşlı olan, zaten görkemlerini de yaşlarından alan kiraz ağaçları tüm çiçeklerini açmış, günü yeni ısıtmaya başlayan güneşin altında pespembe parlıyordu. Hiç düşünmeden arabayı kenara çektim, eşimin orada duramayacağım uyarılarına rağmen arabadan inip parka daldım. Mutlaka o parkın havasını solumam gerektiğini hissediyordum çünkü. Boş parkın tam ortasında durup etrafımda döndüm, yüzümde bir gülümseme ile ağaçların ihtişamını seyrettim.

Önceki yazımın son cümlesinde bahsettiğim sürpriz işte buydu (bkz. Sakura Zamanı Nagoya Kalesi). Bu satırları kısmen o yazının devamı olarak yazıyorum.

Sürekli olarak kullandığım 'sakura zamanı' terimini, aynı başlık altında farklı bir yazıda açıklamıştım. O yüzden burada kısaca değinmekle yetineceğim. Kiraz çiçeklerinin açması Japonya kültürü ve yaşamı için pek çok anlam taşıyor. Örneğin, hem okul yılının, hem iş yılının başlangıcı bu dönemde yapılıyor. Kiraz çiçekleri her ülkede açıyor ama sadece Japonya'da birçok şey bu dönemde olup bitiyor. İşte 'sakura zamanı' ve 'sakura dönemi' terimlerini kullanarak tüm bu anlamları yüklemeye çalışıyorum (bkz. Sakura Zamanı).

Japonya'nın kiraz çiçekleriyle bezendiği sakura dönemi, gıda sektöründe de bir hareketlenme yaratıyor. Japon menşeli firmalar dahil, başta ABD markaları olmak üzere yabancı firmalar da tatlarında ve temalarında sakuralara yer veriyorlar. Kiraz çiçekleri, şirketlerin pazarlama ve reklam birimleri için bulunmaz fırsatlar yaratıyor. Örneğin, Starbucks'ın sakura latte adı altında kahve, McDonald's'ın hamburger menülerinin yanında sakura aromalı gazoz seçeneği sunduğunu söyleyeyim, gerisini siz tahmin edin.

O günkü iş görüşmesinden çıkıp oğlumu almak için kayınpederimin evine giderken, evin birkaç yüz metre yanında, ormanın içine gömülmüş olan Oni Tapınağı'nın (小丹神社, Oni Jinja) önüne çektim arabayı. Tapınağın bahçesinde birkaç kiraz ağacı bulunuyor. Tüm çiçeklerini henüz açmamış olmasına rağmen çok güzel bir görüntü oluşturuyorlardı. Zorlu görüşmeden sonra burada geçirdiğim birkaç dakika, denizin derinlerinden var gücümle yükselip başımı suyun üzerine çıkardığımda içime çektiğim ilk nefes kadar rahatlatıcıydı. 

Tsu'da sakuraların en güzel açtığı yer, sanırım Kairaku Parkı'dır (偕楽公園, Kairaku Koen). Oni Tapınağı'ndan on beş dakikalık yürüyüş mesafesinde bulunan park, aynı zamanda şehrin merkez tren istasyonunun biraz ilerisinde yer alıyor. Park içinde bulunan tüm özel noktalar sakuralar altında. Örneğin, parkın girişinde sergilenen eski lokomotif, çocuk oyun bahçesi, gölet ve yürüyüş parkurları pespembe çiçekler altında renkleniyor. Parkta bulunan çadır ve ahşap yapılı kafeler, büfeler sadece bu dönemde, yani sakura döneminde kuruluyor. Dönem bitince toparlanıp kaldırılıyor çünkü park en çok bu dönemde kalabalık oluyor. Sadece parkın kendisi değil, çevresindeki yerler de, örneğin otoyollar bile sakuralarla bezeniyor. Parkı çevreleyen sokak, kiraz ağaçlarının oluşturduğu pembe çatılı bir tünel içinde kalıyor.

Yaşadığımız şehirde olunca, sakura zamanı Kairaku Parkı'na birkaç kez gittik. Ama hemen hemen her gün gittiğimiz, kiraz çiçeklerinin keyfini her gün çıkardığımız başka bir yer vardı. Onu da sonraki başlık altında yazacağım.


7 Nisan 2018 Cumartesi

Sakura Zamanı Nagoya Kalesi

https://www.instagram.com/mtlsyr/
Geçen yıl Mart ayının son ve Nisan ayının ilk günleri bir hayli soğuk geçti. Japonya'nın kiraz çiçekleriyle bezendiği bu dönem, ülkenin hemen hemen her yerinin günlerce yağmur altında kalmasıyla kısa sürdü. Dallarda henüz açan çiçekler bile yağan yağmurla çabucak döküldü. Havanın sürekli kapalı olması da, bir sene boyunca bu günlerin gelmesini bekleyen benim gibilerin eğlencesini biraz aşındırdı. Oysa ki, hayatı boyunca ilk kez yurt dışı seyahatine çıkmayı göze alan annemin Japonya'ya gelişini bile bu döneme ayarlamıştım (ilgili yazı: Tokyo'da Birkaç Saat).

Bu seneki sakura döneminde ise çok şanslıydık. Tüm dönem boyunca hiç yağmur yağmadı, hava hep açık, hatta oldukça sıcaktı. Yağmuru bırakın, kiraz çiçeklerini zamanından önce dökecek şiddette bir rüzgâr bile esmedi. Çiçekler dallardaki yerlerini yapraklara bırakarak kendiliğinden döküldüler. Ben de bu şanslı günleri olabildiğince iyi değerlendirmeye çalıştım. Televizyondaki haber programında Nagoya'da tüm sakuraların açtığını öğrenmiştim. Bu yüzden ilk önce Nagoya'ya gittim. Biri yine sakura zamanı olmak üzere daha önce de birkaç kez gittiğim Nagoya Kalesi'ni (名古屋城, Nagoya-jō) yeniden ziyaret ettim. Kale ve tarihi hakkında önceki ziyaretimi anlattığım yazımda bilgi verdiğim için (bkz. Nagoya Kalesi) burada tekrarlamayacağım.

Dört yıl önceki gelişimde kale bahçesindeki Hommaru Sarayı'nın (本丸御殿, Hommaru Goten) yapımı henüz tamamlanmamıştı. Artık büyük bir bölümü ziyarete açık olan sarayın iç kısımlarını bu kez görme şansını yakaladım. Saray, 1615 yılında yapılan ve 1945 yılında ABD bombardımanıyla tamamen yıkılan orijinali ile tamamen aynı mimari teknikleriyle yeniden yapılmış, odaların duvarlarındaki ve sürgülü kapılar üzerindeki resimler bile sanatçılar tarafından aynı ölçülerde, aynı malzemeler ve teknikler kullanılarak çizilmiş. Yenileme çalışmalarının 1992'de başlayıp halen devam eden kısımlarının olduğu düşünülürse, ne kadar büyük bir emek harcandığı tahmin edebilirsiniz [1].

Kaleyi çevreleyen bahçenin hemen hemen her yanında sakuralar var. Hafta içi olmasına rağmen yabancı turistler dışında çok sayıda Japon da ziyarete gelmiş, ağaçların altında piknik yapıyorlar, pembe çiçekli ağaçların gölgesinde güneşli bahar gününün keyfini çıkarıyorlardı. Sırtlarında çanta, ellerinde donanımlı fotoğraf makineleriyle senede sadece bir kez ve birkaç gün açan sakuraların oluşturduğu manzaranın en güzel resimlerini çekebilmek için bir yerden diğerine zıplayan genç yaşlı birçok insan vardı.

İki saate yakın bir süre geçirdikten sonra kalenin kuzeyindeki Meijo Parkına (名城公園) geçtim. Orası da çok sayıda piknik yapan, yani Japonların deyimiyle hanami (花見) yapan, çiçeklerin içinde olmanın, ağaçların gölgesinde olmanın, açık havanın, bahar kokusunun keyfini çıkaran insanlarla doluydu. Kalenin hemen yanında olmasına rağmen, turistik bir yer olmadığından benden başka yabancıyla karşılaşmadım. Beni gören ziyaretçiler bana, "kale şu tarafta, bunun burada ne işi var" der gibi bakıyorlardı. Oysa ben halimden gayet memnundum. Bir saate yakın bir süre de orada geçirdikten sonra evin yolunu tuttum.

Ertesi gün, yaşadığım şehir olan Tsu'da () ilginç bir sürpriz beni bekliyordu...

Devamı : Parktan Parka Tsu ()

Mutlu Sayar'dan daha fazla fotoğraf için instagram sayfası:   https://www.instagram.com/mtlsyr/
____________________________________________________________________________
[1] Daha fazla bilgi için sarayın resmî sayfası: https://www.nagoyajo.city.nagoya.jp/honmarugoten/14_english/index.html